Şia Gerçeği

Hangi Humeyni

Şia, şartlara göre kâh askerî marşlar, kâh kardeşlik türküleri eşliğinde İslam Dünyası’ndaki yayılmasına devam ederken, gözünü diktiği coğrafyalarda kendisine yakın bulduğu yerel unsurlarla çok yönlü işbirlikleri tesisini de büyük bir ustalıkla sürdürüyor. Hatta ABD ve Batılı ülkelerle başından beri el altından yürüttüğü ilişkileri son süreçte ‘göstere göstere’ sürdürmekte bir sakınca görmüyor. Son birkaç gündür Yemen’de karşılaştığı ‘hesap dışı’ durumun makro planda İran’ın İslam Dünyası’ndaki yayılmacı politikalarına radikal bir etki yapacağını –en azından kısa vadede– beklemek hayalcilik olacaktır…

İran’ın, söz konusu yayılmacı politikaları, İslam Dünyası’ndaki yerel unsurlarla çok yönlü politikalar geliştirerek sürdürdüğünü söyledik. Burada başta devrim lideri Humeyni olmak üzere Şii taklid mercilerinin Ehl-i Sünnet’le ilişkiler bağlamında sıkça propaganda edilen “Sünnî kardeşlerimiz”, “Ümmet’in vahdeti”, “ABD_İsrail karşıtlığı”.. vurgulu beyanat ve fetvalarının büyük bir rolü bulunduğu açık. Bu beyanat ve fetvaların ülkemizde de hayli etkili olduğu ve Ümmet’in küresel problemleri konusunda hassasiyet sahibi pek çok insanın başını döndürdüğü bilinen bir hakikat.

Ne var ki meseleye teyakkuz nazarıyla bakabilenler bunların sadece “siyaseten üretilmiş” söylemler olduğunu görmekte zorlanmıyor. Başta Humeynî olmak üzere İran devrimine liderlik eden kadroların klasik birer “İmâmî” olduğunu, dolayısıyla İmâmiyye’nin itikadî kabullerine aykırı herhangi bir inanç ve tutum içinde olamayacakları gerçeğini hatırlamak bile bu noktada kalın bir propaganda perdesinin ardında saklanan hakikatin görülmesine yardımcı olacaktır.

Bundan yıllar evvel Humeynî’nin Kitâbu’t-Tahâre’sinde Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. ez-Zübeyr (r.anhum) ile ilgili galiz hakaret içeren bir pasajın bulunduğunu zikretmiştim. Şiiler, internette de üzerinde hayli spekülasyon yapılan bu pasajın bilinçli olarak yanlış tercüme edildiğini, Humeyni’nin adı geçen muazzez sahabîlere hakaret etmediğini söyleyerek mızrağı çuvala sığdırmayı başardılar…

Ancak Humeynî’nin bir İmâmî olarak Ehl-i Sünnet’e yönelik klasik ithamkâr, hatta hakaret dolu klasik tavrı benimsediği gerçeğini sadece speküle edilen bu pasaja indirgemek doğru değil. Her ne hikmetse Şii çevrelerin, diğer kaynaklar konusunda hayli cömert davrandıkları halde, internete yüklemekten özenle kaçındıkları birkaç eseri var Humeynî’nin. Onlardan biri el-Mekâsibu’l-Muharrame.

Bu eserinde Humeynî, “muhaliifler”1 dediği Ehl-i Sünnet’in gıybetini yapmanın caiz olup olmadığıyla ilgili olarak şunları söyler:

“(İlgili ayet ve rivayetlerin) açık ifadesi, gıybetini yapmanın haram olduğu kimselerin sadece “mü’minler” olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla muhalifin gıybetini yapmak caizdir. Ancak takiyye veya başka bir durum bunu yapmamayı gerektirirse başka…

“Bu hüküm, muhaddis el-Bahrânî’nin, ilgili rivayetlerin zahirine aldanarak muhaliflerin kâfir ve müşrik kimseler olduğunu ısrarla söylemesine dayanmamaktadır. (…) Aksine, dayanağımız, gıybetin haramlığını anlatan delillerin, onların (muhaliflerin) gıybetini yapmanın da haram olduğu noktasını ispat etmemesidir.

“(…) Resulullah (s.a.v)’in, velayeti nasbından önce imam, “Allah’ı ve Resulünü tasdik”ten ibaretti. (…) Velayeti nasbından (…)2 sonra ise velayet ve imamet “imanın rükünlerinden” olmuştur. Dolayısıyla “Mü’minler ancak kardeştir”3 ayeti, “kardeşliği”, velayet ve imamete samimiyetle inananlar arasındaki bir ilişki olarak tayin etmiştir. Netice olarak Resulullah (s.a.v) zamanında gayri münafık kimse, Allah’a ve Resulüne samimiyetle inanan kimseydi. O’ndan sonra ise samimi mü’min, velayete inanan ve onu tasdik eden kimse olmuştur.

“(…) “Mü’min” kelimesinin geçtiği haberler de böyledir. “Uhuvvet/kardeşlik” ihtiva eden rivayetler de aynı şekilde onları (muhalifleri) kapsamaz. Çünkü onlardan, mezheplerinden ve imamlarından teberri etmek vacip olduktan sonra onlarla aramızda kardeşlik ilişkisi yoktur. Nitekim rivayetler bunu göstermekte ve mezhebin usulü de bunu gerektirmektedir.”

Humeyni’nin “muhalifler” hakkında söylediklerini aktarmaya devam ediyoruz:

“(…) Bizim dışımızdakiler (İmâmiyye mezhebine mensup olmayanlar, E.S) “müslüman” olsalar bile bizim kardeşlerimiz değildir. Dolayısıyla (yukarıda zikrettiğimiz)

o rivayetler, diğer rivayetlerde geçen “müslüman” tabirini açıklamaktadır. Buna göre gıybetin haramlığı, diğerleriyle islamî imanî kardeşlik bağı bulunan “müslüman”a mahsustur…

“(…) İlgili rivayetlere insafla bakan kimsenin, onların gıybetini yapmanın haramlığına delalet etmediklerinden şüphe etmesi uygun değildir. Hatta ilgili delillerin tamamının bir arada değerlendirilmesi durumunda, bu delillerin zahirinin, ancak “hak imamlara dost olan mü’min”in gıybetinin haram olduğunu anlattığından şüphe etmesi uygun değildir.

“(…) Hatta çeşitli bablarda zikredilmiş bulunan rivayetlere bakanlar, muhaliflerin gizli kusurlarını araştırıp ortaya dökmenin ve onları çekiştirmenin cevazından şüphe etmez. Hatta masum imamlar, onlara çokça ta’n etmiş ve çokça lanet okumuştur.

“Ebû Hamza, Ebû Ca’fer’den şöyle rivayet etmiştir: “Bazı arkadaşlarımız kendilerine muhalefet edenlere bühtan edip namuslarına iftira atıyor” dedim. “Bunu yapmamak daha güzeldir” diye mukabele etti, sonra da şöyle dedi: “Ey Ebû Hamza! Bizim şiamız hariç insanların tamamı bağilerin çocuklarıdır.”

“Bu rivayetin açık ifadesi, onlara bühtan etmenin ve namuslarına iftira atmanın caiz olduğunu, ancak bunu yapmamanın daha güzel olduğunu göstermektedir. Ancak bazı durumlar dışındabu rivayet müşkildir. Bununla birlikte siret de onların gıybetini yapmanın cevazını göstermektedir…”

Evet, neresinden bakarsak bakalım, bu ifadeleri, bize propaganda edilen “kardeşlik” yaklaşımıyla, dillerden düşürülmeyen “Ümmet’in vahdeti” vurgusuyla bağdaştırabilmek kesinlikle mümkün değil.

Önceki yazıdan itibarenanlamı ihlal etmeyecek şekilde atlayaraknaklettiklerim, Ümmet’in, İmamiyye dışında kalan kahir ekseriyetinin “mü’min” değil, “müslüman” olduğu inancı üzerine bina edilmiş hükümlerdir. Gıybetleri yapılabilir, namuslarına dil uzatılabilir, kendilerine iftira atılabilir.

Bizim algımızda mü’min olmadan müslüman olunmaz, müslüman olmak da mü’min olmanın göstergesidir. Ancak İmamiye Şiası sadece kendilerinin “mü’min” olduğunu, Ümmet’in geri kalan kısmınınsa sadece “müslüman” olduğunu söyler. Buradaki “müslümanlık” kesinlikle bizim anladığımızdan farklıdır. İmamiyye nezdinde “imamet”e inanmak imanın şartlarından olduğu için, bu inanca sahip olmayanlar “mü’min” değil, “müslüman”dır. Peki bunun anlamı nedir?

Bunun anlamını, İmamiyye’ye göre “iman” ve “islam” kavramlarını, aralarındaki farkları ve bu sıfatları taşıyanların uhrevî akıbetlerinin ne olduğunu ilerleyen yazılara bırakmak durumundayım. Yine önümüzdeki günlerde Humeyni’nin konuyla ilgili olarak başka eserlerinde söylediklerini de aktaracağım.

Ebubekir Sifil

1- İmâmiyye’nin, “muhalif”, “nâsıbî”, “âmme”… gibi kavramlarla Ehl-i Sünnet’i kast ettiği bilinen bir husustur.

2- Efendimiz (s.a.v)’in, Hz. Ali (r.a)’ı veli olarak tayin ve ilan etmesi. Sünnî kaynaklarda da geçen Gadir-i Hum hadisesi vb. birtakım rivayetlere dayanan bu iddia üzerinde kısmet olursa ileride müstakil olarak dururuz.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu