Reşid Rıza

Reşid Rıza Ve Mu’cizeler- Dr. Hasib es-Samarraî

Alimler mu’cizelerin hakikati, imkânı, mahiyeti, çeşidi, sebebi gibi hususlarda birçok söz söylemişler, kitaplarında bu konulara ait farklı seviyede, değişik bablar ve fasıllar ayırmışlardır. Bunlar, İslâm tefekküründe tesirli olmuş, kabule şayan görülenler olduğu gibi, reddedilenler de bulunmuştur…
İmam Gazâlî rahimehullah “mu’cizeler ve sebeblilik nazariyesine dahil 20 noktada felsefecilere reddiye olmak üzere Tehâfütü’l-Felâsife kitabını yazmış, İbn-i Rüşd el-Hafîd de felsefecileri müdafaa etmek için Tehafüt’üt-Tehâfüt kitabıyla Gazâliye cevap vermiştir.

Gazali ile felsefeciler arasında mu’cizeler konusunda temel ihtilâf noktasını, “Tabii sebeblilik nazariyesi” teşkil eder.

Felsefeciler ve onların tesirinde kalan bazı selef ve halef ulemâsı “Tabii sebepler nazariyesi”ne dayanarak, mu’cizelerin olamıyacağı kanaatindedirler. Onun için de mu’cizelerle ilgili Kur’ân âyetlerini, hak ve hakikat tarafını nazarı itibara almadan zahiri manâların dışında yorumlamaya kalkmışlar, gerçeğe uygun düşmeyen manâlar vermişlerdir.

———————————-

(106) Yusuf Suresi, âyet 101.

———————————-

Meselâ İsa (a.s.)’ın ölüleri diriltmesini; ilmi canlandırmak suretiyle cahilliği öldürmek; Musa (a.s.)’ın Asâ’sının sihirbazların sihirlerini yutmasını; inkarcıların şüphelerini, açık ilâhî delillerle iptal etmek şeklinde yorumlamışlar; inşikak-ı Kamer (Ayın ikiye ayrılması) mu’cizesini de, rivayetinde kesinlik olmadığı zehabına kapılarak, inkâr yoluna gitmişlerdir.(107)

Reşid Rıza, Muhammed Abduh ve İranlı Cemâleddin’in tesirinde kalmıştır. Hepsine de felsefi düşünce hâkimdir…

Reşid Rıza mu’cizeleri hissi ve akli olmak üzere ikiye ayırır. “Hissi mu’cize, geçmiş peygamberlerin mu’cizeleri, aklî mu’cize de Kur’ân-ı Kerîm’dir” der. Bu suretle o, diğer mu’cizeleri ve harikulade halleri inkâr eder. Böyle bir taksimle Kur’ân-ı Kerim’e, sahih hadislere bühtanda bulunur. Çünkü bunu destekleyen herhangi bir sahih haber yoktur. Olsa olsa bu, hakikatten aklın isteğine, meşhur olma hevesine ve işrâkî felsefeyi (108) körükörüne taklide yönelmektir.

Yoksa bu tür taksimin manâsı ne? Mevzuya ne gibi faydalar sağlayabilir? Hissî mu’cizelerden maksad hisle, aklî mu’cizelerden maksad da akılla idrak olunan mu’cizelerdir. Nebi (s.a.v.)’nin his ve aklının herhangi bir mu’cizede tesiri yoktur ki… Yoksa bunun manâsı, hissî mu’cize, hissen idrâk olunan ve kâinat düzeninde meydana gelen bir değişiklik, aklî mu’cize de ancak akılla idrâk olunan birtakım ilâhî manâlar demek midir? Bu ölçüler içinde yapılan bir taksim de, Peygamber (s.a.v.)’e harikulade olarak gelen mu’cizelere şâmil değildir. Onun için aklî mu’cizeden biraz önce geçen manâ kasdedildiği takdirde Kur’ân-ı Kerim aklî bir mu’cizedir…

Kur’ân-ı Kerîm, Resulullaha vahyedilmiştir, onun eseri değildir. Kur’ânın bildiğimiz şekliyle vahyedilmesi, Tabiat Kanunlarına aykırı, kâinat üstü bir olaydır… İnkarcılar hariç, selef ve halef âlimlerinin ittifak ettiği manâda mu’cizeler, Tabiat Kanunlarına aykırıdır ve harikulade hallerden sayılır. Bunun için Kur’ânı inkâr edenlerin ondaki aklî manâda vahy yoluyla semadan indirildiğini kabul etmezler.

——————————————————————————————————————

(107) Yani kesin delille bildirilen mu’cizeleri te’vil etmişler, delilinde az bir şüphe sezdiklerini ise çekinmeden inkâr etmişlerdir. (Mütercimler.)
(108) PisagOV felsefesini izliyenler.

——————————————————————————————————————

Mu’cizeler arasında hissi yahut akli diye ayırım yapmak bizce bir kısım mu’cizelerin hakikatini, delâletini, eserini azaltmak için bir sebep teşkil etmez.

Hatalı bir nokta daha aklî ve hissî mu’cize arasında fark gözeterek aklî mu’cizeyi bir tarafa bırakıp, hissî mu’cizeye akıl ve ilimden uzak ithamlarda bulunmak, insanları şüpheye düşürecek sözler sarfetmek, kâfir, din düşmanı müsteşriklerin itirazına imkân hazırlamaktır.

Halbuki sahih rivayetlerle sabit olan hissi mu’cizelerin; insanlara, hakkı ispat, bâtılı iptal etmek için vuku’ bulduklarını. bütün hakikatlerimde sıhhatleriyle ortaya koymak bizim vazifemizdir…

Hissî mu’cizeleri inkâr etmek gizli yoldan İslâm Şeriatı’nın dört kaynağından (Kitap-Sünnet-İcma’-Kıyas) ikincisine tenkid yöneltmek demektir.

Bu mu’cizeleri inkâr etmek hadislerin sıhhati ve ravilerinin eminliği hakkında şüphe uyandırır. Çünkü Kevnî mu’cizelerden birçoğu sahih sünnet yoluyla gelmiştir. Dolayısıyle bu sünneti, icma’ı ve kıyası yıkmaya varıyor… Kevnî mu’cizeler inkâr etmenin, aklî mu’cizeyi ispat etmenin gerçek sebebi nedir? Kevnî mu’cizeleri bize rivayet eden peygamber hadislerimi sıhhatini inkâr etmeye yeltenmenin faydası ne? Bu, Kur’ân-Kerîm’den sonra dört rükünden en önemlisi olan sünneti nebeviyenin değerini gerçekten zayıflatmak mıdır, yoksa başka bi sebep var mıdır? Evet o da “Kevnî mu’cize, akılla yahut daha doğru tabiriyle tecrübeye dayalı asrî akılla bağdaşmaz” safsatasidir.

Tuhaftır ki, Reşid Rıza Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)’in kevnî mu’cizelerini inkâr etmekte; bazan “şüpheler diye adlandırmakta, hadisleri tenkid ederek, onlara bazan zayıflık isnad etmekte, bazan da uydurmalıkla itham etmektedir.

Musa ve İsa (a.s.)în birtakım mu’cizeleri vardır ki yahudiler ve hristiyanlar bunlara inanırlar. Hattâ hristiyanlar aşırı taassublarından dolayı peygamberlerini, bu kevnî mu’cizelere dayanarak ilâhlık derecesine yükseltti. Bazı müslümanlarsa peygamberlerinin peygamberliğine delâlet eden bir tek kevnî mu’cizeyi bile çok gördüler. Halbuki biz müslümanlar, Kur’ân nazil olmadan önce de, Kur’ânın nüzulü döneminde vuku’ bulan mu’cizelere de, o iki peygambere ve mu’cizelerine de iman etmekle mükellefiz…
Halbuki yahudilerin ve hristiyanların elinde selefe ulaşan müslümanların elindekinden daha kuvvetli ve sağlam ve akla güven, kalbe itminan veren bir senedleri yoktur.

O halde niçin bütün yahudiler ve hristiyanlar peygamberlerinin mu’cizelerine inanıyorlar da biz müslümanlar peygamberimizin mu’cizelerine inanmıyalım. Kur’ânın en büyük ve en üstün mu’cize olması diğer mu’cizelerin olmasına mani midir? Peygamberimizin mu’cizeleriyle diğer Peygamberlerin mu’cizeleri arasındaki bir ayırım gözetmekten maksat, müslümanların hikâyelerini yalanlamak, itimat etmemek, onlar hakkında şüphe uyandırmak mıdır? Yoksa geçmiş peygamberlere ait güya aldın kabul etmediği mu’cizelerden peygamberimizi temize çıkarmak mıdır?

Sonra niçin Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in gösterdiği kevnî mu’cizeleri inkâr ediyoruz? Akıl muhalif olduğu yahut meydan okuma-tehaddi bulunmadığı için mi? (Reşid Rıza bunu, şart koşmuştur. Mu’cizeyle meydan okuma bahsinde malûmat verilecektir.)

O halde Kur’ân-ı Kerîm’in geçmiş peygamberlerle ilgili olarak zikrettiği kevnî mu’cizelerin durumu nedir? Önemli bir noktadır bu husus. Şayet onlar hakkında şüpheye düşersek bizzat Kur’ân hakkında şüpheye düşmüş oluruz. Çünkü bunlar Kur’ân yoluyla bize gelmiş ve sabit olmuştur. Mu’cizeler arasında ayırım yapmak; bir kısmını kabul edip, diğer bir kısmını reddetmek, bir kısım peygamberin mu’cizesini kabul edip, diğerlerini reddetmek, halbuki biz Allah’ın peygamberlerinden hiçbirisi arasında fark gözetmemekle emrolunduk.

Peki, şimdi biz bu durumda geçmiş peygamberlerin mucizelerinden şüphe edip inkâra mı sapalım, yoksa Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği üzere tasdik mi edelim?

Resulullah da kendinden önce gelen peygamberlerin getirdiği şeklin dışında mu’cize getirmiş değildir.
Risalet ve nübüvvet bütün cepheleriyle ilâhî bir lütuftur, resulün veya nebî’nin onlarda hiçbir tesiri yoktur…

Bundan dolayı mu’cize; kâinat veya tabiat kanunlarının üstünde bir şeydir ki, Allah onunla, peygamberlik davasında, peygamberlerini te’yid eder. Selef ve halefin yolu budur. Yalnız İslâm filozofları özellikle İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd, mu’cizeyi, mu’cize sahibinin diğer işlerinden farklı olmayan tabii, ruhi bir işi kabul ederler… Bu manâsiyle mu’cize, kevnî sünnetlerin üstünde bir amel olmaktan çıkıyor… İbn-i Sina ve diğer filozoflar mu’cizenin tabiat üstü olması keyfiyetini, görenin gözünde öyle görünüyor, şeklinde yorumlarlar… O takdirde, peygamberin benzerini meydana getirme hususunda meydan okumasının manâsı, mu’cize denmesinin anlamı kalmaz, peygamberliğinin doğruluğuna delâlet vasfını kaybeder. Bir kimsenin mu’cizeleri, ruhî sebepler yahut tabii sebeplerle ve hakikatini, delâletini kaybettirecek birçok şartlar ileri sürerek açıklaması, onun delilinin hatalı, niyetinin kötü, akidesinin bozuk olduğunun işaretidir.

Bu gibiler katında yaygın olan ve revaç bulan propagandaya göre, Seyyid-i Kâinat Efendimizin Kur’ân’dan başka kevnî mu’cizesi yoktur… Bu görüş olsa olsa akıldan, dinden ve inançtan yoksun bir temel üzerine kurulmuş felsefi bir propagandadır. Maalesef gerçek dışı, dinsiz işrâki propagandasıdır.

Reşid Rıza, Menar mecmuası, Tefsir, el-Vahyü’l-Muhammedi ve diğer bütün eserlerinde Peygamber Efendimizin kevnî mu’cizelerini inkâr yoluna sapmış ve felsefecilerin, müsteşriklerin tesiri altında kalarak bir de çirkin isnadlarda bulunmuştur. Nitekim el-Vahyu’l-Muhammedî’de açıkça şunları yazıyor. “0, kevnî acaib şeylere gelince, onlar şüpheyle karşılanacak şeylerdir, onların rivayeti, sıhhati ve delâleti hakkında birçok yorumlar vardır.”

Heykel Paşa’nın Muhammed’in Hayatı kitabını takdim ederken de, “Kevnî hârikalar, asrımız âlimlerince delilsiz, şüpheli şeyler olarak kabul edilmektedirler. Bütün geçmiş devirlerde olduğu gibi zamanımızda da mu’cizelere karşı çıkanlar vardır. Mu’cizelere akıllarını kaptıranlar hurafecilerdir…” demektedir.
Reşid Rıza’nın şu cümleleri onun bu asır bilginleriyle aynı görüşte olduğunu göstermektedir…

Muhammed’in Hayatı, Resulullah Efendimize ait bütün hissi mu’cizeleri; imkânsız olduklarını, kevnî kanunlara aykırı bulunduklarını ileri sürerek inkâr etmektedir… Bu yüzden Ezilenden o kitabın kusurlarını açıklayan, sapıklığını ispat eden haklı tenkidler yükseldi. Reşid Rıza da hemen o kitabı ve yazarını müdafaa etti, kitabın müellifiyle aynı tonda Ezher’lileri hurâfecilikle vasıflandırdı, kevnî mu’cizeleri inkâr etti. Onları şüpheli şeyler kabul etti, onlar hakkında şek ve zann uyandıracak sözler söyledi.

Herhalde Reşid Rıza, Kur’ân-ı Kerîm’in, harikulade halleri, “bâtılı yok eden Hak deliller” şeklinde isimlerle adlandırdığını “Hak”, “Beyyinat” dediğini anlayamamıştır. Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“…Siz, Hak için, o size gelince, (böyle) mi söylersiniz? Bu, bir sihir midir?…” (109)

——————–

(109) Yunus, 77.

——————-

İşte bu âyetle Hak Teâlâ rrm’cizeye “Hak” demektedir ki b bir delildir. Yine Allah şöyle buyurdu: “Andolsun ki biz sende evvel kendi kavimlerine nice peygamberler göndermişizdir c onlara açık açık burhanlar getirmişlerdir.”(110)

Mu’cizeleri inkâr ve mu’cizeler hakkında şüpheler uyandı mak hücumlarını iki çeşit altında toplamak mümkündür:

1- Çeşitli şekillerde tekrar ettikleri iddia: Dünya nizamı dan istinbat olunan tabiat kanunları dedikleri Sünnetullah hiçbir değişikliğe uğramıyacağıdır. Binaenaleyh Tabiat konularına muhalif olduğu için yeni ilmin kabul etmediği her tür mu’cizeyi Allah’ın kitabı da kabul etmez. *

2- Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberimizin kevnî mu’cizeleri olmasına manidir. Bazı âyetler vardır ki onlar da, müşrikler: îman etmeleri için kendilerine bir mu’cize indirilmesi istekle ni ifade ederler… Bu isteklere şu cevap verilir: Mu’cizeler Ali tarafından gelir, peygamber de sizin gibi bir beşerdir, size Allah’ın dinini tebliğ etmek için gönderilmiştir…

Bu açıdan bakan sapıklar ittihamlara kalkmış, müsteşr ler şüphe tohumu ekmiş, akideleri yaralamışlardır. Görüşler kuvvetlendirmek için de şöyle bir izah yolu seçmişlerdir:

İbrahim, Musa ve İsa (a.s.) peygamberlerinizi gibi Muha med (s.a.v.)’in kevnî mu’cizeleri yoktur… Bundan anlaşılan İd, Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.), hâşâ bir peygamber değil, bir dâhî’dir, üstün zekâlı bir kimsedir.

Maalesef bu yersiz, haksız hücum -ki inançlarımızda Peygamber Efendimizin mu’cizelerinde şüphe uyandırmak dır- Haçlı garb’dan gelmiş ve bunlara mu’cizeleri inkâr dere sindeki her çeşit sözleriyle, peygamberimizin bu konuyla il hadisleri ve ravileri hakkında şüphe uyandıran fikirleriyle asrımız bilginlerinden bazıları destek olmuşlardır.

———————-

(110) Er-Rum. 47.

———————

Asrımız müslümanları iki şeyle karşı karşıyadırlar:

1- Asrımızın bazı âlimlerinin, müsteşriklerin görüşlerine dayanarak bize naklettikleri inkâr ve şüphe doğuran şeylere inanmak.

2- Kur’ânda sabit olduğu gibi ve müsteşriklerle, onlara perverdelik yapanlardan daha çok Kur’ân-ı Kerim’i bilen, Allah’ın âyetlerini ve kitabının sırlarını daha iyi anlayan, Allah’tan daha fazla korkan, çok sayıda imamın rivayet ettiği hadislerde varid olduğu şekilde mu’cizelere inanmak…

Bundan daha tuhafı şu ki, asrımız bilginleri kevnî mu’cizeleri, vukû’u, hakikati ve dinle alâkası bakımından, bu asırda insanları dinden nefret ettirir zannındalar… Çünkü yeni ilim, yeni çağ bunlara inanmazmış…

Mu’cizelere ve mu’cizelere dayanan peygamberliklere yapılan bu ta’n, bizzat Kur’ânın kendisine yapılmış bir ta’n demektir…

Kur’ân-ı Kerîm ise onları “Hak”, “Sadık”, “Hüccet” ve “Bütün dinlerin beyyinesi” olarak rivayet etmiştir. Bunlar insanları dinden uzaklaştıracak değildir, tam aksine imanlarını kuvvetlendirir -Kur’ân-ı Kerîm bütün peygamberleri ve onların elinde tecelli eden bütün kevnî mu’cizelere inanmayı emreder. 0 halde Kur’ân’ın getirdiği şeylerin bütününe inanmakla, açıkça beyan ettiği harikulade hallere imanla, hissî mu’cizeler insanları dinden nefret ettirir”, propagandasının arasını nasıl bulacağız?

Onların bu tenkidlerini tasvip etmek, fikirlerini te’yid etmek, bâtılla hükmetmelerine delil hazırlamak bize ya’raşır mı? Yoksa bizim vazifemiz, bu şüpheleri gidermek ve insanlara mu’cizelerin hakikatini -hissi olsun, aklî olsun- vuku’ bulduklarını, ilim ve dinle çatışmadıklarını açıklamak mıdır?

Reşid Rıza, “Meydan okumayı” mu’cizenin şartı sayar, bu şart sebebiyle kevnî mu’cizeleri inkâra varır… Nitekim o, tefsirinde, el-Vahyü’l-Muhammedi’nin birçok yerinde tek bir netice çıkarıyor: “Peygamber (s.a.v.) sadece Kur’ân’la meydan okudu.’ Vardığı bu sonuçla Reşid Rıza’yı haksız yere itham edecek değiliz. Çünkü bu husus, akaid kitaplarında zikredilmiştir…

Yalnız bazı muhakkikler meydan okumayı şart koşmamışlar ve kitaplarında Resulullahın Kur’ân’dan başka birçok mu’cizeleri olduğunu açıklıkla ifade etmişlerdir… Sabık Şeyhülislar Mustafa Sabri Efendi şunları söyler:

“Bence bu noktada yapılacak en ma’kûl ve en güzel yorun bazı âlimlerimizin mu’cizede “meydan okuma” şartını aramalırından maksadları, mu’cizeyi peygamberlik dâvasına uygun kılmak, yani harikulade şeyin, keramet ve ihrasdan farklı olarak mu’cize sayılması için peygamberlik davasındaki zatın eli de zuhur etmesidir. Harikulade halin mu’cize sayılması içi elinde mu’cize zuhur eden zâtın, onunla insanlara meydan okumasını, Kur’ân mu’cizesinde olduğu gibi onlardan bir benzeri getirmelerini istemesini şart koşarsak -ki Reşid Rıza peygamberimizin mu’cizesini Kur’âna hasrederken bu şartla istidlal etmektedir ve bu şart kelâm âlimlerinin sözlerine uygundur- mütekellimlere ve Reşid Rıza’ya göre Peygamberimiz (s.a.v.’ elinde, Kurandan başka bir tek mu’cize bile zuhur etmem gerekirdi.”

Peygamberimizin Kur’ândan başka birçok mu’cizeleri olduğunu açık açık bildirdikleri halde, “meydan okuma” bulunduğu için Kur’ândan başka mu’cizelerini inkâr hususunda kelam âlimleriyle Reşid Rıza nasıl ittifak edebiliyorlar? Meydan o ma şartına tutunmak, kelâmcıların kendisiyle ittifak hali olduklarını göstermek için Reşid Rıza’nın giriştiği manevra başka bir şey değildir. Reşid Rıza peygamberimizin elinde hur eden kevnî mu’cizeleri inkâr edip Heykel Paşa’nm kıtal müdafaa yazıp görüşünü desteklediği zaman, onlar kâinat zenine aykırı oldukları için mi inkâr etti, yoksa meydan ok’ şartı bulunmadığı için mi?

Islahatçı bilginlerin kevnî mu’cizeler hakkındaki şüphesi iki çeşittir:

1- Reşid Rıza’nın kevnî mu’cizeleri inkârı rivayet yönündendir, o mu’cizelerle ilgili rivayetleri inkâr eder, onlarda şekki vardır, onlar hakkında şüphe uyandırır, kâinat kanunlarına muhalefet ettikleri iddiasında Muhammed Abduh ve Cemâleddin Efgani’nin tesirinde kalır.

2- Muhammed’in Hayatı kitabının sahibi ve kevnî mu’cizeleri inkâr hususunda onun yolunu takip edenler ise kâinat kanunlarına ve yeni ilme muhalefetleri dolayısiyle inkâr ederler… Rivayetlerle ilgilenmezler. Bunun için kitabında herhangi bir rivayete taarruz etmemiştir.

Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de varid olduğu halde harikulade kevnî mu’cizeleri inkâr eden kimsenin durumu ne olacak? Kur’ân-ı Azimü’şşan bize, “İsrâ” mu’cizesini (Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gece yapılan, yaptırılan yürüyüşü) ve “İnşikâk-ı Kamer” mu’cizesini (Ayın ikiye ayrılması) haber veriyor…
Reşid Rıza, Miraç mu’cizesine karşı çıkmamaktadır; fakat İnşikâk-ı Kamer ile ilgili hadislere pek şiddetli hücumlarda bulunmuş, bu husustaki bütün rivayetlere ve ravilerine, -bu hâdisenin bütün hadis mecmualarında zikredilmekle manevi tevatür meydana geldiğinden habersiz görünerek- ta’n etmiştir…
Ne gariptir ki dost-düşman Reşid Rıza’nın Hadisi, dirayet ve rivayet yönünden, sağlam, zayıf olma bakımlarından iyi bildiğine, yüksek derecede bulunduğuna şehadet etmekte, fakat o, İnşikâk-ı Kamer’i yetmiş kadar rivayeti ve ravilerini nazarı dikkate almadan inkâr etmektedir… Üstad Mahmud Yasin’le üstad Muhammed Zehran ona kuvvetli bir reddiye yazmışlar ve İnşikâk-ı Kamer’in zaman-ı saadette, Mekke’de hicretten evvel vuku bulduğunu, Kuranın bunu haber verdiğini, sünnetin de onu te’yid ettiğini ispat etmişlerdir. Kur’ân hâdiseyi mazi sigasıyla (dili geçmiş zaman) ifade eder ki bu, onun vuku’ bulduğunu ispat eder. Sonra onu “âyet” olarak zikreder. Hak Teâlâ, mu’cizeleri ifade babında bazan “âyet” lâfzını bazan da “beyyinat” lâfzını kullanmıştır. Allah-ü Teâlâ Inşikâk-ı Kamer hadisesinden sonra Mekke kâfirlerinin lisanı üzere şöyle buyurmuştur: “Onlar (Kureyş kâfirleri) bir mu’cize görürlerse yüz çevirirler (onu teemmülden ve ona inanmaktan) ve “müstemir (kuvvetli, şü mullü ardı arası kesilmeyen) bir büyüdür” derler.”(lll) Ay’ıı ikiye ayrılması mu’cizesini -ki o, âdet’e muhalif bir kâinat hâri kasıdır- sihirle tabir etmişlerdir… Sonra ikiye ayrıldıktan son ra ne oldu? İnşikâk-ı Kameri inkâr ettiklerine dair tek bir hs ber bile yoktur, eğer İnşikâk-ı Kamer fi’len meydana gelmese} di elbette çirkin lâflar ederlerdi. Görüyoruz ki, “O, sürekli b sihirdir” demişlerdir…

Ay’ın ikiye ayrılması mu’cizesini müfessirler de zikretmişlerdir:

1) İşte Reşid Rıza’nın kendisinden çokça nakillerde bulunduğu, çoğu meselede kendisinin tesiri altında kaldığı İbn-i Y. sir, ayın ikiye ayrılması konusunda şunları söylüyor: “Sah senedi mütevatir hadislerle sabit olduğu gibi Ay’ın ikiye ayırması Resulullah (s.a.v.) zamanında vuku’ buldu. Bu husus ulemâ arasında ittifak vardır ve bu, apaçık mu’cizelerden b sidir.”(112)

2) Zeccâc şunları söylüyor: “Kasdolunan manâyı, ehl-i ür anladığı manâyı anlamayan bir kısım insanlar da -hakikat tadayken- Ay kıyamet gününde ikiye ayrılacak, şeklinde yor yapmışlardır. Halbuki durum açıktır.”

Ehl-i ilim icma’ etmiştir ki: “Onlar bir mu’cize görürlı yüz çevirirler ve “müstemir bir büyüdür” derler.” Âyeti lal bunun âhirette olacağına değil de, dünyada olduğuna del eder.

3) Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi Camiü’l-Badlı tefsirinde Ay’ın ikiye ayrılması mu’cizesinden şöyle bahseder:

—————————-

(111) el-Kamer, 2.
(112) İbn-i Kesir, 8/126.

—————————

“Cenâb-ı Hak: “Ay ikiye ayrıldı” buyuruyor. Bu hâdise Resulullah zamanında, Mekke’deyken ve Medine’ye hicret etmeden önce vuku’ buldu. Mekkeli kâfirler kendisinden bir nıu’cize istedikleri zaman, o da onlara sözünün doğruluğuna, nübüvvetinin gerçek olduğuna bir delil olmak üzere İnşikâk-ı Kamer mu’cizesini gösterdi. Onlara bunu gösterince yüz çevirdiler, yalanladılar. Ve “Bu, sürekli bir sihirdir!” “Muhammed bizi büyüledi” dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şu mealde bir âyet inzal buyurdu: “Şayet bir mu’cize görürlerse, ondan yüz çevirirler ve bu, sürekli bir sihirdir.” derler.(113)

Bu hususta söylediğimiz şeylere benzer rivayetler gelmiştir:

Katâde’nin Enes b. Malik’ten rivayet ettiğine göre, Mekke’liler Resulullah (s.a.v.)’den kendilerine bir mu’cize göstermesini istemişler, o da onlara “İnşikâk-ı Kamer = Ayın ikiye ayrılması” mu’cizesini göstermiştir. Ve Taberî, hepsi de ayın ikiye ayrıldığını ispat eden yirmidokuz rivayet nakletmiştir.

4) Celâleddin es-Süyûti, ed-Dürrü’l-Mensur’da şöyle der:(114)

1- Buhari, Müslim, İbn-i Merdeveyh ve Delâil’de Beyhâki İbn-i Abbas (r.a.)’dan, şöyle dediğini zikretti: “Ay, Peygamber (s.a.v.) zamanında ikiye ayrıldı.”

2- Mücahid, İbn-i Ömer’den bu âyet hakkında şunu rivayet etti: “Kıyamet yaklaştı ve ay ikiye ayrıldı.”(115) Ay’ın ikiye ayrılması Resulullah zamanında vuku buldu, bir parçası dağın önünde, öbür parçası arkasında, göründü de Resulullah: “Şahid ol Yârâb!” buyurdu…

Süyûti bu hususta hepsi de Ay’ın ikiye ayrıldığını ispat eden onaltı rivayet zikretti.

———————————————

(113) Camiü’l-Beyân, 27/84.
(114) ed-Dürrii’I-Mensûr, 6/123-132.
(115) Kamer, I.

——————————————–

5) Fahreddin Razi de tefsirinde şunları söylüyor:

“Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: “Kıyamet yaklaştı ve Ay ikiye ayrıldı.”(116) Sûrenin evveli kendinden önceki sûrenin sonuna -ki “kıyamet yaklaştı” âyetidir- uygundur. Sanki Allahû Teâlâ bu âyeti deliliyle tekrar etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Kıyamet yaklaştı” dedim, ki bu haktır, çünkü Ay ikiye ayrıldı.”
“Bütün müfessirler Ay’ın ikiye ayrıldığı ve bunun bizzat vuku’ bulduğu hakkında ittifak halindedirler. Ve haberler ikiye ayrılma hâdisesine delâlet etmektedirler.

“Sahih’de sahabeden bir cemaatın rivayet ettiği meşhur biı haber vardır ki şöyle demişlerdir:
“Resulullah (s.a.v.)’den bizzat Ay’ın ikiye ayrılmasını mu’ci ze olarak göstermesi istendi, o da Rabbinden talep etti, O d; onu ikiye ayırdı ve bu, bir müddet devam etti.”

“Müfessirlerden birisi, Ayın ikiye ayrılmasından murad “ikiye ayrılacak” demektir, demiştir -ki bu manâ hakikatte] uzak bir manâdır- çünkü burada maziye (dili geçmiş zaman muzâri (gelecek zaman) manası verilmesi caiz değildir. Böyl bir yoruma gitmeye de ihtiyaç yoktur. Felsefeciler de, geçmişt de gelecekte de bunu imkânsız görürler ve derler ki, Ayın ikiye ayrılması, korkunç bir olaydır, eğer vuku’ bulmuş olsaydı yer yüzünde bulunan kimselerin bilmesi lâzım gelirdi, böylece tevj tür derecesine varması gerekmez miydi?

“Cevaben diyoruz ki: Nebi (s.a.v.) Kur’ânla meydan okuyu müşrikler de biz, O Kur’ân’dan daha fasih sözler söyleriz, dedil leri ve bundan âciz kaldıkları zaman Kur’ân, kendinden başP bir mu’cizeye ihtiyaç bırakmıyan, kıyamete kadar baki b mu’cize olarak kaldı. Kur’ân onun şüphe götürmiyecek şekik mümkün olduğunu ispatlayan en kuvvetli delildir, onu, sâdikü’l-Va’d Muhammed (s.a.v.) haber vermiştir, binaenaleyh onun vuku’ bulduğuna mutlaka inanmak lâzımdır.

“Ay’ın ikiye ayrılıp tekrar bu parçaların birleşmesin mümkün olmadığı iddiası kötü niyetli, bayağı kimselerin ideasıdır. Çünkü ikiye ayrılmanın vuku’ bulduğu sabit olmuştur, biz bunu defalarca zikrettik.” (117)

—————————————————-

(116) Aynı sure. aynı âyet.
(117) Tefsihi’r-Razl 7/545. (US) el-Kamer, 1.

—————————————————

6) İmam-ı Kurtubi tefsirinde şunları yazar:

“Bu hâdise Sahih-i Buhari ve diğer hadis kitaplarında İbn-i Mes’ud, İbn-i Ömer, Enes ve Cübeyr b. Mut’im ve İbn-i Abbas’dan -Allah cümlesinden razı olsun- gelen rivayetlerle sabit olmuştur: Mekke halkı Peygamber (s.a.v.)’den bir mu’cize istedi, bunun üzerine Ay Mekke’de iki defa ikiye ayrıldı.(118)

“Kıyamet yaklaştı ve Ay ikiye ayrıldı.”, âyeti nazil oldu. Zehebî, bu hadise, Tirmizi’nin sahih-hasen dediğini nakleder. Buhari Enes’den rivayetinde: “Ay iki parçaya ayrıldı” şeklinde rivayette bulunur.
“Daha sonra Maverdi, Kuşeyri ve Hasan Basri gibi âlimlerin, ayın ikiye ayrılmadığını söylediklerini naklettikten sonra der ki:

“Ben de derim ki Ay’ın Mekke’de ikiye ayrıldığı âdil kimselerin nakliyle sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’in ilgili âyetinden anlaşılan zahiri mana da budur. Onu herkesin görmesi lâzım gelmez. Çünkü o, geceleyin vuku’ bulmuştur, Resulullahm isteğiyle meydana gelmiştir…”

7) İbn-i Kesir de tefsirinde şunları yazar:

“Allah Teâlâ buyurur: “Ay ikiye ayrıldı.”(119) Sahih senedlerle, mütevatir (120) hadislerde vârid olduğu gibi bu hâdise Resulullah zamanında vuku buldu. Ulemâ arasında ittifak olunan nokta şu ki, ayın ikiye ayrılması mu’cizesi Resulullah Efendimiz zamanında vuku’ bulmuş ve bu, apaçık mu’cizelerden biri olmuştur.” (121)

————————————-

(119) El-Kamer Sûresi, âyet, 1.
(120) Ma’nen mülevâlir.
(121) İbn-i Kesir, S/127.

————————————

Ve bu konuda hepsi de “Ay’ın ikiye ayrılması” mu’cizesinin Peygamberimiz zamanında meydana geldiğini ispat eden onaltı rivayet nakletmiştir.

8) İmam-ı Bağavi tefsirinde şunları yazıyor:

“Katâde’nin Enes b. Malik’ten rivayetine göre, Mekkeliler Resulullah (a.s.)’dan kendilerine bir mu’cize göstermesini istediler. O da onlara Ayı iki parça olmuş olarak -ki Hira dağını bu iki parçanın arasında gördüler- gösterdi.”(122)

9) Son olarak şunu nakledelim: Celâleddin Mahalli Celâleyn tefsirinde şunları yazıyor:

“Ay, Nebi (s.a.v.)’in bir mu’cizesi olarak Ebu Kubays ve Kaykaan dağları üstünde iki parça olarak göründü, -ondan bunu istemişlerdi- o da şahid olun, dedi.”(123) (Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.)

MU’CİZE TABİRİ

Mu’cize, insanın benzerini meydana getirmekten âciz olduğu şeydir. Çünkü o, olağanüstü bir şey olup beşer gücünün üstündedir. Allahû Teâlâ onu, peygamberliğini tasdik edici olmak üzere peygamberlik davasındaki zatın elinde meydana getirir, onunla insanlara meydan okur, onlardan onun benzerini meydana getirmelerini ister, onlar da acz içinde kalır ve onun bir benzerini getiremezler. İşte onun için ona mu’cize denmiştir, yahut da hasmı acz içinde bıraktığı için…

Bu haliyle mu’cize peygamberliğin önemli bir tezahürü olup, etrafında münakaşalar yapılmış, halen de birtakım şüpheler uyandırılmaktadır.

İbn-i Teymiyye -ki Reşid Rıza geniş ölçüde onun görüşlerinin tesiri altında kalmıştır- mu’cizenin, peygamber olmayan kimselerin işlerinden farklı bir hakikati bulunduğuna ve karşı çıkılamıyacak bir nitelikte olduğuna inanır.(124)

————————————————–

(122) H’fsirü’1-Bağavî, 8/128.
(123) Tefsirü 7-Cclâleyn, 4/240.
(124) İbn-i Teymiyye, en-Niibüvvet, s. 11.

————————————————-

Fakat harikuladeliği mu’cizenin sadece levazımından bir lâzımı kabul eden -muktezası değil- bu hakikati bize açıklamaz. Nitekim hayat ilmin lâzımdır, muktezası değil. Peygambere ait olduğu söylenebilecek özel mahdud fiiller yoktur ki, onları yapan peygamberdir, yapmayan peygamber değildir, densin.
Evet, harikuladelik mu’cizenin rükünlerinden bir rükündür, mu’cizenin hakikatidir, diye hiç kimseden naklolunmamıştır. Bu durumda hakikattan ayrılmama hususunda rükünlerle zatî levazım arasında büyük bir fark yoktur.

İbn-i Teymiyye’nin harikuladeliği, mu’cizenin zâti bir gereği kabul etmesi hatâ üstüne hatâdır.
Kur’ân-ı Kerîm, mu’cizeyi i’câz, harikulade gibi vasıflarla vasıflandırmamış “Burhan”, “Âyet” demiştir. Fakat peygamberlerin mu’cizelerini, kendilerine karşı çıkılmaktan âciz kalınan, kâinat sünnetleri ve âdetlerinin haricinde birtakım şeyler olarak kabul eder. Harikuladelikten murad, mu’cizenin, insanların ve cinlerin bütününün âdetine muhalif olmasıdır, herhangi bir millete mahsus bir özellik değildir. Öyle olmasaydı mu’cize niçin bir hüccet olsundu?

Velilerin kerametleri peygamberlerin mu’cizesidir, diyenler vardır ki bu teşbih yollu bir sözdür, yani keramet, peygamberlerinin doğruluğuna delâlet etme hususunda mu’cize gibidir…

Bu bahse sabık Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin kevnî mu’cize hakkındaki sözleriyle son vermek istiyorum: (125) “Sözün hülâsası, peygamberimizi ehl-i kitabın yaptığı gibi diğer peygamberlerden aşağıda görmek, mu’cizelerini diğer peygamberlerin mu’cizelerinin altında tutmak, çok tehlikeli bir yoldur.

———————————-

(125) El-Kavlü’l-Fasl, s. 127.

———————————-

“Peygamberler arasında fark gözetmeyiz”(126) buyuran Kur’ân mesleğine muhaliftir.

Peygamber Efendimizin bir mu’cizesi olan Kur’ân-ı Azimüşşân, Allahû Teâlâ’nın sözüdür. Peygamberlerin -ki onların içinde peygamberimiz de vardır- elinde zuhur eden kevnî mu’cizeler, Allahu Teâlâ’nın peygamberlerini te’yid eden fiilleridir. Allahü Teâlâ’nın sözünü fiiline tercih etmenin bir mânâsı yoktur. Mu’cizelerden bir kısmını övmek, bir kısmını da diğerlerinin altında görmek şeklinde mu’cizeler arasında fark gözetmek akıllı kimsenin işi değildir. Her mu’cize kendi zamanı için diğerinden daha uygundur. Meselâ Musa (a.s.)’m “Asâ mu’cizesi” sihrin revaç bulduğu asırda vuku’ bulmuştur. İsa (a.s.)’mn alaca hastalığına tutulmuşları, a’maları iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi tıbbın revaç bulduğu bir devirde vuku’ bulmuştur. Bunlar esbaba sarılmaya dayalı tıbbi tedavi cinsinden şeyler değildir. Peygamberimizin mu’cizesi de belagat ve fesahatin üstün olduğu asırda vuku bulmuştur. Bütün bunlar Allah’ın fiilinin ve sözünün beşer fiiline ve sözüne üstünlüğünü gösterir. Kur’ân mu’cizesi diğer mu’cizelerden üstün olsa bile i’câz=aciz bırakma hususunda aralarında herhangi bir fark yoktur. Kur’an’da mu’cize ile vahy bir haldedir, diğer mu’cizeler ise nübüvvetin asli maksudu olan vahy’den ayrıdırlar. Mu’cizeler vahyin Allah Teâlâ tarafından geldiğini isbat eden şey’lerdir. Hristiyanhk ve Yahudilik karşısında İslâm’ın durumu da böyledir. Aı-alanında hiçbir fazilet farkı yoktur, hepsi de Allah’ın, muayyen bir zaman bölümü içinde kullarının sahip olmalarını emrettiği dindir. Her din, zamanında diğerinden daha üstündür, şayet böyle olmasaydı Allah onu o zaman için seçmezdi. İslâm dininin diğerlerine üstün olması, onların devrinin geçmesinden ve İslâm devrinin gelmesinden ileri gelmektedir…

İlk dinler nesh olunmuştur, İslâm dini ise kıyamete kadar bakîdir. Onu nesh edecek bir din yoktur.

—————————

(126) EI-Bakara, 2S5.

—————————

Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) bütün insanlara peygamber gönderilmesinden sonra hiç kimsenin artık eski dinine bağlı kalması caiz olamaz. Çünkü bugünün dini İSLÂM dinidir. Hatta -farzı muhal- Reşid Rıza’mn kitabında iddia ettiği gibi, Musa ve İsa’m (a.s.) mu’cizelerinin peygamberimizin mu’cizelerine üstün olduklarını farzetsek, bugün için Yahudilere ve Hristiyanlara düşen Muhammed (s.a.v.)’m dinine tâbi olmak, İslâm’ın gelmesiyle devirlerini tamamlamış olan atalarının dinini terk etmek, Yahudi yahut Hristiyan olmak yerine müslüman olmaktır… Çünkü bir kimsenin yahudiliğin hükmü geçtikten sonra yahudi olmasının, yahut hristiyanlığın hükmü geçtikten sonra hristiyan olmasının mânâsı yoktur. Muhammed’in (s.a.v), Reşid Rıza’mn ve Dr. Heykel Paşa’nın zannettiği gibi tek bir kevnî mu’cizesi olmasa bile…

İslâmiyet gibi semavî din olmaları itibariyle hakikî hristiyanlık ve yahudilikle İslâmiyet arasında uygunluk sağlamadaki en sağlam yol budur. İslâmiyet ile halihazırdaki hristiyanlık arasında uygunluk aramak ise, hiçbir temele dayanmaz. Çünkü semavî ve asliyetini koruyan bir dinle, aslından uzaklaşmış uydurma bir dinin birbirleriyle uyuşması mümkün değildir.

BİRİNCİ FASIL

(İsa (a.s.)’ın semaya kaldırılması ve yeryüzüne indirilmesi)

Kur’ân ve sünnet ışığında meselenin izahı ve Reşid Rıza’nın görüşü:

1- Mukaddime,
2- Semaya kaldırılması ve yere indirilmesiyle ilgili âyetler ve izahları.
3- Konuyla ilgili hadisler…
4- Meselenin Reşid Rıza ile münakaşası.

KONUYA GİRİŞ

İsa (a.s.)’m öldürülmeden, diri olarak göğe kaldırıldığı hususunda -sözleri kabule şâyân görülmeyen az sayıda müfessir müstesna- bütün müfessirler ittifak halindedirler… Nitekim Kur’ân-ı Azîmüşşân ve sahih hadisler bunu sarahaten ifade etmektedirler. Ümmet-i Muhammed’in akidesi de budur. (127) Menar tefsirinde ise müellif, ilgili âyetlerin tefsirinde İsa (a.s)’a yakışıksız lâflar ediyor, nesiller boyu takip edilen yolun dışına çıkarak bu hakikati inkâra sapıyor ve lafızlara müfessirlerden bir tanesinin bile kabul etmediği manâlar veriyor.

REŞİD RIZA VE İSA (A.S.)

İşte bu bölümde İsa (a.s.)’m Kur’ân âyetleriyle ve sahih hadislerle sabit olan diri haldeyken semâya kaldırılması meselesini ele alacağız. İnkâr ve münakaşa kabul etmiyecek şekilde sağlam hadislerle ve âyetlerle sabit olan semâya kaldırılması ve kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne indirilmesi meselesinde, nasslara gerçekle bağdaşmıyan manâlar vererek Reşid Rıza, Muhammed Abduh’un yolunu takip eder.

Halbuki onları inkâr etmek, yahut onlara hakiki manâlarının dışında bir manâ vererek tahrif etmek, insanı, ancak dinî nokta-i nazardan tehlikeli bir duruma düşürür.

İsa (a.s.)’ın semâya diri olarak kaldırılması yahut öldürülmesi mevzuu hakkında son devir âlimleri arasında epeyce ihtilâf olmuştur. Reşid Rıza bunlardan büyük bir kısmını tefsirine almıştır.

Gerçekte bunların hepsinin ihtilâf merkezini kevnî mu’cizelerin vuku’ bulup bulamayacağı münakaşası teşkil eder. Kevnî mu’cizeleri inkâr eden kimse, kolayca ehadis-i nebeviyyeyi inkâr eder, reddeder, kabul etmez, râvileri ne kadar çok olursa olsun sağlamlıkları hakkında şüphe eder…

Fakat asıl şaşılacak şey Reşid Rıza’nın hadisin rivayet ve dirayet dalında geniş malûmatı olmasına ve -âyetlerin dışında-İsa (a.s.)’ın semâya kaldırıldığını ifade eden yetmiş kadar da hadis bulunmasına rağmen bunları bir kalemde reddetmesi… Kıyamete yakın bir zamanda onun, tekrar yeryüzüne indirileceğini aklın kabul etmiyeceğini iddia etmesi…

Müfessirler, muhaddisler, mütekellimler dahil olmak üzere bütün âlimler bunları nesilden nesile nakletmişler, Ümmet-i Muhammed de kabule şayan görmüş -ki o, hatadan masundur-(128) o halde hangi sebepten dolayı inkâr ediliyor, âyetlere ve hadislere hakikat dışı manâlar veriliyor ve bütün bunlar kimin yararına yapılıyor?

———————————————–

(128) Mukaddime, İbnü’s-Salâh, s. 13.

———————————————–

Bu, “Ancak hissî deneylerle ispatı mümkün olan şeyler kabul edilir…” kanunu üzerine kurulmuş maddeci yeni ilmin maruz kaldığı bir musibettir. Öbür tarafta ise selef ve halef bütün müslümanlar, İsa (a.s.)’nın göğe kaldırıldığını ifade eden âyetle, yeryüzüne indirileceğini ifade eden hadislere, tecrübeye dayanmasa bile inanırlar…

İsa (a.s.)’m semâya kaldırıldığını Kur’ân-ı Kerim şöyle ifade eder:

“Bilâkis Allah (c.c.) O’nu, semaya kaldırdı.” (129)

“Ve seni kendime kaldıracağım.” (130)

Bu iki âyeti celîle, İsa (a.s.)’nm diğer peygamberlerden farklı bir özelliğini teşkil eden özellikle semâya kaldırıldığı hususunda zahirdirler. Maksad yalnızca ruhen kaldırılması değildir. Sadece ruhun kaldırılması değildir. Sadece ruhun kaldırılması olsaydı, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın İsa (a.s.)’ya tahsis ettiği özelliğin ne kıymeti kalırdı?

İsa (a.s.)’m Göğe Kaldırıldığını ve Âhir Zamanda Yeryüzüne İndirileceğini İfade Eden Ayetler ve

Açıklamaları:

1- Allahû Teâlâ şöyle buyuruyor:

“O zaman Allah şöyle de(miş)di: “Ey İsa, şüphesiz ki seni öldürecek olan (onlar değil) benim, seni kendime yükseltip kaldıracak, seni küfredenlerin içinden tertemiz (kurtarıp) çıkaracak ve sana tâbi’ olanları kıyamet gününe kadar küfredenlerin üstünde tutacak da (benim). Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana (olacak)dır. İşte o zaman aranızda, hakkımda ihtilâf etmekte olduğunuz şeylerin hükmünü ben vereceğim…” (131)

İzahı: Müfessirler buradaki vefatı uyku ile açıklamışlar ve buna Kur’ân-ı Kerim’den şu âyetleri delil getirmişlerdir:

“Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan) O’dur.” (132)

————————–

(129) En-Nisa, 158.
(130) Â1-İ İmrân, 55.
(131) Â1-İ İmrân, 55.
(132) El-En’âm, 60.

————————–

“Allah (ölenin) ölümü zamamnda, ölmeyenin de uykusunda ruhlarım alır.” (133)

Hadisi Nebeviyye’den de şu hadisi delil getirmişlerdir:

“Resulullah (s.a.v.) uykusundan kalktığı zaman: ‘Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun…’ buyurmuşlardır.”

Hafız İbn-i Kesir, tefsirinde bu âyetlerle ilgili bütün görüşleri zikretmiş ve bu hususta Cumhurun ittifak ettiği görüşü şöyle hülâsa etmiştir:

“Buradaki âyetteki vefat ettirme uyutmakladır.” Ve Cumhur ulemanın, “Ehl-i kitab’dan hiç biri hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun, ona (İsa’ya) mutlaka îman edecek.” (134) âyetinde geçen vefat ettirmekten maksad, uyutmaktır, ölmek değildir, şeklindeki görüşünü te’yid etmiştir…

“Onun ölümünden önce,” sözündeki zamir, İsa (a.s.)’a racidir, yani İsa (a.s.) yeryüzüne inecek, bilâhare ölecek demektir. Bu, İsa (a.s.) kıyamet gününden önce yeryüzüne indiği zaman, ehl-i kitaptan herkesin ona inanacağını Allah’ın pekiştirerek ifade etmesidir.

2- Allahû Teâlâ buyuruyor:

“Ve: ‘Biz, Allah’ın peygamberi, Meryem oğlu Mesîh İsa’yı öldürdük.’ demeleri sebebiyle(dir ki, kendilerini rahmetimizden kovduk). Halbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (İsa) gibi gösterildi. (Zaten ve) hakikaten (İsa ve onun katli) hakkında kendileri de ihtilâfa düştüler. (Bu babda) kat’î bir şek ve şüphe içindedirler. Onların buna (onun katline) ait hiçbir bilgileri yoktur. Ancak (kupkuru bir) zanna uymaktadırlar). Onu yakînen öldürmemişlerdir.” (135)

————————-

(133) Ez-Zünıcr, 42.
(134) En-Nisâ, 159.
(135) En-Nisâ, 157.

————————

Bu, İsa (a.s.)’ı katlettiklerini, astıklarını zanneden yahudilerin bâtıl inançlarını kesin olarak yalanlamaktadır.

Kur’âm Kerim, İsa (a.s.)’ın dostlarından yahut düşmanlarından birini ona benzettiklerini ve İsa (a.s.) zannederek onu yakaladıklarını, öldürdüklerini ve haç’a gerdiklerini haber veriyor. Yaptıkları işte kesin bir inanç içinde olmadıklarını, şek ve şüphede bulunduklarını haber veriyor. Zanla hareket ettiklerini, halbuki Allah’ın onu kendi canibine kaldırdığını ifade ediyor.

3- Allahû Teâlâ buyuruyor:

“Ehl-i kitab’dan hiçbiri hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun, ona (İsa’ya) mutlaka îman edecek, o da kıyamet günü kendileri aleyhine bir şahid olacaktır.” (136)

Bu âyet-i celîle, ehl-i kitab’ın, İsa (a.s.) ölmeden önce ona inanacaklarını ve tasdik edeceklerini te’kidle haber veriyor.

Bu hususta Sahâbe-i Kiram’dan birçok haberler de gelmiştir. Ezcümle Said b. Cübeyr’in İbn-i Abbas’dan rivayet ettiğine göre, İbn-i Abbas:

“Ehl-i kitab’dan hiçbiri hariç olmamak üzere, Ölümünden evvel, andolsun ona (İsa’ya) mutlaka îman edecek” âyeti celilesinin tefsirinde demiştir ki: “Bu (yani ehl-i kitab’ın İsa aleyhisselâma inanması) İsa b. Meryem’in Dünyaya indirildikten sonraki ölümünden önce vuku’ bulacaktır…”

4- Allahû Teâlâ buyuruyor:

“Beşiğinde de, yetişkinlik halinde de insanlara söz söyleyecektir. (O), sahillerdendir…” (137)

Bu âyet-i celîlenin tefsirinde İbn-i Cerîr et-Taberî şunları söylemiştir: “Bana Yunus, İbn-i Vehb’in İbn-i Zeyd’den, bu âyetin tefsiri hakkında kendisine şöyle rivayet naklettiğini söyledi:

———————–

(136) En-Nisâ, 159.
(137) Âl-i İmran,46.

———————–

İsa (a.s.) onlara beşikte konuştu. Deccal’ı öldürdüğü zaman da [onlara konuşacak, o gün İsa (a.s.) 30-50 yaşları civarında bir [yaşta olacak.”

Bütün rivayetler İsa (a.s.)’m göğe kaldırıldığı andaki yaşının 33 olduğu hususunda ittifak halindedirler ki, bu yaştaki in-‘sana Kehl (30-50 yaş arasındaki insan) denmez.

Efendimiz İsa (a.s.)’ın İneceği Hakkında Hadisler:

1- Buharî ve Müslim, (Ebu Hüreyre) radıyallahü anhden şu mealde bir hadis-i şerif rivayet etmişlerdir: “Ruhum yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki Meryem’in oğlu İsa, bir hakem, bir âdil olarak aranıza inecek, putları kıracak, domuz-kn öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. Mal o kadar bollaşacak ki Kimse ona dönüp de bakmayacaktır. O vakitte, bir secde, dünya jedünyadakilerden daha hayırlı olacaktır.” (138)

2- Şeyheyn’in (Buharî ve Müslim) Ebu Hüreyre (r.a.) den rirayetine göre, Resulullah (s.a.v.):
“İbn-i Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet pisiniz kendinizden, namazda imamınız olduğu (İsa da imamıza iktidâ ettiği) halde bakalım nasıl olursunuz?” buyurmuşla” (139)

İmam-ı Buharî ile İmam-ı Müslim’in ittifak ettikleri bir hadis, ehl-i sünnet nazarında, Kur’ân-ı Kerim’den sonra en sahih \ addolunur. Ve bir mü’mine onu reddetmek caiz olmaz.

3- Müslim, Sahibinde İbn-i’üz-Zübeyr’in Câbir b. Abdullah birlikte Resulullah’ın şöyle dediğini, işittiğini nakletmiştir:

“Ümmetimden kıyamete kadar hak üzere hakkı bakî kıl-için mukatele eden bir cemaat daima bulunacak.

Sonra Rasulullah şöyle buyurdu: Meryem oğlu İsa (a.s.) semadan ine! insanların emiri ona gel, bize namaz kıldır, diyecek, o da hayır, çünkü sizden bazınızın bazınıza emir olması Allah’ın bu ümmete bir lûtfudur, diyecek.”

—————————————–

(139) fl-7k\ 5/358. Jfecrid. 9/1S2.

—————————————–

Reşid Rıza El-Menâr tefsirinin üçüncü cild 316. sahifesinde: “O zaman Allah şöyle demişti: ‘Ey İsa, şüphesiz ki seni öldürecek olan onlar değil, benim. Seni kendime yükseltip kaldıracak, seni küfredenlerin içinden tertemiz kurtarıp çıkaracak da benim.’ (140) âyetinin tefsirinde şunları söylemektedir: Allah peygamberine, seni ben öldüreceğim, derken onların hîle ve tuzaklarından kurtardığım, onların ona yapmak istedikleri hîle ve tuzaklarda muvaffak olamadıklarını müjdelemektedir.

“Teveffî, lüğatta bir şeyi tam olarak almaktır, buradan alınarak öldürmek manâsında kullanılmıştır. Nitekim, Allahû Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Allah ölenlerin Ölümleri zamanında ruhlarını alır…’ (141)
” ‘De ki: Size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak…: (142), âyetten anlaşılan manâ, seni ben öldüreceğim, öldükten sonra da seni nezd-i ilâhiyemde yüksek bir mevkide kılacağım, demektir…”

Bu açıklamadan şu anlaşılıyor:

1- Allah’ın yahudilere hîle yapmasının manâsı; yahudileriri İsa (a.s.)’ı katletmelerine imkân vermeden, bunu bizzat kendisinin yerine getireceğini, sonra da sair mü’minlerin ruhlarını taraf-ı ilâhiyesine yükselttiği gibi onun ruhunu da yükselteceğini, İsa (a.s.)’a müjdelemesidir… Reşid Rıza bunu söylemek istiyor. Fakat bu, ne biçim bir müjdelemedir, tuzağı boşa çıkarmak neresindedir bu işin? Ve hem onun semaya kaldırıldığın: ifade eden haberlerin manâsı ne?…

2- Sonra Reşid Rıza’nın, “Allah onların tuzağını boşa çıkardı.” sözünün manâsı ne? İsa (a.s.)’ı yahudiler öldürmeden önct Allah’ın öldürmesi mi, yoksa onu, taraf-ı ilâhiyesine kıyamete yakın bir zamanda indirmek üzere kaldırması ve bu suretle ona tuzak kuran, eziyet eden kimselerden intikam alması mıdır? Halbuki Allah’ın zikrettiği kaldırmak, onu yahudilerden temizlemesi, öldürmek istediklerinde tuzaklarından kurtarmasıdır. Bunu Reşid Rıza’nın yorumladığı şekilde yorumlamaya imkân yoktur.

————————-

(140) Âl-i İnıran, 55.
(141) Ez-Zünıer. 42
(142) Es-Secde. 11.

————————-

Vefat kelimesinin öldürmek şeklinde yorumlanması halindeyse, temizlemek ve kurtarmak şeklindeki o müjde tahakkuk etmiş olmaz, aksine yahudiler maksatlarına kavuşmuş olurlar ki, o da, ölümle yahut öldürmekle hangi şekilde olursa olsun onların İsa (a.s.)’dan kurtulmalarıdır.

3- Reşid Rıza teveffî’ye manâ verirken kasıtlı olarak, lafzın diğer manâlarını bir kenara bırakıp sadece, kendi görüşünü ve mezhebini destekleyen “öldürmek” manâsını zikretmiş ve bununla ilgili âyetleri delil getirmiştir…

4- Ayetin tamamını değil de sadece baş tarafını almıştır. Ayetin tamamı şöyledir: “Allah ölenin ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölümü hükmettiği ruhu tutar, diğerini muayyen bir vakte, eceli gelinceye kadar salıverir.” (143)

Burada görüşüne uygun gelen kısmı zikretmiş, âyetin geri kalan kısmını terketmiştir, teveffi’den uyku kastedildiğini ifade eden kısmı zikretmiştir. Nitekim şu âyetle de teveffî uyku manasınadır:

“Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün ne elde ettiğinizi bilen, sonra sizi (o zaman diriltircesine) uyandıran O’dur. Tâki (böyle böyle) muayyen olan bir ecelin (bir ömrün) hükmü icra ve itmam edilmiş olsun.” (144)

Teveffî (vefat ettirmek) kelimesinin Arap dilindeki manâsı, hakkını tam ve noksansız olarak almaktır. Kur’ân-ı Kerim’de ise, insanın nasibini tam olarak alması ve günlük işi manâsın; gelir ki ondan sonra gece olur, Allah insanların ruhlarını alır.

————————-

(143) Ez-Zümer. 42.
(144) El-En’âm.(i0.

————————

Teveffî’nin, insanın nasibini tam olarak alması ve bütün hayat ameli şeklinde anlaşılması halinde âyet-i kerimede vâriı olan ölüm manâsında vefat ondan sonra vaki’ olur. Allahû Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Allah ölenin ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölümü hükmettiği ruhu tutar, diğerini muayyen bir vakte (eceli gelinceye) kadar salı veril Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için kafi ibretle vardır…” (145)

5- Teveffî lafzı müphem, müteşabih bir kelimedir; ölümle uyku ile kabz ve istiyfa ile olmaya ihtimali vardır. Fakat “Allah’a kaldırmak” manâsı ifadede muhkemdir, sarihtir, başka manâya ihtimali yoktur. Kaldırmayı ruhun kaldırılması yakın mekânın kaldırılması şeklinde anlamak saçmalıktır, Allah’ı kelâmını tahriftir.

Buradan anlaşılıyor ki, teveffî’nin Allah’a kaldırmaklamı tenasip olan manâsı uyutmaktır, öldürmek değildir. Çünkü İsa (a.s.)’nın Allah’a ölü olarak kaldırılmasının bir manâsı yoktur.
Sonra Reşid Rıza tefsirine devam ederek şöyle der:

“Onu kâfirlerden temizlemesi; ona attıkları, iftira ettikleri şeylerden, ona yapmak istedikleri kötülüklerden kurtarmışdır. Rivayetlerden zihni hâli okuyucunun anlıyacağı manâ budur. İbareden anlaşılan odur. Nitekim âyetlerden şahidler getirerek bunu te’yid ettik. Fakat müfessirler rivayetlerin tesiri altında kalarak, İsa (a.s.)’ın ruh maal cesed (cesedle beraber ruhunun) semâya kaldırıldığı şeklinde bir anlayışla sözü zahirî manâsının dışına çıkarmışlardır…”

————————-

(145)Ez-Zümer, 42.

————————-

Reşid Rıza’nın görüşlerinin münakaşası:

1- Allah’ın onu kâfirlerden temizlemesi, diri olarak, cânib-i ilâhîsine kaldırması suretiyle olmuştur. Onun ölümüyle ve toprağa gömülmesiyle temizleme olmaz. Çünkü düşmanları cesedini çıkarabilirler, İsa (a.s.)’a benzettikleri kimseye yaptıkları gibi ona da işkence edebilirlerdi. Bu da herhalde onu onlardan temizleme değildir.

2- Reşid Rıza’ya göre O, öldürülmüş ve defn olunmuştur. Halbuki O’nun cenazesine yahut defnine şahit olan bir insan bulunduğunu gösteren tek bir İslamî ve Hıristiyanî rivayet yoktur. Ancak, İnciller öldürüldüğüne ve çarmıha gerildiğine dair rivayetlerle doludur, öldüğüne ve defnedildiğine ait ise hiçbir rivayet yoktur. Öyle bir şey olduysa o zaman arkadaşları neredeydi?

3- Reşid Rıza okuyucudan, niçin Kur’âna ait rivayetlerden ve sözlerden zihninin hâlî olmasını istiyor? Kur’ân boş zihinlerle nasıl anlaşılır? Rivayetler bize Allah kelâmının manâlarını açıklamada yardımcı olurlar.

4- Reşid Rıza: “Çünkü ibareden hemen akla gelen manâ budur” diyor.

Oysa ibareden ilk anda akla gelen şeyin anlaşılması doğru değildir. Nice manâsı ilk anda akla gelen lafız vardır ki sünnet, onun hilâfına delâlet etmiştir. Allahû Teâlâ şöyle buyurur: “Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın.” (146) Peygamber (a.s.) bu âyetteki “kuvvet’i atmakla tefsir etmiştir.

Allahû Teâlâ buyurur: “İman edenler, bununla beraber imanlarını haksızlıkla da bulaştırmayanlar, işte (ancak) onlardır ki (korkudan) enıîn olmak hakkı kendilerinindir. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir.” (147) Bu âyetin izahı babında Şeyheyn (Buharı ve Müslim) İbn-i Mes’ud (r.a.)’dan, şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Bu âyet-i celîle nazil olduğu zaman bunun manâsı müslümanlara güç geldi. Bunun üzerine dediler ki, hangimiz kendine zulmetmez? Resulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle cevap verdiler: Bunun manâsı sizin dediğiniz değil, şirktir. Lokman (a.s.)’m oğluna söylediği sözü duymadınız mı?: “Oğulcağızım, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür.” (148)

———————–

(146) El-Enfâl,60.
(147) En’âm, 82.
(148) Lokman, 13,

———————–

5- Reşid Rıza: “İbareden hemen anlaşılan manâ, budur.” diyor.

Fakat, “Allah onlara, ölün buyurdu.” (149) âyet-i celîlesindeki ölmek lafzım zihne hemen gelen manâsından uzak bir manâ ile “ruhu çıkarmak”la açıklıyor ve şöyle diyor: “Kaçarak çıktılar. Bunun üzerine Hak Teâlâ onlara: “Ölün!” buyurdu, yani onları düşmanlarına imkân vermekle öldürdü, demektir.” (150) Burada ona sormak lâzım “Ölün!” kelimesinden, hakikî ölümden başka bir manâ anlaşılabilir mi?

İşte Reşid Rıza, kendi görüşünü te’yid eden delilleri sıralamış, aleyhine olan delilleri ise terketmiştir. Halbuki ilmî dürüstlük, delillerin tümünü zikredip, bilâhare onlardan tercih ettiklerini seçmeyi gerektirir.

Sonra Reşid Rıza âyeti ortasından keserek zikreder. Çünkü tamamı onun görüşünü teyid etmez. Ayetin tamamı şöyledir:

“(Habibim, sayıları) binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla yurtlarından (bırakıp) çıkanları görmüş gibi bilmedin mi? Allah onlara “Ölün!” dedi. Sonra da kendilerini diriltti. Herhalde Allah insanlara karşı fazlı inayet sahibidir. Fakat insanları pek çoğu şükretmezler.” (151)

—————————

(149) El-Bakara, 243.
(150) El-Mcnâr, 458.
(151) El-Bakava, 243.

—————————

“Müfessirler, İsa (a.s.)’nın cesediyle göğe kaldırıldığını ifade eden rivayetlere uygun düşsün diye âyeti, zahirî manâsının dışında bir manâ ile tefsir etmişlerdir…” ittihamma gelince; hiçbir müfessirin, sözü, zahirî manâsından çıkardığı görülmemiştir. Hepsi de, dinî nasslarla sahih rivayetlerin arasını bulmuşlardır. İşte bu manâda, müfessirin Kur’ân naslarmı te’yid edenleri alması kusur mudur? Bu sözüyle Reşid Rıza, Kur’ân’ın delâletine yol gösterici açıklama getiren peygamber sünnetini, Kur’ân tefsirinden uzaklaştırmak mı istiyor?

Bilâhare Reşid Rıza bu âyetin tefsirinde Muhammed Abduh’tan iki tefsir nakleder; biri bütün müfessirlerin ve Cumhurun icma’ ettiği tefsir ki şöyle der: “Muhammed Abduh şöyle dedi: “Bu âyet hakkında âlimlerin iki tefsiri var:

a) Meşhur olan görüş ki: İsa (a.s.)’nın ruh maalcesed diri olarak göğe kaldırılmış olduğu, âhir zamanda da yeryüzüne ineceği, tarzındadır.

b) Teveffî’nin hemen akla gelen zahirî manâsı, bildiğimiz manâda öldürmedir. Yukarı kaldırma bundan sonra olur, bu da ruhun yukarı kaldırılmasıdır. Şahsa hitap edip de ruhunun murad olunması yeni bir şey değildir. Çünkü ruh insanın hakikatidir. Cesed eğreti elbise gibidir, artar, eksilir, değişir, asıl insan ruhudur…” (152)

İşte Reşid Rıza görüşlerini bu ikincisi üzerine istinad ettirir, ulemâ nazarında meşhur olan ve dinî nasslarla sabit olan birinci görüşü terkeder.

Bu görüşün tenkidi ve aleyhinde deliller:

1- Eser vermiş hiçbir müfessirin tefsirinde böyle bir yoruma rastlanmaz. Olsa olsa bu, tefsir değil felsefî bir yorumdur. İnsana hitap edilip ruhunun kasdedilmesi, ruhun insanın hakikati olup cesedin eğreti bir elbise olması… Eğer zannedildiği gibi murad bu olsaydı, hitap; “Ruhunu kendime kaldıracağım.” şeklinde olurdu. Fakat hitap şöyledir: “Seni kendime kaldıracağım.” Muhatap zamiri olan “seni” ile murad, İsa (a.s.)’m zâtıdır, sadece ruhu değildir. İzah ettiğimiz gibi ref (kaldırma)’in manâsı zam ve bir yere yerleştirmedir, bu da diri olmayı gerektirir; ölü olarak göğe kaldırılması düşünülemez. Hem o takdirde, İsa (a.s.)’m temayüz ettiği hususiyeti nerede kalır?

——————————

(152) El-Menâr, 11/317.

——————————

Malûmdur ki, şerhî kitaplar şahıslaradır, ruhlara değildir. Cenabı Hak da onlara ruhlar olarak değil de şahıslar olarak hitap eder. Sadece ruha hitap etmek istediği zaman ise hitabı ona yöneltir. Nitekim Allahû Teâlâ şöyle buyurur: “Ey itminana ermiş ruh, dön Rabbine, sen O’ndan razı. O senden razı olarak.” (153) Efendimiz İsa (a.s.)’a hitabında da “Ey İsa, şüphesiz ki seni öldürecek olan (onlar değil) benim.” (154), buyurarak İsa’yı bütün olarak kasdediyor, sadece ruhunu değil.

2- Reşid Rıza’nın: “Şüphesiz teveffi akla gelen zahirî manâsına göre bildiğimiz manâda, alelade ölüm demekdir.” sözüne gelelim. Selef İsa (a.s.)’nın diri olarak göğe kaldırıldığında icma’ halindedir. Hattâ teveffi’yi öldürmek manasında tefsir eden bile şöyle demiştir: “Şüphesiz Allah O’nu ba’s etti, sonra kaldırdı.” Sonra Reşid Rıza, Muhammed Abduh’un sözlerini nakleder: “Bu ikinci görüş sahibinin Hz. İsa’nın göğe kaldırılışı ve âhir zamanda inmesi hakkında iki tahrici vardır:

1- İtikadı bir meseleye ait âhâd hadis olması… Çünkü bu. gayba ait şeylerdendir. İtikadî konularda ise kat’î deliller kabul edilir. Çünkü yakın (kesinlik) istenir. Halbuki bu konuda mütevatir bir hadis yoktur.” (155)

——————————–

(153) El-Fecr, 26-27.
(154) Âl-i İmran, 55.
(155) El-Menâr, 2/317.

——————————–

Mes’elenin Münakaşası:

1- Hadisleri âhâd hadisler olmakla vasıflandırması:

Evet hadisler âhâddır (156). Fakat sahih kitaplarda mevcudiyetleri ve sahabeden birçok yollardan rivayetler bulunması, lafzı tevatür gibi kesinlik ifade eden manevî tevatür meydana getirir. Ayrıca bu hususta icmâ-ı ümmet de bulunduğunu ilâve edelim.

Menâr tefsirinin birçok yerinde zikredilen âhâd hadisler okuyucuya sanki zannî olduklarından dolayı kabule şâyân görülmedikleri hissini veriyor.

Malûmdur ki âhâd hadislerin pek çoğu inançla ilgili mes’elelerde meselâ Allahü Teâlâ’nın kıyamet gününde görülmesi, şefaat, havz, sırat, kabir suâli, kabir azabı ve nimeti gibi konularda vârid olmuştur. Üstelik tevatürü lafzî demek olan tevatürü manevî de yoktur. Öyle diye onları, kabul etmemek için özel bir kategoriye mi sokacağız? Çünkü onlar itikadla ilgili âhâd hadisler vasıtasiyle gelmiştir. İtikadî meselelerse gaybla ilgili şeylerdir. Bu durumda itikadî meselelerde ancak katiyet ifade eden haberlerin kabul edilebileceğini söyliyebiliriz.

İbnü’s-Salâh ve diğer hadis âlimleri kesin olarak şu kanaattedirler:

“Sahiheynin tenkid edilmeyen hadisleri ilim ifade eder, çünkü onları -hatadan masun- ümmeti Muhammed kabul etmiştir.” (157)

Sonra Reşid Rıza, Muhammed Abduh’un daha Önce duyulmamış acaip, garip yorumunu naklederek der ki:

“Onlardan ikincisi İsa (a.s.)’ın inişinin ve yeryüzüne hâkim olmasının yorumu; bu, ruhunun galip gelmesi, risâletini tebliğ ederken rahmet, muhabbet, sulh yolunu takip etmesi sebebiyle insanları mesrur ve memnun etmesi, şeriatın zahirinde kalmıyarak asıl maksadı olan özüne tutunması demektir ki o öz, şeriatın hikmeti ve meşruiyetinin esasıdır…”

—————————————————————————————————————————

(156) Bir kimsenin bir kişiden yahut bir kişinin birçok kimselerden rivayet ettiği hadisdir. (Mütercimler)
(157) İbnü’s-Salâh, Mukaddime /î Uluıni’l-Hadis, s. 14-15.

—————————————————————————————————————————

“Bu te’vile göre İsa (a.s.)’ın zamanı öyle bir zamandır ki, o zamanda insanların ruhlarını ıslâh etmek için, zahire bağlı kalmadan dinin ve şeriatın özüne sanlınır…”

Muhammed Abduh iki yol ağzındadır:

1- Ya o, Deccal’ı vasfeden ve İsa (a.s.)’m onu öldüreceğini, haçları kıracağını, hınzırları öldüreceğini haber veren hadislerden habersizdir, ki sahih kitaplarda bu mevzuda o kadar çok hadis vârid olmuştur ki tevatürü manevî derecesine varmıştır, özrü cehlidir…

2- Ya da bu hadisleri bildiği halde, ilimden birazcık nasibi olan yahut yüce Allah’ın murakabesi altında bulunan hiçbir şahsın kabul edemiyeceği birtakım acaip, garaip yorumlara -bile bile- kaçmıştır…
Reşid Rıza da Muhammed Abduh’un hadislerle çatışan bu yorumlarına katılır ve sözlerine şöyle devam eder:

“Üstazın derslerinde açıklıkla ve geniş olarak söyledikleri işte bunlardır.”

Fakat bu hususta vârid olan hadislerin zahirî manaları, buna uygun düşmez. Reşid Rıza bunlara başka bir şey ilâve etmez. Ama meseleye tekrar döner ve Muhammed Abduh’un te’viline başka bir yoldan destek olur: “Bu yorum sahipleri derler ki. bu hadisler diğer birçok hadisler gibi manâ yoluyla nakledilmiştir. Binaenaleyh manâyı nakleden, ondan anladığını nakleder…”

Reşid Rıza:

1- Muhammed Abduh’un te’vilini ehli ilimden bir taifeye nisbet etmekte fakat misal olarak da bu te’vili yapan bir tek şahıs bile zikretmemektedir.

2- Deccal hakkında vârid olan hadislere ta’n eder. Fakat o hadislerin çoğu, Deccal’ı tavsifte ittifak halinde, diğer bir kısmı da bazı fazlalıklar taşımaktadır. Reşid Rıza bu ithamıyla sünnet-i seniyyenin tümü hakkında şüphe uyandırmak istemektedir. Nitekim onun, “Şüphesiz bu hadisler, hadislerin pek çoğunda olduğu gibi manâsıyla nakledilmiştir.” sözü, bu gayeye matuftur. Bununla, sadece îsa (a.s.)’m nüzulü ve Deccal hakkındaki hadislere ta’n etmekle kalmıyor, bunun da ötesinde bütün sünnet hakkında şüphe uyandırmak istiyor. Bu, hakikata karşı cinayet işlemektir.

Muhammed Abduh ancak Bâtıniyye’den işittiğimiz bu sapık te’ville yetinmiyor, Deccal’ı “Hurafelerin, kötü şeylerin remzi” olarak yorumlama gafletini gösteriyor. Nitekim Rezid Rıza şöyle der:

“Muhammed Abduh’a Mesih’den, Deccal’dan ve İsa (a.s.)’ın onu öldürmesinden soruldu da şöyle cevap verdi. Deccal, hurafelerin, kötü, çirkin şeylerin ve bâtılın remzidir. Onlar Şeriatı açıklamakla, esrarını almakla ve hükmüne bağlı kalmakla ortadan kalkar. Şeriatı hâkim kılmak için de en büyük rehber Kur’ân’dır, Sünnet-i Resulullah da onu açıklar. Beşer için ona dönmenin ötesinde yapılacak bir şey yoktur…” (158)

1- Reşid Rıza bu görüşe herhangi bir ilâvede bulunmaz. Halbuki o, gerçekten biliyor ki, Deccâl’la ilgili olarak sahih kitaplarda vârid olan hadisler “manevî tevatür” derecesine varmıştır. Ve Deccâl’ın vasıfları şöyle belirtilir: a) Sağ gözü şaşı, b) Kısa, kıvırcık saçlı olacak.

2- Muhammed Abduh bu te’vilin, ortaya çıkan tek din olduğunu, onca beşer için buna dönmekten başka çare bulunmadığını açıklıyor.

3- Bu te’vil batını tefsirlerle, dinsiz felsefecilerle bir olmak demektir. Bu te’vil, her günahkâr ve cüretli cesurun dinî nass-larla oynamasına, hevâ ve hevesine uymasına imkân hazırlar.

——————————

(158) El-Mcnâr, 3/318.

——————————

Reşid Rıza en-Nisa sûresinde İsa (a.s.)’ı zikrederken, Âl-i İmran sûresinde söylediklerini te’kid ediyor ve bu sürede orada bulunmayan bir noktayı zikrediyor:

“Müfessirler ve diğer bilginler arasında meşhur olan görüşe göre Allahü Teâlâ, İsa (a.s.)’ı semâya ruh ve cesediyle kaldırmıştır. Buna Mi’rac hadisesini delil göstermektedirler. Çünkü o gece, Peygamber (s.a.v.) İsa (a.s.)’ı ve teyzesi oğlu Yahya (a.s.)’ı ikinci kat semâda gördü. Eğer bu, onun ruh maalcesed semâya kaldırıldığına delâlet ediyorsa, Yahya (a.s.)’ın vesair semalarda gördüğü diğer peygamberlerin de semaya kaldırıldıklarına delâlet eder ki, böyle bir şeyi hiç kimse söylememiştir.” (159)

İşte Reşid Rıza’nın yeni bir fezlekesi… Zira İsa (a.s.)’ın cesed ve ruh olarak bir bütün halinde semaya kaldırıldığına miraç hadisiyle istidlal eden hiç bir müfessir yoktur. Hem, semâya kaldırmanın vuku’ bulduğuna delâlet eden Kur’ân âyetleri, yeryüzüne ineceğine delâlet eden peygamber hadisleri mevcutken niçin miraç hadisine tutanmaya kalkışıyor?

Fakat Reşid Rıza bu sözü hiçbir kimseye nisbet etmeden nakletmekte ve miraç hadisini zikretmektedir. Çünkü miraçla ilgili hadislerde münakaşalar vardır. Güya miraç hadisi yıkılırsa ona istinad eden İsa (a.s.)’m semâya kaldırılışı da yıkılmış olacak.

Konuya son vermeden Zâdü’l-Müslim fi ma’ttefaka aleyhi’l-Buhcui ve Müslim kitabının müellifi Şeyh eş-Şankîtî’den bir nakilde bulunmak istiyorum:

“Ebu Hureyre’den rivayete göre Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: ‘Sizin aranıza Meryem oğlu İsa indiği ve imamınız da sizden olduğu zaman bakalım sizin haliniz nasıl olacak?’

“Bu hadisi Buharı peygamberlerle ilgili hadisler kitabının İsa (a.s.)’m nüzûlu kısmında, Müslim de İman kitabının sonunda Isa b. Meryem (a.s.)’ın Peygamber Efendimizin seri atiyi a hükmedici olarak inmesi babında rivayet eder. Bu hadisi İmam-ı Ahmed de rivayet etmiştir.

—————————-

(159) El-Menâr, 6/20.

—————————-

Tenbih:
“İsa (a.s.)’m halen diri olduğuna şer’an inanmak mecburiyetindeyiz. Yine inanmak zorundayiz ki o, âhir zamanda inerek Peygamber Efendimizin şeriatıyla amel edecek ve Allah yolunda mücadele edecektir. Bu hususta Resulullah Efendimizden tevatür (160) derecesinde hadisler vârid olmuştur. Buna inanmak vaciptir. Çünkü Allahû Teâlâ hiçbir bâtıl bulunmayan muazzez ve mukaddes kitabında, onu yahudilerin öldüremediğini ve kendinin onu, semâya kaldırdığını haber vermektedir. ‘Onlar onu yakînen öldüremediler, bilâkis Allah onu göğe kaldırdı.’ (161)

“Daha önce de zikrettiğimiz gibi mütevatir hadislerde vârid olmuştur ki, İsa (a.s.) âhir zamanda âdil ve hükmedici olarak inecek, haçları kıracak, hınzırları öldürecek, cizye koyacak ve mal o kadar bollaşacak ki kabul eden bulunmayacak. Âhir zamanda ineceğini ifadede manevî tevatür derecesine varan hadislere zıt manâda öldüğünü ifade eden tek bir hadis bile yoktur… Onun öldürülmeden semâya kaldırıldığını Kur’ân-ı Azîmüşşan, âhir zamanda yeryüzüne ineceğini ve indikten sonra neler yapacağını her türlü ihtimali reddedecek şekilde bize Nebi (s.a.v.) açıklamışken, bunları inkâr etmek mümkün mü? Bunda şüpheye düşen icma-ı ümmetle kâfir olur…

“Çünkü bu, münakaşasız, dînen bilinmesi zarurî olan şeylerdendir. Dinsizlerin ve câhillerin aleyhinde söyledikleri sözler bâtıldır, insaflı ilim sahiplerinin bunlara itibar etmesi caiz değildir.”

—————————————————————————————————————————

(160) Buradaki tevatürden maksad, hu husustaki hadislerin mânâ bakımından mütevatir olmasıdır (Müellif).
(161)En-Nisa, 158.

—————————————————————————————————————————

Allâme Muhammed b. Ahmed el-Isferâyinî el-Hanbelî Le-vâmiü’l-Envâri’l İlâhiyye (162) isimli kitabında, kıyamet alâmetlerini anlatırken der ki:

“Kıyametin büyük alâmetlerinden ikincisi de İsa (a.s.)’ın semâdan inmesidir. Bu, kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sahiptir.” Mevzu ile ilgili âyetleri ve hadisleri zikrettikten sonra der ki: “İcmâ’ya gelince, hiç kimse muhalefet etmemiştir. Ancak felsefeciler ve dinsizler inkâr etmiştir. İsa (a.s.)’ın yeryüzüne ineceği, şerîat-ı Muhammediye ile hükmedeceği, kendisi peygamber olsa bile, müstakil bir şerîatle inmeyeceği hususlarında ümmetin icmâ’ı vardır.”

Muhammed Abduh’a göre Nübüvvet ve Risaletin Tarifi:

Muhammed Abduh Ezher’lidir, Ezherde terbiye görmüş, Ezher sayesinde parlamıştır. Şeklen ve ma’nen Ezherlidir. Ezher kitaplarının manâlarını, maksadlarını, Ezherliler gibi anlar, kavrar. Abduh, Ezher muhitinin dışına çıkmadan önce “Adudiyye” kitabına bir ta’lik yazdı; bu, büyük bir gayretin mahsulüdür. İlmî, fikrî ve cedelî kuvvetini ve derinliğini göstermesi bakımından ilk eseri, ilk telifidir.

Kitabın ilk sahifelerini karıştırırken, gözüm selef ve halef hiç kimseden işitmediğim bir tabire ilişti. Kendimi, fikrî temelleri Cemâleddin-i İranî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’ya istinad eden yenilik iddiasındaki bir okulda hissettim.

Ta’liki uzun süre üzerinde durulmaya muhtaç gördüm. Bu ta’like ta’lik yazmak veya üstünde münakaşa yapmak ihtiyacı var. İşte onun için “Şeyh Muhammed Abduh’a göre nübüvvet ve risaletin tarifi” adıyla ayrıca bir bölüm ayırdım doktora tezimde. Reşid Rıza’nın bir harfle bile bu tabire ilişmediğini biliyorum. Her ne kadar Rahmetli nebî ve resulün manâsı hususunda selef ve halefin yolunu takip etmiş, hiçbirine muhalefet etmemiş gibi görünüyorsa da, Muhammed Abduh’un tefsirine uzaktan – yakından herhangi bir işarette bulunmaz. Bilâkis Muhammed Abduh’un görüşüne kalın bir perde çeker, ondan daha tehlikeli görüşler serdeder. Ve bazan onunla berabermiş zannını verir, bazan da ona itiraz ederek, saygılı bir tavırla tenbihde bulunur.

————————————————–

(162) Lcrânıiii’l-Eıifc’ır’il-Ilâhiyye, s. 36.

————————————————–

Adudiyye müellifi ve sarihi Muhammed b. Sa’d nebî ve resulün manası hususunda şöyle der:

“Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: Ümmetim fırkalara ayrılacak.”

“Peygamber; Allahü Teâlâ’nın kendisine vahyettiklerini tebliğ etmesi için insanlara peygamber olarak gönderdiği insandır.” Muhammed Abduh burada şöyle bir açıklama yapar: “Derim ki, bazılarına göre nebî, Allahü Teâlâ’nın vahyettiği şeyleri kendilerine tebliğ edilmesini istediği kimselere tebliğ için gönderdiği insandır. Bu tarif başkasına tebliğden katı nazar ederek, kendim olgunlaştırmak için kendisine vahy olunan kimseye şâmil değildir.

Bazılarına göre de, nebî başkasına taalluk etsin etmesin Rabbinden kendine vahy gelen kimsedir.
Resul ise bazan birinci manânın eş anlamı olarak kullanılır, bazan da kendisine bir kitap yahut şerîat indirilen kimse manâsında… Kitabı ve Şeriatı olmayan zât sadece bir nebîdir, resul değildir. Selef ve halef bütün ümmetin reyi budur. Keski Muhammed Abduh da ümmetin bu görüşüyle iktifa etseydi, nerde?.. O, şu sözlerle görüşünü ortaya koyar:

“Derim ki, bazan da nebî, ilmen ve amelen hak üzere yaratılmış insan diye tarif edilir. Yani duruma göre hakkı bilir, hakkı işler. Bu, yaratılıştan olur, bu hususta tefekküre, düşünmeye muhtaç değildir. İlâhî öğretim yoluyla olur. İşte bir kimse beni-âdemi yaratıldığı fıtrata davet üzere vazifelendirilmişse o, sadece bir nebî’dir, resul değildir. Bunu iyi bil. Bu, ince bir şeydir.”(163)

————————————————————————————–

(163) Eş-Şeyh Muhammed Abduh. Tahkik, Dr.Süleyman, Dünya, s. 3-4.

————————————————————————————–

İşte Ezherli Şeyh Muhammed Abduh’un nebî ve resul tarifi…

Şimdi nübüvvet ve risâletten bahsedip mevzuun münakaşasına gireceğim.

Nübüvvet ve Risâlet:

Nübüvvet ve risâlet, ancak mu’cize, ismet ve vahiyle olur. Bunlar risâlet ve nübüvvetin temel unsurlarıdır. Resul yahut nebî’de bu unsurlardan biri bulunmazsa, onu diğer insanlardan ayıran bir özellik kalmaz.

Nübüvvet ve risâlet, nebî’nin ve resûl’ün ilk ve temel işidirler. Bunlara fıtrî yahut sonradan kazanılan sıfatlardır, denilemez. Ruhî melekeler, bir çeşit garizalar, yaratılıştan gelen hissi sıfatlar kabilinden şeyler de değildirler. Bilâkis Allah’ın peygamberine -ki kendisine bazı ğayb haberleri ve mevcudatın hakikati arı vahyolunur- verdiği, nübüvvetin risâletin hakikatini ifade eder.

Vahy ve peygamber gönderilmek -bu haliyle-, nebî ve resulün ruhî yapışım teşkil eden iki meleke yahut içgüdü değil, Allahü Teâlâ’nın bir lütfü ve mevhibe-i ilâhiyedir, fıtrî yahut mükteseb de değildir.

Şeyh Muhammed Abduh’un nebî ve resulü tarifinde ise fıtrat ve cibilliyet tabirleri geçer. Fıtrat insanın doğuştan gelen kabiliyetidir, İlâhî talim ise vahy, irşad ve bir lütuftur.

O takdirde hidâyet sebepleri içinde başlıca iki taraf olan -ve bir üçüncüsü bulunmayan- aklî kisble hakkı bulmak ve o hal üzere yaratılmak arasını nasıl bulacağız?

Sonra bu şekilde nübüvvet ve risâletin fıtrî olduğunu söylemek enbiya ve resuller vakıasıyla uyuşmaz. O zaman bu vakıa, anlaşılmaz bir şey yahut vahy ve mu’cizeyi her türlü şekilde inkâr ve şüpheye varır.

Ve dahası, risâlet anlayışımızda hakikatten nasıl ayrılabiliriz? Peygamber insanları fıtratlarına davetle risâlet tahakkuk etsin de, Allah ona peygamberliğini insanlara tebliğ etmek için vahy teklif etmesin, bu nasıl mümkün olur? Bir peygamber sadece bu misilli davet yapmakla nasıl peygamber olur? Katî surette kabul edilen şey odur ki nebiler ve resuller mutlaka düzgün yaratılışa, güzel istidatlı olurlar, fakat sadece bu keyfiyet bir kimseyi nebî yahut resul yapmaz ki…

Nübüvvet ve risâlet çok yüce ve âlî olan Allah’ın lütuf buyurduğu derecelerdendir. Ayrıca onlarda diğer yüksek görüşlü, akl-ı selîm sahibi ve sahih yaratılışa propagandacılarda ve ıslahatçılarda bulunmayan ruhî bir mertebe vardır.

Şeyh Muhammed Abduh’un nebî ve resul tariflerinin tehlikeli tarafı var. Çünkü işin sonunda risâlet ve nübüvvet, akılla kazanılabilen bir şey oluyor, yahut hakla beraber olması için fitrat-ı selîmenin takviye ettiği yüksek bir şahsiyet oluyor, onunla hidâyeti buluyor, muktezasına göre amel ediyor ve ona davette bulunuyor. Zira marifet irsî bir içgüdüyle birlikte aklî bir iş oluyor.

Nübüvveti aklî kazanç mahsulü bir şey yahut şahsiyet üstünlüğü şeklinde anlamak bâtıldır. Bunu hiçbir ehl-i ilim ve ma’rifet söylememiştir.

Evet insan çalışmasıyla, gayretiyle, zühd ve riyazatıyla yüksek bir mertebeye ulaşır, fakat kendisine nebî ve resul denmez. Bu meziyetlerin sahibi hiçbir zaman bunları Allah’a izafe edemez ve Allah adına insanlara tebligatta bulunamaz. Çünkü, her ne kadar bazı gerçeklere vâsıl olsa da ilâhî vahye istinad etmediğinden bunları, peygamberlik gereği sanmak uygun değildir.

Nitekim resul masumdur, vahyle, mu’cizeyle, te’yid edilir, nebî de böyledir. Sadece o ikisi Allah’ın muradını ifade etme hakkına sahiptirler. İnsanların açıklama ihtiyacını gördükleri şeyleri açıklamak ve insanların Allah’a itaat etmeleri lâzım geldiğini beyanla görevlidirler. Bu tabi, nebî ve resul, mu’cize ve vahyle te’yid olunan kimsedir, şeklinde tarif ettiğimiz ve umumî manâsiyle nebî, resul manâsmdadır, dediğimiz zaman böyledir.

Aralarında bir fark gözetecek olursak o zaman şöyle deriz: Nebî tebliğle emrolunmasa da kendisine bir şeriat vahy olunan insandır. Resul ise kendisine tebliğ emredilen kimsedir. Onda risâletle nübüvvet cem’ olmuştur. Ona itaat ve ittiba vaciptir. Sadece nebî olan şahıs ise vahy ona mahsustur, başkasına geçmez.
Nübüvvetin fıtrî olduğunu bazı diller gevelemiş, bir kısım kalemler serbestçe savunur olmuştur. Bu görüşe bazı fikirleri de kendine celbedebilmiştir. Bu görüş sahipleri zihinleri bulandırmak gayesindedirler. Bu yeni şarkının yahut şeytanî mücadelenin arkasındaki gerçek maksad ise, içlerindekini açığa vurmak ve bunun şüyu’ bulması… Ona tabiî bir görüntü vermek arzusundadırlar da. Ayrıca nübüvvetin, insanî olduğu, İlâhî olmadığı noktasına ağırlık verirler… Ve bir de liderler, dahîler, önderler, enbiya ve resul arasında müşterek bir şey olduğunu…

Bu fikirlerin gizli taraflarını sabık şeyhülislâm Mustafa Sabri keşfetmiş ve açıklamış, acı bir şekilde tenkid etmiş, bozulduklarını ortaya koymuş, nebî ve resul tariflerinden dolayı Şeyh Muhammed Abduh’u tenkid etmiştir. Onun, bu görüşüyle, bazı yazarların ve müsteşriklerin peygamberleri tasvir edişlerini mukayese etmiştir ki, onlara göre peygamberler, sair insanlardan ancak fıtratı selime ile temayüz ederler, vahy yoluyla Allah’la herhangi bir özel münasebetleri yoktur, ellerinde harikulade haller tezahür etmez…

Nitekim daha önce geçtiği gibi Şeyh Muhammed Abduh, nebî ve resulün -alimlerden epey nakilde bulunduktan sonra-birtakım manâları bulunduğunu zikretmiş, sonra da nebî ve resulün esas manâyı kabul ettiği ve sonunda buna işaret ettiği tarifini zikretmiştir, bir de gönlünün buna razı olduğunu ilâve etmiştir. İşte bu noktada Şeyh Mustafa Sabri sorar:

“Nübüvvet fıtrî bir şeyse, nebiyi nerden biliyor, yahut onun haktan başka bir şey söylemediğini, haktan başka bir iş yapmadığını nerden biliyor? Muhammed Abduh’ıîh nebî ve resul tarifindeki “yaratılış üzere talimi ilâhî…”ye hücum eder, şöyle bir soru ile reddeder, onun talimi ilâhî olduğu nereden bilinecek?

Bu talimi fıtrata hamletmek de mümkün… Sonra o peygamber çeşidini şöyle açıklar: Şuna inanıyorum ki, Şeyh Muhammed Abduh nebî ve resule ait böyle bir tarif kabul etmekle meydan okuma zamanında, nübüvvet ve risâletle beraber bulunması lâzım gelen mu’cizeleri ve harikulade halleri feda etmiş oluyor…” (El-Kaulû’l-Fasl: 40)

Böyle bir tarif nebî’leri ve resûl’leri kendilerine tahsis ettiği derecenin altına indirmektir. Sözün özü: Risalet ve nübüvvet fıtrî bir şey değildir, çünkü fıtrî olduğunu kabul etmek, birtakım tehlikeli sonuçlar doğurabilir. O, ilim tahsilinde gayret göstermek, mevcudatın hakikatlarını araştırmak ve kâinat hakkında düşünmek gibi şeylerle ulaşılabilinecek bir temyiz derecesi de değildir… Zühdle, riyazatla ulaşılabilen ruhî bir olgunluk da… Ümmet-i Muhammed ve peygamberlerine inanan geçmiş ümmetler, nübüvvet ve risâletin çalışmakla elde edilmediği kanaatmdadırlar ve hepsi de onların, Allah tarafından -ilimleri nazarı itibara alınmaksızın- seçilmiş kimseler olduklarına inanırlar…

Mevakıf sahibi ve sarihi el-İci, ikinci cilt sahife 128’de şöyle der:

“Peygamber gönderilmek için yalnız insanlardan ayn kalarak riyazetler, mücahedeler yapmak suretiyle -ki hâkimler öyle zannederler- öz temizliğine, fıtrat yüksekliğine erişmek şart değildir. Bilâkis Allahû Teâlâ “Rahmetini kullarından dilediğine verir.” Binaenaleyh nübüvvet de Allah’ın bir rahmeti ve mevhi-besidir”. O, risâletini kime vereceğini en iyi bilendir” (164)

Eş-Şehristanî (165) de şöyle der:

“Şüphesiz nübüvvet nebîye ait bir sıfattır. İnsanın ilimle, çalışıp kazanmakla ulaşabileceği bir mertebe, ruhî birtakım hallerle erebileceği istidat değildir. Bilâkis Allah’ın kullarından dilediklerine lütfettiği bir rahmettir…

——————————————————–

(164) El-Mevökıf, 2/128.
(165) Eş-Şehrislâni, Nihâyctü’l-İkdâın, 3/462

———————————————————

Şayet bir kimse kalkar da, “Resulullah (s.a.v.) peygamber olarak gönderilmeden önce Hira mağarasında uzun gecelerini orada yalnızlıkla, ibadetle geçirdi. İşte bu zühd ve riyazeti ona öyle bir ruhî mertebe kazandırdı ki onu, kendisine vahy inmeye ehil kıldı” derse, ona cevabımız şöyle olacaktır:

“Evet, Resulullah (s.a.v.) Peygamber olarak gönderilmeden önce, kendini olgunlaştırma hususunda gayret sarfetmekle, kendini nübüvvete hazırlanmayı yahut vahy inmesini istemeyi kasdetmiş değildir ki… Eğer böyle bir şey kasdetmiş olsaydı, bir insanın bir şeyler beklediği gibi, meleğin gelmesini, Kur’âmn vahy edilmesini, peygamberlik teklif edilmesini beklerdi, kendini ruhen buna hazırlardı. Fakat hâdise tam aksine oldu: O, korktu, sarsıldı, gördüğü ve duyduğu şeylerin hakikat olmamasından, arzu etmediği bir şeye giriftar olmaktan endişelendi, olanları Ümmü’l-mü’minin Haticetü’l-Kübra ile Varaka b.Nev-fel’e anlattı. Varaka b. Nevfel de kavminin ona muhalefet edeceğini, onunla muharebe edeceğini, düşmanca davranacağını, yurdundan uzaklaştıracağını haber verdi.

Bütün bunlar kendisine vahy indirilmesini düşünmeyen yahut bilâhare kendisine göre verilmesi için hazırlık yaptığı söylenemiyecek olan bir kimsenin hallerine açık bir şekilde delâlet eden şeylerdir.
Nitekim bu halleri Kur’ân-ı Azîmüşşan şöyle tescil etmektedir:

“Sen bu kitabın sana vahy olunacağını ummuyordun. (Bu), ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde kâfirlere arka olma salan.” (166)

“Halbuki (vahiyden evvel) kitab nedir, îman nedir, sen bilmezdin.” (167)

“Seni (çocukluğunda) gaib olmuş bulup da yolunu doğrultmadı mı?” (168)

————————–

(166)E1-Kasas, 86.
(167)Eş-Şûvâ, 52. 6.

————————–

Evet Peygamber (s.a.v.) ibadet etti. Ve onun insanlardan uzaklaşıp mağarada yalnız kalması, sadece, bir ibadet şeklidir İd çok az Arap aydını, ruhen temizlenmek ve kemâle ermek için bu yola başvuruyordu.”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu