Kur’an’ın binde birine bile inanılmasa iman ne olur!!!
Arifan’ın bir önceki sayısındaki makalemizi, “Önümüzdeki sayılarda “Ben Kur’an’ın % bilmem kaçına inanmıyorum” diyen ilahiyat profesörünü okumaya hazır olun…” diyerek bitirmiştik. Bu makalemizde işte bu meseleyi ele alacağız. Ama bunun için şöyle-böyle 9 sene öncesine gitmemiz icap ediyor.
Evet… Fî tarihinde, tahmînen o kadar sene önce, yeryüzü kanalının bir odası…
Program öncesi, bu odada eski bir Diyanet İşleri Başkanı, dinî ilimlere de âşina olan ve senelerdir yurt dışında bulunan, bütün Türkiye’nin tanıdığı bir hukuk profesörü ve iki sayıdır kendisinden bahsettiğimiz, bir dönem Diyanet’ten sorumlu olan Sayın Bakan var.
Hukuk profesörü ile Bakan Bey konuşuyorlar. Konu Kur’an ve Kur’an’ın şimdiki kanunlara uymayan bazı hükümleri. Eski Diyanet İşleri Başkanı da aynı odada ama konuşmaya doğrudan müdahil olmadığı için aşağıda anlatacağımız konuşmaları duymamış, farkında olmamış olabilir.
Konuşma sırasında, Bakan Bey şöyle diyor:
“Ben Kur’an’ın % 20’sine inanmıyorum.”
Bu beklenmek sözleri duyan genç profesörümüz şok oluyor:
“Hayrola Mehmet Bey! Niçin inanmıyorsunuz?”
Zaman zaman başka platformlarda da “Ben şimdi üniversite mezunu kızıma İslama göre mirasta kadına erkeğin yarısı kadar verileceğini nasıl anlatırım?” diyen Bakan Bey, “Ne inanacağım! Arap kültürü, eski arap kültürü” diyor ve kendi mantığına ters gelen bazı şeyler söylüyor.
Risâle-i Nur câmiasından olan Profesörümüz, Risâle-i Nur’da onun itiraz ettiği meselelerin cevaplarının bulunduğunu düşünerek, “Risâle-i Nur’a baktınız mı?” diye soruyor.
Bakan Bey dolu dizgin gidiyor. “Ona da inanmıyorum. O da Bitlis kültürü!” diyor.
Said Nursî Bitlisli ya, onun için böyle söylüyor…
Yukarıda da söylediğimiz gibi, eski bir Diyanet İşleri Başkanımız da orada ama o sırada susamış olup su ile ve “bardak”la alâkalı olduğu için bu konuşmayı dinlememiş ve duymamış olabilir. Duymuş da olabilir. Bu konuşmanın farkında olup olmadığını bilmediğimiz için onu şahit tutamıyoruz.
Ben, beni dehşete düşüren bu karşılıklı konuşmayı köşe yazarlığı yaptığım gazetenin başındaki zata anlattım.
Önce aklı almadı… Haklıdır da… Bu söylenen söz akıl alacak gibi değil ki alsın.
Çünkü, ilim sahibi olan-olmayan her müslüman, Kur’anın yüzde kaçını bırakın, tek bir âyetini hatta tek bir harfini bile inkar eden kimsenin iman bakımından ne olacağını bilir.
Şimdi şöyle bir düşününüz. Sıradan bir Müslüman değil, hatta Diyanet İşleri Başkanı bile değil, Diyanet İşleri Başkanlığı kendi emrine verilmiş olan bir şahıs çıksın ve “Ben Kur’an’ın yüzde bilmem kaçına inanmıyorum!” desin…
Bu akıl alacak bir şey mi? Tabii ki akıl almaz.
Benim bu hadiseyi naklettiğim zat da bu sözün îmânî tehlikesini bilen birisi olduğu için haliyle kabullenemedi, kabullenmek istemedi. Haklıydı…
“Ben Bakan Bey’in gerçekten böyle bir söz söyleyip söylemediğini araştıracağım” dedi.
Başka bir görüşmemizde sordum, “Ne yaptınız? Araştırdınız mı?” dedim.
“Evet, araştırdım, maalesef doğru” dedi ve Bakan Bey namına üzüntüsünü beyan etti.
Nasıl araştırmış?
Hadisenin bir numaralı kahramanından sormuş ve doğru olduğu bizzat ondan te’yidini almış.
İş bu kadarla bitti mi?
Hayır, bitmedi.
Yeryüzü kanalının odasında Bakan Bey’le aralarında bu konuşma geçen profesörümüz, daha sonra Sayın Başbakan’la yaptığı bir görüşmede, Bakan Bey’in böyle söylediğini anlatıyor, “Bakanınız böyle böyle söyledi” diyor.
Başbakan nasıl karşılıyor?
Cevap yine hadisenin bir numaralı şahidinden:
“Sayın Başbakan ne benim sözüme itiraz etti ne de Bakan Bey’i suçladı…”
Pekiii, birinin sözüne itiraz edilmemesi, diğerinin de suçlanmaması meseleyi çözer mi?
Tabii ki çözmez, çözmedi de zaten…
Çözmedi ve bu Sayın Bakan bir hükümet devresince Diyanet’in âmiri olarak kaldı…
***
Sayın Bakan’la bizim de birebir konuşmalarımız var.
Ben yazmaktan üşenmem de sizler okumaktan usanmazsanız arz edeyim.
Yıl 1998…
Diyanet, Ankara Hilton’da II. Din Şûrâsı tertipliyor. İstersem müzakereci olarak, istersem tebliğ sunmak üzere beni de davetliyim. O günlerde işlerim yoğun olduğu için önce katılamayacağımı bildirdim. Sonra bir ara fırsat bulup gittim. Fakat hazırlıklı olmadığım için, Diyanet’tin Şûrâ’dâ vazifelendirdiği Sayın Şükrü Özbuğday’a, tebliğ de sunmayacağımı müzakerelereci de olmayacağımı, ama Şûrâyı takip edeceğimi söyledim, öyle de yaptım.
Pazartesiden Cumaya kadar 5 gün devam eden Şûrâ basına kapalı devam edecekti. Onun için ilk gün salona gelen gazeteci arkadaşlar, “Şûrâ’nın basına kapalı olduğu” söylenerek dışarıya alındı. Gazeteci olduğum halde ben çıkarılmadım, çünkü –dediğim gibi- konuşmacı olarak davetli idim…
Bu 5 gün içinde neler konuşuldu, ne çamlar devrildi, bunların bir kısmını önceki makalelerimizde okudunuz, bir kısmını da okuyacaksınız.
Üç ayrı komisyon olarak 5 gün devam eden Şûrâ’nın, daha çok Dinlerarası Diyalog Komisyonu’nu takip ettim. Bu komisyonun oturum başkanı, 2002 seçimleri akabinde Diyanet’ten sorumlu bakan yapılan Sayın Mehmet S. Aydın idi.
Sayın Aydın’ın orada sarfettiği sözlerden biri şu cümle idi:
“Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum”
Benim gibi birisinin böyle bir söz karşısında sessiz kalması ve bunu tasvip etmesi beklenmemeli.
Onun için, Şûrâ bittikten sonraki yazılarımda, bu sözünden dolayı Sayın Aydın’ı, zaman ve mekân zikrederek tenkit ettim.
Bu tenkit yazılarını okuyan Sayın Aydın’ın bazı dostları, “Hocam sen, ‘Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum’ mu dedin?” diyorlarmış.
Mehmet Bey bundan rahatsız olmuş ve şimdi İstanbul’daki bir üniversitede doçent olan bir gazeteci arkadaşıma rahatsızlığını bildirip bana da bunun söylenmesini istemiş.
Arkadaşıma şöyle demiş:
“Ali Bey, ‘Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum’ dediğimi yazmış. Halbuki ben öyle bir şey söylemedim. Ali Bey’e bunu kim söylediyse yanlış söylemiş. Tabii Ali Bey’in niyeti kötü değil. Fakat söyleyene inanmış. Halbuki benim kendisinde telefon numaram var. Bana telefon edip ‘Hocam sen böyle bir şey dedin m?’ diye sorabilirdi. Ben de hayır derdim olur biterdi.”
Mehmet Bey arkadaşıma böyle söylerken kurnazlık yapıyordu. Çünkü mesele Mehmet Bey’in söylediği gibi değildi. Yukarıda da yazdığım gibi, o toplantı basına kapalı olduğu için bütün gazeteciler ilk gün dışarı çıkarıldı. Bunu Mehmet Bey gördüğü için, benim de diğer gazetecilerle beraber çıkarıldığımı zannediyor ve “Ali Bey’e kim söylediyse” diyor.
Oysa mesele şöyle:
Diğer gazeteciler dışarı çıkarıldılar ama ben içeride kaldım. Gizli olarak değil davetli olduğum için kaldım. Nitekim, Diyanet mensuplarından şahsen tanıyanlar, beni de çıkarmak istediler ama Şükrü Özbuğday “Ali Bey, bizim davetlimizdir” dediği için ben içeride kaldım. Dolayısıyla, Sayın Mehmet Aydın’ın “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” dediğini ben başkasından değil kendi ağzından kendim dinledim.
Bunu Bakan Bey’in sitemini getiren arkadaşıma anlattım ve bu hususta bir yazı yazacağımı söyledim.
Fakat araya başka konular girdi ve epey bir zaman bu cevabî yazıyı yazamadım.
Gün geldi, 2002 seçimleri oldu. Mehmet Bey önce milletvekili, arkasından da Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı oldu.
Topkapı sur içindeki Eresin Otel’de, İslâmî İlimler Vakfı’nın (İSAV) bir sempozyumu vardı. Bakan Bey konuşmacı olarak oradaydı. Konuşmasını yaptıktan sonra etrafını kameramanlar sardılar. Onlarla işi bittikten sonra yanında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan Cemal Uşşak olduğu halde kenara çekilip oradaki koltuğa oturdu.
( Hatta konuşmasında şöyle bir cümle kullandı:
“Ben bazı Müslümanların yaptıkları duâyı sevmiyorum. Bazı Müslümanlar “Allah bizi kahretmesin” diyorlar. Sanki Allah onları kahretmek için orada nöbet tutuyor.”
Şimdi buradan ilim çevrelerine sesleniyorum:
Kendini ve haddini bilen hiçbir Müslüman, Hazreti Allah hakkında “Sanki Allah onları kahretmek için orada nöbet tutuyor” der mi? Allah (c.c.) hakkında böyle bir ifade câiz mi? )
Sadede gelelim…
Kendisiyle bana haber gönderdiği gazeteci arkadaşım da o sempozyumdaydı. Ben de o sırada Bakan Bey’in etrafının sakinleşmesini bekliyordum. Kenara çekilip oradaki koltuğa oturunca, gazeteci arkadaşıma, “Lütfen buradan uzaklaşma, ben Bakan Bey’le, seninle bana gönderdiği sitemi konuşacağım” dedim.
Bakan Bey’in yanına vardım. Selamdan sonra “Şu arkadaşımla bana şöyle şöyle haber göndermişsiniz” dedim. Hemen, “Haa Ali Bey! Yahu ben öyle bir şey söylemedim. Sana benim öyle söylediğimi kim söyledi?” dedi.
İlk önce, “Ben oradaydım, başkasından değil kendim duydum” demedim. İnkâr edeceği kadar inkâr etsin bakalım diyerek, “Hocam siz bu cümleyi söylediniz” dedim.
“Hayır, söylemedim” diye israr etti.
Ben de söylediği hakkında israrcı oldum. Bunun üzerine, “O söz, bir soruya cevaptı” dedi.
Cevap değildi ama yanlış olduktan sonra cevap olsa ne değişirdi!
“Hayır! Normal konuşmanız içinde söylediniz” dedim.
Bu sefer başka bir kurtuluş yolu denedi, “O sözün siyak sibakı ( başı sonu) vardı” dedi.
Ben de “Yok hocam! Normal konuşmanızın seyri içinde öyle söylediniz” dedimse de o hâlâ söylemediğinde israr ediyordu.
Artık balonu patlatmak zamanı gelmişti. Çünkü o konuşmaların tamamını banta almıştım. Elimde 50 tane bant vardı. Haliyle Mehmet Bey’in “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” sözleri de bantta kayıtlıydı.
Dedim ki, “Hocam ben oradaydım ve sizin böyle söylediğinizi kendim dinledim. Üstelik o konuşmaları banta aldım.”
Ben böyle söyleyince derhal yumuşadı ve “Ya Ali Bey, ben böyle şeylerde israr etmem” dedi.
Ben de devam ettim:
“Hocam! O bantı size göndersem, dinleyince kendi sesinizi tanırsınız herhalde” dedim.
“Tabii tanırım” dedi.
“Peki Hocam” dedim, “Diyelim ki ben o bantı size gönderdim. Dinlediniz. Baktınız ki aynen benim yazdığım gibi Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum demişsiniz. O zaman ne olacak?”
Ne dedi biliyor musunuz?
“Çıkarım televizyona, haltetmişim derim” dedi.
Şimdi burada duralım.
Bakan Bey’in bu tavrı karşısında içinizden ne geçiyor?
İhtimal ki, “Eh, mesele kalmamış. Demek ki adam hatasını kabul etmiş. O da iyi bir şey” diyorsunuzdur. Çünkü bu meseleyi anlattığım başka kimseler de böyle dediler.
Şimdi ortada “Çıkarım televizyona, haltetmişim derim” diye bir söz var.
Biz Sayın Bakan’ın “Haltetmişim” demesini ne isteriz ne de bekleriz. Ama “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” sözündeki büyük yanlışlığı ortaya koymasını yani televizyonda bu yönde bir açıklama yapmasını hem ister hem de bekleriz.
Şimdi bizim bu istek ve beklentimiz şöyle kenarda duradursun, ben size meselenin devamını anlatayım:
Benim o bantı Bakan Bey’e göndermeme ihtiyaç kalmadı. Çünkü o senelerde kendi emrinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bahsettiğim konuşmanın yapıldığı o 5 günlük Şûrâ’da yapılan konuşmaların tamamını, 2003 senesinde 2 cilt halinde bastırıp kitaplaştırdı.
Öyleyse Bakan Bey’in yaptığı konuşmalar da o kitapta var mı?
Evet var.
Yukarıda bahsettiğimiz cümlesi de var mı?
Evet o da var.
Yani, o seneler kendi emri altında bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı, Bakan Bey’in önce inkâr edip sonra mecbûren kabul ettiği “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” cümlesini belge haline getirmiş oldu.
Artık ne kadar inkâr ederse etsin, ne kadar ben böyle bir söz söylemedim derse desin bundan kurtuluş yok. Çünkü kitap II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri ismiyle basılmış ve piyasaya çıkarılmış vaziyette.
Bakan Bey’in sözünün, kitabın kaçıncı cildinin kaçıncı sahifesinde olduğunu merak ediyorsanız onu da söyleyeyim:
Cild: 2, sahife: 375, satır: 26-27.
Hani o meşhur cümleyi söylediği kesinleşirse “Çıkarım televizyona, haltetmişim derim” demişti ya, II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri isimli kitap basıldıktan sonra yazdığım bir yazıda, o zaman bakan olan Sayın Aydın’a “Ben Avrupa’ya gittiğimde…” sözünün bu kitapta yer aldığını hatırlattım. İstiyordum ki, haltetmişim demesin ama sözünün yanlışlığını açıklasın…
Böyle bir açıklama yaptı mı?
Hayır, yapmadı…
O zaman yapmadığı gibi sonra da yapmadı ve o gün bu gündür o hususta tek kelime etmedi.
Bu hususta tek kelime etmeyen Mehmet Bey, Dinlerarası Diyalog hakkında, “Diyalog olacaksa, son din bizim dinimiz dememeli, son peygamber bizim peygamberimiz dememeli” diyordu.
Mehmet Bey’in niçin böyle söylediğinin sebebini senelerce sonra çözdüm.
Gördüm ki, kendisinin İngiliz hocası Montgomery Watt, yine kendisinin Modern Dünyada İslam Vahyi ismiyle tercüme ettiği kitabında aynı şeyi söylüyor. Watt’a göre de Dinlerarası Diyalog yapılacaksa, insanlar sadece kendi dinlerinin ve kitaplarının hak olduğunu söylemekten vaz geçmeliler.
Demek ki, Dinlerarası Diyalogun bizim tarafımızdan gayr-i Müslimlere verilen gizli cevap, “Sadece bizim dinimiz ve bizim kitabımız hak değil. Sizinki de hak” demektir.
Şimdi anlaşılıyor mu, diyalogcuların “Hıristiyan ve Yahudiler de cennete girecekler” demelerinin sebebi?
Öyleyse, Dinlerarası Diyalog az-uz değil bizi taa ciğerimizden, inancımızdan vuruyor…
Tekrar sadede gelelim.
O şûrâda, “Diyalog olacaksa, son din bizim dinimiz dememeli, son peygamber bizim peygamberimiz dememeli” sözüne, Diyanet câmiasından olsun, ilâhiyat câmiasından olsun, itiraz eden tek kişi olmadı.
Bir kişi hariç… O da din adamı değil…
Diyanet ve ilâhiyat mensupları, lisan-ı halleriyle adeta şöyle der gibiydiler:
“Olsun canım! N’olacak, ha son din bizim dinimiz denilmeyiversin, son peygamber bizim peygamberimiz denilmeyiversin. Yeter ki Dinlerarası Diyalog yapılsın.”
Bir kişi hariç dedik ya. O bir kişi kimdi biliyor musunuz?
O, bir Diyanet mensubu değildi. Bir ilâhiyat profesörü de değildi.
O hassas insan, Türkiye Sağlık İşleri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu idi.
Son gün ayağa kalktı ve Şûrada günlerdir yapılagelen yanlışlıklara şu sözlerle itiraz etti:
“Bazı konuşmalar dinledim ki ben, şimdiye kadar bana verilen bilgilerden tümünü sanki reddeden konuşmalardı. Meselâ şöyle söylendi:
“Son din bizim dinimiz dersek, son peygamber bizim peygamberimiz dersek diyalog sağlanmaz, aramızda ihtilaflara neden olabilir.”
Ama Kur’an-ı Kerim böyle diyorsa, bu konuda söylenecek fazla bir şey yoktur. Yani insanlarla oturalım anlaşalım ama işin özünden uzaklaşmadan anlaşalım. Eğer son peygamber Peygamber Efendimiz’se, bu böyledir. Eğer son kitap Kur’an-ı Kerim ise bu böyledir.” (Aynı kitap, cild: 2, sahife: 729)
Oradaki din adamı sıfatlı suskun kimseler, hele şükür ki bu sözlere itiraz bari etmediler.
Niye etsinler ki canım! Onlar için hava hoş, gün mülayim. Gelen ağam, giden paşam.
Değerli okuyucular! Gelecek aylardaki makalelerimizde, el-ma’lûmlara resmi geçit yaptırmaya devam edeceğiz inşallah…