Ali Eren

EHL-İ SÜNNET DİYE DİYE EHL-İ SÜNNETE DARBE…

Değerli okuyucular! İslâmî şuura sahip olmayanların, gerçeklerle sahteleri birbirinden ayırmalarının mümkün olmadığı bir zamanda yaşıyoruz. Hani “At izi ile it izi birbirine karışmış” derler ya aynen öyle. Biz kelimeleri yumuşatıp, “Koyun izi ile keçi izine birbirine karışmış” diyelim.

Şâir, bu gerçeği şu şekilde mısralara dökmüş:

Bir garip nesnedir ki tanınmıştır çok zaman

Kahramanlar vatansız vatansızlar kahraman.

“At izinin it izine, koyun izinin keçi izine karıştığını” söylemekle de “kahramanların vatansız vatansızların kahraman tanındığını” söylemekle de ne denilmek istendiği belli. Hepsiyle de söylenmek istenen şu:

Zamanımızda gerçekler tersine döndü. Doğrular yanlış, yanlışlar doğru olarak gösterilebiliyor.

Evet aynen öyle oluyor. Bu hal öyle yaygın hale geldi ki -aşağıdaki satırlarda da okuyacağınız gibi- âhırzaman alâmeti olan bu hastalık dînî ilimlerle meşgul olanlara kadar sirâyet etmiş vaziyette.

Lafı uzatmadan sizi de fazla bekletmeden sadede geleceğim de önce şöyle bir hatırlatma yapmam lâzım:

Ehl-i sünnete göre hak mezheb dörttür: Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî. Bunlara sünnî mezhebler deniyor. Sünnî mezheblerin dışında İslam dini içinde mütâlaa edilen başka mezhebler de var. Bunlardan, ehl-i sünnetten sonra en kalabalık olanı Şiî mezhebidir, diğer adıyla Şîa.

Dünyada en çok Şiî İran’da var. Şiîlerle bizim /  ehl-i sünnetin arasındaki kalın çizgilerden birisi ve en başta geleni halifelik meselesi. Şiîlerin iddialarına göre, Peygamberimiz’den sonra en üstün insan Hazreti Ali’dir. İlk halifelik de onun hakkıydı. Fakat hakkı olduğu halde bu hak yendi ve halifelik ona verilmedi.

Değerli okuyucular! Şayet böyle olduğunu kabul edecek olursak, bu haksızlığı(!) yapanların en başta Hazreti Ebûbekir, sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman olduğunu kabul etmemiz icap eder. Sonra da onları halife olarak seçen veya seçilmelerine ses çıkarmayan -Kur’an’ın ve hadislerin övdüğü- ashab-ı kiramı suçlu kabul etmemiz gerekir ki ehl-i sünnet inancına göre böyle bir şey mümkün değil.

Şiîlerle aramızdaki diğer kalın bir çizgi de Hazreti Ali-Hazreti Muâviye meselesidir. Şiîler Hazreti Muâviye’nin aleyhinde konuşurlar, ehl-i sünnet ise Hazreti Ali Efendimiz’i sevip hürmet duyduğu gibi Hazreti Muâviye’yi de sever ve hürmet duyarlar.

Hazreti Ali ile Hazreti Muâviye arasında cereyan eden harbler-darblar hakkında ehl-i sünnetin tutumu şöyledir:

Farklı ictihadlardan meydana gelen bu hadiselerden dolayı, Hazreti Ali ve taraftarlarının da Hazreti Muâviye ve taraflarının da aleyhlerinde konuşmayız. İmam Şâfiî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, “Allah bizim ellerimizi onların kanlarına bulaştırmamış, biz de dillerimizi bulaştırmayalım” der ve bulaştırmayız.

Ehl-i sünnet Müslümanlar olarak bizler, bu iki büyük sahâbî arasındaki meselelere bir ehl-i sünnet ve tasavvuf büyüğü, aynı zamanda şöhreti âfâkı sarmış büyük bir âlim olan ikinci binin müceddidi İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin izah ettiği gibi bakarız. İmam-ı Rabbânî Hazretleri’ne göre, aralarında geçen hadiselerde haklı olan Hazret-i Ali idi. Ama kendi ictihadına göre hareket ettiği için Hazreti Muâviye’nin de aleyhinde konuşulmaz.

Ehl-i sünnet âlimleri asırlar boyunca hep bu dengeyi korumuşlar, ikisine de hürmet gösterilmesi icap ettiğini söylemiş ve yazmışlar, Müslümanlar da onlara uymuşlardır.

Bilinmelidir ki, Hazreti Ali Efendimiz tarafında da Hazreti Muâviye tarafında da ashab-ı kiramdan birçok zatlar vardı. Bu din bizlere her iki tarafta bulunan bu mübârek zatların rivâyetleriyle gelmiştir. İki guruptan birini kabul etmemek, İslamın yarısını kabul etmemek olur ki, böyle bir Müslümanlık düşünülemez.

Bir de Yezid’in askerleri tarafından Hazreti Hüseyin radıyallâhü anh Efendimiz’in Kerbelâ’da şehid edilmesi hadisesi var. Hazreti Hüseyin (r.a.) Hazreti Ali Efendimiz’in, Yezid de Hazreti Muâviye’nin oğludur. Kerbelâ Hâdisesi meydana geldiğinde, Hazreti Ali de Hazreti Muâviye de hayatta değillerdi.

Zamanımızda, ehl-i sünnet inancında olmadığı halde ehl-i sünnet safında gözüken bazı kimseler, Hazreti Hüseyin Efendimiz’i Hazreti Muâviye şehid etmiş gibi konuşup yazmakta ve  Kerbela hadisesini bilmeyen Müslümanları kandırmayı hedeflemektedirler.

Bunlardan birisi de Sayın Hayrettin Karaman’dır. Bu Sayın ilâhiyat Profesörü, “Ashabın tamamı yıldızlar gibi midir?” başlıklı yazısında neler yazmış neler. Yazısı, meseleyi saptırmalarla ve bile bile yapılan yanlışlarla dolu. Bile bile diyorum, çünkü Hayrettin Karaman, bu meseleleri bilmeyen biri değil. Okuyucularını bile bile yanlışa yönlendiriyor.

Hani yazdıkları yoruma dayalı şeyler olsa, icabında “Demek ki o da öyle anlamış” denilebilir. Ama öyle bir durum yok. Ayan beyan bilinen meseleleri basbayağı kendi sakim düşüncesi yönünde saptırıyor.

Sayın Karaman’ın sözlerini cümle cümle ele alalım. İlk cümleleri şöyle:

“…Ben Muaviye’yi sevmem, ama ona sövmem. Bir gönülde Ehl-i Beyt sevgisi ile Muaviye ve Yezid sevgisi bir araya gelemez. Evet ben böyle dedim ve diyorum. Peygamberimiz (s.a.) “Sövmeyin” diyor, ben de sövmüyorum.”

Bu cümlelerde üç husus var:

1- Sayın Karaman, Hazreti Muâviye’yi sevmiyor.

2- Bir gönülde Ehl-i Beyt sevgisi ile Muâviye ve Yezid sevgisinin bir araya gelemeyeceğini söylüyor.

3- Peygamberimiz sövmeyin dediği için, Hazreti Muâviye’ye sövmediğini söylüyor.

Birinci maddeyi sona bırakıp önce 2. ve 3. maddeleri ele alalım.

Karaman, bu iki maddede tam bir zihin kaydırması yapıyor. Şöyle ki:

a- “Bir gönülde Ehl-i Beyt sevgisi ile Muaviye ve Yezid sevgisi bir araya gelemez” diyerek Hazreti Muâviye ve Yezid’i aynı cümlede zikrediyor ve Hazreti Muâviye’yi sevenleri aynı zamanda Yezid’i de seven kimselermiş gibi gösteriyor. Basbayağı yanıltma yapıyor. Çünkü mesele onun söylediği gibi değil. Çünkü ehl-i sünnet Hazreti Muâviye’yi sever ama Yezid’i sevmez.

b- Önce “…Ben Muaviye’yi sevmem, ama ona sövmem” deyip sonra da “Peygamberimiz (s.a.) “Sövmeyin” diyor, ben de sövmüyorum”diyor. Bunu okuyan da zannedecek ki, Peygamberimiz Hazreti Muâviye’nin sevilmemesi gerektiğini ama sövülmemesi de icap ettiğini söylemiş. Halbuki Peygamberimiz’in böyle bir sözü / hadisi yok. Bu da başka bir saptırmadır. Evet, Peygamberimiz’in “Sövmeyin” sözü vardır ama, bu söz Hazreti Muâviye hakkında değildir. Ama Karaman çekinmeden onun hakkında söylenmiş gibi bir ifade kullanıyor. İlmî dürüstlüğe böyle bir tavır yakışmaz.

Gelelim 1. maddeye yani Karaman’ın, Hazreti Muâviye’yi sevmemesine.

Paşa gönlü bilir. İster sever ister sevmez. Vebalini göze aldıktan sonra istediği kadar sevmeyebilir. Bizim dileğimiz ise odur ki, Hazreti Muâviye rûz-i cezâda ondan şikâyetçi olduğunda, Hazreti Allah bizi Hazreti Muâviye’nin safında olarak Hayrettin Karaman ile muhâkeme etsin. Ve o zaman görsün bakalım Hazreti Ali Efendimiz kimin yanında olacak…

Tabii ki bu sözler meseleyi ispat edici bir cevap değil âhirete ait bir temennîdir. Gerçi cevabımız da yok değil. Var da bu cevap bizden değil, kimsenin itiraz edemeyeceği bir âlimden geliyor. O âlim, eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan gerçek bir Diyanet İşleri Başkanı olup eserleriyle ehl-i sünnetin bekçisi durumunda olan Ömer Nasuhi Bilmen. Hayrettin Karaman’a o cevap veriyor…

İşte Ömer Nasuhi Bilmen’in, Hayrettin Karaman’ın sevmediği Hazreti Muâviye hakkında yazdıkları:

“(Muâviye İbni Ebî Süfyan : Ashâb-ı güzînden ve Resûli Ekrem’in vahiy kâtiplerindendir. Ümmül mü’minîn  (mü’minlerin annesi) Hazreti Habîbe’nin biraderi (kardeşi) olduğundan “Hâlül’mü’minîn” (mü’minlerin dayısı) ünvanıyla yad edilir.

Hazreti Sıddık ile Hazreti Ömer’in ve Hazreti Osman’ın hilâfetleri zamanında Şam vâliliğinde bulunmuş, bilâhare Sıffîn vak’asından sonra dört buçuk sene kadar Şam imâretini ihraz etmiş (emirliğini yapmış), badehû hicretin kırk birinci senesinde Hazreti Hasan tarafından hilâfet (halifelik) kendisine tevdî edilmekle (verilmekle) yirmi sene kadar da Şam’da îfayı hilâfette bulunmuştur (halifelik yapmıştır).

Hazreti Muâviye, fevkalâde zekî, halîm (yumuşak huylu), fasih (güzel ve açık konuşan), fakih (İslam fıkhını/hukukunu iyi bilen), sahâvetle muttasıf (cömert) idi.

İslâm hâkimiyetinin şark ve garba intişarına (doğuya ve batıya yayılmasına) pek çok hizmetlerde bulunmuştur.  163 hadis-i şerif rivâyet etmiştir. Kendisinden İbni Abbas, Ebüd’derdâ, Cerir ibni Abdillah, Nûman ibni Beşîr, İbni Ömer, İbni Zübeyr, Ebû Saîdil Hudrî, Sâib ibni Yezîd, Ebû Ümâme ibni Sehl gibi ashabı kiram ve tâbiînden İbnül’müseyyeb ve Humeyd ibni Abdirrahman gibi meşâhir (meşhurlar) hadis rivâyet etmişlerdir.

Resûl-i Ekrem efendimiz, Hazreti Muâviye hakkında Allâhümmec’alhü hâdiyen mehdiyyen / Allahım! Onu hidâyet edici ve hidâyeti bulmuş kıl ve onunla (insanlara) hidâyet ver diye duâ buyurmuştur. (Tirmizî , Menâkıb)

Sahih-i Buhârî’de mezkur (yazılı) olduğu üzere İbni Ebî Müleyke diyor ki:

İbni Abbas’a denilmiş ki: “Emîrül Mü’minîn Muâviye hakkında ne dersin? O vitir namazını bir rek’at olarak kıldı.”

İbni Abbas (r.a.) da : “İsâbet etmiştir, (doğru yapmıştır) o fakihtir (fıkhı iyi bilir) diye cevap vermiştir.

Filhakika, (gerçek şu ki) Hazreti Muâviye’nin fakâheti, (fıkıhta üstünlüğü) dirayeti (bilgi ve becerikliliği), fazileti (derecesinin üstünlüğü) müsellemdir (bilinmekte ve kabul edilmektedir).

Nebevî Merhum’un “Tehzîbül’esmâ”sında yazılı olduğu üzere Hazreti Muâviye, irtihalleri esnasında “Kâşiki ben Zî tuvâ mevkiinde Kureyşten bir er olsaydım da şu hükümet işlerinden bir şeye bakmasaydım” demiştir. 60 tarihinde yetmiş sekiz yaşında olduğu halde Dımaşk’ta (Şam şehrinde) irtihal etmiştir. Radıyallâhü anh ve an ebiyh / Allah ondan da babasından da razı olsun).”

(Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kâmusu, c: 1, sa: 429, madde: 251 )

(Arzu eden okuyucularımız, aynı bilgileri Akçağ Yayınları’nın Fetâvâyı Hindiye Tercümesinin 15. cild 397. sahifesinde görebilirler.)

Ömer Nasuhi Hoca’nın verdiği bilgilere göre gerçekler demek ki neymiş değerli okuyucular?

Mesele şöyleymiş:

a- Hayrettin Karaman’ın sevmediği ve bile bile okuyucularına hakkında yanlış bilgi verdiği Hazreti Muâviye’ye, Peygamberimiz (s.a.v.) vahiy kâtipliği yani Allah kelamını yazma vazifesi vermiş.

b- Peygamberimiz’in halifeleri de Hayrettin Karaman’ın sevmediği Hazreti Muâviye’ye valilik vazifesi vermişler.

c- Hayrettin Karaman sevmiyor ve bile bile “Hazreti Hasan’ı kandırdı” diye yanlış bilgi verse de Hazreti Hasan Efendimiz halifeliği Hazreti Muâviye’ye bizzat kendisi vermiş.

d- Hayrettin Karaman sevmiyor ama Hazreti Muâviye her türlü güzel hallere sahipmiş.

e- Hayrettin Karaman sevmiyor ama Hazreti Muâviye İslamı doğuya ve batıya yaymış.

f- Hayrettin Karaman sevmiyor ama Hazreti Muâviye Peygamberimiz’den 163 hadis rivâyet etmiş, ashabın ileri gelenleri ve tâbîînin meşhurları da sözüne itimat edip ondan hadis rivâyet etmişler.

g- Hayrettin Karaman sevmiyor ama Hazreti Muâviye Peygamberimiz’in duâsına mazhar olmuş.

h- Hayrettin Karaman sevmiyor ama  Peygamberimiz’in amcası Hazreti Abbas’ın oğlu İbni Abbas Hazretleri, Hazreti Muâviye’nin fıkhı gayet iyi bilen bir zat olduğunu söylüyor. Varsın âhırzaman fıkıh profesörü sevmesin.

i- Hayrettin Karaman, Hazreti Muâviye’nin dünya saltanatı için Hazreti Hasan Efendimiz’i kandırdığını söylüyor ama, Hazreti Muâviye yöneticilik hakkında aynen Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz gibi konuşuyor ve “Kâşiki ben Zî tuvâ mevkiinde Kureyşten bir er olsaydım da şu hükümet işlerinden bir şeye bakmasaydım” diyor.

j- Hayrettin Karaman sevmiyor ama Ömer Nasuhi Hoca, Hazreti Muâviye’nin faziletinin/üstünlüğünün Müslümanlar tarafından zaten kabul görmüş olduğunu söylüyor. O varsın sevmeyedursun.

Eeee… şimdi ne olacak? Ömer Nasuhi Hoca Hazreti Muâviye’nin üstünlüğünden bahsediyor ve ondan hürmetle bahsederek  “Hazret” diyor. Hayrettin Karaman ise kötülüyor. Biz hangisine inanacağız?

En iyisi mi her ikisinin durumuna da bir göz atmak. Göz atalım bakalım ikisinin arasında ne fark var.

1- Ömer Nasuhi Bilmen, hakkıyla Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış bir zat, Hayrettin Karaman ise ilmin sadece bir kolunda / fıkıhta profesör olmuş.

2- Ömer Nasuhi Bilmen, ilmi herkes tarafından kabul edilmiş bir zat, Hayrettin Karaman ise tenkitlerden başını alamayan, adım başı tenkit edilen birisi.

3- Ömer Nasuhi Bilmen –diğer eserlerini bir tarafa bırakın- Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kâmusu gibi 8 cildlik muhalled bir eserin sahibi, Hayrettin Karaman’ın en kalın eseri ise ilmî değil hâtıralarını kaleme aldığı eser.

4- Ömer Nasuhi Bilmen her yazdığının arkasında olan bir zat, Hayrettin Karaman ise zora gelince Polemik Değil Diyalog isimli eserdeki kendi sözlerini “Ben öyle demedim” diye inkâr eden bir zat.

5- Ömer Nasuhi Bilmen, kimsenin itiraz etmediği Kur’an-ı Kerim’in Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri isimli 8 ciltlik tefsiri tek başına yazan bir zat, Hayrettin Karaman ise herkesin tenkit ettiği, kendine düşen kısımlardaki yanlışları saymakla bitirilemeyen ve durmadan değiştirilmek mecburiyetinde olunan 5 cildlik Kur’an Yolu isimli tefsiri hazırlayan 4 kişiden sadece biri.

Bu kadar tanıtım yeter. Kısa da olsa Ömer Nasuhi Bilmen’i de Hayrettin Karaman’ı da tanımış olduk.

Değerli okuyucular! Yukarıda da söylediğimiz gibi, Şîa ile Ehl-i sünnet arasındaki kalın çizgilerden birisi de Hazreti Muâviye meselesidir. Ehl-i sünnet inancında, ehl-i sünnet İslam âlimlerinin, “Bu ümmetin dayısıdır” buyurduğu Hazreti Muâviye’yi sevmemek ve düşmanlık yoktur. O bakımdan, bir kimse hem ehl-i sünnetten olduğunu söylüyor hem de Hazreti Muâviye’yi sevmiyorsa, burada bir terslik var demektir. O kimse ya Hazreti Muâviye’ye muğber olmayacaktır veya ehl-i sünnetten değildir…

Hayrettin Karaman ise zaman zaman ehl-i sünnet terkibini telaffuz eder. Onun ne kadar ehl-i sünnet olduğu yazılarından belli.

Hayrettin Karaman ilme değer veriyorsa, ilmine güveniyorsa, art niyetli olmadığını izah sadedinde, Ömer Nasuhi Hoca’nın Hazreti Muâviye hakkında verdiği yukarıdaki bilgilerin yanlış olduğunu söylesin. Ömer Nasuhi Hoca hayatta değilse biz hayattayız. Yapabiliyorsa buyursun bize itiraz etsin. EDEMEZ!…

Ona itiraz etse bile İslam âleminin kabul ettiği Fetâvâyı Hindiyye’ye ne diyecek? Varsa bir diyeceği buyursun desin. Tekrar ediyorum, DİYEMEZ!…

Diyanet İşlere Başkanlığı tarafından basılan Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi 1. cild Mukaddime 26-27 sahifelerde sahabenin içindeki 20 fakîh sayılıyor. Bunlardan biri de Hazreti Muâviye’dir.

Aynı cildin 135. sahifesinde, Eyüb Sultan Hazretleri’nin, Hazreti Muâviye tarafından İstanbul’un fethi için gönderilen orduya er olarak katıldığı bildiriliyor.

Sayın Karaman’a soralım:

Siz olsaydınız Hazreti Muâviye’nin ordusunda bir er olur muydunuz? İhtimal ki hayır diyeceksiniz? Peki siz mi daha iyi bilirsiniz, Eyüb Sultan Hazretleri mi?

Aynı cildin 208. sahifesinde Hazreti Muâviye ashabın büyükleri içinde ictihadı kabul edilen bir kimse olarak yer alıyor.

Aynı eserin 2. cild 879. sahifesinde. Namazda Ettehıyyâtü okumayı rivâyet edenler içinde Hazreti Muâviye de zikrediliyor.

Hazreti Muâviye, bir katil meselesinde karara varamamış, Ebû Musâ’ya (r.a.) bunu Hazreti Ali’ye sormasını yazmış o da “Bunu Muâviye soruyor” diye Hazreti Ali’ye sormuş, o da cevabını vermiştir. Hazreti Muâviye de Hazreti Ali Efendimiz’in verdiği cevaba göre hareket etmiştir.

(Muvattâ, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c: 14, sa:187)

Hazreti Muâviye, doğrusunu öğrenmek için bir mesede hiç çekinmeden Hazreti Ali’ye müracaat ediyor. O da hiç ret göstermeden onun sorduğu meseleye cevap veriyor. 

Onların tavırları birbirlerine karşı böyleyken Hayrettin Karaman’a ne oluyor?

Abdullah ibni Mübârek Hazretleri’ne, “Muâviye mi üstündür Ömer b, Abdülaziz mi?” diye sorulduğunda cevaben şöyle dedi:

“Vallâhi, Muâviye’nin atının burnuna kaçan toz zerresi Ömer b. Abdülaziz’den daha üstündür.”

(Mektûbât-ı İmam-ı Rabbânî, c:1, mektup: 58)

Bunu da İmam-ı Rabbânî Hazretleri hakkında bir kitap kaleme alan Hayrettin Karaman’ın nazarlarına arz ediyoruz.

Sayın Karaman ve onun gibi düşünenler bilsinler ki, biz hayatta olduğumuz müddetçe, Peygamberimizin ashabı hakkında yalan yanlış sözler söyleyenlerin karşısında susmayacağız…

Söyleyeceklerimiz  bitmedi, devam edeceğiz…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu