Tasavvuf

Yanlış ve Eksik Bir Tercüme/Anlayış Üzerinden İmâm-ı Rabbânî’yi Eleştirmek Ne Kadar Doğru?

بسم الله الرحمن الرحيم

“İmam-ı Rabbani’nin tutarsızlıklarla dolu açıklaması” başlığıyla Mahmut Deniz imzalı bir yazıda, yazar İmam-ı Rabbani’yi eleştirme (?!) sadedinde, Mektubat-ı Rabbani’den I.Cilt 256. Mektubu ele alıyor. Orjinali Farsça olan Mektubat-ı Rabbani’nin, Arapça ve Osmanlıca’ya tercümeleri gibi pek çok nüsha ve baskısı mevcuttur. İmam-ı Rabbani’yi (kuddise sırruhu) -sözde- eleştirdiğini zanneden yazarın yazısındaki şu mülahazalara dikkat çekiyoruz:

1 – Yazar ilk önce Mektubat-ı Rabbani’nin hangi dildeki nüshasını, hangi baskıyı esas alarak 256. Mektubu tercüme etmiş ve eleştirisini ona göre yapmıştır. İlmi bir inceleme, eleştirme kurallarına göre bunu mutlaka belirtmesi gerekirken, niçin belirtmemiş? İlk hatası budur.

2 – Mahmut Deniz 256. Mektubun tercümesini verirken şöyle diyor: “256. Mektubunda İmam-ı Rabbani diyor ki: “Süâl: Kutb, kutbü’l-aktâb, Gavs ve Halîfe ne demektir? Her birinin vazifesi nedir? Vazifelerinin neler olduğunu bilirler mi, bilmezler mi? Bir kimsenin Kutbü’l-aktâb olduğu gaybdan müjdelenirmiş. Bu doğru mudur, yoksa hayâl midir? Cevâb: Resûlullahın ‘aleyhissalâtü vesselâm’ izinde ilerleyenlerin büyükleri, Ona uyarak Nübüvvet makamının derecelerini geçtikten sonra, içlerinden bir kaçına (Imâmet) makamını verirler. Başkalarını, o dereceleri geçirmekle bırakıp, bu makamı vermezler. Bu büyükler de, onlar gibi bu dereceleri geçmişlerdir. İmamet makamını almadıkları için, onlardan ayrılırlar. Bu makama bağlı olan şeylerden mahrumdurlar. Resûlullaha ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ tâbi’ olanların büyükleri, peygamberliğin vilâyet derecelerini tamamlayınca, bunlardan birkaçına (Hilâfet) makamını verirler. Geri kalanlara bu makamı vermeyip, yalnız o dereceleri geçirirler. İmamet ve hilâfet makamları, o derecelerin kendilerini geçerek elde edilir. Bu derecelerin zıllerinde, görüntülerinde, imamet makamının karşılığı (Kutb-i irsâd) makamıdır.” Mektubun bundan sonra kalan bir bölümünü de yazar yazısına alıyor.

Yazarın yazısında kalın ve altı çizgili olarak verdiğimiz bölümü, Mektubat-ı Rabbani’ nin orijinal Farsça nüshasında, Arapça’ya tercüme edilen nüshalarda ve Osmanlıca tercümesinde bulamadık. Bu üç dildeki nüshalarda ilgili bölümde anlatılanlar mana olarak hemen hemen aynı olduğu halde, yazarın anladığı mana ile hiçbir alakası yoktur! Mevcut üç dile ait nüshalardaki söz konusu bölümün manası şöyledir: “Bu iki büyük zat (imamet makamına bizzat nail olan ve imamet makamının sadece kemaliyle nasiplenen), o kemalin hâsıl olmasında beraberlerdir; farklılık ise o makamın vücut ve ademinde ve o makama taalluk eden şeylerdedir.” Bu yazımızın sonunda Mektubat-ı Rabbani’ nin ilgili bölümleri üç dilde ek olarak verilmiştir, oraya bakılabilir. Durum böyle olunca, yazar ya tercümeye esas aldığı Mektubat nüshasının muteber olup olmadığını araştırmadan tercüme yapmıştır ki; böyle bir şey ilmi bir eleştiri adına yanlıştır. İlk önce yapması gereken muteber bir nüsha bulması ve o nüshaya göre yazısını şekillendirmesi gerekirdi. Ve ya bahsi geçen bölümü tamamen yanlış anlamıştır.

3 – Yazarın tercümesinde kullandığı “peygamberliğin vilâyet derecelerini” tabiri Farsça nüshada “Kemalat-ı velayet ve nübüvvet” olarak geçiyor. Arapça ve Osmanlıca nüshalarda sadece “Kemalat-ı velayet” olarak alınmış. Buna göre, yazarın yaptığı tercüme, ya yazarın esas aldığı nüshada öyle yazıyor, o zaman en azından parantez içinde dahi olsa nüsha farklarını belirtmesi gerekirdi ki, bu farklılıklar aynı zamanda mananın da farklı olmasını gerektiriyor -zira emanet-i ilmiyye de bunu gerektirir- ya da yazar bu ibarenin ne manaya geldiğini anlayamamış.

4 – “İmamet ve hilâfet makamları, o derecelerin kendilerini geçerek elde edilir.” Yazarın bu şekilde yaptığı tercüme Farsça, Arapça ve Osmanlıca nüshalarda “Bu iki makam (imamet ve hilafet- ki burada kastedilen devlet başkanlığı manasında olmayan hilafet- makamları) asli kemaletle alakalıdır.” şeklindedir. Durum böyle olunca, yazar 3. Maddede düştüğü duruma düşmüş ve yine okuduğu bir metini anlayamama hali tekrar etmiş.

5 – “Bu derecelerin zıllerinde, görüntülerinde, imamet makamının karşılığı (Kutb-i irsâd) makamıdır.” Yazar bu cümleden önceki bölümü yanlış anlayınca, manaca kendisinden önceki cümlenin devamı olan bu cümlede geçen “zıll- üç ayrı dilde ظلّ-” kelimesini “görüntülerinde” gibi tuhaf bir manayla izah etmiş, tasavvuf terimlerine uygun bir izah olmaktan çok lügat manasına yakın bir anlam tercih etmiştir. Birkaç satır sonra aynı “zıll” kelimesinin lügat manası olan “gölge” diye tercüme etmesi, bizim tespitimizi doğrular niteliktedir. Oysa bir önceki cümleyi doğru anlasaydı, ondan sonra gelen cümledeki “zıll” kelimesine en azından konunun bütününe uygun ve yakın bir mana verebilirdi. Zaten yaptığı tercümenin bütününde bir anlam kopukluğu ve dağınıklık söz konusu. Tasavvuf konusunda bir görüş, bir fikir ve ya bir söz eleştirilecekse, ilk önce o sözde geçen terimlerin tasavvufta ne anlama geldiği iyi bilinmelidir ki; yapılan inceleme, eleştirme sağlıklı olabilsin. Mesela; şu an üzerinde konuştuğumuz mektupta geçen “makam” kelimesinin manasıyla, ezan ve ya Kur’an okurken eda edilen “hicaz makamı, uşşak makamı” gibi isimlerle anılan “makam” farklı manalarda kullanılmıştır. Her ilmin kendine ait terim ve ıstılahlarını tam manasıyla bilmeden o ilimde bir çalışma, araştırma ve eleştirme yapmak haliyle yetersiz ve kusurlu olacaktır.

Aslı Arapça olan “zıll/ ظل” kelimesinin bu mektuptaki yeri itibariyle anlamı şu şekilde olursa, mektubun genel manasına daha uygun olur: “Bu iki makam (imamet ve hilafet- ki burada kastedilen devlet başkanlığı manasında olmayan hilafet- makamları) asli kemaletle alakalıdır. Kemalat-ı zilliyette -ki asli kemalata nispetle manevi olarak biraz daha onun aşağısındandır- imamet makamına uygun olan…”

6 – Yazar Mahmut Deniz, 256. Mektubu tercüme ederken şöyle bir ifade kullanıyor: “Makam sâhibi olan, bilgi sâhibi olur. Makam derecesi verilen, fakat makam verilmeyen Velinin ilim sâhibi olması lâzım değildir. Yaptığı hizmetleri bilse de olur, bilmese de olur.” Yazarın mektubu anlayışı ve tercümesi aynen böyle, şimdi bu anlayışına göre İmam-ı Rabbani’yi (kuddise sırruhu) şöyle tenkit ediyor:

İLİMSİZ DE DERECE ALINIYORSA MAKAM VERİLENİN İLİM SAHİBİ OLDUĞUNA KİM KARAR VERDİ?

Yukarıda bizim de eleştirdiğimiz noktayı az da olsa görmüş olmalı ki İmam-ı Rabbani derece atladığı halde makam verilmeyen velinin özelliklerini daha doğrusu kendisine neden makam verilmediğini anlatmak istiyor. Neymiş? “Makam derecesi verilen fakat makam verilmeyen velinin ilim sahibi olması lazım değildir.” Cümleye bakar mısınız?! Makam derecesi verilip makam verilmeyenin ilim sahibi olması madem ki gerekmiyor, başta apaçık şekilde ilim sahibi olup makam derecesi verilen kimseye imamet veya hilafet makamı verilecek denilmesi gerekmiyor muydu? Resulullah’ın izinden giden büyükler(!) demek ki ilim sahiplerine veriyormuş makamları. Cahillere değil. İyi ama ilim sahibi olmadan bunlar o makama nasıl geldi? Madem hepsi eşitti ve içlerinden birine o makam verilecekse hepsi demek ki ilim sahibi iken burada makam verilmeyeni ilim sahibi olmasa da o makamın derecesi verilir demenin anlamı ne?

Anlamı şu; İmamı Rabbani’ye tabi olanlar kendi yoluna girdiklerinde kendisine hevesle bağlanacaklar. Kendisine ne yapması ve ne yapmaması gerekenler haliyle anlatılacak. Tabi birileri virdleri yapacak birileri ise haliyle yapamayacak. Yapamayacak olanlar tabi ki çoğunluk olacaklar. İşte bu ilim sahibi olmak isteyip de olamayanları da elde tutmanın yolu, “Bakın, (ey sürü haline getirdiğimiz müridler) ilim sahibi olmanıza gerek yok. Siz alim gibi hareket ederseniz. Size de ilim sahiplerinin o dereceleri verilir. Yani doktor olmanıza gerek yok. Doktor gibi kendinizi hissedip davranmanız doktor icazet belgesi almanız için yeterli. ”İyi ama bu icazet belgesini alan, ya kendini doktor sanıp ameliyata girer, insanın orasını burasını doğramaya başlarsa kim ameliyat masasındaki adamın dağılan organlarını toplayacak? İşte bundandır ki İmam-ı Rabbani’nin takipçileri, haddini bilemez bir şekilde tıpkı İmam-ı Rabbani gibi ilim sahibi olmadığı halde kendini İmam-ı Rabbani sanır ve fetvalar vermeye başlar.” Yazar Mahmut Deniz’ in sözlerinden bu kadarını almakla yetinelim.

Gelelim mektuptaki ilgili bölümün üç dildeki nüshalarını esas alarak yapılan tercümesine -nasıl olsa makale sonunda orjinallerini de verdik-, mektubun yazılış gayesi İmam-ı Rabbani’ye (kuddise sırruhu) sorulan şöyle bir sorudur: “Kutub, kutbu’l-aktab, gavs, halife kelimelerinin manaları ve her birinin hizmet ve vazifeleri nelerdir? Bu zatlar yaptıkları hizmetlere muttali olurlar mı?” Bu soruyu İmamı Rabbani şöyle cevaplıyor: “ -Adı geçen makamlardan bir- makama bizzat nail olan bir zat, hangi makama nail olduğunu elbette bilir. Aynı makama bizzat nail olamayan ama o makamın kemalliğine nail olan bir zata gelince, onun o makamın kemalliğine erdiğine ve o kemallikle yaptığı hizmetleri bilmesi şart değildir.” İmam- ı Rabbani’nin (kuddise sırruhu) cevabı bu kadardır. Yazar zaten anlamadığı mektubun kısa bir bölümünden bu kadar mana nasıl çıkarıp da bu kadar eleştiri yapmış! İşte burası dikkati şayan. Hem okuduğun kısa bir mektuptan hiçbir şey anlama, hem de aynı bölümden çok şey anla; mektupla hiç alakası olmayan bir sürü mana çıkart! Tam Marko Paşalık bir vakıa… Yazarın bu halini ancak Marko Paşa anlayabilir.

7 – Yazar mektubun tercümesini bitirdikten hemen sonra şöyle diyor: “Bu yazıyı okuyup da etkilenmeyecek pek adam yoktur. Ama yazıyı şöyle dikkatlice okuyup Kur’an ve Sünnetten delillerini araştırınca yazının tutarsızlığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Çünkü Gaybü’r-Rical adıyla meşhur bu tür makam ve mevkileri teyit eden tek bir ayet bulunmuyor. Var olan hadislerin tamamı da Peygamberimizden 300 sene sonra uyduruluyor.”

“Bu yazıyı okuyup da etkilenmeyecek pek adam yoktur.” diyen yazar! ‘Bu yazı’ dediğin yazının eğer 256. Mektubun tercümesi olduğunu zannediyorsan vay senin haline, hem de ne vay! Ve yalan yanlış anladığın bir mektuptan etkilenmeyecek pek adam yoksa, bir de o mektubu doğru anlasaydın o zaman halin nice olurdu acaba?!

“Çünkü Gaybü’r-Rical adıyla meşhur bu tür makam ve mevkileri teyit eden tek bir ayet bulunmuyor.” diyen yazara biz de “tasavvufta ‘Gaybü’r-Rical’ adıyla anılan bir makam ve mevki zaten yoktur” diyoruz. Tasavvuf terimleriyle alakalı müstakil eserlerde ve tasavvuf kitaplarında yazarın bahsettiği “gaybü’r-rical” ismiyle anılan herhangi bir makam bulamadık. Zaten Kur’an ve sünnette de bu isimle bir makam yokmuş. Tasavvufta olmayan bir makam hakkında “tek bir ayet yoktur” ne demek? Tasavvufta olmayan şeyler hakkında, tek bir ayet yok ise böyle bir sözü yazar burada niçin zikretmiştir? Bu tutumuyla tasavvufu destekliyor mu? Yoksa karşı mı çıkıyor? Bu ne yaman çelişkidir! Olmayan bir şeye niçin bu kadar kafayı takmıştır?!

“Var olan hadislerin tamamı da Peygamberimizden 300 sene sonra uyduruluyor.” Bu cümle, Türkçe dilbilgisi kurallarına göre “anlatım bozukluğuna” çok çarpıcı bir örnek olabilecek kadar hatalıdır. Eğer bu cümleyi olduğu gibi okursak, yazar “Var olan hadislerin tamamı da Peygamberimizden 300 sene sonra uyduruluyor.” diyor; hangi konu hakkında var olan hadislerin tamamı? Gaybü’r-Rical adıyla meşhur bir makam ve mevki zaten tasavvufta yok ise, yazara soruyu daha açık ve net soralım: “Hangi konu hakkında var olan hadislerin tamamı uydurma? Ya da var olan hadislerin tamamı mı uydurma? Yani ortada uydurma olmayan bir tek hadis bile mi yok? Herhangi bir konu hakkında “hadis” diye bir söz uydurmanın vebali çok büyük iken, tasavvufta olmayan bir makam hakkında “hadis” diye bir söz uydurmanın vebalini varın siz takdir edin! Yazarın Türkçe ile de başı dertte!

Buraya kadar yazısından ilk 5 cümlelik bölümü incelediğimiz yazarın kendi cümlelerinden birini tekrar ona iade etmekten başka çare kalmıyor: “Ama yazıyı şöyle dikkatlice okuyup Kur’an ve Sünnetten delillerini araştırınca yazının tutarsızlığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.”

İlk başta sorduğumuz soruyu burada tekrar soralım; Yanlış ve Eksik Bir Tercüme/Anlayış Üzerinden İmam-ı Rabbani’yi Eleştirmek Ne Kadar Doğru? Mahmut Deniz’in 256. Mektuba yaptığı tercümeye “tercüme kural ve kaideleri”ne göre “256. Mektubun kelime tercümesi” demek imkânsızdır, çünkü metinde geçen kelimelerin ne anlama geldiğini bilmemektedir. “Mana tercümesi” demek hepten imkânsızdır, zira manayı da bir türlü doğru dürüst anlayamamıştır. Mektubun Türkçe olarak verdiği bölümü, mektubun bir çeşit yorumu olarak kabul edilemez. Sebebi ise asıl metni, manayı anlamayanın yorum yapma hakkı ve salahiyeti yoktur. Hem zaten yorum olan bir metne eleştiri yapılacaksa, bu eleştiri yorum yapana yöneltilir; yorumun kaynağı olan asıl metne değil. İşin en ilginç yanı ise doğru dürüst anlamadığı bir metinden, ilginç, tuhaf, garip, uçuk- kaçık manalar çıkarıp koskoca İmam-ı Rabbani’yi (kuddise sırruhu) eleştirmeye kalkması.

Anlatıldığına göre, tabipliğiyle de meşhur Marko Paşa, aynı yazar gibi dermansız müptelaları, kronik vak’aları dikkatle dinler, dinler, ama baktı olmuyor, durum işin içinden çıkılacak gibi değilse, rahatsızı bir an önce başından defetmek için Başkâtibi Muhtar Efendiyi yanına çağırarak “Zanım (Canım) Efendi, yaz buna bir sudan kalafat” dermiş.

Konya, 2 Rebiu’l-Ahir, 1438

Kaynak: www.reddulmuhtar.com

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu