İslam ve Diğer Dinlerde Âile ve Kadın
Âile, kadın ve erkek olarak en az iki kişiden meydana gelen bir çekirdek, bir öz, bir mayadır. Bu maya sağlam olursa cemiyet ve millet sağlam, çürük olursa cemiyet ve millet çürük olur. Çünkü, milletlerin özü âiledir. Âilelerden mahalleler, mahallelerden kasaba ve şehirler, ondan da milletler meydana gelir. Onun için, âileleri sağlam olan milletler sağlam, çürük olan milletler de çürüktür.
Nitekim, ahlâk ve terbiye yoksunlarına “Âile terbiyesi almamış” denilir…
Erkek ve kadın gibi en az iki unsurdan meydan gelen âilenin kuvvetli unsuru, kadın yani annedir.
Baba/erkek kazanıp getirir; fakat onu pişiren yenilecek hale getiren kadındır/annedir.
Bir erkek çocuğunu yetiştirir terbiye ederseniz bir kişi yetiştirmiş olursunuz. Ama bir kız çocuk yetiştirir terbiye ederseniz bir âile yetiştirmiş ve terbiye etmiş olursunuz. Çünkü, baba sabah evden çıkıp akşam geldiği halde, anne devamlı evde ve çocuklarının başındadır.
Çocuklar büyüyene kadar onların üzerinde birinci derece tesiri olan, onlara şefkatle şekil veren annedir. Onun için, “ana kucağı” diye bir tabir vardır da “baba kucağı” diye yoktur.
Aynı mânâda “Ağlarsa anan ağlar gerisi yalan ağlar” denilmiş, “Ana gibi yar olmaz” denilmiş.
Birimizin bir yerine bir darbe inse, farkında olmadan “Vay anam!” deriz.
“Ana hakkı ödenmez” sözü üzerinde ciltler dolusu kitaplar yazılabilir.
Ana hakkında dilimize neler yerleşmiş neler…
Meselâ,
Ana cadde diyoruz.
Ana yol diyoruz,
Ana defter diyoruz,
Ana dili diyoruz,
Ana renkler diyoruz,
Anadan doğma diyoruz,
Ana kuzusu diyoruz,
Ana okulu diyoruz,
Ananın ak sütü gibi helal olsun diyoruz,
Anayasa diyoruz,
Anasını ağlattı diyoruz…
Şâirler ana hakkında nice mısralar döktürmüşler:
Ana başa taç imiş
Her derde ilaç imiş
Bir evlat pîr olsa da
Anaya muhtaç imiş.
***
Bir yiğidi ayırsalar anadan
Anasından ayrı düşen sağ olmaz.
***
Dağılır anası olmayan yuva
Güreşebilir mi keçiyle deve
Bir misafir gelse erkeksiz eve
Buyur sen burada kal olur mu ya.
***
Velhasıl, ana âilenin direğidir.
Ana olmayan evin direği çökmüş demektir.
Onun için bu sözler âilede ananın kıymet ve değerini öz olarak çok güzel ifade ediyor.
Tarihte, kadına/anaya hiç değer vermeyen topluluk, prensip, inanç ve kanunlar olduğu gibi az çok değer verenler de olmuş. Bugün de öyle… Zamanımızda, kadına- anaya/âileye az veya çok, kendine göre değer veren inançlar ve o inanca bağlı milletler, insan toplulukları var. Var da acaba âilenin direği olan bu lâtif cinse en yüksek saygı ve değeri veren prensip veya inanç hangisi?
İşte şimdi o noktaya geldik…
Meseleye şöyle târihî bir perspektifle bakalım.
Eski Hind hukukunda hiç ama hiç bir hususta kadına hak tanınmazdı. Bunun tabii neticesi olarak kadın evlenme ve vâris olma hakkından mahrumdu. Kadın orta malıydı. Onun için âileden ve âile saadetinden bahsedilmezdi.
Budizmin kurucusu Buda, önceleri kadınların kendi dinine girmesini bile kabul etmiyordu. Buna bağlı olarak âile saadeti de yoktu. Ana kendisi mutlu değildi ki çocuklarına mutluluk versindi
Meşhur Hamurami Kanunlarında, erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanmış, bunun neticesi olarak birçok kadın metres olmuştu. Metres hayatında mutluluk olmayacağı ise açıktı.
İsrailoğulları kanunlarında âilenin tek hâkimi erkek idi. Kızlar kendi babalarının evinde adeta hizmetçi idi. Baba, istediği zaman kızını istediğine satardı. Kızların vâris olabilmeleri için, ölenin kızından başka kimsesinin olmaması şarttı. Böyle bir cemiyette âile huzurunun olmayacağı açıktı.
Yahudilerde kız, evlenmek için erkeğe drahoma adı altında külliyetli miktarda para vermek zorunda idi. Bir yahudinin kızı olursa, onu evlendirmek için âilenin drahomayı nasıl tedarik edeceği başlı başına bir mesele idi.
(İslamda erkeğin kadına verdiği mehir nerde, Yahudilerde kızın erkeğe vermek mecburiyetinde olduğu drahoma nerde!…)
İran’da erkek kendi kız kardeşiyle evlenebilir ve bu iş insanlar tarafından ayıplanmaz hatta teşvik edilirdi. Soy ve sopun hiçbir mânâsı olmayıp anne ve kız kardeşlerin hiç bir değeri de huzur da yoktu.
Eski Roma ve Yunanlılarda kadının hiçbir değerinin olmadığı bir gerçek olarak tesbit edilmişti. Onlarla evlenmekteki tek gaye şehevî istek ve arzuları tatmin ve bir erkek çocuk sahibi olmaktı. Kadın mala mülke sadece bir bekçi ve eve bir hizmetçi idi. Âilede kadın olarak bir köle vardı huzur yoktu.
Eski Çinlilerde kadın insan bile sayılmıyordu. Onun için Çinliler kızlarına isim vermeyip bir, iki, üç diye sayı ile çağırırlardı.
Eski zamanda İngiltere’de kocaların karılarını sattıkları tarihî bir gerçektir.
Arabistan’ gelince. Bilhassa Peygamberimiz’den önce kadınların durumu acınacak bir haldeydi. Kız evlatları diri diri toprağa gömülmeye başlanmıştı. Kadının mirastan hak sahibi olması gibi bir şey hayaldi. Kocası ölen kadın sanki bir mal, onun üzerine ceketini ilk atan kimse ise onun sahibi idi.
Bir adam ölür de başka kimsesi olmazsa, mecburen ona kızı varis olur ama bu sefer de erkekler bu yetim kızlarla malları için evlenir ve mallarına konarlardı. Böylece, kızlar yine mirastan mahrum hale getirilirlerdi. Bu durumda da böyle âilelerde huzur ve saadetten bahsetmek abesten öte geçmezdi…
Bilmem zamanımızdaki âilelerden bahsetmeye lüzum var mı?Bahsedeceksek kimlerden bahsedelim?
Fuhşun her türlüsünün işlendiği milyarları bulan Hıristiyan topluluğundan mı? Adı fuhuşla anılan ülkelerden mi? Fuhuşta ve uyuşturucu kullanmakta sınırları aşan azgın topluluklardan mı? Yoksa önüne gelen kadınları taciz eden üst düzey devlet yöneticilerinden mi?
Bunların hiç birinde, âile huzuru şöyle dursun, huzursuz da olsa âileden söz etmek mümkün mü?…
Bazılarının hayran olduğu ve örnek gösterdikleri Avrupa’da, gece yarısı ıssız bir yolda her gelen arabaya el kaldıran sarışın ahlâksızların da bir âileleri var. Onlar da huzur kelimesini biliyorlar…
Değerli okuyucular! İslam dini bunların hiç birini kabul etmeyip hepsini hükümsüz sayar. İslama göre, âilenin en mühim unsuru olan kadının/annenin değeri her türlü değerin üstündedir. Âile kutsaldır; bu kutsal müessesenin ana direği olan annenin değeri ise cennetlerin de üstündedir.
İşte hükmü koyan hadis-i şerif: “Cennet anaların ayakları altındadır.”
Bu hadis-i şerifin daha iyi anlaşılması için üzerinde biraz durmak icap ediyor:
Îman ve ibâdet ehli insanlar cehenneme girmekten kurtulurlar. Âhirette cennet ve cehennemden başka gidecek başka bir yer olmadığı için, cehenneme gitmekten kurtulanlar tabii olarak cennete gideceklerdir. Cehennem azabı öyle şiddetlidir ki, bütün Allah dostları ondan göz yaşı dökerek Allah’a sığınmışlardır. Yani… bütün îman sahiplerinin son hedefi ve tek gayesi, cehenneme girmekten kurtulup Allah’ın rızasının mekanı olan cennete gitmektir.
Bunun tek cümleyle izahı şudur: Müslümanın tek hedefi ve son durağı cennettir.
Peygamberimiz (s.a.v.) efendimiz hazretleri, “Cennet anaların ayakları altındadır” buyurmakla müslümanın bu tek hedefi olan cenneti anaların ayakları altında göstermektedir.
Bu, kadına ve anneye verilen ne büyük bir değerdir ki, ebedî nimetler yurdu olan cennet yolu anaların ayakları altındadır. Cennete gitmek, anne hakkını yerine getirmeden, annenin gönlünü almadan, anneyi razı etmeden mümkün değil. Yani cennete giden yol annenin ayakları altında…
Âile hayatının düzeni ve bu düzenin devamı da zaten anneleri memnun etmekten geçmektedir.
Peygamberimiz aleyhisselam diğer bir hadis-i şeriflerinde, dünyanın en hayırlısını açıklamaktadır:
“Dünya meta’ının en hayırlısı iyi kadındır.”
Peki, kadına bu kadar değer veren başka bir inanç sistemi, başka bir doktrin var mıdır?
Dikkat!.. Hadis-i şerifte dünyanın hayırlısının “kadın” değil, “iyi kadın” olduğu ifade buyuruluyor.
Yeryüzünde, iyisiyle-kötüsüyle erkekten çok kadın var. Kötü kadınların ve iyi kadın yetiştiremeyen ve kötü kadınlarla beraber olan erkeklerin yapacakları şey, bu hadis-i şerife itiraz değil, iyi olma ve iyi kadın yetiştirme yolunda gayrete gelmek olmalıdır.
Biz müslümanlar şu gerçeği de biliriz ki, kadınlarla erkekler arasında birbirlerine karşı bir ilgi ve alâka vardır. Bu, yaratılışın tabii bir neticesi olduğu gibi neslin devamının da zaruri şartıdır. Ancak ne var ki, İslam dini bu ilgi ve alâkanın gereğinin hayvânî bir şekilde yerine getirilmemesini istemekte, kadın-erkek beraberliğini meşrû bir semine çekmekte ve nikaha bağlamaktadır.
Zaten Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salınan güzel atlara, (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hayvanlara, ekinlere olan ihtiras halindeki sevgi bezenip süslenmiştir.” (Âl-i İmran, 14)
Âyette, hırsla sevgi beslenilen şeylerin başında kadınlar zikrediliyor. Her şey çift yaratıldığına göre, bu bahsedilen arzunun da çift yani karşılıklı olması normaldir. Bu karşılıklı meyil İslam dininde kötü ve çirkin görülmemek bir tarafa, nikah müessesesiyle teşvik edilmektedir ki buna evlilik deniliyor. Evlilikle kurulan bu meşrû müessesenin adı da huzur dolu bir âiledir…
Bir yuva, bir âile kurmaya karar verenler, şartlarına dikkat etmeksizin, araştırma falan yapmadan önüne gelenle evlenirlerse, bu âilenin huzurlu ve uzun ömürlü olmayacağını söylemeye acaba lüzum var mıdır? Bu tehlikelerden uzak olmak için elbette bazı hususlara dikkat etmek icap edecektir.
Bu cümleden olarak meselâ evlenilecek kimsenin dindar, günaha düşmekten korkan, yaradanına bağlı biri olmasına dikkat etmek şarttır.
Çünkü bu şartları taşıyan kimse kötü huylu olmaz, kötü huylu olmayan da karşısındakini kırmaz, dedikodu, haset fesat gibi bed huylara yabancı olur. Kadınsa kocasına, erkekse karısına ibâdetlerde de yardımcı olur. Namusludur, harama-helâla karşı dikkatlidir. Konu komşu hakkını ve eşinin akrabalarını gözetir. Eşini mahcup edecek hallere uzak olur.
Huzur dolu İslâmî bir âilenin sağlam olmasına yardımcı noktalardan birisi de, adayların evlenmeden önce birbirlerini görmeleridir. Bu, sevgili Peygamberimiz’in tavsiyesidir Memleketimizde, gençlerin zorla veya birbirlerini görmeden evlendirilmeleri ise İslâmî bir davranış olmaktan uzaktır.
Âilede hoşgörü esastır. Bunu zaten herkes söylemektedir de mühim olan tatbik etmektir. Âilede tahammül, hoşgörü ve tolerans, buna bir ibâdet niyetiyle bakan Müslümanlar âilelerde gerçek mânâda yaşanmaktadır. Çünkü diğer insanlar âile içinde hoşgörüye başka sebeplerle dikkat ederlerken, Müslümanlar bunu Allah rızası için ve sevap kazanmak niyet ve düşüncesiyle yaparlar.
Böyle olunca da tabii ki en hoşgörülü âileler Müslüman âileler olacaktır. Zaten gerçek de budur…
Müslüman âilelerde kadın kocasının, koca da karısının yanlışlarına Allah için tahammül eder. Onun yanlışlarını hem bir eş sevgisiyle hem de Allah emri olduğu için hoş görür. Sabrın mükâfatının sınırsız olduğuna inanan kimseler olarak birbirlerine sabırla karşılık verirler.
Şu hadis-i şerif Müslüman âile reislerinin hatırından hiç çıkmamalıdır:
“Günahlardan öyleleri vardır ki, onlar namaz kılmakla, oruç tutmakla ve hacca gitmekle affonulmaz. Ancak çoluk çocuğunun nafakası için çekilen sıkıntılar sebebiyle affolonur.”
Bu hadis-i şerifi bilen Müslüman, evine haram lokma getirmeyecektir. Haram rızık girmeyen eve huzursuzluk da girmez. Huzursuzluk olmayan yerde de elbette huzur, saadet ve mutluluk olacaktır…
Bunun şuurunda olan ninelerimiz, sabah işe gitmek için evden çıkan kocalarına şöyle derlermiş:
“Bey! Sakın eve haram bir şey getirme. Biz açlığa dayanırız ama cehennem azabına dayanamayız.”
İşte âile huzuru bu sözlerdedir. Bu sözlerin sahiplerindedir. Daha net bir ifadeyle şöyle söyleyebiliriz: Huzur İslâmî evliliklerdedir. Çünkü, insanları yaratan Allah (c.c.) âilenin rahat, huzur ve mutluluğunu, onlara uygun gördüğü meşrû evlilik müessesesi içine yerleştirmiştir.
Parayla maddeyle huzur ve saadet olmayacağını ise herkes bilmektedir…