Dinlerarası Diyalog

Hayrettin Karaman’ın Nebî (S.A.V.)’i Aradan Çıkarma Gayretleri

Hakk sözle bâtılı kast etmek sûretiyle: “Kur’ân-ı Kerîm’de ehl-i kitabla ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a îmân, âhirete îmân ve amel-i sâlihtir.” “Burada ‘Peygambere îmân edin’ demiyor.” “…Kim Allah’a ve âhiret gününe (hakikaten) îmân edip sâlih amel işlerse, artık kendilerine bir korku yoktur ve onlar mahzûn olmazlar.” (Mâide s. 69) (Hayrettin Karaman, Polemik Değil Diyalog s. 37) diyenlere verilecek cevap nedir?

Makbul îmânın bütün unsurlarının ayrı ayrı sayılmadığı genel mânâlı âyetlerde, “Zikru’l-cüz irâdetu’l-kül”. Yâni “parçadan bahsederek bütünü kastetmek” tarzı bir anlatım bulunduğunu, hem de Allah (c.c.)’a ve âhirete gereği gibi îmânın, Nebî (s.a.v.)’yi tasdik etmeden ve Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kılavuzluğu olmadan mümkün olamayacağını bilmek gerekir.

Böyle âyetlerde “Bu iki başlık dışındaki hususlara îmân edilmese de olur.” sonucunu çıkarmak; Kur’ân’ın asla onaylamayacağı bir neticelendirmedir. İ’tikad umdelerinin tamamına îmân etmekle birlikte sadece peygamberlerin bir kısmına îmân etmeyenler hakkında, “gerçek kâfirler” (Nisa s. 151) ifadesini kullanmış olan Kur’ân‘ın; Kur’ân’a, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e [hatta Yahûdîler bağlamında Hz. Mûsa (a.s)’dan sonra gelmiş peygamberlerin hiç birisine], meleklere… inanmayanların îmân iddiasını geçerli saydığını söylemek ve üstelik bunu “Kur’ân’ın gereği” olarak yapmak son derece yersizdir.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“Kimin son sözü, « لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ» olursa cennete girer.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16/3116; Ahmed, V, 247; Hâkim, I, 503. Krş. Buhârî, Cenâiz, 1)

Şârihlerin beyânına göre, bu hadisten murâd, “Lâ ilâhe illallâh” sözü ve onun ayrılmaz parçası olan “Muhammedün Rasûlullâh” ilâvesidir. İkisini birlikte söylemek îcâb eder. Bu hadiste ve benzer diğer hadislerde sadece “Lâ ilâhe illallâh” söylenir, ancak ikisi birden kastedilir. “Lâ ilâhe illallâh” sözü şerʻan, kelime-i şehâdetin ikisini de kastederek söylenilen bir alem olmuştur. (Azîmâbâdî, Avnü’l-Maʻbûd, Beyrut 1415, VIII, 267-268)

Büyük Osmanlı âlimi Ahmed Naîm Efendi şöyle buyurur:

“Lâ ilâhe illallâh” kelime-i tayyibesi “Muhammedün rasûlullâh” cümlesini de gerektirdiği ve bu iki cümleye toptan alem gibi olduğu için yalnız bu kadar ile iktifâ edilmiştir. Yoksa Peygamber Efendimiz’in risâletini tasdik etmeksizin cehennemden kurtuluşun mümkün olmadığı katʻî naslarla sabit ve malumdur. (Ahmed Naîm Efendi,Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1987, I, 52)

Nitekim diğer bir hadîs-i şeriflerinde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.v)’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân, 2; Tefsîr, 2/30; Müslim, Îmân, 19-22)

Diğer taraftan Peygamber Efendimiz (s.a.v), “İnsanlar «Allah’tan başka ilah yoktur» diyene kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri, bizim kıldığımız namazı kıldıkları, bizim kıblemize yöneldikleri ve hayvan kesiminde bizim gibi davrandıkları zaman (bir haksızlık yapıp mağdur duruma düşürdükleri kimselerin) kan ve mal hakkı müstesna olmak üzere kanları ve malları bize haram olur. Onların (bizce malum olmayan ahvallerinden dolayı) hesapları ise Allah’a aittir” buyurmuştur. (Buhârî, Salât, 28)

Şârihlerin de beyan ettiği veçhile burada insanların “Lâ ilâhe illallâh” demesinin kâfî görülmemesi, imanın icabının fiilen yerine getirilmesinin gerekliliğindendir.

“Kelime-i Tevhid”in söylenmesinin ardından “namaz”, “kıbleye yönelmek” ve “hayvan kesimi”nden ibaret üç hususun zikredilmesi, bir kısım ulema tarafından şöyle izah ediliyor: Bir kimse “Kelime-i Tevhid”i söylediği zaman Ehl-i Kitab’ın muvahhidleri gibi olur. Yani nasıl ki İslam’ın başlangıcında Ehl-i Kitab’a mensup -Necâşî vd. gibi- muvahhid kitâbîler vardı ve onlar da İslam’ın çağrısını duyduklarında iman etmekle yükümlü idiler, işte İslam’ın çağrısını işittiğinde “Lâ ilâhe illallâh” diyen sair herhangi bir kimse de hükmen onlar gibi olur. Ehl-i Kitab’ın salatı (duası) gibi salat etmek, onlar gibi Kâbe dışında bir kıbleye yönelmek ve hayvan kesiminde onlar gibi davranmak yeterli olmaz. Bu amelleri de “Müslüman” gibi yapmak zorundadır. Salatı bizim gibi rükûlu ve secdeli kılmalı, bizim kıblemize yönelmeli ve hayvan kesiminde bizim riayet ettiğimiz kâidelere riayet etmelidir. (Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 497)

Hadiste “Muhammedun Rasûlullâh” kısmının tasrihen zikredilmemiş olmasının izahı da burada yatmaktadır. Zira yukarıdaki fiillerin gerekli şekilde icrâ edilmesi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in peygamberliğini, dolayısıyla Sünnet’in bağlayıcılığını ikrar olmadan mümkün değildir. Bir diğer ifadeyle, mezkûr fiillerin lâyıkı veçhile yapılması, Hz. Peygamber (s.a.v)’e imanı da tazammun eder. Dolayısıyla bu sûretle “Peygamber’e iman” şartı, fiilî olarak yerine getirilmiş olmaktadır. (el-Aynî, Umdetu’l-Karî, IV, 127)

NOT: Sitemizin sağ sekmelerinde Hayrettin Karaman hakkında ayrıntılı bilgi mevcuttur.

(Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, MİSVAK NEŞRİYAT, İstanbul, 2014)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu