Türkiye’de buna tefsir diyorlar…
Dergimizin geçen sayısında, Muhammed Esed’den bahsetmiş yazdığı KUR’AN MESAJI meal-tefsir’e işaretle bu hususta zihnimizde tereddütler bulunduğunu kaydetmiştik. Bu yazımızda Muhammed Esed’in, üzerinde tereddütlerimizin bulunduğu adı geçen eserinden bahsedeceğiz.
Türkiye’de ilk defa 1996’da basılan eserin o günden bu güne bir çok baskıları yapılmış ve birçok kimselere ulaşmıştır. O bakımdan böyle bir eseri tetkik edip değerlendirmek zaten vazife olurdu. Nitekim dikkatini çektiği için bu eseri tetkik niyetiyle ele alan ilk kişi biz değiliz. Daha önce Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr. Suat Yılıdırım ve Sayın Ahmet Tekin’in de dikkatini çeken eser, bu zatların da tetkikinden geçmiş ve uzun tenkitlere uğramıştır.
Nasıl uğramasın ki daha baştan baskısı bile netamelidir. Bakın ilk baskısının hikâyesi nasıl:
“Bu tefsirî-meal, merkezi Mekke’de olan Râbıtatü’l-Âlem’il-İslâmî tarafından M. Esed’e yazılmak üzere sipariş ediliyor. Ilk cildi Cenevre’de basılıyor. Râbıta, Nedvî’nin sekreterinin ve merhum Hasanü’l-Bennâ’nın damadı Dr. Said Ramazan’ın da içinde bulunduğu sekiz kişilik bir heyeti bu kitabı inceleyip duyurmak ve Avrupa’da dağıtımını sağlamak üzere görevlendiriyor. Heyet, inceleme sonucu, bu kitabın yayılmaması, müslümanlara dağıtılmaması sonucuna varıyor ve basılan 100.000 adet kitabı hamur olmak üzere kâğıt fabrikasına gönderiyorlar. Bunun için M. Esed’e ödenen paranın da geri istenmesine karar veriyorlar. Islâmî bir kuruluş olan Rabıta’nın basmaktan vazgeçtiği bu kitabı M. Esed, Dâru’l-Endülüs’te basma yoluna gidiyor.
Bu hadisenin, bütün safâhatı ile birlikte görgü şahidi Sayın Doç. Dr. Mustafa Bilge bu yazdıklarımızı te’yide her zaman hazırdır.” (Ahmet Tekin, Kur’an Yolunda Kalem Oynatanlar, s: 170)
Şimdi böyle bir esere ihtiyatla yaklaşılmaz da ne yapılır. Biz de öyle yaptık ve ihtiyatla göz atmaya başladık. Göz attık ve gördük ki tefsîrî mealde derde devadan başka her şey…
Ve şu kanaata vardık: Kitabın üzerinde her ne kadar meal-tefsir yazıyorsa da, buna başka herhangi bir isim verilebilir ama katiyen Kur’an meal ve tefsiri denilmez. Aşağıdaki satırları okuduğunuz zaman sizler de bu tesbitimizde ne kadar haklı olduğumuzu göreceksiniz.
Sahifelerini çevirmeye başlayalım. Önce “Türkçeye çevirinin önsözü”nden başlıyoruz…
Önce bir noktaya işaret etmek isterim: Çeviri kelimesi bana ait değil, kitapta öyle yazıyor. Ben, tercüme kelimesi varken asla çeviri demem, denilmesini de tasvip etmem. Bu sözde meal-tefsir, İngilizce yazılmış. Türkiye’de de İngilizceden Türkçeye tercüme edilmiş. Bizim elimizdeki bu tercüme..
Mütercimlerden üç not aktaracağım. Bu kitabı niçin tercüme ettiklerini şöyle anlatıyorlar:
1- “Bu çeviri çalışmasına bizi yönelten, teşvik eden esas faktör, Muhammed Esed’in İngilizce meâlinin ve bu meâle eklediği geniş açıklama ve notların, çağdaş İslâmî ve Kur’anî kavrayışa getirdiği zengin ve derin katkıdan Türkiye’deki okuyucuyu da yararlandırma niyetidir.”
Mütercimlerden öğrenmiş oluyoruz, demek bir de Kur’an’ı çağdaş kavrayış varmış. Nasıl bir şeyse, Muhammed Esed bu çağdaş kavrayışa zengin ve derin katkı yapmış, mütercimler de okuyucuların bu geniş açıklama ve notlardan istifade etmeleri için bu eserin çevirisini yapmışlar…
2- Meâli şöyle değerlendiriyorlar: “Esed’in sahip olduğu objektif vasıfların ve hâlisâne niyet ve çabaların ürünü olarak ortaya çıkan değerli bir eserdir.”
Aşağıda, Esed’in gerçekten ne kadar objektif ve ne derece hâlis bir niyete sahip olduğunu(!) görecek ve mütercimlerin okuyucuya ne derece doğru bilgi verdiğini de öğrenmiş olacağız.
3- Muhammed Esed’in ilmî cihetini izah ederken de, “Arapçaya, üstelik Kur’an Arapçasına hâlâ en yakın dil olan bedevî Arapçasına ana dili ölçüsünde bir vukûfiyet kesbetmiştir” diyor ve Esed’in “Derin İslâmî duyarlığı” olduğunu vurguluyorlar.
Bunu söyleyen mütercimler, inanılması güç ama, Kur’an Arapçasını ana dili gibi iyi bildiğini söyledikleri ve İslâmî duyarlığının derin olduğunu söyledikleri Muhammed Esed’in, âyetlere mânâ verirken birçok kelimeye kendine göre mânâlar yüklediğini söylüyorlar. Esed’in değişik mânâlar verdiği kelimelerden bazıları şunlarmış: Takvâ, kâfir, zekât, cihad, hanif, tâğut, hicret, nefs, münafık, gayb, kitab, ehl-i kitab, din, kur’an vb…
Peki “Derin İslâmî duyarlığı” olan bir kimse Kur’an’a nasıl kendine göre mânâ verebilir? “Men fessere’l-Kur’an’e fekad…” hadisi şerifi ne olacak? Ama –mütercimlerin söylediğine göre- Esed vermiş. Vermiş ama olmuş mu? Olmamış; olmaz da zaten. Olsa olsa, bektâşî fıkrasında ki gibi olur. Bektâşîye sormuşlar: “Abdestsiz namaz olur mu?” Bektâşî, “Ben kıldım oldu” demiş…
Bir de Muhammed Esed’in kendi önsözü var. O da, masonluğu artık su götürmez bir gerçek olan Muhammed Abdüh için, “Büyük İslam âlimi” diyor. Abduh’a öyle darken, önsözün ikinci satırında Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz hakkında “Peygamber Muhammed” diyor. Hazret yok…
Bir Müslüman Peygamberimiz hakkında böyle bir ifade kullanabilir mi?
Mütercimlerin “Derin İslâmî duyarlığı” olduğunu söylediği yazarın ifadesi işte böyle…
Kurnaz yazar,(!) daha önsözde baklayı ağzından çıkarıyor. Farkında olmadan, bu meâl ve tefsiri yazmaktaki niyetinin ipuçlarını veriyor. Ashabı kiramdan bahsederken, onların “İslam ve müslim kelimelerini herhangi özel bir topluluk veya zümre ile sınırlandırmadığını” söylüyor.
Bununla ne mi demek istiyor? Demek istiyor ki, “İslam ve müslim kelimeleri sadece islam toplumu için kullanılmaz. Hıristiyan ve yahudiler de müslümandır.”
Böyle söylemek istediğini nereden mi anlıyoruz? İlerideki sahifelerdeki açık ifadelerinden…
Muhammed Esed’e göre ehl-i kitab kâfir değil. Onlar “Geçmiş vahiylerin izleyicileri.”
Önsözde çok doğru bir şey söylüyor, “Kur’an’ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak… Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabiliriz” diyor. Diyor da, ehl-i kitabın kâfir olup olmadığı hususunda bu söylediğini 1350 sahifelik eser boyunca hiç hatırlamıyor, Kur’an’ın her ibâresini başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırmıyor ve Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmayan ehl-i kitabın da kurtulacağını söylemek için kırk dereden su getiriyor.
Değerli okuyucular! Buraya kadar yazımızın girişini yapmış olduk. Şimdi bazı misaller vererek bahsettiğimiz meâl-tefsiri daha yakından tanıtmaya çalışalım.
1- Yazar, Fâtihanın son iki âyetine şöyle mânâ veriyor: Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin yoluna, gadabına uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.
Mânâ tamam. Fakat âyette gadaba uğrayan ve sapkın denilenler kim? Diğer tefsirler, bunların hıristiyan ve yahudiler olduğunu beyan ederken, Esed, bu âyetlerle ilgili verdiği izahta böyle bir bilgiye yer vermiyor. Gadaba uğrayan ve sapkınların yahudi ve hıristiyanlar olduğunu söylemiyor.
2- Bakara sûresi 43. âyete mânâ verirken, hem zekatı verin emrini “Karşılıksız yardımda bulunun” şeklinde kafasına göre değiştirip hem de bu mânâ daha uygun olur diyor. Oysa, böyle bir mânâ kökten yanlış ve zekât farzını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Zekât başka karşılıksız yardım başka. Zekât da sadaka da karşılıksız yardımdır ama zekat farz, sadaka nâfiledir. Zekatı vermemenin büyük günâhı var, sadaka vermemenin günahı yoktur. Bu yanlış sık sık tekrarlanıyor…
Şimdi sormayalım mı:
Mütercimler, çağdaş İslâmî ve Kur’anî kavrayış vererek okuyucuyu yararlandırmak istediklerini söylüyorlardı. Böyle bir tercümeyle mi yararlandıracaklar acaba?
Esed’in hâlisâne niyete sahip olduğunu da söylüyorlardı. Halisâne niyet böyle mi oluyor?
Esed’in, Kur’an Arapçasına tam vâkıf olduğunu söylüyorlardı. Arapçaya tam vâkıf olan insan âyete böyle mi mânâ verir?
Esed’in Derin İslâmî duyarlık sahibi olduğunu söylüyorlardı. İslâmî duyarlılık dedikleri, zekâta karşılıksız yardım demek midir?
3- Bakara sûresinin 62. âyetinin mânâsı Esed’in kaleminden şöyle:
“Kuşkusuz, (bu ilâhî kelama) iman edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.”
Bu mânâyı vermekle kalmıyor; Dinlerarası Diyalog havârileri ile bazı ehl-i kitab muhiblerinin istediği gibi hareket ediyor yani âyeti istismar etmekten geri durmuyor. Meseleyi kendi isteği doğrultusunda ele almak için İslamı över görünerek bakın 50 nolu dipnotta ne diyor:
“Kur’anda birçok kez tekrarlanan yukarıdaki paragraf, (âyet demek istiyor) İslamın temel bir doktrinini inşâ etmektedir. Başka hiçbir itikadda benzeri olmayan bir görüş zenginliği ile, kurtuluş fikri, burada üç şarta bağlanmıştır: Allah’a iman, hesap gününe iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak.”
Müfessirimiz îmanın 6 şartını unutuyor ve âyete kendi kafasından yorum getirerek, kurtuluşu 3 şarta bağlıyor. Hatta sadece imanın 6 şartını değil kitabının önsözünde kendi yazdıklarını da unutuyor. Halbuki orada şöyle demişti: “Kur’an’ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak… Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabiliriz”
Bu durumda Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabilmesi için bu âyeti de başka âyetlerle irtibatlandırması gerekirdi. Irtibatlandırmıyor ve istismar cihetine gidiyor.
Demek ki onun vazifesi bu. Bizim de kendisine şu soruları sormak hakkımız olsa gerek:
a- Yahudi inancının takipçileri de Allah’a ve âhiret gününe inanıp doğru ve yararlı işler yapınca cennete gireceklerse, niçin yahudi kalmadınız da ihtiyaç yokken müslüman oldunuz?
b- Müslüman olmadan önce böyle bir kolaylık(!) olduğunu yani imanın 6 şartını yerine getirmeden, bahsettiğiniz 3 şartla cennete girilebileceğini bilmediğinizi kabul edelim. Sonra öğrenince, “Ben boşuna müslüman olmuşum. Meğer Müslüman olmadan da üç şartla cennete girilebilirmiş” deyip tekrar yahudiliğe döndünüz mü? Dönmedinizse niçin?
Değerli okuyucular! Yazar, hangi âyette bir İslam kelimesi veya aynı kökten gelen bir kelime gorse, hemen teyakkuza geçmekte ve âhiret kurtuluşuna erenlerin sadece müslümanlar olmadığını isbat için adeta çırpınmaktadır. Nitekim Bakara sûresinin 112. âyetinindeki “Esleme” kelimesinden de işkillenmekte, zihinlere Esleme’den İslam kelimesinin gelmesinden korkarak hemen şöyle bir açıklama yapmak ihtiyacını hissetmektedir:
“Böylece Kur’an’a göre kurtuluş herhangi bir özel zümreye (müslümanlara demek istiyor) tahsis edilmiş olmayıp Allah’ın birliğini kavrayan, (iman eden demiyor) kendini onun iradesine teslim eden ve dürüst şekilde yaşamak suretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran herkese açıktır.”
Yine öne sürdüğü üç şart. Demek istiyor ki, Allah’ın birliğini kavra, onun iradesine teslim ol, dürüst yaşa yeter. İlle de müslüman olmak şart değil.
Allah’ın birliğini kavramak ifadesine dikkat! Bir kimse Allah’ın birliğini kavrar ama iman etmemiş olabilir. Yazarımız Allah’ın birliğine iman şart demiyor, birliğini kavramayı kafi görüyor.
İslam ve din kelimelerini bir arada kullanmaktan ise köşe bucak kaçıyor. Meselâ Âli İmran sûresinin 19. âyetinin mânâsını hemen hemen herkes bilir. Bu âyetin mânâsı şöyledir: “Allah indinde (hak) din İslamdır.”
Müfessirimiz ise şöyle mânâ veriyor: Allah nezdinde tek (hak) din insanın ona teslimiyetidir.
Nerede bir İslam kelimesi görse israrla mânâyı kıvırıyor ve İslam dini dememekte diretiyor. Meselâ Âli İmran sûresi 85. âyetin mânâsı şöyledir: “Kim İslamdan başka bir din ararsa bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”
Âyetin mânâsı, “İslamdan başka bir din ararsa” şeklinde olduğu halde yazarımız “Allah’a teslimiyetten başka bir din ararsa” şeklinde mânâ veriyor.
Adı “Allah’a teslimiyet” olan bir din mi var?..
Velhasıl yerimiz bitti yanlışlar bitmedi. Zaten yanlışlar, -hem de bile bile yapılan yanlışlar- yazmakla bitecek gibi değil…