Ali Eren

Peygamberimiz’in (s.a.v.) izine sahip çıkmak…

Geçen sayımızda, yazar M. İslamoğlu’nun müslümanları yanlış peygamber inancına sahip olmakla suçladığından bahsetmiştik. Yazara göre, Müslümanların büyük bir kısmının Peygamberimiz hakkındaki inancı şöyleymiş:

“Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.”  (ÜÇ MUHAMMED, s. 9)

Tabii ki bu apaçık bir iftira. Çünkü 14 asır boyunca müslümanlar içinde böyle bir peygamber inancına sahip olan bir grup hiç olmadı, şimdi de yok. Ama sayın yazar bu mesele üzerinden bir şeyler söyleyebilmek için ille de var diyor. Gerçi böyle bir inanç sahibi var olmaya var da o kimse kendisinden başkası değil.

Kendisi böyle bir inanca sahip olduğu halde, aksine “iz bırakmayan” bir peygamber inancına sahip insanlar olarak Müslümanları suçluyor.

Madem o bunda israr ediyor, öyleyse biz de meseleyi gerçekçi bir şekilde ele alalım.

Evet gerçekten iz bırakmayan bir peygamber inancına sahip olan kimseler var. Ama o -yukarıda da dediğimiz gibi- bizzat kendisidir ve kendisinin sözüne inananlardır. Şimdi bunun izahına geçelim.

Bu zat bi kere mûcize diye bir şey kabul etmiyor. Peygamberimiz’in bütün mûcizelerini de inkâr ediyor. Ona göre Peygamberimiz’in hiçbir mûcizesi yok. Bu durumda, Peygamberimiz’in taş üzerinde ayak izi falan da yok…

Gerçek katiyen onun iddia ettiği gibi değil. Çünkü biz, Müslümanlar olarak sevgili Peygamberimiz’in “iz bırakmayan” değil, Peygamberimiz’in “Taşların üzerine ayak izi çıkan bir peygamber” olduğuna inanıyoruz. İnanmayan ve Peygamberimiz’e ait böyle ayak izleri olmadığını söyleyen ise bay yazarın kendisi. Hem Peygamberimiz’in ayak izine inanmıyor hem de Müslümanları “Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber” inancına sahip olmakla suçluyor. Yani Müslümanları suçlamak için, kendi yanlış ve sakim inancını onlara yüklüyor. Bu kadarına da pes doğrusu…

Değerli okuyucular! Sadece Türkiye’de Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin, taşlar üzerindeki birçok ayak  izleri mevcut. Sayalım:

1- Peygamberimiz’in, Sultan Birinci Abdülhamid Han türbesindeki ayak izi. Bu türbe, İstanbul/Eminönü’nde Yeni Câmii’nin yakınındaki Dördüncü Vakıf Han’ın karşısında. Türbe ziyarete açık. Burada, üzerinde Peygamberimiz’in ayak izi bulunan üç parça taş bulunmakta.

Bu ayak izi, Peygamber Efendimiz’in, Mîrac gecesinde Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlerin ruhlarına namaz kıldırdıktan sonra, semâya yükselirken üzerine bastıkları taş üzerindeki izdir. Dördüncü Sultan Mustafa tarafından buraya konulmuştur.

Peygamberimiz’in ayak izinin bulunduğu bu taşın bulunduğu yerde şu kitâbe mevcut:

Oldu resm-i kadem-i Hazret-i Fahr-i Âlem

Tâc-ı vehhâc-ı ser-i cümle-i ehl-i îman

O kademdir ki, idüb tayy-i semâvât-i ‘ulâ

Menzil-i Sidreye bastı şeb-i İsrâ’da ayân

Sür yüzün acz ve niyaz ile, idüb istişfâ

Olayım dersen eğer mazhar-ı aff u ğufrân.

Bugünkü lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:

Hazret-i Fahr-i âlemin ayağının resmi

Bütün îman ehlinin başının parlak tacı oldu.

O ayağın, zaman ve mekânı aşarak göklere yükselip

Mirac gecesinde Sidre’ye bastığı apaçık ortadadır.

Eğer af ve mağfirete kavuşmak istersen

Şefaat istiyerek, acziyetle, yalvararak, yüzünü o ayağın izine sür.

2- Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin mübârek ayağının izi bulunan taşlardan biri de Eyüb Sultan Hazretleri’nin türbesindedir. Onu da Birinci Sultan Mahmud 1732’de Topkapı Sarayı’ndaki mukaddes emânetler arasından çıkararak buraya getirtmiş ve halkın ziyaretine sunmuştur.

3- Peygamberimiz’in ayak izlerinden biri Lâleli Câmii bahçesinde Üçüncü Sultan Mustafa türbesindedir.

4- Diğer biri de Topkapı Sarayı’ndadır.

  1. Osmanlı Sultanı olan ve Sultanahmed Câmii’ni yaptıran Birinci Sultan Ahmed de diğer bütün Osmanlı sultanları gibi Peygamber Efendimiz’e son derece bağlıydı. Peygamberimiz’in ayak izini elde işleterek tacının içine koymuş ve onu tacıyla beraber devamlı olarak başında taşımıştır.

Şu beyitler ona aittir:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i resmini ol Hazret-i şâh-ı rusülün.

Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidir

Ahmedâ! Durma yüzün sür kademine o gülün.”

Şimdiki lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:

Keşke tacım gibi devamlı başımda taşısam

Peygamberlerin şâhının ayağının resmini.

O ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin gülüdür.

Ey Ahmed! O gülün ayağına durma yüzünü sür.

Üzerinde Peygamberimiz’in (s.a.v.) ayağının izi bulunan taş hakkında Sultan Üçüncü Selim Han da şöyle diyor:

“Sakın taş sanma yâhu

Gevher-i âlem bahâdır bu.

Gel ey bîçâre yüz sür

Nakş-ı pây-ı Mustafa’dır bu.

Sezâ arş-ı muallâ

Zînet- ârâ-yı makâm olsa

Zehî cây-ı muazzam

Mevki-i hâcet revâdır bu.”

Sadeleştirilmesi şöyle:

Sakın bunu basit bir taş sanma

Dünyalar kadar kıymetli bir cevherdir bu.

Ey çâresiz kimse! Gel sür yüzünü

Bu Muhammed Mustafa’nın ayağının resmidir.

Arşın süsü olmaya lâyıktır bu.

Bu ayak izinin bulunduğu yer

Öyle güzel, öyle muazzam bir mekân ki

İhtiyaçların görüleceği yer işte tam burasıdır.

Dünyaya hükmeden ve âleme nizâmât veren Osmanlı sultanlarının, Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin ayak izlerine verdikleri değer ve gösterdikleri hürmet böyle. Asırlarca devam eden o güçlü saltanat, Hazreti Resûlüllah’a işte bu derece bağlılığın semeresiydi. Sadece Osmanlı sultanları değil, o zamanki Müslümanlar da aynı hürmeti duyuyor aynı değeri veriyorlardı. Maamâfih, bugünkü Müslümanlar da öyle. Onlar da sevgili Peygamberimiz’e ait olan her ize ve her hatıraya hürmette kusur etmemektedirler.

Gelelim işi-gücü Müslümanları suçlamak olan İslamoğlu’na…

Eğer tenkit ettiği kimseler gibi olmak istemiyor, “İz bırakmayan” bir peygambere inanmıyor değil de Peygamber Aleyhisselam’dan kalan ize itibar ediyor ve değer veriyorsa, hem kendisi Peygamberimiz’in ayak izlerini ziyaret etsin, hem de etmeyenleri bu ziyarete teşvik etsin.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selleme ait ayak izi de arıyorsa, onun mübârek ayak izleri sadece İstanbul’da birkaç tane var. Nerelerde olduğunu da yukarıda yazdık. Buyursun, hem kendisi ziyaret etsin hem de sözüne itimat edenleri ziyaret etmeye teşvik etsin…

“Niçin böyle söylüyorsun? Bu zat böyle ziyaretlerden kaçıyor mu?” diye soruyorsanız cevap vereyim:

Evet, aynen öyle… Hatta ziyaretler şöyle dursun Peygamberimiz’in hiçbir mûcizesi olmadığı iddiasında…

Öyle ki, bu zat kendisini adeta tasavvuf, tarikat ve mâneviyatla ilgili her şeyi ret ve inkâr etmeye adamış. Yazdığının yanlış veya doğru olduğuna bile bakmadan, inkâr furyasına devam etmekte…

Tasavvuf ve tarikat, İslamın daha ince ve daha hassas yaşayış ve tatbiki yani bir mânâda İslamın özü. Bu öz, ecdadımız tarafından öyle benimsenmiş ve Müslümanların zihinlerinde öyle bir yer tutmuş ki, eskiden beri bu yüce meziyeti inkâr edenler hakkında “Pirsiz-nursuz” tabiri kullanılır olmuş.

Tasavvuf ve tarikat İslam ulemâsı arasında o derece yaygın ki, bir mürşide bağlı olmayan âlimler parmakla sayılacak kadar az. Sıradan müslümanlar arasında bir dergâha bağlı olmak da öyle. Hatta bir yere mensûbiyeti/bağlılığı olmayanlar hakkında, daha yakın zamana kadar “İpsiz-sapsız takımı” tabiri kullanılırdı.

Bir de rabıta gerçeği var. Bilhassa zikr-i hafî/gizli-sessiz zikir erbabının yaptığı “Rabıta” ya gelince…

Rabıta “İki şeyi birbirine bağlayan ip; alâka, bağ, münasebet” demek. Tarikatta râbıta; müridin kâmil bir mürşide kalbini bağlaması, onun sûret ve sîretini düşünüp ondan feyiz ahzetmesi demektir. Böyle bir gerçek var olduğu halde, inkârın tavanı olmadığı için, kuru kelime ilmine sahip olan ve kendilerine ulemâ-i sû denilen bazı kimseler rabıtayı meşrû görmeyip inkar cihetine gidiyorlar. İşte bunlardan birisi de kahramanımız İslamoğlu…

Ne hazindir ki bilmiyorlar. Bilmedikleri için tatmıyor, tatmadıkları için de hazzından mahrum kalıyorlar. Eskiler böyleleri hakkında, Türkçe ile Arapçayı karıştırarak şöyle derlermiş:

Men lem yezuk, vaaah bilmez yazık. Yani “Yazık, tatmamış ki bilsin” demek.

Yapılması icap eden, kişinin bilmediği şeyi inkâr etmeyip o hususta susmasıdır. Ama tabii ki böyle olmak için kişinin iyi niyet sahibi olması şart. O kimse iyi niyetten mahrumsa, çare yok inkâr edecek. Hatta daha da ileri gidip ya dalga geçecek veya düşman kesilecek…

İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının ilk sahifelerini (sa: 17-19) rabıtayı inkâra ayırmış. Ama kişi inkâra yeltendiği mesele hakkında birazcık bilgi sahibi olmalı değil mi? İşte onda bu yok. Yani inkâr var, bilgi yok…

Bilgi yok ama övünme, bol keseden atma, onca cehline rağmen büyük âlim gözükme tafrası ise mebzul. Bu tavrını izah sadedinde ben kendisinden ibretlik iki misal arz edeyim, değerlendirmesini de sizler yapın…

Sene 2000… Kendisiyle, “Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunulur, dokunulmaz” meselesinde köşelerimizde tartışıyoruz. Ben, fıkıh kitaplarında yazılanları aktararak “Dokunulması câiz değildir” diyorum, o aksini savunuyor. Bütün fıkıh kitapları “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” dediği halde o şöyle diyordu:

“Bilgime güvenmeyip, ……sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”

Yani, bu kadar kaynağa baktığı halde hiç birinde, “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” hükmünü bulamamış. Çok-çok özür dilerim, külliyen yalan. Çünkü bu mesele en küçük fıkıh kitaplarında bile var. Ez cümle, bulamaması doğru değil. Çünkü var olan aranınca bulunur.

“Buldum ama yazılanları içim kabul etmiyor” dese tamam. Ama hayır öyle demiyor, “bulamadım” diyor. Hatta kendisinin delil olarak sunduğu El-İtkan isimli eserde bile var. Kendisine cevap sadedinde yazdığım bir yazıda, “Bu mesele, delil olarak sunduğun El-İtkan isimli eserin falan sahifesinde var” dediğimde sesi soluğu kesilmişti…

Ama benim esas söylemek istediği bu değil. Ben başka bir noktaya gelmek istiyorum. O da şu:

İslamoğlu, “400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım” diyerek, ne kadar çok esere baktığına ve kendisinin ne kadar büyük bir âlim olduğuna dikkat çekmek istiyor. Okuyanlara, “Vay beee! Âlime bak! Tek bir mesele için ne kadar da çok eser taramış” dedirtmek istiyor. Bunu nereden mi biliyorum? Başka konularda da böyle yapıyor da ondan biliyorum. Meselâ râbıtayı inkâr konusunda da aynı üsluba baş vuruyor. Gelmek istediğim nokta işte burasıydı. Anlatayım:

Hani tasavvufî eserlerde, “Peygamberimiz (s.a.v.)in Hicret yolculuğunda Hazreti Ebûbekir Efendimiz’e Sevr Mağarası’nda râbıtayı tarif ettiği” anlatılır ya, Sayın İslamoğlu bunu inkâr etmek için bakın nasıl yukarıdaki üslubun aynısını kullanıyor. ÜÇ MUHAMMED kitabında aynen şöyle yazıyor:

“Bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum. Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran 1000’i aşkın sünnet-hadis kaynağını, 50’yi aşkın tefsiri, mevcut tüm muteber siyer ve tarih kaynaklarını içeren CD’lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım.

Üslüba dikkat! “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” meselesinde de bu kadar çok kaynağı taradığını söylüyordu. Rabıta meselesinde de bu kadar kaynağı gözden geçirmişmiş(!) ama rastlayamamış. Ne hikmetse, o baktığı zaman mevcut satırlar yok oluveriyor ve o göremiyor…

Dikkat ederseniz, “Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim ama rastlayamadım.” diyor.

Peki, rabıta meselesinin daha baştan uydurma olduğunu söyleyen bir kimse, hiçbir değeri olmayan uydurma haberler içeren eserlere niye bakıyor ki! Peşin fikirle “Bu mesele uydurma olanlar içinde bile yok” diyebilmek için mi? İşte bu tavrı bile sayın yazarın samimiyetinin derecesini(!) açıkça ortaya koyması bakımından enteresan.

Yazar daha sonra uydurma haberleri unutup, biraz aşağıda şöyle söylüyor: “Vurguladığımız gibi, bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır.”

Muteber kaynak dediği de sadece, kendisinin kabul ettiği eserler.

Öyleyse biz de, aynen onun üslübuyla “Bu mesele 50’yi aşkın veya 1000’den fazla eserde veyahut 400.000 kaynakta var” diyelim mi? Desek kabul edecek mi? Ne mümkün…

Kabul edecek olsaydı, kitaplardaki “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz” meselesini kabul ederdi.

Yazarcağızın bir yanlışı da, “Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleri ile girdiğini zannetmesi.”

Yanlış anlaşılmasın, Hazret kelimesini ben ilave ediyorum. O sadece Halid Bağdâdî yazmış; “Hazret” yok…

Yazarın, rabıtanın temelinin Sevr Mağarası olmadığını iddiada temerrüdü olduğunu biliyorsunuz. Ama ayıp diye bir şey var. İnsan madem bu meseleyi ele alıyor, rabıta hakkında biraz bilgi edinmez mi? Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleriyle girdiğini söyleyecek kadar da bilgi yoksunu olunmaz ki ama!

Halid-i Bağdâdî Hazretleri hicrî 1192-1242 senelerinde yaşamış. Oysa rabıta asırlar öncesinden beri var.

Rabıta, İkinci Binin Yenileyicisi İmam-ı Rabbânî Hazretleri zamanında da vardı.

Rabıta 9. asrın sonlarında yaşayan Ubeydullah Ahrar (k.s.) zamanında da vardı.

Rabıta 9. asırda yaşayan Yakub Çerhî (k.s.) zamanında da vardı.

Rabıta 8. asırda yaşayan Şâh-ı Nakşibend (k.s.) Hazretleri zamanında da vardı.

Rabıta Hicrî 7. asrın başlarında vefat eden Necmeddin-i Kübrâ (k.s.) ve Şehabeddin Sühreverdî (k.s.) zamanında da vardı.

Yani rabıta, -o ne kadar inkar ederse etsin- Sevr’den beri VARDIR…

Değerli okuyucular!

İslamoğlu’nun, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz” hükmünü bir tarafa atıp bu hükme uymadığını biliyorsunuz. Aynı İslamoğlu’nun, şu sözüne ne dersiniz:

“İslam toplumu için fıkıhsızlık sadece hukuksuzluk değil, aynı zamanda hayatsızlıktır.” (Sa:199)

Allah’dan, “hayatsızlık” kelimesinde bir yanlışlık yapıp ta “hayasızlık” yazmamışlar. Yoksa bir “t” harfinin eksikliğiyle utanma hissinden uzaklaşılmış olunurdu.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu