Mealcilik

Tefsir Yapacak Kişinin Bilmesi Gereken İlimler (Ayrıntılı Bilgiler) -Prof. Dr. Durmuş Ali Kayapınar

Bir kimsenin herhangi bir sahada söz sahibi olabilmesi için, o sahayı yeterince tanıması; yeterince tanıyabilmek için de, o sahayla ilgili her türlü donanımla donanmış ve her çeşit silahı kuşanmış olması gerekir.
Nasıl bir marangoz çırağının, marangoz olabilmek içm hızar, planya, rende, testere, gönye… gibi birçok cihazlarla mücehhez olarak bir ustanın yanında yıllarca çalışması gerekirse; bir müfessirin de Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir edebilecek seviyeye gelebilmesi için, yaratılıştan üstün yetenekli olmasının yanında, bir çok ilimlerle mücehhez olması zarureti vardır. Bunun için de, müsait ortama, yetişmiş önderlere, maddî manevî geniş imkânlara ve uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Bununla beraber, bütün bu şart ve imkânlara fazlasıyla sâhıp olan ve en geniş imkânları fazlasıyla kullanan herkes her zaman gerçek anlamda müfessir olabilmiş de değildir.
İlimlerin en şereflisi, en yücesi ve en zoru olan Tefsîr Ilmi’ne döndüğümüz zaman; hiçbir kimsenin, tefsirle ilgili birtakım ilimleri öğrenmeden, bazı zorunlu silahları takınmadan ve bazı şartları yeterince yerme getirmeden bu ilme dalmaya hakkı yoktur.
Evet, Kur’ân-ı Kerîm’ı okumak,ezberlemek, üzerinde düşünmek ve elinden geldiğince âyetlerini anlamaya çalışmak her müslümanın hakkı, hattâ vazifesidir ama; âlimlerimizin koşmuş olduğu şartları yerine getirmemiş olan kimselerin O’nu tefsîr etmeye hak ve salâhiyetleri olmadığı gibi, böyle bir şey yapmaya kalkışmaları da son derece sakıncalıdır.
İslâm Ulemâsı, sâdece Rivayet Tefsiri sınırında durmayıp Dirayet sahasına da geçerek Kur’ân’ı tefsîr etmek isteyen kimseler için bazı şartlar koymuşlar; dünyada yapılabilecek işlerin kayıtsız şartsız en şereflisi olan bu yüce işi yapacak olan kimselerin, kendilerini bu kutsal göreve ehil kılacak olan bazı ilimlerde derin ve geniş bilgiye sahip olmalarının zorunlu olduğunu söylemişlerdir. İmâm Süyûtî’nm bu konudaki ifâdeleri şöyledir: “İnsanlar, bir kimsenin ulu orta Kur’an’ın tefsirine dalmasının caiz olup olmayacağı konusunda ihtilâf etmişler; bazıları, ne kadar kültürlü, edîb, delilleri değerlendirmekte mahir; Fıkh, Hadîs, Nahiv ve benzeri ilimlerde mütebahhir olursa olsun; hiç kimsenin Kur’an’ın hiçbir âyetini tefsir etmeye kalkışması caiz olmaz demişler. Bazı islâm âlimleri de, müfessirin muhtâc olduğu ilimlerin tümünü elde etmiş olan kimselerin Kur’an’ın tefsirini yapabileceklerini söylemişlerdir.”580
Ebû Hayyân (745/1344)’ın Bahru’l-Muhît’ının mukaddimesinde kaydettiği gibi, bazı âlimler bu ilimleri daha kapsamlı ifâdeler kullanarak yedi madde hâlinde özetlemişler; bazıları Süyûtî’nm yaptığı gibi, onbeş ilim olarak belirlemişler; bazıları da bu ilimlerin sayısını daha da artırarak neredeyse otuza vardırmışlardır. Yalnız bütün bu tesbîtler, İslâm’ın bir hükmî şahsiyet ve bir bağımsız devlet olarak berhayât olduğu günlerin tesbîtlerıdir. Yoksa müslümânların birbirinden kopuk fertler hâline düştüğü ve İslâm düşmanlarının O’nun bütün değerlerine topyekûn saldırıya geçtiği günlerin değil!.. Dolayısıyla bugün İslâm’ın ilk kaynağı ve en önemli dayanağı Kur’ân’a yöneltilen saldırıların tahlîlı, bu saldırıların geri püskürtülebılmesı için izlenmesi gereken yol ve edinilmesi zorunlu teçhizat, moda hâline getirilen Kur’ân karşıtı akımların tahribatından câhil müslümanlan koruyabilmek için geliştirilmesi zorunlu etkin metodlar… İşte bütün bunlar, hiç kuşkusuz Kur’ân’ı tefsir edebilme yetkisine sâhıb olmak için, önceden edinilmiş olması zarurî ilimlerin de önünde yer alan yepyeni sahalar ve Kur’ân’ı günün gerçeklerine ışık tutar tarzda tefsir edebilmek için olmazsa olmaz ilim dallarının anahtarlarıdır. Zira değil Yaratıcısının murâdını açıklamaya talip olan müfessir, fiziksel hayâtını sürdürmek durumunda olan sıradan insan bile, içerisinde bulunduğu zamanı ve üzerine ayak bastığı zemini bilmezken; değil insanlığı kurtaracak İlâhî Ahkâmı, kendi pozisyonunu bile açıklayamaz ve değil bütün bir beşeri, kendisini bile kurtaramaz. Bu yetkiye sâhıb olabilmesi için müfessir adayının bilmesi zorunlu olan ilimler iki ana grupta toparlanabilir. Ta’bîr caizse bunların birincisi: Dil İlimleri, yani Kur’ânm nazil olduğu dilin incelik ve özellikleriyle ilgili sahalarda geliştirilmiş olan ilimler; ikincisi de dil problemini aştıktan sonra gelen ve Allah’ın Kelâmı’nı muradına en uygun şekilde değerlendirebilmeyi sağlayacak prensipleri belirleyen Dîn İlimleri’dır. Birinci gurupta yer alan ilimlerin en önemlilerini özetle:
Lügat, İştikak, Sarf, Nahv, Usûlü’n-Nahv, Kıraat, İ’râb, Me’ânî, Beyân, Bedî’ ilimleri; ikinci guruptakileri de: Akâid, Usûlü Fıkh, Esbâb-ı Nüzul, Nâsih Mensûh, Fıkıh, Hadîs ve Vehbî İlim olarak sıralayabiliriz Bütün bunların yanında müfessır adayının bilmesi gereken üçüncü bir ilim grubu daha vardır ki, bunları da özetle Pozitif ya da Modern İlimler ismi altında toparlayabiliriz. Bunlardan özellikle Sosyoloji, Psikoloji, Biyoloji, Jeoloji, Kozmoğrafya, Dinler Târihi ve Tıb gibi ilimlerden haberi olmayan bir müfessir adayının, bu konulara değinen âyetleri doğru anlaması ve Murâd-ı İlâhî’ye uygun tefsir etmesi mümkün olmayacağı gibi; bu sahalardaki yetersizliği yüzünden, Kur’ân’a hizmeti, -O’nu küçük düşürebileceğinden- belki de ihanete dönüşecektir. Şimdi sırayla bu ilimler üzerinde biraz duralım:

580 Es-Suyûtî, El-îmâm Celâlüddîn Abdurrahmân, El-îtkân Fî Ulûmi’l-Kur’ân: 2/180.

1)-Lüğat (Dil) İlmi:

Muhammed Mustafâ ( S.A.V.) insanlığa gönderilen son peygamberdir. Bu kez Ahir Zaman Nebîsi arap kavminden gelmiştir. Cenâbu Hakk’ın, görevlendirdiği peygamberler vasıtasıyla insanlara ulaştırdığı Kitapların dili konusunda bir sünneti vardır. O da: “Biz kendi kavminin diliyle konuşmayan hiçbir kimseyi peygamber olarak göndermemişizdir.”581 “(Muhammed’in konuşmakta olduğu) bu (dil), apaçık (meramını olduğu gibi açıkça ifâde edebilme gücüne sahip) bir arap dilidir.”582 ve: “Şüphesiz ki biz O Kur,ân,ı, belki akıl erdirirsiniz diye arapça bir Kur’ân olarak indirmişizdir.” âyet-ı kerîmelerıyle kesin bir dille ifâde buyrulduğu üzere, Arap Dili’dır. İslâm; bütün insanlığın dîni, Kur’ân da bu dînm kitabı olduğu için, arapça; bir milletin dili olmaktan çıkmış, Kur’ân Dili; Arap Dili de, -ta’bîr caizse- bir ırkın dili olmaktan çıkmış, Rabb – Di1i olmuştur. Dolayısıyla değil müfessırler, biz müslümanlar O Rabb’in birer kulu olarak, O’ndan bize gelen mektüb ya da Kitâb’ı okuyup anlamakla yükümlü hâle gelmişizdir. Yukardaki âyet-i kerîmelerde açıkça ifâde buyrulduğu üzere, bu dil; kimilerinin iddıâ ettiği gibi, ilkel bir dil değil, her türlü duygu ve düşünceyi en ince detayına kadar en açık bir şekilde ifâde gücüne sahip bir dildir. Bir atın yetmişten, bir devenin seksenden, bir aslanın doksandan ve bir kıl incin yüzden fazla türlü nicelik ve niteliklerine göre değişen isimleri; buna karşın meselâ bir tek “göz” kelimesinin nicelik nitelik siyak ve sibaka göre değişen altmışı aşkın farklı mânâsının bulunduğu bir dil bu!.. Yeryüzünde bu dil kadar güçlü ikinci bir dilin gösterilmesi ve bu dilin bir tek kavmin dili olarak nitelendirilmesi mümkün müdür?!.. İsterseniz sâdece dilimize de birkaç anlamıyla yerleşmiş olan yukarıdaki “el-ayn” kelimesinin faklı mânâlarını yüzeysel olarak bir gözden geçirme sabrını gösterelim de, Kur’ân Dılı’nin ne kadar büyük bir dil olduğunu gözümüzle görelim: “GÖZ, su, pınar, kaynak, çağlayan, gözetmen, casus, bekçi, nazar, karagöz, irigöz, ilim, haber, karahaber, muhbir, inci deliği, iğne deliği, zor geçit, ispiyoncu, yakînî ve kesin bilgi, nakit, faiz, para birimi, dînâr, altın, altın ya da gümüş para, madenî para, yanlış tartı, hakka tecâvüz, kullanılmaya ya da verilmeye hazır olan her şey, peşin, al gözüm ver gözüm, alışveriş, apaçık ve belirgin şey, güneş, şiddetli güneş ışını, bir şeyin bizzat kendisi, mal, eşya, kişi, şehir halkı, ev halkı, değerli, nefis, azîz, en hayırlı şey, güzel, sürmeli, dilber, komutan, öncü kuvvet, riyakâr, ilk şey, aşikâr şey, gözde kişi, insanın ya da herhangi bir şeyin bizzat kendisi, görüntüsü ve resmi, ayna, taraf, cihet, kasıt, topluluk, şahit, değerli mal ve eşya, anabir kardeş, baba bir kardeş, akan ırmak, önder, kuş, alfabenin bir harfinin adı…” ki, bütün bunlar dahî bu kelimenin farklı mânâlarının tamâmı değildir. Büyük lügat kitaplarına baş vurulduğu zaman bu mânâların kat kat katlayacağından ve adetâ bu bir tek kelimenin bir küçük dil büyüklüğünde olduğu ortaya çıkacaktır. Bu durum da, Allah Te’âlâ’nın Kelâmını ifâdeye yetecek bir dili oluşturmadaki yüce irâdesinin bir göstergesi olsa gerektir.
Kur’ân âyetlerini oluşturan yalın haldeki kelimelerin yapısı ve dilde karşılamak üzere konuldukları mânâlar, bu mânâların kullanılışları, siyak sibak ve karinelerine göre; hakikat, mecaz, müşterek, müteradif, tezâd… gibi farklılıkları, kırâetler ve lehçeler arası ayrıntılar… bu ilimle öğrenilir. Nitekim en önde gelen tabiî müfessırlerimızden Mücâhid: b. Cebr- (103/721) “Allah’a ve âhiret gününe inanan hiç bir kimsenin, eğer arap dilini, inceliklerini ve lehçelerini bilmiyorsa, Allah’ın Kitabı hakkında konuşması kesinlikle helâl olmaz.”,demiştir İmâm Mâlik (179/795) de: “Müfessirin arap dilini az uz bilmesi yeterli olmaz. Onu, bütün incelik ve kritik özellikleriyle yeterince bilmesi gerekir. Zira bir kelime bazen eş anlamlı olur da, müfessir adayı bu mânâlardan sâdece birini bilir öbürünü bilmez; oysa açıklamakta olduğu âyette bu kelimeden kast edilen mânâ, adayın bildiği mânâ değil de, bilmediği mânâ olur; aday âyeti bildiği mânâ yönünde, yani yanlış tefsîr eder, böylece insanları Allah’ın muradına aykırı bir yöne sevk etmiş olur.” diyerek Kur’ân’m tefsirinde dili bütün incelikleriyle yeterince bilmenin zorunlu olduğunu ortaya koymuştur. El-Beyhakî (458/1066) de Şü’abü’l-îmân’da Mâlik b. Enes (179/795)’den: “Arap dil ve lehçelerini (yeterince) bilmeyen bir kimsenin, Allah’ın Kitâbı’nı tefsire cür’et edip de, (sonuçta) o dilin o kimseyi elâleme rezîl ederek cezalandırmadığı görülmüş değildir!” dediğini rivayet etmiş584 ve arapçayı doğru dürüst bilmeden Kur’ân âyetleri üzerinde ileri gen konuşmanın ve onları tefsire kalkışmanın, ıbret-ı âlem cezalara ma’rûz kalmaya sebep olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim İbnü Abbâs’ı (68/687) “Tercemânü’l-Kur’ân” yapan; onun, nesriyle, nazmıyla arap dilini çok iyi bılmesıdir. Çünkü o, bir lafız ya da mânâyı anlamakta zorlandığı zaman çoğu kerre arap dili ve çeşitli kullanışlarına baş vurur ve bu sayede, Allah’ın ınâyetıyle en isabetli mânâyı bulurdu. İşte bunun için o, haklı olarak, Tefsir ekollerinin en üstünü olan, Mekke Tefsir Ekolü’nün üstadı olmayı hakketmiştir. Dolayısıyla eski ve yeni tefsir âlimlerinin en önde gelenleri hep, Tefsir işine girişmeden arap dilim oluşturan kelimelerin kullanılış ve anlam incelikleri üzerinde derinleşmiş ve bu alandaki üstünlüğünü kanıtlamış kimselerden oluşmuştur. Şimdi Kur’ân DilFnin kelimelerini ve nüzulü sırasındaki orijinal anlamlarını kılı kırka yararcasma inceleyip tesbît ederek sonraki devirlere aktaran belli başlı yazarlar ve kitaplarından kısaca söz edelim:

581 İbrâhîm Sûresi, Âyet: 4.
582 Nahl Sûresi, Âyet: 103.
583 Es-Suyûtî, El-İmâm Celâlüddîn Abdurrahmân, El-İtkân Fî Ulûmi’l-Kur’ân: 2/180.
584 Ez-Zerkeşî, Bedrüddîn Mııhammed b. Abdillâh, El Bürhân Fî Ulûmi 7- Kur ‘ân: 2/160.

Ancak bunlara, ölçüyü kaçırmamak için, çok önemli olmalarına rağmen, çok kısa ve öz olarak dört gurup hâlinde işaretle yetinmek zorundayız:
a)-Bu günkü bildiğimiz lügat kitapları tarzında düzenlenenler,
b)-İnsanın Yaratılışı, Kadının Özellikleri, Çocuğun Beslenmesi… gibi belli başlı mefhûm ya da konularla ilgili kelime ve deyimleri anlam ve kullanış fark ve özelliklerini belirlemek üzere guruplandırılarak düzenlenmiş kitaplar,
c)-Dağlar, Dereler, Bitkiler, Hayvanlar, Silâhlar, Eş Anlamlılar, Istılahı mânâ kazanmış Lafızlar… gibi belli özel yaratık ve anlam gurupları hâlinde gruplaştırılan sınırlı sahalara tahsis edilmiş kitaplar ve
d)-Özellikle Kur’ân’ın kelimelerine tahsis edilen kitaplar…
a)- Bu günkü bildiğimiz lügat kitapları tarzında düzenlenenler:
al)- Arap dilinin kelimelerini bir bir ele alarak bütün incelikleriyle tesbît edip, bunları belirledikleri bir sıra ya da düzene göre sıralayarak düzenli birer başvuru lügati hâlinde teTîf edenlerin başında Halîl b. Ahmed (162/778) gelmektedir. Aynı zamanda büyük bir ses ve mahreç bilgini olarak ün salmış olan Halîl, kitabını Mehârıc-i Hurûfa göre düzenlemiş; lügatına, hançerenin en alt noktasından çıkan: (û£): ayn harfinden başlamış ve en üst ya da son telaffuz organı dudak uçlarından çıkan harflere doğru kelimeleri sıralamıştır. Ve bu özelliği dolayısıyla kitabı: (Û5«JI 4^): “Kitâbü’1-Ayn” adını almıştır. Müziğin bu kadar gelişmiş ve Ses’ın sırları dünyayı bu kadar daraltmış olmasına rağmen, Kitâbü’l-Ayn’de kullanılmış olan ses sisteminin sırrı hâlâ çözülebilmiş değildir. Vefatı dolayısıyla kitabının eksik kalan kısmını büyük bir ulemâ ekibi yarım asırdan fazla bir sürede tamamlayabilmiş, elde yazmaları bulunan bu dev esen Irak hükümeti yayınlamaya kalkışmış, fakat altı cildini çıkardıktan sonra tamamlayamayacağmı anlayınca neşrine son vermiştir.
a2)- Halîl b. Ahmed’ın bu dev eserinden sonra İbnü Düreyd’in (321/933) El-Cemhera’sı ortaya çıktı. İbnü Düreyd bu lügatini Halil’in Kitâbü’l- Ayn’ı ile, El-Esma’î (213/828) ve Ebû Ubeyde (210/825) gibi dil bilginlerinin kitaplarından derledi. Maddelerini de hecâ harflerinin sırasına göre, hemze’den yâ’ya doğru sıralayarak düzenledi.
a3)- Ebû mensur Muhammed b. Ahmed Et-Tehzîb’ını Kitâbü’l-Ayn’m tertibinde, on cilt olarak te’lîf etti.
a4)- Es-Sâhıb b. Ubbâd El-Muhît’mı yedi cilt olarak yazdı.
a5)- Ahmed b.Fârıs (395/1004) meşhur El-MücmePmi,
a6)- El-Cevherî (396/1005) kırk bin maddeyi içeren Es-Sıhâh’mı te’lîf etti.
a7)- Feyrûzâbâdî (816/1412) ellerden düşmeyen Kâmûsü’l-Muhît’ını te’lîf etti
a8)- Daha önce bu alanda yazılanların büyük bir kısmını içerisinde toplayan İbnü Manzûr (711/1311) Lisânü’l-Arab’ını te’lîf etti.
Yalnız bu saydıklarımız, Kur’ân Dili’nin hiçbir kayba uğramadan nesilden nesle aktarılmasını sağlamak ıçin, alfabetik sıra ya da belli bir sistemle kelimeler sıraya konularak yazılan lügat kitaplarının en meşhurlarından yalnızca bir kaçıdır.
b)- ikinci gurupta yazılan kitapların en meşhurları da şunlardır :
bl)- El-Hemedânî’nın (227/841) El’elfazu-l Kitabi’si
b2)- İbnü’s-Sikkît’in (245/859) Kitabu-l Elfaz’ı
b3)- El-Üskâfî’nm (421/1030) Mebadiu-l Lugah’ı
b4)- Es-Se’âlîbî’nin (429/1037) Fikhu-l Lugah’ı ve
b5)- Bu türün en güzel, en ıyı düzenlenmiş ve en kapsamlısı İbnü Sîde’nın (458/1065) El’Muhassas’ıdır.
c)- Üçüncü gurupla ilgili olarak yazılmış olan kitapların en önemlileri de şunlardır:
el)- Ebû Hanîfe’nin (150/767) Kitabu-l Envai ve-n Nebat’ı,
c2)- Ya’kûb (284/897)’un Kitabu-n Nebat, Kitabu-l Esvat ve Kitabu-l Fırak’ı
c3)- EbûHâtim’in (250/864) Kitabu-l Ezmineh, Kitabu-l Haşerat ve Kitabu-t Tayr’ı,
c4)- El-Esmaî’nın (213/828) Kitabu-s Silah, Kitabu-l İbl ve Kitabu-l Hayl’ı
c5)- Ebû Zeyd’in (216/831) Kitabu-l Madar, Kitabu-l Leben ve Kitabu-l Cerasim’i,
c6)- El-Cezerî’nın (833/1429) Ğaribu-l Hadis’i,
c7)- El-Enbârî’nm (328/939) Kitabu-l Ezdad’ı,
c8)- Et-Tehânevî’nin Keşşafu Istılahati-l Fünun’u ve
c9)- El-Cürcânî’nin (816/1413) Et-Ta’rifat’ı….
Bir önceki sıraladığımız lügat kitapları bilinmeyen ya da tereddüd edilen kelimelerin mânâlarını belirler. Bu guruptaki kitaplar ise, belirlenen mânâları karşılamak için en uygun kelimenin ne olacağını belirler.
Buraya kadar genel olarak Arap diliyle ilgili en önemli lügat kitaplarını verdik. Aslında bütün bu eşsiz eserler, sâdece Arap Dili uğruna sarf edilmiş gayretlerin eserleri değil, Kur’ân ve Hadîsi muhafaza maksadıyla harcanmış ömürlerin eserleridir.
Bu arada bir de sâdece sırf Kur’ân-ı Kerîm’e özgü lügatların mânâlarının tesbîtıne hasr edilmiş kitaplar vardır ki, bunlar; Lüğâtü’l-Kur’ân, Kelimâtü’l-Kur’ân, Müfredâtü’I-Kur’ân, Ğarîbü’l-Kur’ân, Lehecâtü’l-Kabâil Fi’1-Kur’ân, Mübhemâtü’l-Kur’ân, Me’âni’l-Kur’ân, Mecâzü’I-Kur’ân ve El-Eşbâh ve’n-Nezâir… gibi isimler altında matbu’, mahtût ve mefkûd birçok kitaptır. Bunlar da “Ulûmü’l-Kur’an”daki kendilerine özgü konuları içerisinde işlenip tanıtılması gereken ve Kur’ân Tefsîri’ne soyunan herkesin gözden geçirmiş olması zorunlu olan kitaplardır.

2)-İştikâk İlmi:

Müfessir adayı mânâları doğru değerlendirmek için kelimelerin köklerini ve türevlerini de iyi bilmek zorundadır. Çünkü bazı kelimelerin kökleri birbirine karışır. Bu yüzden aday, üzerinde durduğu kelimenin kökünü karıştırır. Böylece Cenâbu Hakk’ın kasteyledığı mânânın yerim kastedilmeyen mânâ alabilir ve böylece Allah’ın Kelâmı saptırılmış olur. Meselâ: “Mesîh” kelimesi, gezip dolaşmak ve yolculuk etmek anlamındaki “Es-Seyâha” kökünden mi, yoksa dokunup okşamak mânâsındakı “Mesh” kökünden mi türetilmiştir ?!..Eğer Es-Seyâha’den türetıldığı görüşü kuvvet kazanırsa, Hz. isa’ya bu ismin çok yolculuk ettiği için; mesh’den türetildıği görüşü ağır basarsa, hastalara elini sürerek onları iyileştirdiği için verildiği anlaşılır.”Nebî” kelimesi de böyledir.”Haber” anlamındaki “En-Nebe”‘ kökünden mi, yoksa mertebe ve makam yüksekliği: rifah anlamındaki “Nübüvvet’ten mi türetilmiştir?!.. Eğer bu kelimenin “Nebe”‘ den türetildiğini gösteren delil ya da karineler tercîhe şâyân görülürse, peygamberlere bu ismin, ”Allah’ın Kelâm-ı İlâhî’sini kendisine ve kendisinin de Kelâm-ı İlâhi’yi insanlara haber verdiği için “haber verilen” ve “haber veren” anlamına geldiği; nubuvvet’den türetildiği ağırlık kazanırsa Allah katındaki makamının yüce (makâm-ı Mahmûd sahibi) olduğu anlamına geldiği ortaya çıkar. Eğer bu mânâlardan hangisinin daha isabetli olduğunu gösteren delîl ya da karineler birbirine eşit ya da ne Kur ‘ân ‘da, ne hadîs ‘te ve ne de sahabe ve tabiî kavillerinde böyle bir delîl yoksa, o zaman söz konusu ihtimâllerden her ikisinin birden mânâya katkısı sağlanır.’

3)- Sarf İlmi:

Bir müfessır adayının Lügat ve iştikak ilimlerini bilmesi zorunlu olduğu gibi Sarf İlmi’ni de bilmesi zorunludur. Çünkü kelimelerin bınâ (yapı)Tarı ve sîga(kalıp)Tarı bu ilimle bilinir. İbnü Fârıs (395/1004): “Sarf ilmini bilmeyen kimse, dilin büyük bir kısmını kaybetmiş demektir. Çünkü meselâ vecede kelimesi, mânâsı kapalı bir kelimedir. Çekimlerini ortaya döktüğümüz zaman, mastarlarının farklılığıyla farklı mânâları ortaya çıkar. Bunlar:
1) Yitiğini bulmak,
2) İstediğini elde etmek,
3) Öfkelenmek,
4) Zengin olmak,
5) Âşık olmak” tır.
Bu kelimenin bu farklı mânâları, mastarlarının kalıp ve harekelerinin farklılıklarıyla birbirinden ayırd edilir. Şöyle ki:
( vecede dalletedu vicdanen ); Yitiğini buldu,
( vecede metlubehu vucuden ); İstediğini elde etti,
( vecede-l kaidu mevcideten ): Komutan öfkelendi, kızdı,
( vecede-r raculu vucdan ): Adam zengin oldu,
( vecede-r raculu vucden ): Genç âşık oldu. demektir.
Zemahşerî’de (528/1133) bu konuda meşhur tefsirinin mukaddimesinde şunları kaydetmiştir: “Tefsirlerin garipliklerindendir ki, “Her insan topluluğunu kendi önderleriyle birlikte çağıracağınız gün…” 585 âyetindeki imâmün kelimesi, ümmün kelimesinin çoğulu zannedilmiş ve “İnsanlar kıyamet gününde kendi imâm (önder)’leriyle çağrılırlar” yerine “insanlar kıyamet gününde anneleriyle çağrılırlar” şeklinde anlaşılmış ve bu yanlış, anlayış üzerine bina edilerek bu âyet “İnsanların kıyamet günü babaları değil de anneleriyle çağrılmasının hikmeti; babasız doğan Hz. İsa’nın hakkının teslim edilmesi, Hasan ile Hüseyin’in yüksek şereflerine vurgu yapılması ve gayri meşru çocukların ayıplanmaması…” şeklinde tefsir edilmiştir. “Keşke bu iki ihtimâlden hangisinin daha garip olduğunu bilebilseydik?! “İmâm”in “Ümm” ün çoğulu oluşu mu, yoksa annelerle çağrılmanın hikmeti olarak sıralanan şeylerin değeri mi?!”586 İşte bu komiklik, söz konusu müfessırin Sarf İlmi’ni yeterince bilmemesinden kaynaklanan bir hatâdır. Zira, (üm) kelimesinin çoğulu (imam) değil, (ümmehat)’tır. (imam)kelimesinin çoğulu ise (eimmetün)’dür.

585 îsrâ Sûresi, Âyet: 71.
586 Ez-Zemahşerî, El-Keşşâf’ân Hâkâiki Gavâmizı’t-Tenzîl, Mukaddime: 4/738.

4)- Nahv İlmi :

Nahv İlmi. aşağı yukarı türkçemizdekı Dilbilgisi’nin Arapça’daki karşılığıdır. Yalnız Sarf İlmi cümleyi oluşturan kelimeleri, Nahv ise kelimelerin oluşturduğu cümle yapılarını inceler. Cümle içerisindeki kelimelerin pozisyonları ve i’râb değişikliklerine göre hükümlerde değişir. Müfessır bu ilmi bilmekle yükümlüdür. Zira Kur’an’ı tefsir iddiası ile ortaya çıkanların çoğu hatâları, Nahv İlmi’ndekı bilgilerinin yetersizliğinden kaynaklanır. Bunun için Ebû Ubeyde (210/825)’nin tahrîc ettiğine göre: “Hasen-ı Basrı (110/728)’ye: ‘Kibar konuşmak ve telaffuzlarını güzelleştirmek maksadıyla arapça öğrenen bir kimsenin bu davranışı doğru mudur?” diye sormuşlar. Hasen-i Basri: “Güzel… (varsın onun için) öğrensin… Zira (arapçayı iyi bilmeyen kişi) âyetleri okur, anlayamaz. Yanlış yorumlar ve helak olur.”587 cevâbını vermiştir.

587 Es-Suyûtî, El-İmâm Celâlüddîn Abdurrahmân, El-ltkân Fî Ulûmi 7-Kur ‘ân: 2/180.

Nahv İlmı’ni ıyı bilmeyen çok büyük hatâlara düşebilir. Bunun tipik örneklerinden bin olarak: Mânâsı: “Allah’ın müşriklerden beri olduğunu, Rasülü’nün de öyle (yani müşriklerden berî) olduğunu biliniz.” âyet-i kerîmesi gösterilir. Ayetteki (rasuluhu) kelimesinin lâm’ı Kırâet-i Seb’a imamlarına göre ittifakla merfû'(ötrelı)’dur. Şâz kırâette ise mefûl-ü me’ah olarak mensûb (üstün)’tur; “kasem” ya da “cerr-i civar” olarak mecrûr(esre)’dur. Başındaki “vâv”, İbtidâ’ (başlangıç) “vâv”ı olarak: (rasuluhu) müptedâ; haberi de, mukadder (gizli) (beriun) veya (elemru kezalike)’dır. Mânâsı: “Rasülü de aynı şekilde beridir” demektir. “Vâv-ı Ma’iyye”: (beraberlik) “vâv”ı olarak (rasulehu) şeklinde “lâm” mensûb(üstün)’tur. Mânâsı: takdîrınde olup: “Allah Rasülü ile birlikte müşriklerden berî’dir” demektir. Yemîn (kasem) “vâv”ı olarak bu lâm mecrûr (esrelı)’dur. (vehakkı rasulihi) takdirindedir. “Rasûlü’nün hakkı içün ya da Rasûlü’nün hakkına yemîn olsun ki!..” demektir. Kasemin cevâbı sözün gelişinden anlaşıldığı ıçin hazfedilmiştır. Mânâsı: “Allah’ın berî olduğu gibi, Rasûlü de müşriklerden berî’dir” demektir
Şu kadar var ki, bu kırâetın,: (verasulihi) nın (minemüşrikine)’ye atfı (anlamca bağlılık) zlenimini uyandırdığı, âyetin mânâsını müphemleştirdiği ve “Allah müşriklerden ve Rasülü’nden beridir” şeklinde anlaşılması vehmini uyandırdığı için; doğru olamayacağı görüşü ilen sürülmüş ve bununla ilgili olarak şöyle bir olay nakledilmiştir:
Adamın biri bu âyetteki (rasuluhu)’nün lâm’ını esrelı olarak (rasulihi): “Ve Rasûlihî” şeklinde okumuş, bu okuyuşu duyan bir bedevi arap bunu, haklı olarak: “Allah müşriklerden ve Rasûlünden beridir” şeklinde anlamış olmalı ki, karşılığında: (feene beriun minhu): “Oyleyse,(Allah, Rasûlünden berî ise), ben de berî’yim” demiş, bedevi arabın bu cür’etkâr sözünü duyan adam onun yakasından tutmuş, Hz. Ömer (R.A.)’e götürmüştür. Hz. Ömer durumu sorunca bedevi arab olup biteni anlatmış ve demiş ki: “Ey mü’minlerin Emîri! Ben bu şehre geldim, Kuran ‘la ilgili bir şey bilmiyordum. Beni okutacak birisini aradım. Bu adam, Berâe süresindeki (ve’lemu… ennellahe berium minelmüşrikine ve rasulihi) âyetini bu şeklinde okudu. Ben de: “Allah, Rasülü’nden berî’dir, öyle mi?. Eğer Allah, Rasülü’nden berî ise, ben O’ndan daha berî’yim dedim” dedi. “Hz. Ömer: “Öyle değil ya a’râbî” dedi. A’râbî: “Değilse o âyet nasü Yâ Emîra’l-Mü’minin?'” diye sordu. Hz. Ömer, âyeti: (ve’lemu… ennellahe berium minelmüşrikine ve rasuluhu) şeklinde okudu. Hz. Ömer’in bu okuyuşunu işiten bedevi arap: “Vallahi öyleyse ben de Allah ve Rasûlü’nün beri olduğu şeyden onlardan daha da berî’yim.” dedi Hz Ömer durumun vehâmetmı görünce, sıkı sıkı Arapça dil (kurallar)ının öğretilmesini, dili ıyı bilmeyen hiçbir kimsenin insanlara Kur’ân okutmamasını ve Ebül-Esved’in (62/681) Nahv İlmı’nı tedvin etmesini emretti.
Hz. Ömer’le bağlantılı olarak aktarılan bu olayın aynısı ve benzeri bir takım olaylar, mü’minlerin emîrı Hz.Alî (R.A.) ve Ebû’l- Esvedi’d-Düelî’ye isnâd edilerek de nakledilmiştir. İ’râb ve Kırâ’et âlımı EbüT-Bekâ el-Akberî’ (616/1219) de bu âyet üzerinde dururken (elmüşrikine)’ye atıfla bu okuyuşun “Küfrü gerektireceğini” kaydetmiştir.588
Gerçekten âyet-i kerimedeki (verasuluhu)’nün lâm’ı, sözü edilen şâz kırâete uyularak esre okunursa, kasem olarak değerlendirilmesi durumunda, âyet-i kerîmenin mânâsını çok kuvvetlendirmekle beraber, ilk bakışta atıf kanâati uyandırdığı ve: “Allah müşriklerden ve Rasûlü’nden beri’dir” gibi çok sakat bir anlam ifâde edeceği için ihtiyatlı bir okuyuş değildir. Evet, Allah müşriklerden ve yaptıkları sapıklıklardan tamamen uzak ve beridir ama Rasûlü’nden asla uzak değil tam aksine O’nunla her an beraberdir.

588 El-Ukberî, Ebü’l Beka. İmlâü Mâ Menne Bihi’r-Rahmânü Min Vücuhi’l-İrâbi Ve’l-Kıraâti Fi Cemî’il-Kur’âni: 3/138-139. (Cemel Tefsiri’nin kenarı) El-Cemel, Süleyman b. Ömer, El-Fûhâtü’l-İlâhiyye: 2/264-265. Kıırtııbi, El-Cami’ Li Ahkâmi’l Kıır’an: 1/24 ve 8/71.

Alî b. Ebî Tâlıb’den rivayet edilmiş, demiştir ki: “Nahv ‘i iyi öğreniniz.. Zira İsrail oğulları İncîl-i Kerîm’de bulunan bir tek harf yüzünden kâfir olmuşlardır. Söz konusu harf “lâm” in şeddesiyle: (ene velledtü isa): “Ben isa’yı sonradan yarattım” cümlesindeki “lâm” harfidir. Onlar bu lamın şeddesini kaldırarak şeddesiz: -(ene veledtü isa) şeklinde okumuşlar, bu yüzden Hz.İsa’nın Allah’in oğlu olduğu sapık inancına kapılmışlar ve böylece kâfir olmuşlardır. “589
Netice olarak, Şeyh Abdurrahmân El-Akk’in de dediği gibi: “-Gerçek şu ki, Nahiv İlmi, Kur’ân’in dilini her türlü tahrif, tağyir ve tebdil ‘den korumak için vaz’ edilmiş bir ilimdir. Dolayısıyla bu ilmin korunması demek, Kur’ân’in korunması demektir.”590

589 İbnü Cinnî, El-Hasâıs: 1/384.
590 El-Akk, Hâlid b. Abdirrahmân; Usûlü ‘t-Tefsîr ve Kava ‘îdühu: 159.

5)- Nahiv Usûlü İlmi:

Bu ilim dalı, aynen Fıkıh Usûlü ve Hadîs Usûlü gibi, Nahiv İlminin nereden, nasıl ve hangi esâslar çerçevesinde ortaya konduğunu belirleyen bir ılım dalıdır. Sırayla:
1)-Kur’ân,
2)-Hadîs,
3)-Kadîm arap şiiri ve
4)-Kadîm nesrini örnek alarak arapçanm gramer kurallarını ve nahiv kaidelerini koyma usûllerini inceler. Bu sıralamadan da az çok anlaşılacağı üzere, diğer İslâmî İlimlerde de olduğu gibi, bu ilimde de temel kaynak Kur’ân, ikincisi Hadîs’tir. kadîm arap şiir ve nesri ise ancak, üzerinde durulan nahiv kaidesini koymak için, ilk iki kaynağın yetersiz kaldığı yerlerde devreye girmeleri gerekir. Üstelik arap şiir ve nesri tedvin ve tesbît edilmediğinden verilen oldukça az ve mevsûkıyetleri de ilk ıkı kaynakla kıyâs kabul etmeyecek derecede düşüktür. Buna rağmen bazı nahiv âlimleri bu kaynaklar arasındaki öncelik ve sağlamlık derecesine yeterince riâyet etmediklerinden mıdır, koydukları kaidelerin kapsamının bütün dili içine alacak genişlikte olmasına yeterince özen göstermediklerinden mıdır, başkaları tarafından konulmuş nahiv kurallarını dokunulmaz sandıklarından mıdır yoksa kaideyi, Kur’ân ve Hadîs metinlerinden daha öncelikli ve sağlam sandıklarından mıdır bilinmez; zamanla boynuz kulağı geçmiş, Kur’an’dan çıkarılan kaidelerle Kur’ân’ı sorgulamaya kalkışanlar olmuş. Nahiv kurallarının Kur’ân ve Hadîs’e uyması gerekirken; Kur’ân, kaidelere uymaya mecbûrmuş gibi bir tavır takınılarak “Kur’ân’da ifâde bozuklukları: ‘lahn’ler var, gramer hatâları var, arapça dil kurallarına uymayan söyleyiş ve cümle kuruluşları var, gibi yersiz ve geçersiz sözler sarf edilmiş. Bazı âyet ve nakiller örnek gösterilerek, şu ya da bu âyet, kırâet ya da âyetler, şu ya da bu nahiv kaidesine aykırıdır. Şu halde Kur’ân Allah Kelâmı değildir. Çünkü Allah yanılmaz…” tarzında bir yığın gerçek dışı hipotezler ilen sürülmüş ve böylece Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden çıkan kaidelerle mahkûm edilebilmiştir. Halbuki Kur’ân, insanların kendisinden çıkardıkları kaidelere istisnasız olarak uymuk zorunda değildir. Sen Kur’ân âyetlerini esâs alarak kaideler koyacaksın, Kur’ân’dakı bazı kullanışlar O’nu esâs alarak koyduğun kaidelere uymayınca; kendini, ya da koyduğun kaideyi suçlayacak yerde, Kur’ânısuçlayacaksm! Kâıde fabrikanda kendi elinle îmâl ettiğin kaideye uymadı diye, Kur’ân âyet ve kırâetlerı için “çirkin,591 hatâ,592 zayıf,593 lahn: (bozuk),594 kötü: (radî/),595 sivri: (şâz),596 bâtıl: (sakat)597 kural dışı, argo,598 fasîh değil599 ” gibi, ağza alınmayacak ısnâdlarda bulunacaksın! Üstelik bu kâıdepereslığinle Kur’ân düşmanlarına bulunmaz malzemeler sunduğunun da farkına varmayacaksın!.. Nitekim günümüz müsteşrik ve misyonerleri bu safdilliğimizi de değerlendirmeyi ihmâl etmemiş, bu sahada da bir büyük fitne kapısını ardına kadar açarak üretime başlamıştır. Örneğin yahûdî müsteşrik Golldzıher bu fabrikanın ürünleri cümlesinden: “Osman Mushaflarını istinsah ederken; müstensihlerden, Nahiv kurallarına uymayan ve vahiy kâtiplerinin yazım hatâlarından kaynaklandığı söylenerek örtbas edilmeye çalışılan yanlışlıklara dikkat etmenin ve bunları arapçanm kuralları çerçevesinde düzeltmenin şart olduğunu söyleme cesâti gösterenler
oldu.”600 dedikten sonra bu iddiasını ısbât sadedinde bir takım deliller sıralamış ve bütün bunları Kur’ân’m Allah Kelâmı değil, kul kelâmı olduğuna, müslümanlarm onu uydurup Allah Kelâmı olarak insanlara empoze ettiklerine delil gösterme imkânı bulmuştur. Biz kusur ve eksikliği kendimizde arayacak yerde, bağlı bulunduğumuz şaşmaz değerlerde aramaya, ya da böyle bir şeyin olabileceğine ihtimâl vermeye başladığımız günden ben hep izzetten zillete düşmüş, yükselişten alçalışa geçmışizdir.

591 Ebû Hayyân, El-Bahru’l-Muhît: 5/419. Sîbeveyh, El-Kitâb: 1/233. El-Bağdâdî, Hızânetü’l-Edeb: 4/321.
592 Eş-Şeyh Yâsîn, Hâşiyetü’l-Uleymî Ale’t-Tashîr: 2/20. Ebû Hayyân, Bahru’l-Muhît: 5/419. Ebû Şâıne, Abdurrahmân b. İsmail; İbrâzü’l- Me ‘ânî: 283.
593 îbnü’l Cezerî, En-Neşr Fîl Kıraati7 Aşr: 2/298. Eş-Şeyh Yâsîn, Hâşiyetü’l-Uleymî Ale’t-Tashîr: 2/60. Ebû Hayyân, Bahru’l-Muhît: 5/419. îbnü Ye’iş Şerhu’l-Müfassal: 3/78.
594 Eş-Şeyh Yâsîn, Hâşiyetü’l-Uleymî Ale’t-Tashîr: 2/60.
595 Ebû Hayyân, Bahru’l-Muhît: 5/419. Sîbeveyh, El-Kitâb: 1/233. İbnü 7 Cezerî, En-Neşr Fîl Kıraati 7 Aşr: 2/298.
596 Ebû Hayyân, Bahru’l-Muhît: 5/419.
597 El-Ferrâ Me ‘ânil-Kur ‘ân: 2/82.
598 Ez-Zemahşerî, El-Keşşâf: 1/472.
599 Taberî, Tefsîru’t Taberî: 2/31.
600 îgnaz Goldziher. Mezâhibü’t-Tefsîri’l-îslâmî: 20 ve devamı… İslâm Tefsir Ekolleri: 58-60.

Bu ve benzen kritik noktaları Ehl-ı Sünnet âlimlerimizin gözden kaçırmış olduklarını düşünmek yanlış olur. Nitekim nahiv kurallarının taassubuna kendini kaptırmış olması düşünülebilecek müfessırlerımızin başında gelen Ebû Hayyân’m (745/1344) şu sözleri, suçlu teşhisinde bu denli hatâların daha çok, yanlı ya da bıd’atçı müfessırlerden çıktığının sinyallerini vermektedir Şöyle ki o: “-Biz, ne Basra nahiv âlimlerinin ve ne de onlara karşı çıkan Küfe nahivcilerinin sözlerine taparız. Arap dilinde Küfe ulemâsının kavilleriyle sabit olmuş nice gramer kuralı vardır ki, Basra ulemâsının bunlardan haberi bile olmamış; Basra ulemâsının kavilleriyle sabit olmuş nice nahiv kaidesi de vardır ki, Küfe ulemâsının da bunlardan haberi bile olmamıştır.”601

601 Ebû Hayyân, Bahru’l-Muhît: 3/159.

Fahruddîn-ı Râzî (606/1209) de o, zamanları delen basîretıyle, bu badireyi ve korkunç uçurumu bütün netlığıyle görmüş olmalı ki, bakınız mutlak hakikatleri aydınlatmaya me’mûr tarafsız ilminin projeksiyonunu bu çağlar ötesi gayyaya nasıl tutmuş: “Çoğu kez nahivcilerin Kur’ânda gelen lafızların takriri, yani âyetlerin arap dili kuralları çerçevesi içerisinde yerlerine oturtulması konusunda (yollarını) şaşırdıklarını görürüz..Onlar Kur’ân lafızlarının (âyetlerinin) dilin kâideleriyle uyumlarını sağlamak için meçhul bir beyit buldular mı, sevinçten deliye dönerler. Ben bu adamların bu durumlarına çok teaccüb ediyorum. Zira onlar buldukları meçhul bir beytin söz konusu Kur’ân lafzına (âyet ya da âyetin ifâde tarzına) uygun düşmüş olmasını, o kaidenin doğruluğuna delîl göstereceklerine; elbette ki, Kur’ân lafızlarının o şiire uygun gelmiş olmasını, o şiirin dil kurallarına uygun söylenmiş olduğuna delîl getirseler daha akıllıca davranmış ve daha iyi, daha doğru ve daha gerçekçi bir iş yapmış olurlardı…!”602

602 Er-Râzî Fahruddîn, Et-Tefsîru’1-Kebîr: 3/159.

Bu ilimin müfessırin bilmek zorunda olduğu ilimler arasında yer almamış olması, her halde Nahiv İlmi içerisinde mündemiç olduğu düşüncesinden kaynaklansa gerektir. Oysa yukarıda belirlediğimiz badire, Nahiv Ilmi’nden ziyâde Nahiv Usûlü Ilmi’nın yok edebileceği bir badiredir. Dolayısıyla bu tür itirazların hakkından gelebilmek ıçm Nahiv Usûlü’nü, nahiv kurallarının nereden doğduğunu neyin esâs, neyin teferru’ât; Kurân’ın mı asıl yoksa O’ndan türeyen ilimlerin mı asıl olduğunu belirlemekle mümkün olacağı ortadadır. Onun için müfessir adayının bu ilmi de ıyı bilmesi şarttır.

6)-Kırâât İlmi:

Tefsir adayının bilmek zorunda olduğu ilimlerden biri de Kırâet İlimleri’dir. Çünkü bu ilimle; Kur’ân’in nasıl okunacağı, kırâet vecihlerınin derecelen, hangilerinin hangilerine hangi esâslar çerçevesinde tercîh edileceği, Allah Kelâmı’nın hem lafız hem de mânâ olarak hiçbir kayba uğratılmadan muhataplarına en doğru şekilde nasıl ulaştırılacağı öğrenilir. Bu ilim sayesinde yapılacak doğru tesbît ve isabetli tercihlerin, âyetlerin mânâ ve hükümlerini belirlemedeki payları çok büyüktür ve bu, Kur’ân’in Kur’ân’la tefsirinin ikinci basamağını oluşturur. Müfessir, Cebrail (A.S.)’dan Rasûlüllâh (S.A.V.)’e vahiy yoluyla geldiği tevatürle sâbıt olmuş kırâetlerle, Kur’ân’la hiçbir ilgisi olmayan merdûd kırâetleri biribirmden bu ilim sayesinde ayırd etme imkânı bulur. Zira kırâet: Allah Kelâm’inin vahiyle sâbıt farklı varyantlarıdır. Tâhir İbnü Âşûr, Ez-Zerkânî ve Dr. Ömer b. Sâlım’m de dedikleri gibi:
“Ayetler üzerindeki kırâet farklılıklarının çokluğu, onların sayılarının çokluğu makamına kâimdir. Bir âyette farklı kırâet sayısının artması demek, Allah Kelâmı’nın o oranda artması demektir. İçerisinde kaç kırâet farklılığı varsa, o âyetin sayısı o oranda artar. Bu da, Kur’ândaki iycâz (kısa ve özlü anlatım)’ın cemâl (güzellik)’inden başlayıp, i’câz (mucızelık)’ın kemâl (üstünlük)’ine kadar ulaşan bir belagat, bir içiçelik (tazmin) ve mânânın doruklarına her cepheden birden yükseliş türüdür.”603 Dünya dillerinin hiç birinde böyle bir şey yoktur. Bunlar, kul kelâmının İlâhî mânâları olduğu gibi kapsamaktan âciz kaldığı yerlerde devreye girerler. Bir Ayet-ı Kerîme’dekı farklı kırâet sayısı, o âyetin matematiksel sayısını belirleyen katsayı demektir. Çünkü bir âyet üzerindeki her farklılık, o âyete farklı ve yeni bir mânâ katar. Yeni katılan her mânâ farklılığı da içerisinde yer aldığı âyetin sayısını ve hükmünü katlayan bir çarpandır. Meselâ bir âyette üç ya da beş farklı kırâet söz konusu ise, bu âyetin mânâsı, söz konusu kırâetlerden bırmın var, öbürünün yok, diğerinin var daha öbürünün yok olması ve tersi ihtimâllerle birlikte bir de bütün bunların bıleşkelerıyle: 3×3=9 ve 5×5=25, bir de bunların bileşkeleri şeklinde kat kat katlanır gider. “Müfessir; bu ihtimâllerin hepsini aynı ölçüde değerlendirmek, her birine aynı değeri atfederek birbir belirleyip, Murâd-ı ilâhî’nin hakkını, her kırâet ve bileşkeleri ölçüsünde ayrı ayrı ve yerli yerince vermek zorundadır. Çünkü her sahih kırâet başlıbaşına bir âyet hükmündedir. Bunlardan hiç biri diğerine ne eş değer sayılabilir, ne tercih edilebilir ve ne de biri diğerinden üstün tutulabilir.604 Ayrıca, bazı farklı kırâetler bazı kırâetlerı, hattâ bazı âyetleri tefsir eder; kapalı bir mânânın açıklanmasında ve bazı tefsir problemlerinin çözülmesinde müfessire yardım eder.

603 İbnü Âşûr, Muhammed Et-Tâhrir, Et-Tâhrir Ve ‘t-Tenrîr Mine 7-Tefsîr: 1/51 vd. Ez-Zerkânî Muhammed Abdü’l-Azîm, Menâhilü’l-Irfan Fî Ulûmil-Kur’ân: 1/142. Bâzmûl, Dr. Muhammed b. Ömer b.Salim, El-Kırâât Ve Eseruhâ Fi’t-Tefsîri Ve’l-Ahkâm: 1/381-384.
604 Bâzmûl, Dr. Muhammed b. Ömer b. Salim, El-Kırâât Ve Eseruhâ Fi’t-Tefsîri Ve’l-Ahkâm: 1/382.

Ecdadımız bu sahada da birçok eserler yazmış; mütevâtir, meşhur ve şâz kırâetlerı sağlam senetleriyle bir bir tesbît ederek, bizlere intikâl ettirmişlerdir. Mütevâtir ve meşhur kırâet demek, mahz-ı Kur’ân demektir. Bunlardan herhangi biriyle kdınan namaz, öbürüyle kdınandan farksızdır ve hepsi de caiz ve geçerlidir. Bunların bir tekini inkâr etmek, bütün Kur’ân’ı inkâr etmek demektir. Yoksa, bazılarının zu’mettikleri gibi kırâetler, asla Kur’ân-ı Kerîm’m tahrifata uğradığının delilleri değil, tam aksine Kur’ân-ı Kerîm’ın kul kelâmı değil, Allah Kelâmı olduğunun delilleridir. Kul söyleyiş ve sözcüklerine sığmayan ilâhî mânâların kaybının, farklı söyleyişlerin katılımıyla önlenmesi olayıdır. Kur’ân Metni’nin uydurma olduğunun değil, tam tersine; değil lafız, zerrece anlam kaybına izin ve imkân vermeyen bir eşsiz mu’cize olduğunun delilleridir. Nitekim insanların sözlerinde böyle bir durum, hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Olması da mümkün değildir. Bu sayede Levh-i Mahfuz, zerrece kayba uğramadan ayniyle yer yüzüne intikâl ettirilmiştir. Yeryüzünde böyle bir beşerî metnin bulunup gösterilmesi kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bütün güvenilir âlimlerimizin dedikleri gibi, “Bütün kırâetler, bütün farklılıklarıyla Allah Kelâmı ‘dır. Beşerin bunlara hiçbir müdâhalesi ve katkısı söz konusu değildir. Aksine bunların hepsi hiç bir haricî müdâhale olmaksızın Allah Te’âlâ katından Rasûlü’ne indirilmiştir. Rasûlüllâh (S.A.V.) ‘den de sözlü (ses) olarak, hiç bir müdâhale yapılmaksızın Ashâb-ı Kiram’a iletilmiştir. Gerek Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlüllâh’ın diliyle: “(Yâ Muhammedi.) Benim Kur’ân’ı kendiliğimden değiştirmem diye bir şey yoktur de!” emr-i ilâhîsi, gerekse değişik lafızlarla ve birçok farklı senetlerle Rasûlüllâh (S.A.V.) den farklı kırâetler hakkında gelen “Aynen bu şekilde indirildi.” ve “Bu farklı kırâetlerin hepsi de yeterli ve geçerlidir.”605 gibi birçok naklî delil, sahabe uygulamaları, nesiller dolusu kâriler, mukrîler, yüzlerce kırâet ve binlerce tefsir, usûl, kelâm ve fıkıh kitaplarında yer alan kırâet farklılıklarından doğan yüzbinler ve milyonlarca farklı mânâ, yorum ve hükümler yok sayılabilir ya da yok edilebilir mi ki; kimi globalist(l), ilâhiyatçı çevreler, Kur’ân Kırâetlerının tümüyle inkârı ve hafife alınması yönünde yaptıkları yakıştırma ve iftiraları birer diyet borcu karşılığı ya da dünyalık mevkî ve menfaatler trapleni yapabiliyorlar?! Filizlenmesi muhal olan bu çürük tohumlardan meded umuyor ve kendilerini iğfal eden frenk fnansörlerınden aptalca ödül ve âferîn bekleyebiliyorlar?! Dîn ticâreti, îmân feragati ve mukaddesat satışının bu iğrençlik derekesine düşmüş olmasının, bu Dîn-i Mübîn’den vazgeçmiş olmaktan başka hiçbir şeyle îzâh edilebileceğini zannetmek herhalde safdillik olur.

605 Ez-Zerkânî Muhammed Abdü’l-Azîm, Menâhilü’l-Irfan Fî Ulûmil-Kur’ân: 1/145-146. Bâzmûl Dr. Muhammed b. Ömer b.Salim, El-Kırâât Ve Eseruhâ Fi ‘t-Tefsîri Ve ‘l-Ahkâm: 1/375-376.

7)-İ’râb İlmi:

Yukarıda sözünü ettiğimiz Lügat, iştikak, Sarf ve Nahv ilimlerinin hepsi I’râb Ilmi’ne hizmet eder. Mezkûr dört ılmm verilerinin pratiğe aktarılmasıyla, her türlü cümle kuruluşunun özellikleri, cümleleri oluşturan unsuların incelikleri ve âyetlerin bütünü ve parçaları üzerinde mânâya etki ve katkıları bu ilmm hassas terâzîsmde tartılır. Bir bakıma bu, türkçemizde “cümleyi öğelerine ayırma” denilen gramer uygulamasının her bir öge ve öğeyi oluşturan birimlerin mânâya katkılarını gözden kaçırmadan, baştan sona Kur’ân’a tatbîki demektir. Bu sayede İlâhî mânâların kayba uğraması önlenmiş olur. İ’râbü’l-Kur’ân konusunda da pek çok eserler yazılmıştır. Ulaşabildiğim kadarıyla, yazmalarının tanıtımıyla birlikte, küçüklü büyüklü mahtût, matbu’ ve yazarı ya da adı meçhul 76 İ’râbü’l-Kur’ân kitabını tanıttığım “İ’râbü’l-Kur’ân Literatürü” adlı çalışmam henüz basılmamıştır. Bu kitaplar çoğu kez kırâet farklılıklarını da göz önüne alarak, Kur’ân âyetlerini sırayla baştan sona bir bir öğelerine ayırıp, mânâlarını mce terâzîde tartan kitaplardır. Çoğu kaybolmuş, birkaçı el yazması olarak kütüphanelerde çürümeye terk edilmiş, çok azı da basılmıştır. Bunlardan Mekkî b.Ebî Tâlib’m (437/1045) “Müşkilü İ’râbi’l-Kur’ân’ı, İbnü’l-Enbârî’nın (577/1182) “Ğarîbü İ’râbi’l-Kur’ân”ı ve El-Ukberî’ nın (616/1219) “İmlâ’ü Mâ Menne Bihî’r-Rahmân Min Vücûhi’l-İ’râbi Ve’1-Kırââti Fî Cemî’il-Kur’ân” adlı meşhur esen defalarca basılmıştır. Bunlardan özellikle Ukberî’nm kısa ve özlü İ’râbı, medreselerde asırlarca baştan sona okutulmuştur. Es-Sefâkusînm (742/1342) “El-Mücîd Fî İ’râbi’l-Kur’âni’l-Mecîd” adlı büyük eseriyle, Semînü’l-Halebî’nın (756/1355) “Ed-Dürrü’1-Mesûn Fî İlmi Kitâbillâhi’l-Meknûn” adlı muazzam eserlerinin çeşitli yazmaları İstanbul kütüphhanelerinde çürümeye terk edilmiş durumdadır. Muhyiddîn Dervîş de on cilltlik “İ’râbü’l-Kur’ân’ mı, Sefakusî ve Semîn”in bu dev yazmalarının mikrofilmlerinden aktarmış olmalı ki, çoğu ifâdeleri bu iki kitabın cümlelerinin tıpatıp aynıdır.

8,9,10)- Belagat İlimleri: (Me’ânî, Beyân, Bedî)

Bu ilimler, büyük ölçüde türkçemızdekı Edebiyat ve Edebî Sanatlar deyince akla gelen ilimlerdir. Kendi içerisinde Me’ânî, Beyân ve Bedi’ ilimleri olmak üzere üçe ayrılır. Bunlardan Me’ânî İlmi: Maksada uygun mânâyı ifâde yönünden, Beyân İlmi: İfâdenin mânâya delâletinin açıklık ve kapalılığı yönünden, Bedi’ İlmi de: Sözün güzelleştirilip etkinleştirilmesi yönünden diziliş tarzı, söyleniş biçimi ve özelliklerini inceler ve öğretir. İmâm-ı Süyûtî bu ilimlerden söz ederken:
“Bu ilimler, müfessirin öğrenmesi şart olan ilimlerin en önemlilerindendir. Çünkü onun, i’câz’ın gereklerini gözetmesi zorunludur. Es-Sekkâkî (626/1228) der ki: “İ’câz konusu çok enteresan bir konudur. Zira bir ölçü ya da tartının doğruluğu “ölçü doğrudur” denince hemen nasıl anlaşılır; fakat metreye vurarak ya da terazi de tartarak gösterilmedikçe doğruluğu anlatılamazsa; “gemicilik ya da gemi kaptanlığı” sözcüğü de nasıl ilk bakışta (kolayca) anlaşılır ama belli bir süre bu işle uğraşıp bir takım alıştırma ve uygulamalar yaparak iyice öğrenmedikçe anlatılamazsa; i’câz meselesi de böyledir. Anlaşılır ama anlatılamaz, hissedilir ama hissettirilemez. Selim fltrat ve sağlam hilkat sahibi olmadan da asla elde edilemez. Bu yeteneği ancak sağlıklı bir duyarlılığa sahip olarak zevk-i selim sahibi olanlar Me’ânî ve Beyân ilimleri üzerinde sürekli uygulama ve alıştırmalar yaparak elde edebilirler.’ İbnül-Hadid (655/1257) de demiştir ki: ” Fasih, daha fasih ve en fasih; bozuk, daha bozuk ve en bozuk söz meselesi delille isbâtı kolay bir mesele değildir, “demektedir.606
Kur’ânTn i’câzı konusunda çoğu âlimlerin birlikte benimsedikleri görüş şudur: “Kur’ân; fesahat ve belagatı. cümlelerinin biribirini kucaklaması ve âyetlerinin birıbiriyle uyuşmasıyla eşsiz ve mu’cîz’dir. O’nun bu yönünü bu üç belagat ilmini iyi bilen kimselerden başkası göremez.
Zemahşerî (528/1133) bu ilimlerde akranını geride bırakmış ve adetâ tek başına bir ümmet olmuştur. O’nun mezhebini (mu ‘tezile) destekleyen ve karşı çıkan her insaflı kişi, bunun böyle olduğuna el birliğiyle tanıklık etmişlerdir. Ondan sonra gelen bütün müfessirler onun ilminden alıntılar yapmış ve tefsirinden büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Bunun sırrı; onun, Kur’ân’in belagat sırlarını açığa çıkarma konusunda, müfessirler kervanına katılanlar kafilesinin önderi (lideri) oluşudur.”607

606 Es-Suyûtî, El-İmâm Celâlüddîn Abdurrahmân, El-ltkân Fi Ulûmi’l-Kur’ân: 2/181.
607 Fevde, Dr. Mahmut Besyûnî, Neş’etü’av’il-Mezâhibi’l-îslâmiyye: 33 Atba ‘atü ‘l-Emâne, Mısır-1986.

O, tefsîn’nın mukaddimesinde müfessır için belagat ilminin gereğinden söz ederken sitayişle CâhızTn (255/869) şu sözlerini aktarır:
“Bir fakîh, her ne kadar fetva ve ahkâm ilimlerinde akranından üstün gelse de; bir kelâmcı, söz sanatlarında dünyanın bütün ediplerini dize getirse de; bir şifahî kıssa ve tarihî hikayeci İbnül-Karriyye ‘den 608 daha üstün hafıza gücüne sahip olsa da; bir vaiz, Hasen-i Basrî’den (110/728) daha etkili va’z-u nasihat etse bile; bir nahivci, Nahiv İlmi’nde Sîbeveyh ‘ten daha üstün olsa ve bir lügatcı (dilci) bir çok dilleri iki çenesinin gücüyle sakız gibi çiğnese bile, bunların hiçbiri ne bu yollara (edebî inceliklere) girmeye cesaret edebilir, ne de bu belâğî gerçeklerden hiçbirinin deryasına dalabilir. Bunu yapsa yapsa, ancak Kur’ân’a özgü Me’ânî ve Beyân İlimlerVnde parlayan ve bu ilimleri elde etmek için uzun zaman harcayan, oradan buradan (incilerini) toparlamak için bir ömür harcayan, Kitâb-ı İlâhî’nin sırlarına vâkıf olmak için büyük gayretler sarfeden ve Rasûlüllâh’ın mu’cizesini aydınlatmak sevdasıyla yanıp tutuşan kimse yapar. “609

608 Kıssa ve hikâye ezberleyip anlatmada dillere destan olmuş bir isim.
609 Ez-Zemahşerî, El-Keşşâf Hakâiki Gavâmızı ‘t-Tenzîl: Mukaddime 2/2.

Biz eski ve yeni bütün müfessırlere şöyle bir göz atarsak, bunlardan tefsîr sahasında belli bir yer yapabilmiş olanlarının başarılarının hep, bu üç belagat ılmındeki maharetlerine dayandığını görürüz. Hiç kuşkusuz onlar bu başarılarını, arap dilinin inceliklerine yeterince vâkıf olmalarına, üslûplarının derinliklerine nüfuz etmiş, bu sahadaki üstün kabiliyetlerini değerlendirmiş ve melekelerini geliştirmiş olmalarına borçludurlar. Dolayısıyla bir tefsir adayı bu ilimlerde ne kadar mâhır olursa, Allah’ın Kelâmı’nın hakkını o kadar iyi, o kadar isabetli ve o kadar etkili bir biçimde verebilir.
İşte müfessir adayının bilmesi zorunlu dille ilgili belli başlı ilimler özetle bunlardır. Dînle ilgili ilimlere gelince, onları da: Usûlü’d-Dîn, Usûlü Fıkh, Esbâb-ı Nüzul, Nâsih Mensûh, Fıkh, Hadîs ve Vehbî İlimler olarak sıralayabiliriz.
Şimdi de sırayla bu ilimleri bir nebze tanımaya çalışalım.

11)- Akâid İlmi:

imân, “O’na ancak mutahher (temizlenmiş) olanlar dokunur”610 fermânınca temizliktir; inkâr ise, “Müşrikler, pisliğin ta kendisidir”611 fehvasınca katkısız pisliktir. Allah Kelâmı’nın bulunduğu Levh-i Mahfûz’un yakın semtine nasıl Mutahher Melek’lerden başkası yaklaşamazsa, Kur’ân-ı Kerîm’m de, içine girip esrarını incelemek şöyle dursun, kılıfına bile ancak tertemiz eller ve arınmış diller dokunabilir. Dolayısıyla müfessir adaylarının herşeyden önce kendilerinin küfür ve şirkin pisliklerinden tamamen arınmış olması ve sağlam bir îtıkâdla bütünüyle Kur’ân’a inanmış olması şarttır. Çünkü pisliğin doruk noktasında küfür, yanı Yaratanını tanımamak yer alır. İnsan tanımadığı bir varlığın sözlerine gereği gibi inanmaz ki, hakkıyla anlayabilsin; anlamaz ki, lâyıkıyla açıklayabilsin! Öyle ise, Allah’ın Kelâmı’nı tefsire kalkışmadan önce, O’na bütün sıfat ve nitelikleriyle candan inanmış olmakla beraber, dini ilik ve dinsizliğin doğru ölçülerini, îmânlılık ve imansızlığın şaşmaz sınırlarını, kitaplılık ve kitapsızlığm sağlıklı kıstaslarını, Allah ve Rasûlü için vâcib, caiz ve müstehîl (imkânsız) olan şeylerin, neler olduğunu tam ve doğru olarak bilmesi; bir Semavî Kitâb’ın gerçek Semavî Kitâb olma niteliğini koruyup korumadığını, gerçek Semavî Kitâb olma niteliğini yitirmişse, nasıl ve neden yitirdiğini ve bütün bunların hassas ölçütlerinin neler olduğunu en ince detaylanrına kadar öğrenmiş olması zorunludur. Eğer aday, bunları bütün incelikleriyle bilmezse, gelmiş geçmiş semavî dinlerle kitaplarını ve bunların yerini alan İslâm’ın ve Kitabı’mn konumunu yeterince anlaması mümkün olmaz. Onun ıçm gerçek dînin şaşmaz ölçülerim, geçilmez sınırlarını, hakîkî Semavî Kitâb’ın bütün incelik ve niteliklerini tüm detaylarıyla bilmeyen bir kimsenin Kur’ân âyetlerini sağlıklı bir şekilde anlaması beklenemez. İnsanın kendisinin tam olarak anlayamadığı bir şeyi, başkalarına gereği gibi anlatmayı başarması da düşünülemez. Kur’ân’dan önceki semavî kitaplar varken, Kur’ân’a neden gerek duyulduğunu da yeterince îzâh edemez. Örneğin, hem îmânın hem gerçek dînin şartlarının en başında gelen ve İhlâs sûresinde en vecîz ifâdesini bulan olmazsa olmaz şart: “vahdâniyyet sıfatı” nı, Allah’ın mutlak tekliğini, her şeyin biricik yaratanı olduğunu, ne doğduğu ve ne de doğurduğunu, herşeyin kendisine muhtaç olduğu, fakat kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını ve
bütün bu özelliklerin en ince ölçüt ve sınırlarını yeterince bilmeyen bir kimsenin, “Allah Meryem’in oğlu Mesih’in ta kendisidir, diyenler kesinlikle kâfirdirler.”612 âyeti; “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kesinlikle kâfirdirler. Oysa bir tek ilâh (olan Allah) ‘ tan başka kesinlikle hiçbir ilâh yoktur.”613 âyeti; “Yahudiler, ‘Uzeyr Allah’ın oğludur’ dediler..”614 âyeti; “Hıristiyanlar, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler…”615 âyeti ve “Allah’a ortak koşan: (müşrik)’ler sâdece pis değil, pisliğin bizzat kendisidirler…”616 gibi âyetleri anlamasına imkân yoktur. Sonra: “Ey peygamber! Kalpleri îmân etmediği halde, ağızlarıyla “inandık” diyen kimseler var ya…Onlar, (Allah’ın) sözleri (ni) yerli yerince aldıktan sonra yerlerinden kaydırıp değiştirirler. (Böylece, kendi uydurdukları sözleri Allah Kelâmı olarak göstermek suretiyle insanları kandırır ve onların hak yolu bulmalarına engel olurlar.) Onlar için dünyada rezillik, âhir ette de büyük bir azap vardır. 617 âyetini; “(Ey Müslümanlar!) Onlar (ehli kitâb)’ın bir grubu, Allah’ın Kelâmı’nı işitmiş, iyice anladıktan sonra, bile bile O’nu tahrif etmiş kimseler oldukları halde, siz onların size (kolayca) inanmalarını mı bekliyorsunuz?!”618 âyeti, ve benzen âyet-i kerîmeleri, kendisinin hakkıyla anlaması mümkün değildir ki, başkalarına açıklayabilsin!. Bir Semavî Kitâb’m Allah Kelâmı olarak değerlendirilebilmesi için hangi nitelikleri taşıması gerektiğini bilmeyen bir kimsenin, bu ve benzen âyetleri hakkıyla anlaması düşünülemeyeceği gibi, bunlar üzerinde başkalarını aydınlatması da asla beklenemez. Hele tefsirini yapmak istediği Kıtâb’a inanmıyorsa, hiç beklenemez. Hele hele O Kıtâb’ın ortadan kaldırılması için düşmanları tarafından finanse edilen bir münafık ise hiç mi hiç beklenemez.

610 Vâki ‘a Sûresi, Âyet: 79.
611 Tevbe Sûresi, Âyet: 28.
612 Mâide Sûresi, Âyet: 17 ve 72.
613 Mâide Sûresi, Âyet: 73.
614 Tevbe Sûresi, Âyet: 30.
615 Tevbe Sûresi, Âyet: 30.
616 Tevbe Sûresi, Âyet: 28.
617 Mâide Sûresi, Âyet: 41.
618 Bakara Sûresi. Âyet: 75.

12)-Usûlü Fıkıh:

İlâhî Nass’ların çeşitlerini, Mücmel, Mübeyyen, Mutlak, Mukayyed, Müşkil, Hafiy gibi türlü niteliklerini, lafızların mânâlara delâlet yönlerini, Emir ve Nehy gibi türlü taleblerin farz mı, vacip mi, haram mı helâl mı, Mubah mı, Müstehab mı olduklarını ve bütün bunların hassas ölçü ve dayandığı şaşmaz esâslarını bilmeden Allah ve Rasûlü’nün Kelâmı üzerinde, özellikle de ahkâmla ilgili nasslar üzerinde hiç kimsenin söz etmeye asla hak ve salâhiyeti yoktur. “Namazı kılınız, orucu tutunuz”619 da Allah’ın kullarına verdiği iki emirdir; “Yeyiniz, içiniz”620 de… Ama bunlardan ilk ikisi farz; diğer ikisi mubah anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’dekı böylesi emir – nehıy ve benzen – türlü ifâde tarzlarının hangi anlamlara geldiğinin hassas usûl ve ölçülerini müfessır adayına öğretecek olan çetin ilmin adı “Usûlü Fıkh”621tır. İyi bilinmelidir ki, bütün bunları tüm şartlarıyla, büyük bir uzman ve seçkin bir otorite seviyesinde hazmederek hakîkî ulemâ ve samîmî ümmet nazarında hilâfsız ve tereddütsüz gernçek müctehitlik makamını iktisâb etmeden, Kur’ân ve Hadîs’in, özellikle ahkâmla ilgili, nassları üzerinde konuşanlar; kendilerini hâşâ, Sâri’ yerine koymakta ve kendi kafalarından yeni bir dîn uydurma derekesine düşmektedirler. Böylelerinin âyet ve hadîsler üzerinde konuştukları şeyler, Allah ve Rasûlü’nün muradına tam isabet kaydetse bile, kesinlikle yanlış sayılır. Çünkü böyleleri tamamen kendi hayalhanelerinden konuşmakta, söylediklerinin doğruluğunu isbâtlayacak hiçbir delîle sâhib bulunmamaktadırlar. Söylediklerinin binde biri isabet kaydetse bile, çoğu yanlış olacaktır. Bunca yanlışın arasına karışmış bir iki doğrunun bin hatâ içerisinden seçilip çıkartılması mümkün değildir. Çıkartılsa bile doğruluğunu isbâtlayacak delîl bulma imkânı da yoktur. Zira insan aklı, mutlak hakîkatı bulabilecek yetenekte yaratılmış olsaydı, yüce Yaratıcı’nın ne peygamber ve ne de Kitâb göndermesine gerek kalırdı. İşte bunun için olmalı ki, Rasûlüllâh (S.A.V.) Efendimiz: “Kim Kur’ân’ı kendi görüşü (re’yi) ile tefsir ederse, (bilinsin ki), tam doğruyu tuttursa bile kesinlikle yanılmıştır. “622 buyurmaktadır.

619 Bakara Sûresi, Âyet: 43.
620 Bakara Sûresi, Âyet: 60.
621 Ebû Hayyân, El-Bahru’l-Muhît: 1/6.
622 Tirmîzî, Tesîr: 1. Sahıh-ıı Müslim, Münâfıkûn 40. Ebû Dâv’ûd, İlm: 5. Dârimî, Mukaddime.20. Ahmedb. Hanbel: 5/115.

13)-Esbâbü’n- Nüzul İlmi:

Bilindiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm, 23 seneye serpiştirilmiş, bu uzun süre içerisinde, birey ve toplum hayâtına uyarlanmış, emsali görülmedik bir uygulamalı öğretim ve muhataplarının bütün zaman ve mekânlarını, tüm duygu ve düşüncelerini kapsayan canlı bir eğitim şeklinde parça parça, sındıre smdıre indirilmiştir. Bu ortamda yaşanan olayların yorumları, karşılaşılan sorunların çözümlen, ve sorulan soruların cevapları olarak inen âyetler; bu âyetlerin Rasûlüllâh tarafından yapılan açıklamaları ve sahabelerin uygulamada peygamberlerinin gözetiminde karşılaştıkları olayların durum, konum ve safhaları, hep bir bir tesbît edilmiştir. Bunların tümüne birden: “Esbâb-ı Nüzul” adı verilmiştir. Bütün bu malzeme, âyetlerin açıklaması ve doğru değerlendırılebılmesmde en başta yer alan dayanak ve kaynaklardan olduğu için, müfessır adayının âyetlerin ‘Nüzul Sebeplerimi avcunun içi gibi bilmesi şarttır.
Bunu bir örnekle daha belirgin hâle getirmek gerekirse, diyebiliriz ki: Değil bir müfessir adayı, herhangi bir insan bile: “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz yönelin, Allah’ın kıblesi oradadır.”623 âyetini okuduğu zaman; bundan, bütün yönlere yönelerek namaz kılınabileceğini anlar. Birkaç âyet sonra: “(Yâ Muhammedi, artık namaz kılarken) yüzünü Mescid-i Haram (Kabe) tarafına dön”624 âyetini okuduğu zaman, çelişkiye düşer. Haklı olarak: “Bu nasıl Semavî Kitapmış?! Bir sözü bir sözünü tutmuyor, bir “istediğin yöne dönebilirsin” diyor; bir “Kabe’ye dön” emri veriyor, diyebilir. Oysa eğer bu kimse, baştaki: (feeynema …): âyetinin ne sebeple, ne gibi olaylar üzerine ve hangi problemleri çözmek ıçin indığini belirleyen Sebeb-i Nüzûl’le ilgili bilgileri önceden öğrenmiş olsaydı, kesinlikle böyle bir yanılgıya düşmeyecekti.

623 Bakara Sûresi, Âyet: 142.
624 Bakara Sûresi, Âyet: 144.

Bu âyet-i kerîmenin Sebeb-i Nüzûl’üyle ilgili nakillere şöyle bir göz attığımız zaman, Sebeb-i Nüzûl’ün ne kadar önemli olduğu bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır.
Alimlerimiz (feeynema …) âyetinin nüzul sebebi üzerinde farklı görüşler benimsemişlerdir. Bunlar özetle şu şekilde sıralanabilir:
1)-Âmir b. Rabî’a demiştir ki: “Karanlık bir gecede Rasûlüllâh (S.A.V.)’le birlikte bulunuyorduk. Kıblenin ne tarafta olduğunu bilmiyorduk. Her birimiz kendi tahmînince değişik yönlere doğru namaz kıldık Sabahladığımızda, Rasûlüllâh (S.A. V.) ‘e durumu anlattık. Bunun üzerine (&\ *lj £â I _fe UJJÎ) ayeft nazil oldu, ” 625
Alimlerimizin büyük çoğunluğu da buna dayanarak kapalı havada kıble dışı yönlere doğru namaz kılıp da bilâhare kıblesinin yanlış olduğunu anlayan kimsenin namazının câız olduğuna kail olmuşlardır. Yalnız İmâm-ı Mâlik, “istikbâl-i kıble” namazın şartlarından olduğu için, eğer namazın vakti geçmeden kıblenin yanlış olduğu anlaşılırsa, bu namazın vakti içerisinde iade edilmesinin müstehap olduğunu söylemiştir.
2)-Müslim’in tahrîc ettiği bir hadîste Abdullah İbnü Ömer şöyle demiştir: “Rasûlüllâh (S.A.V.) biniti üzerinde Mekke’den Medine’ye giderken, yüzünün (her) döndüğü yöne doğru namaz kıldı. Ve bu konuda: (feeynema…) âyeti nazil oldu.”626

625Tirmîzî, Salât: 140. İbn-ü Mâceh, İkâme: 60. Kıtrtubî, El-Cami’ Lı Ahkâmı 7 Kur ‘an: 2/80.
626Buhârî, El-Amelü Fi’sSalâti 15. Taksir: 7, 40. Ahmedb. Hanbel: 3. 126. 251, 288. Kurtubî. El-Cami’Lı Ahkâmı’l Kur’an: 2/80.

Buna göre, âlimler arasında, binek üzerinde hareket hâlinde her yöne doğru nafile namaz kılmanın câız olduğu hususunda hiç bir ihtilâf yoktur. Büyük tehlike, şiddetli korku, mutlak zaruret ve sefer dışında, istikbâl-i kıble şartı yerme getirilmedikçe farz namazların kılınması câız olmaz.627
3)-Katâde (117/735) de: “Bu âyet, Necâşî hakkında nazil oldu. Zira Rasûlüllâh (S.A.V.) Necâşı vefat edince müslümanlan şehir dışında Necaşî için cenaze namazı kılmaya davet etti Müslümanlar- “Bizim kıblemiz dışında bir kıbleye yönelip namaz kılarak ölen bir adamın üzerine biz nasıl cenaze namazı kılarız?” düşüncesiyle tereddüde düştüler. Bunun üzerine bu âyet nâzıl oldu. demiştir.628
Bu Sebeb-i Nüzul de gurbette vefat etmiş (garîb) ğâib’ in gıyabında cenazesinin kılınabileceği hükmünü getirmiştir.

627 Kurtubî, El-Cami’ Li Ahkâmı 7 Kur ‘an: 2/80.
628 Kurtubî, El-Cami’ Li Ahkâmi 7 Kur ‘an: 2/81.

4)- Rasûlüllâh (S.A.V.)’in Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılması yahûdîlerin hoşuna gidiyor ve: “-O, ancak bizim sayemizde (kıblemizle) doğru yönünü (hidâyet) buluyor.’ diyorlardı. Müslümanların kıblesinin Mescid-i Aksâ’dan Ka’be-i Mu’azzama’ya çevrildiğini görünce: “Onları şimdiye kadar yönelmekte oldukları kıblelerinden (Ka’be’ye) döndüren nedir?!” diyerek, kıblenin tahvilinden rahatsız olduklarını ortaya koydular. Bunun üzerine Cenâbu Hakk bu âyet-i kerimesıyle, her şeyde olduğu gibi, kullarının kendisine nasıl kulluk ve ibâdet edeceklerini belirlemekte de tamamen hür olduğunu; onlara dilediği ibâdet şeklini emr edebileceğini; doğu- batı, güney-kuzey… her ne yönde, her ne varsa, hepsi kendisine âıt olduğu için; kullarımnın, dilerse Beyt-i Makdis’e doğru, dilerse Ka’be-i Mu’azzama’ya doğru yönelerek kendisine ibâdet etmelerini isteyebileceğini ve: (la yusel amma yefal) olup, “Hikmetinden suâl olunamayacağını” beyân buyurdu.629
5)- Mücâhid ve İbnü Cübeyr’den gelen bir rivayette de şöyle denilmiştir: ‘ Bana du’â edin ki, ben sizin du’anızı kabul edeyim. “630 âyeti nazil olunca sahabeler: “-Nereye doğru (yönelerek du’â edeceğiz)?!..” diye sordular. Bu soruya cevap olarak: (feeyneme…) âyeti nazil oldu.”
6)- Bir kavle göre de: “ifa âyet, Hudeybiye savaşı yapılacağı sene, Peygamber (S.A. V.) Un Beyt-i (Mu ‘azzama) ‘yi ziyaret (hacc) etmesi engellendiği zaman nazil oldu. Ve böylece mü ‘minler bundan ganîmetlendiler, yararlandılar. “631

629 Kurtubî, El-Cami’ Li Ahkâmı 7 Kur ‘an: 2/82.
630 Gafır Sûresi, Âyet: 60.
631 Kurtubî, El-Cami’ Li Ahkâmi 7 Kur ‘an: 2/83.

Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlüyle ilgili daha başka nakiller de vardır ama; şimdi yukarıda sıraladığımız bu nüzul sebeplerinden her hangi biri göz önüne alınırsa, daha yukarıda sözünü ettiğimiz tutarızlık, çelişki ve tereddüde, değil bir müfessır, sıradan bir câhil bile kesinlikle düşmez. Üstelik açıkça görüldüğü gibi, her bir Nüzul Sebebi de -ki, bir âyet birkaç sebebe bağlı olarak nâzıl olabileceği gibi, nüzulü de tekerrür edebilir- Muhammed Ummeti’ne, değişik durumlar karşısında uygulanması gereken ilâhî hükümlerin neler olacağının delillerini verdiği gibi; farklı koşullarda insanların karşısına çıkabilecek çeşitli problemlerin çözümleri için gerekli ip uçlarını da vermektedir.

14)- Nâsih ve Mensûh İlmi:

Kur’ân-1 Kerîm’in bazı âyetleri bazı âyetlerinin hükmünü yürürlükten kaldırır. Buna teknik ta’bîrıyle “Nesh” denir. Nesh, önce gelen bir nass’ın hükmünü, daha sonra gelen bir nass ile kaldırmak demektir. Müfessir adayı eğer tefsîr edeceği âyetlerin hangisinin hükmünün kaldırılmış, hangisinin yürürlükte kalmış olduğunu bilmezse; hükmü kaldırılan âyeti yürürlükte, yürürlükte olan âyeti de geçersiz zannederek Ahkâm-ı Ilâhiyye’yi ters yüz edici bir açıklama yoluna girebilir ki bu, takdir edileceği gibi, büyük hatâlara yol açacak ve sonuçta dîni tersyüz edecektir. Nitekim, Fatiha sûresinden başlayarak, Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün nâsih ve mensûh âyetleri muntazam bir şekilde sıralayarak değerlendirdiği Nâsıhu’1-Kur’âni’l-Azîz Ve Mensûhihî adlı eserinde Hıbetüllâh İbnü’l-Bârızî (738/1337) de Nâsih ve Mensûh İlmı’nı: “Allah Te’âlâ’nın Kitabını tefsîre kalkışmanın cevazının, kendisini bilmeye bağlı bulunduğu ilim”632 diye ta’rîf etmektedir. Hz Alî (R.A.)’dennakledilen bir rivayette, Kerremellâhü Vecheh. bir mescide girmiş, orada insanları (cehennem azâbıyla) korkutarak (bir rivayete göre bir takım kıssalar anlatarak) va’z eden bir kimseyle karşılaşmış ve (Bu adam ne yapıyor? anlamında) “Bu ne!..” diye sormuş, “-insanlara nasihat eden bir adam” demişler. Hz.Alî: “(Yanılıyorsunuz), bu adam; insanlara nasihat eden biri değil; “Ben falan oğlu filanım, beni tanıyın diyen biri…” karşılığını vermiş ve bu adamı çağırtarak: Sen Nâsih’ı Mensûh’tan ayırd etmeyi bilirmisin?!..’ diye sormuş. Adam: “-Hayır!..” demiş. Aldığı bu cevâb üzerine Hz.Alî: (Demek ki), sen (şimdiye kadar) hem kendini helak etmişsin, hem de başkalarını helake sürüklemişsin!.. Artık bizim mescidimizden çık ve (bundan sonra) orada insanlara (bir daha) nasîhat etme!” diyerek camiden kovmuştur.633

632 İbnü’l-Bârîzî, Hibetüllâh, Nâsihu’l-Kur’âni’l-Aziz ve Mensûhihî: 19.
633 İbnü’l Cevzî, Abdurrahmân El-Musaffâ Bi Eküffı Ehli’r-Rusûf Min Ilmi’n-Nâsihi Ve’l-Mensûh: 198. Ez-Zerkânî Muhammed Abdü’l-Azîm, Menâhüü’l-Irfan Fî Ulûmü-Kur’ân: 2/70. En-Nehhâs, Ahmed İbni Muhammed, En-Nâsih Ve ‘J-Mensûh: 4.

İbni’l-Bârizî’nin (783/1381) “Nâsihu’l-Kur’âni’-Azîz Ve Mensûhihî” adlı eserini tahkîk eden Dr. Hâtım Salih Ez-Zâmin, tahkikinin mukaddimesinde Nâsih Mensûh’un önemine şu sözleriyle ışık tutmaktadır: “Kur’ân-ı Kerîm’de Nesh konusu islâm Şerî’atı’nın en hassas, en kıritik, en tehlikeli ve en önemli konularından sayılır. Onun için her müslümanın bu yaşamsal Şerî’at’ı savunup koruması ve ateist, misyoner ve müsteşrik düşmanlarına karşı savaşabilmesi için Nesh konusunda tam bir dirayete sâhib olması vâcib olur. Bir kimsenin Kur’ân’ı tefsîr etmesinin caiz olup olmaması, onun Nâsih ve Mensuh’u bilip bilmemesine bağlıdır. Bu nedenle sâlih selefimiz bu konuya büyük bir özen göstermişlerdir.634 Nâsih ve Mensuh’u iyi bilenler dışında hiç bir kimse insanlara asla fetva veremez.” 635

634 Ez-Zâmin, Dr. Hâtım Sâlih Nâsihu ‘l-Kur ‘âni ‘l-Aziz ve Mensûhihî:19.
635 Ahdülkâdhir El-Bağdâdi, En-Nâsihu Ve ‘1-Mensûh: 2.

Buna da küçük bir örnek verrmek gerekirse diyebiliriz ki, Mâide süresindeki: İçki ve kumar şeytânın işleri cümlesinden olan bir pisliktir, onlardan kesinlikle sakınınız.”636 Ve: “Şeytân kesinlikle sizin aranıza düşmanlık sokmak, kin düşürmek ve sizi Allah’ı zikr etmek ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Durum bu olduğuna göre artık siz bunlara (içki ve kumara) son vermiş bulunuyorsunuz değil mi?!”637 âyet-i kerîmelerındekı (ondan sakınınız) emriyle, bu sarih emirden daha kuvvetli ve ayrıca “son vermezseniz karışmam hâ!” dercesine tehdîdle yaptırım zorlaması anlamı da taşıyan: (Şeytânın istediğini yapmak işleyemeyeceğinize göre,) artık içki ve kumara son vermiş bulunuyonsunuz öyle değil mi?!. Yoksa hâla son vermediniz mi?!” şeklindeki baskılı emirleriyle aşağıdaki âyetin nesh edildiğini bilmeyen, içki ve kumarın bu emirlerle kesin olarak haram kılındığından haberi olmayan bir müfessir adayı, ‘Bakara sûresi’ndekı: (Yâ Muhammedi..) Sana içki ve kumarı soruyorlar… De ki, onların ikisinde büyük günah ve (bununla beraber) insanlar için (bir çok) faydalar vardır.” 638 âyetini okuduğu zaman, içki ve kumarın günâhı yanında birçok faydalarının da bulunduğunu düşünerek -zira hükmü nesh edilmiş olan bu âyet, Kur’ân’m baş taraflarında; yukarda verdiğimiz, bu âyetin hükmünü nesh eden âyetler ise ortalarında yer almaktadır -bunların bilâhare haram kılındığını göz ardı edip, bir takım zararları olmakla beraber, pek çok faydalarının da bulunduğunu açıklamak durumunda kalacaktır. Bu da, ilericilik ve modernizm adına sarhoşluğa, ayyaşlığa ve sefalete delîl arayan sömürgeci-müsteşrık ve misyonerler ile, müslüman-ları yok etmek için onlarla işbirliği yapan İslâm düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir işe yaramayacaktır. Son zamanlarda pek tipik örneklerinin içimizden çıktığını sıkça gördüğümüz: “Boş ver, dünyayı sen mi kurta-racaksın?!..Sen önce kendini kurtarmaya bak!” cılar, elbette ki ebedî mutluluğunu dünyalık mevkî ve menfaatlar karşılığında satan bu çifte standart İlâhî (!) delîlcı, ilerici müfessır(!) ve dîn simsarlarının, nesh’ı inkâr ederek yaptıkları ve yapacakları bu tür Sarhoş-Tefsîr ve Müskir-Te’vîrierıyle gurur duyanlar olacaktır. Kadınların erkeklerin önünde ve aralarında saf tutup huşu’ ile (!) namaz kılmalarını toplumun bir kesimine kabullendirdikleri gibi, artık sarhoşların da göğüslerini gere gere: “Oh be!..Bu hocalar ne câhil adamlar-mış!. Meğer bize şimdiye kadar boşuna kan kusturuyor-larmış da haberimiz yokmuş…! Kur’an’da bizim içki ve kumarımızın faydalı olduğuna dâir delîl varmış da, bizden gizlerlermiş..!” diyebileceklerdir bu nesh inkarcılar sayesinde…

636 Mâide Sûresi, Âyet: 90.
637 Mâide Sûresi, Âyet: 91.
638 Bakara Sûresi, Âyet: 219.

Mu’tezilî Ebû Müslim Bahr El-Isfehânî gibi bir akılperestin peşine takılarak, “Kur’an’da nesh yoktur” diye direten büyük âlım (!) ve çağdaş müfessır(!)lerimızın ‘Nâsih’ ve ‘Mensûh’suz Kur’ân âyetlerini biribırıyle nasıl bağdaştırabıleceklerini anlamak, ya da anlayışla karşılamak kesinlikle mümkün değildir. Hangi âyetin hangi âyetle nesh edildiği, hangi âyetin hükmü bakî lafzı mensûh ve hangisinin lafzı bakî hükmü mensûh olduğu, hangilerinin yürürlükten kaldırılmış ve hangilerinin yürürlükte olduğu bilinmeden Kur’ân’m asla tefsîr edilemeyeceği istisnasız bütün İslâm ulemâsı ve mu’teber müfessirlerımizin ittifak ettikleri ve çoğu kimselerin de farkında bile olmadığı hayatî önemi hâiz bir husustur.

15)- Fıkıh İlmi

Bazı âlimlerimiz Kur’ân’daki ahkâm âyetlerinin sayısı konusunda bir takım rakamlar belirlemişlerdir. Tabıatıyle verilen bu rakamlar da hep göreceli oldukları için bırıbirini tutmamaktadır. Kimileri Kur’ân’da 150 kadar ahkâm âyeti var derken, kimileri de 750 ahkâm âyeti bulunduğunu söyler; kimileri de bu az sayıdaki ahkâm âyetine karşın binleri bulan ilim vb.sahalardaki âyetlerin hakkının verilmediğinden yakınır. Oysa hiç dikkat etmezler ki, ahkâm da ilimdir; çoğu kez ahkâm âyetleri, ilmî sırları ve ilim ya da başka saha ile ilgili dediğimiz âyetler de ahkâmı içerir. Bazen de bir tek âyet içerisinde birçok sahayı ilgilendiren delîl, hüküm ve ipuçları mündemiçtir. Sanırım verilen bu farklı rakamlar, kişiye ve kişilerin değer ölçülerine göre değişen göreceli ölçütlerin farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Zira bir âlimimize göre ahkâm âyeti sayılan bir nass, diğerine göre bir kıssa olarak değerlendirilmiş olabilir. Örneğin biri: “Ebû Leheb’in iki eli kurusun.”639 âyetini bir kıssa, Hz.Muhammed’e yapılan bir işkencenin öyküsü olarak ele almış; öbürü de, kıyamete kadar her zaman ve her zeminde gelecek Ebû Lehep tiplilere takınılacak tavır ve uygulanacak ahkâmın delili olarak değerlendirmiştir. Ahkâm âyetleri üzerinde söz söylemek müctehıd ve fukahânın işidir. Dolayısıyla müfessir adayının fukahânın meslek ve meşrebini, kullandığı ıstılah ve ta’bîrleri yeterince bilmelidir ki, böylece ahkâm âyetlerini tefsir ederken, fıkhî terimleri yerli yerince kullanabilsin, âyetleri delîl olarak değerlen-dirişleri ve âyetlerden Allah’ın muradına en uygun hükmü elde edişlerini hakkıyla kavrayabilsin. Ve böylece farkında olmadan kendisini hâşâ Sâri’ yerine koyma belâhet ve felâketine düşürmekten korumuş olsun..

639 Tebbet Sûresi, Âyet: l.

16)-Hadîs İlmi:

Kur’ân âyetlerinin tefsirinde Hadîs ilminin önemi ma’lûmdur. Yalnız âyetleri açıklamak için kullanılacak hadislerin önemi kadar, kullanılacak hadîslerin sahîh olmaları da önemlidir. Çünkü Peygamberin ağzından çıkmayan, yanı gerçek hadîs olmayan şeyleri gerçek hadîsmiş gibi âyetlerin açıklamasında kullanmak, Kur’ân’in bir başka tür tahrifinden başka bir şey değildir. Onun için müfessirin “Sahîh, za’îf, mevzu’…” vb. hadisleri birbirinden ayırmasını bilmesi, gerek sened ve gerekse metin tenkîdi’nın inceliklerini iyice kavramış olması şarttır.

17)-Vehbî İlim:

Bu ilim Cenâbu Hakk’ın ilmiyle amel eden ıhlâslı kullarına bahşettiği Hakk vergisi bir ilimdir. Allah Te’âlâ bu ilim türüne “Allah’tan (emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan) sakının. Allah size (bilmediklerinizi) öğretecektir.” 640 âyetiyle işaret buyurmuştur.
İmâm Kurtubî de bu âyetin tefsirinde: “Bu, Allah Te’âlâ’nın, emirlerine uymamaktan ve yasaklarını çiğnemekten sakınan muttekî kullarının kalplerinde bir nûr yaratacağına ve bu nurla onları, karşılarına çıkan şeyleri anlama gücüne sahip kılacağına dâir va’didir.”641 demektedir. Rasûlüllâh (S.A.V.) de: Kim bildiğiyle amel ederse, Allah onu; bilmediği şeylerin ilmine vâris kılar, (yani bilmediklerini ona öğretir.)”642 buyurmuştur.

640 Bakara Sûresi, Âyet: 282.
641 Kurtubî, El-câmi’ El-câmi ‘Li Ahkâmı 7 Kur ‘an: 3/406.
642 Es-Suyûtî, El-îmâm Celâlüddîn Abdurrahmân, El-îtkân Fî Ulûmi’l-Kur ‘ân: 2/181.

İmâm Süyûtî de yetkili bir müfessır olabilmenin şartlarından birinin de Vehbî İlim olduğunu kaydettikten sonra: “Belki sen Mevhibe İlmi’ni elde etmeyi imkânsız görürsün” ve “Bu insanın gücü dâhilinde olan bir şey değildir dersin; oysa bu, senin zannettiğin kadar zor değildir. Mevhibe
ilmi’ni elde etmenin yolu, onun esbabına sımsıkı sarılmak, gereklerini hakkıyla yerine getirmek ve elde etmeyi sağlayacak olan amel ve zühd-ü takvayı harfiyyen îfâ etmekten ibarettir.” demektedir. Ez-Zerkeşî de bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Bilesin ki, Kur’ân âyetlerine bakan kimsenin, kalbinde bid’at, kibir, hevâ, veya dünya sevgisi varken; ya da kendisi günahlarda ısrar ederken, îmânı tahkik derecesine ulaşmamış, ya da tahkiki zayıfken, câhil bir müfessirin kavline i’timâd ederken, ya da âyetleri kendi aklına dayanarak tefsir ederken, ne Vahy-i İlâhî’nin mânâlarını anlayabilir ne de ona, Allah ‘in Kelâmı ‘nın sırları açılır… Bütün bunlar, Allah’ın Kelâmı’nı anlamaya engel olan birbirinden beter bir takım koyu perde ve aşılmaz engellerdir. Cenâbu Hakkın: “Yer yüzünde haksız yere büyüklenenleri biz âyetlerimizden (anlamalarını engellemek suretiyle) çevireceğiz.’643 âyeti kerîmesi de bu duruma ışık tutsa gerektir.644

643 A’râf Sûresi, Âyet: 146.
644 Es-Suyûtî, El-îmâm Celâlüddîn Abdurrahmân, El-îtkân Fî Ulûmi’l-Kur’ân: 2/181, 182.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu