Reşid Rıza’nın Taaddüd-Ü Zevcât’ı Yasaklaması- Dr. Hasib es-Samarraî
Araştırıcılar ve müellifler nazarında, taaddüd-ü zevcâtı (birden fazla kadınla evlenme) yasaklama veya sınırlandırma fikrinin Muhammed Abduh’a ait olduğu, bu fikri, onun ileri sürdüğü, bu hususta fetva verdiği ve kendinden sonra da tilmizlerinin aynı fikirleri benimsediği görüşü, yaygın kanaat halindedir. Tilmizlerinin, özellikle Reşid Rıza’nm naklettiği şeylere inanarak bunu böyle kabul ederler.
Fakat biz hakkı kabul ederiz. Onun için Şeyh Muhammed Abduh tarafından taaddüd-ü zevcât hakkında irad edilen sözlerine hususuyla “Taaddüd-ü Zevcât Hakkında İslâm Şeriatının Hükmü” başlıklı meşhur makalesine müracaat edeceğiz. İşte sözleri:
“Şeriat-ı İslâmiyye bir erkeğin kendinde kudret hissettiği takdirde dört kadınla evlenmesini mubah görmüştür.” -sonra da bu çok evlenmeyi, insanların kötüye kullanmalarına büyük bir üzüntüyle işaret ederek- şöyle devam eder: “İşte zenginlerimizin, âlimlerimizin çok evlilik hareketi!.. Sanki onlar Allah’ın, onu meşru’ kılışındaki hikmeti anlamamışlar da sadece şehevî arzularını tatmin ve haz duymak için evleniyorlar. Onun meşru’ kılınışının gerçek anlamından habersizdirler… Bu, şerîat-ı İslâmiyye’nin cevaz vermediği, aklın da kabul etmediği bir şeydir.
Onlara düşen şey, çoğu kere görüldüğü gibi, adalet temin edemeyecekleri takdirde ya “Adalet sağlamaktan korkarsanız bir olanla yetinin.” (249) âyetiyle amel etmeleridir… “Size kadir dan helâl olan miktarda nikâh edin…” âyeti (250) bu âyetle mukayyeddir. Yahut çok evlilikten önce düşünmenizi, şeriat, çoklar arasında adalet ve ülfeti sağlamayı, hanımları lâyık oldukları işlere sürükleyen belâlardan muhafaza etmeyi, hanımını ve çocuklarını zarara sokmamayı ve hanımları ancak bir özre mebni boşanmayı şart koşar. Allah’tan korkan, âdi riata saygı gösteren, hanımlarının haklarına hürmet duyan lik üzere onlarla geçinen, ancak zaruret anında ayrılan erkeklerin yapacağı şeyler, bunlardır. Ve onlar muttaki, fazilet SE kimselerdir, onların tenkid edilecek tarafları yoktur. Şer’an bah sayılan miktarda kadını bir arada bulundurmalarında hangi bir beis yoktur.” Bu metin, 8 Rebîül-evvel 1298 H. ta Mısır resmi vekâyiinde mevcuttur.(251) Bu makaleyi Seyyr za bazı yerlerini hıfzederek tefsirinde nakleder.(252)
Bu, delâleti açık ve Şeyh Muhammed Abduh’a nisbeti tinden açıkça anlaşılıyor ki; bazı müslümanların, taatı zevcâtı kabul ettiğinden dolayı kötü karşılamalarına rağmen bu içtimaî hastalığın tedavisinde, insanların şeriatın ruhu: ve adabından uzaklaşarak, taaddüd-ü zevcâtı men’ eden y sınırlayan sebepleri bilmediklerini söyler, bu hususta sa| ilmi esaslara müstenid İslâm düşüncesiyle hareket eder.
Şeyh Muhammed Abduh’un makalesinden, onun şer’î: larla çelişkiye düşmediği, aksine, İslâmî nasslarla ve icm aynı paralelde olduğu anlaşılır. Reşid Rıza ise tefsirinin b yerinde ve diğer kitaplarında Muhammed Abduh’a nisbet rek nakillerde bulunur ki Abduh, adı geçen makalede söy] sözlerin sınırını aşmıştır. Bunda hiç şüphe yoktur. Der ki:
“Abduh, gayrı resmî olarak fetva verdi ki, zamanın idaresi taaddüd-ü zevcâtı yasaklıyabilir, yahut zarurete binaen sınırlayabilir. Bunu da İslâm fıkhının usul kaidelerinde mevcut “Zarar men’ edilebilir”, “mefâsidi gidermek, masalihi celbetmekten önce gelir.” kaidelerine ve İslâm fıkıh usulcülerince bilinen ıstislah yahut masalih-i mürsele esasına göre yapar.”(253) Sonra Reşid Rıza Muhammed Abduh’dan bu kadar nakille iktifa etmez, taaddüdü zecâtm men’i hakkında üstazdan fetva sadır olduğunu ileri sürer ve okuyucuya, birinci cüzden üstazın tarihini tetkik etmesini tavsiye eder. Fakat üstazm tarihini ve verdiği fetvaları tetkik ettiğimde, kendisinden, taaddüdü zevcâtm men’i hakkında tek bir kelimenin sâdır olmadığını gördüm… Reşid Rıza’nın ibaresi aynen şöyledir: “Bu hususta üstazın bir fetvası vardır ki, onu tarihinin birinci cüzünde zikrettik.”(254)
—————————————————————————————————————————
(249) En-Nisâ, 4
(250) Aynı sure, aynı âyet.
(251) Mustafa Abürrezzak; Muhammed Abduh, s. 97-98.
(252) Ihfsîrü’l-Menâr, 4/27.
(253) Reşid Rıza, Nidâii’l-Cinsi’l-Lâtif, s. 39; Tefsirü’l-Momı; 4/344.
(254) Tefsirii’l-Menâı; 4/368. Taaddüd-ü Zevcât’ın bağlayıcı hukuki bir madde ile men edilmesine Abduh’un müsbet baktığı aslında açıktır (bkz, Aharon Layish, “Modernistlerin İslâm Hukukunun Sekülerleşmesine Katkısı” Itrc. Sami Erdem], Dergâh, Ağustos 1996, c. 7, S. 78, s. 20. Bu makaleyi kitabın sonunda bulabilirsiniz.) (Naşir)
—————————————————————————————————————————
Bence Reşid Rıza’nın Muhammed Abduh’dan sâdır olduğunu söylediği bu fetvanın sıhhati hakkında birçok şüpheler var. Abduh’un tilmizi Kasım Emin, “Kadının hürriyete kavuşması” adlı kitabını hatırladığımızda şüphemiz daha da artar. Kitabı neşrettiği zaman taaddüd-ü zevcât hakkındaki bu tenkidi, Abduh’tan zikrettiğimiz şeylere dayanarak tekrar etti. Hattâ bazıları Kasım Emin’in bu kitabının tab’ edilmeden önce, Abduh’un tetkikinden geçtiğine inanırlar, daha da ileri giderek, Kur’ân-ı Kerîm âyetleriyle ilgili tefsirlerin Abduh’un telifi olduğunu kabul ederler.(255) Fakat bütün bunlara rağmen, Reşid Rıza’nın, bunları Muhammed Abduh’tan naklinde kuvvetli şüpheler hâlâ devam etmektedir. Çünkü Kasım Emin kanunun taaddüdüt zevcâtı yasaklama yahut sınırlamasına taraftar değildir.
——————————
(255) Nitekim M. Ammara, Emin*in mezkûr eserinin ana bölümlerini teşkil eden “şer’i örtünme”, “zivac”, “taaddüd-ü zevcât”, “talak” gibi bahislerini Abduh’a atfeder (Abduh, el-A’mâlu’l-Kâmile Li’l-İmam Muhammed Abdı/h, [tahkik ve takdim: M. Ammara], Beyrut, 1979, e. 1, s. 258-267’ye istinaden nakleden İşcan, a.g.e., s. 61) (Naşir).
——————————-
Zamanın idaresinin taaddüd-ü zevcâtı yasaklıyabileceği veyahut sınırlayabileceği şeklinde Muhammed Abduh’a nisbel edilerek nakledilen bu fikir, umumi efkârın tepkisiyle karşılaşmıştır. Ve bu fikir fıkhî kongreler seviyesinde konuşulur olmuştur.
Taaddüd-ü zevcâtın menedilmesi hakkında Reşid Rıza’nın fikirlerine gelince, onları çelişkili görüyoruz. Bazan yasaklar bazan serbest bırakır, bazan da sınırlandırır. İşte görüşlerin aksettiren sözlerinden pasajlar:
“Taaddüd-ü zevcât, zevcedeki tabiî esasa zıddır. Çünki esas olan, erkeğin bir hanımı almasıdır.”(256)
“Bu meseleleri bilmekle beraber şunu unutma ki, toplumun düzeninin terakki etmesi ve ailelerin mesud olmaları için, ailenin sadece zevceynden, yani bir karı-kocadan teşekkül etmesi lâzımdır. Böyle bir ailede karı-kocadan her biri diğerine derin bir sevgi ve samimiyetle bağlanır.”(257)
“Hülâsa, taaddüd-ü zevcât, asla ve kemâle muhalif bir şey dir. Ruhî sükûnete ve aile hayatının temel rükünleri olan sevgi ve merhamet duygularına ters düşer.”(258)
“Bütün bu mukaddimeleri tetkik edip aslını ve yafer’ini gözönünde bulundurduğun zaman şu neticeye varırsın: Evlilik sa adetinde ve aile hayatında temel esas, erkeğin tek bir hanım olmasıdır. Bu beşerî ilerlemenin tek gayesidir.”(259)
————————————-
(256) Tefsirii’l-Menâr, 4/350.
(257) Tefsirii’l-Menâr, 4/356.
(258) Tefsirii’l-Menâr, 4/356.
(259) Tefsirii’l-Menâr, 4/370.
————————————-
“Bazan taaddüd-ü zevcât millet yararına olabilir. Nitekim harp olan memleketlerde dul kadınlar çoğalır ve fuhuş artar.
İşte bu ve buna benzer taaddüdü zevcâtı mubah kılan sebeplerdir -ki onlar zaruretlerdir- ortaya çıktığı zaman durumun iktizasına göre çok evlilik takdir olunur. Fakat ne yazık ki, erkekler bu işe çoğunlukla şehvetlerini tatmin etmek için başvuruyorlar, yoksa bir maslahata binaen değil. İstenilen esas kemâl ise çok evlilik değildir.” (260)
İlgisi dolayısıyla, Muhammed Ebû Zehra’nın bu konu etrafındaki görüşünü nakletmeyi uygun görüyorum: “Asırlar boyu müslümanlar, İslâm şeriatının, mubah gördüğü şekilde taaddüdü zevcâta cevap veren bir düzenle yaşamışlar, bu hususta herhangi bir zorlukla da karşılaşmamışlardır. Aralarında herhangi bir haksızlık da olmadı… Ne yazık ki, Mısır ve şark dünyası Avrupalı fikirlerin peşine düştü, çok evliliğin manâsını anlamadı. Bazı şarklılar çok evliliğin kadına zulüm ve hakkını çiğnemek olduğuna inandılar, çok evliliği mubah gören âyeti kerîmeye yöneldiler, açıkladığımız gibi onun mübahlığını iki kayıtla kayıtladığını gördüler ve nerdeyse yasağa benzeyen cinsten, onu kayıdlama çağrısında bulundular. Şeyh Muhammed Abduh da derslerinde ve bazı takrirlerinde bu hususta, düşünmeye çağırdı. Toplantılarında bu konuya daldı. Nihayet sözleri bazı talebelerinde tesirini gösterdi, çağrı, meyvesini verdi. Nitekim ölümünden 20 sene sonra taaddüd-ü zevcâtı, zikri geçen iki kazaî kayıtla -Adalet ve infaka kudret- kayıtlamayı içeren görüşler ortaya atıldı. 1926 yılında akdolunan kongrede mes’ele ele alındı. Bu kitabın mukaddimesinde açıkladığımız gibi takdim ettiğim plan, bunu şâmildi. Fakat tetkik ve araştırmalardan, fıkıh adamları ve ehl-i şûranın çeşitli çalışmalarından sonra, yetkililer bu fikirden vazgeçmeyi uygun gördüler…(261)
————————————-
(260) Tefsirü’l-Menâr. 4/358.
(261) Şeyh Merâğî başkanlığındaki “Ahvâl-i Şahsiyyc” kongresinde alman plan.
————————————-
Üstaz Muhammed Abduh’un derslerinde, takrirlerinde ve sohbetlerinde söylediği, bilâhare ölümünden sonra bir tasarı halinde ortaya çıkan, yazarların, bakanların ve siyasîlerin devamlı tekrarladıkları bu düşünce, âyet-i kerîmedeki iki kaydı, kul ile Rabbi arasındaki dinî keyfiyetinden çıkarak, kazâî bir uygulamaya götürüyor. Böylece, tâli evlilik akdini vesikalandıramıyor, onun bir zevcesi var mıdır, deliUendiremiyor… Ancak erkeğin adaletine, zevcesine, çocuklarına ve üzerine nafakası düşen diğer kimselerin nafakasını temin edeceğine kanaat getirirse… Burada şuna kesin olarak işaret edelim ki, âyet-i celîlede veliyyülemri bu iki kaydı tatbik mevkiine koymaktan meneden herhangi bir sebep yoktur. Ve yine Kitapta, Mısır’da veliyyül emrin bu yolu tutmasını yasaklayan bir şey de yoktur. Fakat onun önünde Nebî (s.a.v.)’den ve sahabe asrından, tâ üstaz Şeyh Muhammed Abduh’a kadar uzanan, müslümanlann icmâ-ı var… Resulullah’ın bir kimseyi, sırf infaka kudreti olmadığından yahut adaleti sağlıyamıyacağından dolayı evlenmekten men’ ettiğini bilmiyoruz. Sahabeden de böyle bir şey vaki’ olmamıştır. Onlar zamanında da mutlak adalet ve mutlak kudretin bulunduğunu farz etmek mümkün değil. Çünkü her asırda insanların içinde iyisi de, kötüsü de, âcizi de, muktediri de bulunur.
Haydi bu çetin engeli aşıp haddizatında salahiyetli olana yönelsek, acaba onda herhangi bir salâhiyet bulabilecek miyiz? Tatbik etmek için bir fırsat elde edebilecekmiyiz? Ve tatbik için yolu hazır görebilir miyiz? Şüphesiz yol hazır değildir. Çünkü o zaman kadı adaletle davranacağını ve zulmetmiyeceğini nasıl bilecek? Bu bilinemiyecek bir haldir. İnsanların çoğunun mahkemeden ziyâde evlilikle alâkası vardır. Kadı şâhidlere mi soracak. Ya onların çoğu yalan uydurursa… Yoksa resmî belgelere mi itimad edecek? Sonra geçimini sağlamaya kudreti olmanın ölçüsü nedir?
Sonra bu, karşılıklı anlaşma muamelesine müdahale olup halen yeni kanunlarla yürürlükte olan şeyle uyuşmayan bir şey olur ki bunun caiz görülebilecek bir tarafı bulunabilir mi? Gerçi bunun sebeplerini izah etmeye çalışmışlar, serkeşlikten fakirlikle beraber çok evlilikten ileri geldiğini söylemişlerdir. Fakat istatistikler göstermiştir ki serkeşliklerin çok olmasında çok evlilik sebep olarak görülmemektedir. Bunu söyleyenlerin kesin olarak yalan söyledikleri meydandadır. Çünkü rakamlar en doğrusunu söylerler.
İnsanların ağzında eskiden beri kadın erkek eşitliği dolaşır. Biz buna cevap olarak deriz ki, toplumla ilgili meselelerde hakların ve vazifelerin temeli eşitlik değildir. Tıpkı geometrik ve cebirsel eşitlikler gibi değildir. Bilâkis, içtimaî dengedir, ki haklar ve ödevler verir, toplumun tanzim ettiği biçimde erkek ve kadına, onları dağıtır. Çok evlilik bazan içtimaî bir vazife olur. Nitekim harb sebebiyle erkeklerin sayısında bir azalma olduğu vakit bu durum ortaya çıkar. Farzet ki, sebep muhakkak, o zaman neticeler güzel mi olacak? Çünkü içtimaî meseleler sebepleriyle kıyas olunmayıp, neticeleriyle kıyas olunurlar. Bazan sebep faydalı, netice ise zararlı olur. Bugün için, çok evliliğe engel olmak, Ümmet-i Muhammed’in çoğalmasına zarar verir… Halbuki biz sayıca diğer ümmetlerden çok olma zorundayız. (262)
KÜFÜR VE ŞİRK
a) Küfür kelimesi lügatta, örtmek ve tohumu toprağın altına ektiği için çiftçi anlamına gelir. Nitekim şu âyet de bu manadadır: “Biliniz ki, (Allah’a itaata ve âhiret kazancına sarfedilmeyen) dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlâd da bir çoğalıştır, (nihayet hepsi .yok olur gider). Bu, bir yağmurun haline benzer ki. onun bitirdiği nebat. çiftçilerin hoşuna gider.”
—————————–
(263) Bu âyetin Arapçasındaki, “küffâr” kelimesi, çiftçiler manâsmdadır. “Nîmete küfretti”, “şükrü terketmekle onu örttü” anlamında kullanılır.
(262) Akdü’z-Zcvâc ve Asanı hu, 127-129.
(263) El-Hadid, 20.
—————————–
Küfrün ıstılahı manâsı ise, vahdâniyyet-i ilâhiyyeyi yahut şeriatı yahut nübüvveti inkâr etmektir. “Nimeti küfrânda bulunmak” anlamındaki kullanılışı, dini inkâr etmek manâsındaki kullanılışından daha çoktur.
Bilinen manâsıyla kâfir, Allah’ın birliğini inkâr eden kimseye denir.
b) Şirk, müşareket ise aynı manâyadırlar. İnsanın dinen müşrik olması iki çeşittir: Şirk-i ekber, şirki asgâr.
Şirk-i ekber, Allahü Teâlâ’ya ortak koşmaktır. “Filân Allah’a şirk koştu = ortak koştu” denilir ki bu, en büyük küfürdür. Nitekim şu âyetler bunu ifade ederler:
“Muhakkak ki, Allah, kendine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını, dilediği kimseden mağfiret buyurur (bağışlar).” (264)
“De ki: …Geliniz. Size Rabbiniz neleri haram etmiştir, okuyayım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın…”(265)
Kur’an-ı Kerim şirki -bütün kalıplarıyla- tek bir manâda kullanılır:
Allahû Teâlâ ile birlikte bir ortak kabul etmek. Kur’ân-ı Kerîm’de 100’den fazla yerde böyle zikredilir. Birçok yerde de ehl-i kitap mukabili olarak. Allah’ü Teâlâ şöyle buyurur.
“Andolsun ki, Yahudilerle müşrikleri, mü’minlere düşmanlık bakımından, insanların en şiddetlisi bulacaksın.”(266)
“Ne ehl-i kitaptan olan kâfirler, ne de müşrikler, size Rabbinizden hiç bir hayır indirilmesini sevmez ve istemezler.”(267)
—————————
(264) En-Nisâ. 116.
(265) El-En’âm, 151.
(266) El-Maide, 82.
(267) El-Bakcira, 105.
—————————
“Ehl-i kitap ve müşriklerden o kâfir olanlar, kendilerine açık bir hüccet gelinceye kadar (üzerinde bulundukları dinden) ayrılacak değillerdi.”(268)
“Muhakkak ki, ehl-i kitaptan ve müşriklerden (ibaret) o kâfirler, cehennem ateşindedirler.”(269)
Ehl-i kitab mukabili zikredilen müşriklerle ilgili diğer Kur’ân ayetleri de böyledir. Küfür şirkten daha umumîdir. Nitekim küfür lafzı söylendiği zaman Allah’ın birliğini inkâr manâsına anlaşıldığı gibi, nimeti küfranda bulunmak manâsında da anlaşılır. Allah’ın şu âyeti bu manâyadır:
“Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi arttırırım ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun, gerçekten azabım çok şiddetlidir.”(270)
Bazan da şeriatın rükünlerinden bir rüknü -meselâ hacc gibi- inkâr eden kimseye de ıtlak olunur. Allah Teâlâ’nm şu âyetinde olduğu gibi:
“Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o beyti hac etmesi, insanlar üzerinde Allah’ın hakkıdır, farzdır. Kim bu farzı tanımazsa, herhalde Allah’ın ihtiyacı yok, O bütün âlemlerden müstağnidir.”(271)
Allah’ı ve onun ulûhiyetini inkâr eden manâsında kullanılışı Kur’ân-ı Kerîm’de çoktur. Şirk ise Allah’ın gayrisine ibadet etmektir, yani insanın Allah’a ulûhiyet özelliklerinden olan tek olmayı reddederk ortak koşmak… Allah’la beraber yaratmak, rızıklandırmak, diriltmek, öldürmek, kudretine sahip bir varlık kabul etmek…
Geçen bilgilerden kısmen de olsa, kâfir kimdir, müşrik kimdir, öğrenmiş bulunuyoruz. Geriye ibadetin manâsı kaldı. İbadet, son derecede hüdû içinde tek bir Allah’a ibadet etmektir.
——————————-
(268) El-Beyyine, 1.
(269) El-Beyyine, 6.
(270) İbrahim, 7.
(271) DÂI-İ İmıân,97.
——————————
Ulemâca ibadet lâfzından anlaşılan manâ budur. Hal böyle) ken, bir veliyi ziyaret eden yahut tevessül eden kimseye baza şirk, bazan küfürle ithamda bulunmak, o evliyaya ibadet etmi Allah’a şirk koşmuş, şeriat dışına çıkmıştır, demek doğru mı dur? Bu, tehlikeli bir şey olup buna cesaret etmek kolay değildir. Fakat ne yazık ki Reşid Rıza tefsirini ve diğer eserlerini t kabil hücumlar, küfre ve şirke varan isnanlarla doldurmuştur.
Bizim anladığımız ve müslümanlarm anladığı manâda ib det, en derin kalb huzuru içinde, ibâdet edilenin Rabb olduğ na itikad ederek, yahut o itikadla beraber kalbiyle ibadet etmektir. Bu itikad bulunmadığı takdirde şer’an, zahiren göste len hudû’ ibadet olmaz. Müşriklerin kâfir olmaları Rabba itik ederek, müstakilen fayda ve zarar verdiklerini kabul eder putlarına secde etmelerinden dolayıdır. Böyle bir inanç olrm sızın, mücerred evliyâullaha saygı göstermek, hürmet etm şer’an ibadet sayılmaz. Böyle kabul edersek küfür olur ki, b le olması mümkün değil. İnsanların pek çoğundan bu kabil ş ler vuku’ buluyor. Çoğu kere onlar arzularına ve isteklerine ‘. vuşmak için birçok hürmet şekilleri gösteriyorlar!..
Ziyaret Reşid Rıza’nın anladığı gibi (272) bir şey olsa? Allahû Teâlâ meleklerine Adem’e secde etmelerini emre miydi? “Onu hatırla ki, meleklere: ‘Adem’e (hürmet olarak) s de edin.’ demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. An îblis secde etmekten yüzçevirip kibirlendi de kâfirlerden du.”(273)
Evet, secde etmek küfür olsaydı, Allahû Teâlâ melekleri bette emretmezdi. Allah çirkin ve istenmeyen şeyi emretn ten münezzehtir. O, kulları için küfre razı olmaz. Yapılan iş hirde ibadet şeklindeyse de gerçekte emre itaattan ibarettir.
—————————
(272) “Halka, evliyaya tutunmayı caiz görenler gaflet içindedirler. Çünkü ihtiyaçlarının giderilmesi isteğiyle onlara dua ediyorlar ve buna da rm vasıtasıyla Allah’a tevessül ediyorlar ki bu, Allah’a değil de onlar dettir…” (Tefsirii’l-Menâr, 111/388).
(273) El-Bakara, 34.
————————–
Onların yaptıkları secde, Adem’e selâm olmaktan öteye geçmez. Nitekim Yusuf sûresinde de bu manâyadır: “Ebeveynini taht üzerine çıkardı. Onlar da kendisine hürmet için eğildiler.”(274) Allah’ın peygamberi Yakup (a.s)’ın ve hanımının Yusuf (a.s.)’a secde etmeleri, bilinen manâda secde değil, bir saygı ifadesidir.
ibadetin manâsını incelememizden anlaşıldı ki, en büyük Peygamber Muhammed (s.a.v.) hakkında, diğer peygamberler ve salih veliler hakkında Rab inancına sahip olmak, onları ziyaret edenlerin bunu tasavvur ve tahayyül etmeleri kesin surette düşünülemez. Onları vasıta edinmeleri ve Rableri katında makamlarından şefaat istemeleri şu inançlarından ileri gelmektedir; o kimseler Allah’a kendilerinden daha yakındırlar. Allah, O yüce zatların şerefine onların ihtiyaçlarım karşılar.
Reşid Rıza ise vesile edinmeyi en kuvvetli ve en şiddetli şirk kabul eder: “Şirkin birtakım çeşitleri vardır: En aşağı mertebesi, avam müsülmanlarm hemen akıllarına gelen; Allah’tan başkasına rükû’ ve sücûd gibi hareketlerle ibadet etmektir. En şiddetlisi ise, Allah’a duâ ediyoruz ve ondan şefaat diliyoruz deyip de, Allah’a onlarla vesile edinmek ve onları kendileriyle Allah arasında vasıta kabul etmektir.”(275) İşte Reşid Rıza, ölü olsun, diri olsun, peygamberler ve salih insanları Allah katında bir vasıta kabul etmeyi hoş karşılamamakta, ayıplamakta, bunu da büyük şirk addederek putperest demektedir. Bu, ümmet-i Muhammed’in görüşü müdür? Asla. Bu son derecede manâsız sözler, dört ehl-i sünnet mezhebi ehlinin hiç birinden sâdır olmamıştır… Hem vasıtanın ne zararı olur ki… Müsebbibü’1-es-bâb yüce Allah bize dünya ve âhirette vasıtayı emreder.
Âhirette, mahşerde, o korkulu zamanda peygamberimizin şefaat edeceğini ifade eden hadisi inkâr eden bir kimse bulunacağını zannetmiyorum. Dünyada da Allahü Zülcelâl hazretleri, peygamberleri, kendisiyle kulları arasında dinî ve dünyevî hususları öğretmek için vasıta kılmıştır. Zenginlen de, kendisiyle kulları arasında vasıta yapmıştır… Bunun gibi var olan her şey vasıtaya mebnîdir. Bu vasıtalar olmasaydı Rabbimiz ihtiyaçlarımızı karşılamazdı…
————————————-
(274) Yusuf, 100.
(275) Tef’sirü’I-Menâr, 5/83.
————————————-
Şunu da belirtelim ki, bir vasıta ile Allah’a yaklaşan hiç kimse, peygamberin yahut velilerin onun ihtiyacına cevap vereceğine inanmaz. O inanır ve bilir ki, ihtiyaçları gidermek, bütün mükevvenâtın halikı olan Allah’ın elindedir. Ondan başkasından onların karşılanması istenmez, ondan başkası onları def edemez. Şu yeryüzünde müstakilen bir ihtiyacı yaratacak, icad edecek hiçbir mahlûk yoktur. Selef ve halef bütün müslümanla-rm görüşü budur. Onlaıın itikadınca, icad ve halk hususunda Allah’tan başkasının payı yoktur. Reşid Rıza’nın birçok yerde ibadet dediği tevessül de (bir vasıta ile Allah’a yaklaşma) ibadet manâsı yoktur ve bu, ulûhiyyetin birliği esasına ters değildir. Ne lügaten, ne şer’an ve ne de örfen bunda ibadet manâsı yoktur. Hiç kimse iyi kimseleri vâsıta edinmenin ibadet olduğunu söylememiştir ve bunu Resulullah da haber vermemiştir. Eğer o, ibadet yahut ibadete benzer bir şey olsaydı, diri ile de ölü ile de tevessül caiz olmazdı. Ve yine malumdur ki, tevessül eden kimse Allah’tan ancak nebinin yahut velînin mertebesiyle talepte bulunur. Çünkü onların hayatta iken de, öldükten sonra da, Allah katında yüksek mertebeleri vardır. Birisi kalkıp dese ki: Allah bize şah damarımızdan daha yakın değil mi, vasıtaya ne ihtiyaç var? Cevaben deriz ki: Bu, her şeyde sebepleri ve vasıtaları terketmenin lâzım geleceğini ifade eden bir görüştür.
Halbuki kâinat her şeyde sebepler, müsebbibler kanunu üzerine kurulmuştur. Bu inanca göre kıyamet gününde şefaatin olmaması lâzım gelir. Oysa bu, dinen inanılması zarurî olan şeylerdendir. Bu inanca göre buna ihtiyaç yoktur: Çünkü Allahû Teâlâ herhangi bir vasıtaya muhtaç değildir. O, vasıtadan daha yakındır. Buna göre Hz. Ömer (r.a.)’in şu sözüyle hatâ etmiş olması lâzım gelir: “Biz sana peygamberinin amcası Abbas’la tevessül ediyoruz. Yarabbi”
Bu, sebepler-münasebetler, vesileler, vasıtalar kapısını kapatan bir görüştür. Ve bu, evvelinden âhirine kadar şu âlemler manzumesinin dayandığı ilâhî sünnete muhaliftir.