Sahabe Hakkında Haddi AşanlarŞia Gerçeği

Humeyni’ye Göre Allah’ın Rahmeti Sadece Şiilere Mahsustur

Bundan otuz küsür yılı aşkın zaman öncesinde İslam adına en ön planlarda olan, mücadele denince hemencecik zihinlerde yerini alan bir isimdi elbet Humeynî. Olayın tanıklarının beyanları veçhiyle; gazeteler onu yazmakta, dergi kapakları onu konu edinmekte, muhafazakâr gruplar onu konuşmakta ve İslamî kesimin büyük bir kısmı ona hayranlık beslemekteydi.
Yıllardır ezilen, itilip kalkılan, ötekileştirilen ve “benim” diyebileceği ne varsa elinden alınan müstazaf müminler Şeriat adına yaptığı ihtilalle yaralarına merhem olacaklarını sanıyorlardı Ayetullah el-Humeynî’nin. Lakin böyle bir şeyin hiçbir zaman olamayacağı aşikârdı. Çünkü İslam dünyasını kucaklamak gibi bir derdi yoktu Humeynî’nin ve olamazdı da zaten. Neden mi? Çünkü onun kendisinden asla feragat edemeyeceği bir mezhebi vardı: Şiilik.
Humeynî’nin bir Şii olduğu Âlem-i İslam tarafından da bilinmekteydi aslında. “O diğerleri gibi değildir, mezhebini ön plana çıkarmaz” diyerek avunan çaresiz müminler yine de çok ümit bağlamışlardı Humeyni’ye. Nasıl bağlamasınlardı ki? Adını “İran İslam Devrimi” verdikleri ihtilalden sonra Tahran’dan yaydıkları “Sünnî-Şiî” kardeşliği” sloganının halavetiyle sermest olmuştu Müslümanların pak gönülleri.
İşin hakikatine muttali olanlarca yukarıda arz edilen mevhum düşüncelerin hilafının tezahür edeceği gün yüzünden aşikârdı. Bunun müşahhas misalleri de yaşanmadı değil elbette. Said Havva’nın, Züheyr Salim ile İran’a gidip Suriyede’ ki ahval için yardım istemesi ve Humeynî’nin bunu reddetmesi bahsini yaptığımız mezhebi taassubun sadece bir tezahüründen ibaretti.
Her neyse…
Benim bu yazıyı kaleme almamla kastım ne Humeynî’nin stratejik hamlelerini tedkik etmek, ne de o günkü İran’ın siyasî tutumlarını eleştirmek. Asıl maksadım günümüzde de –maalesef- benzerlerini gördüğümüz bazı Humeynî sever kardeşlerimizin o pak zihinlerinde oluşturdukları Humeynî portresinin sanıldığı kadar masum olmadığını açığa çıkarmaktır.
Evet, Humeynî’yi birkaç cümleyle özetleyecek olursak; Eslafı gibi bütün hissiyatıyla imameti savunan, ehl-i sünneti en azılı düşmanı olarak gören ve kadim Şiilikte ne varsa hemen tamamını kabulcülükten imtina etmeyen koyu bir Şiidir kendisi. Sözüm ona –tevazu ve tenezzül kastıyla- “Dalalet ve cehalet yolunda heba olup geçmiş ömrüme üzülüyorum” [1] diyerek aslında işin hakikatini bizatihi kendisinin de ifade ettiği bir zavallıdır o.
Bizler bu yazıda bizatihi Humeynî’nin kendi matbu eserlerinde yer verdiği ifadelerini alıntılayarak yapacağımız bir maske düşürme operasyonuyla onun gerçek yüzünü görmeye muktedir olamayan kardeşlerimize yardımda bulunma gayesinde olacağız. Sözü fazla uzatmadan sadede gelelim…
“el-Erba’ûne Hadisen” isimli eserinde 33. Hadisi şerh bağlamında Furkan süresindeki “ Allah onların kötülüklerini hasenata çevirecektir” [2] şeklindeki ayet-i kerimeyi izah eden Humeynî, öncelikle rivayet olarak şu nakli kaydeder: “Günahkâr mümin Kıyamet günü getirilir ve hesap vereceği yerde durdurulur. Onun hesabını alacak kimse sadece Allah olur ve insanlardan kimseyi onun hesabından haberdar kılmaz. Allah Teâlâ bu kula günahlarını bir bir hatırlatır. Kul kendisine hatırlatılan bu günahları ikrar edince Allah Azze ve Celle yazıcı meleklere: “Bu günahları iyiliklere çevirin ve insanlara gösterin” der. O zaman insanlar “Bu kulun bir tek günahı bile yokmuş” derler. Sonra Allah bu kulun Cennet’e götürülmesini emreder. Ayetin manası budur”.
Buraya kadar her şey normal. Ancak, alıntıladığım bu ibarelerin hemen akabindeki Humeynî’ nin ifadesi şudur: “Bu sadece bizim Şiamızın (taraftarlarımızın) günahkârları hakkındadır.” [3] Yukarıdaki iddiasına mesnet olarak Tûsî’nin “Emali” sini (I/70) gösteren Humeynî, bu ifadelerinden tam dokuz satır sonra açtığı paragrafta rahmet ayetinin Şia’ya mahsus olduğunu yineler mahiyette bu sefer de şunları söyler: “Malumdur ki bu iş (Allah’ın rahmet etme işi Ö.F.K.) ehl-i beytin Şia’sına mahsus olup diğer insanlar bundan mahrumdurlar. Çünkü iman ancak Masum ve tertemiz olan Ali ile onun vasilerinin velayetinin vasıtasıyla hâsıl olur. Belki velayete iman olmaksızın Allah ve Resulüne iman kabul edilmez. Nitekim ilerdeki fasılda bunu açıklayacağımız gibi.” [4] [1]Silsiletu’l-Fikr ve’n-Nehci’l-Humeynî, “el-Kur’an, fî Kelami’l-İmam el-Humeynî, s. 84, Merkezu’l-İmami’l-Humeynî es-Sekafi, b. ve trh: Yok
[2]Kur’an, Furkan, 70
[3]Ayetullah Humeynî, “el-Erbaûne Hadîsen”, s.511, Daru’t-Teâruf
[4]Humeynî, “a.g.e.”, a.y.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu