modernistler

Recm Meselesinin Tarihi Yönden Ve Rivayetler Açısından İncelenmesi Ve Ortaya Çıkan İhtilafsız Şer’i Hüküm

Bu makalede gerek recm vakıalarının tarihlerini ispat ederek gerekse recm hükmünü rivayet eden hadislerin tevatür derecesini ispat ederek ihtilafsız icmaa edilmiş şer-î bir hükmün olduğunu ortaya konulmuştur. Konu ayrıntılı incelenmiş, en sonunda da özetlenmiştir.
1. Bölüm
Meseleye Genel Bir Bakış
Bu risale, sünnetin teşrî konumunu isbat sadedinde detaylı malumat içermesi amacı ile yazılmamıştır. Ancak her ne kadar bu amaçla yazılmamış olsa da, ele alacağımız recm meselesi ile doğrudan bir bağ bulunmasından dolayı az da olsa sünnet hakkında genel bir bakış açısı oluşsun diye bir takım noktalara değinmek istiyoruz.
Genel bir mesele olarak sünnet başlığını değerlendirdiğimizde, bu meselede şüpheci başlıca iki grup karşımıza çıkmaktadır. Her ikisinin de buluştukları ortak nokta sahih yollarla sâbit olmuş haberi yorumlamada takındıkları yöntemdir. Sünnetten gelen haberler Kur’an-ı Kerim’e nispetle üç kısımdır;
1- Ya zahirde Kur’an ile çelişki var gibi görünen
2- Ya zahirde Kur’dan ile uyumlu gibi görünen
3- Ya da Kur’an’da nefyine veya isbatına aslen değinilmemiş olanlardır.
Söz konusu itirazcı gruplardan birincisi, sünnetin teşrî değerini yani bağlayıcı olmasını ayrım yapmaksızın tamamen inkar etmektedir. Diğer grup ise sünnetin nev’ini yani haddi zatında sünnetin dindeki bağlayıcı konumunu bilcümle kabul etmekle birlikte, bir takım yersiz şüphelerden dolayı sünnetin ahâdına yani muayyen bir takım konularına itiraz etmektedirler. Özellikle belirtmek isterim ki, reddiye ve cevaplarımızı özelde bu gruba yönelik yapacağız inşaAllah. Çünkü bunlar genel olarak sünneti kabul etmekte fakat bir takım şüphelerden dolayı muayyen konulara itiraz etmektedirler. Bunlarla ihtilaf diğerlerine oranla hem cüzîdir, hem de bu kesimle uzlaşma, -söz konusu şüpheleri giderildiği takdirde- bir önceki kesime oranla -Allah’u a’lem- mümkündür.
Bu grubun başlıca şüphesi ise, araştırmalarımız neticesinde temelde şuna dayanmaktadır:
‘’Vahiy tek kaynaktan geldiği için çelişmemesi lazım. Kur’ân, sübut-u kat-î olduğu için ana esastır. Sünnet de sabit olduğuna göre tümünü inkar etmek mümkün değildir. Her iki delille birlikte amel etme adına, sünnet yolu ile vârid olan haberlerin sadece Kur’ân’a muvafakat edenleri alınır, zıt ve çelişenler ise alınmaz. Aksi halde hem vahiyde çelişki olduğunu söylemiş olur, hem de katî olan üzerine zannî olanı takdim etmiş oluruz.’’ demektedirler.
Bu asla dayanılarak ‘’Kur’ân’a zıt hadisler’’ diye yaygın olan tabir ihdas edilerek, ‘’Sünneti Kur’ân’a arzetme’’ yöntemi icad edildi.
Bu görüş, her ne kadar haklı ve masum gibi görünse de, kendi içinde çelişkili ve ilmî açıdan dayanaksızdır. Yazımız tamamen bittiğinde Allah’ın izni ile görüleceği üzere bu görüş akla muhalefeti bir yana, Kur’an, sünnet ve Arap dilinden habersiz olmanın neticesinde oluşmuştur. Çünkü bu görüşün lazımı olarak bir haberin sened yönünden ele alınması ikinci plana atılarak, söz konusu haberin kabul edilmesinde Kur’an’ın zahirine ‘’uygunluk’’ kısmı öne geçirilmiş olmaktadır. Sonuçta peygamber söylesin veya söylemesin, haber olarak ne gelirse gelsin Kur’an’a ne uyarsa alınmalıdır, sonucuna ulaşılmıştır.
Netiecede bir facir hatta bir kafir dahi Kur’an’a uygun söz söyleyebilir. Bu durumda Kur’an’a manaca uygunluk arzeden zayıf, hatta uydurma rivayetler sahih nakillerin önüne geçirilmiş olur. Ancak ne var ki, zannedildiği gibi sahih yolla sabit olmuş hiçbir nassta, zıtlık diye bir şey söz konusu değildir.
Biz muarızlarımıza şöyle diyoruz:
Uygunluk veya zıtlık ya mantuk açısındandır ki, bu durumda genelde mesele, nâsih/mensuh, mutlak/mukayyed, mücmel/mufassal veye mukhem/müteşâbih kısımlarından birinde çözülerek vüzûha kavuşturulur; ya da, söz konusu zıtlık, mefhum ile ilgilidir ki, bu ise aklî bir şeydir, yoksa sanıldığı gibi haddi zatında nakille ilgili değildir.
Mefhuma yani anlayışa dayalı hususlarda, bir naklin Kur’an ile çelişiyor iddiası meseleye bakan kişinin durumu ile ilgili izafî bir şeydir. Bir diğer ifade ile, istidlâl yapan kişinin zeka seviyesine göre ya da delillendirmedeki maharetine göre değişken bir şeydir. Bu suretle haberin Kur’an’a uyup uymaması araştırmacının insafına terkedilmiş olur. Bunu anlarsak, meselenin haberin Kur’an’a uyup uymamasından ziyade, araştırmacının aklına uyup uymama meselesi olduğunu da anlarız. Onların Kur’an’a uygun bulmadıkları bir çok hususu biz baktığımızda Kur’an’a uygun buluyoruz. Dikkate şayan olan budur.
Halbuki dinî telakkî esasları kişiden kişiye değişkenlik arzetmemelidir. Aksi halde bu din Batınî’lerin yaptığı gibi zorlama yorumlar, aklî çıkarımlar ve şahsî istinbatlara dayalı bir din haline gelir. Bu husus tutundukları yöntemin kaçınılmaz bir çelişkisidir. Bu kimseler, sünnetin Kur’an ile çelişmesini konuşmadan önce kendi çelişkilerini çözmedikleri sürece meseleyi anlayamayacaklardır. Biz diyoruz ki, bilgi edinme yollarından birisi de nakildir. Bir naklin sıhhati ise, aklın da muvafakat ettiği alet ilimleri işletilerek bilinir. Elimizde bulunan mevcut Kur’an’ın sübûtunun sıhhatıni de bir nakille bilmekteyiz. Sünnetin, nakil yoluyla gelmesi nedeniyle reddedilmesi, başta Kur’an olmak üzere tüm tarihi rivayet ve haberleri inkar etmek demek olur. Buna ‘’Kur’anın yazılı olarak nakledilmesi’’ vakıasıyla cevap verilmesi yeterli değildir. Çünkü Kur’an’ın yazılı olarak muhafaza edilmesi en fazla sübûtunun katîyeti üzerine ziyade bir delil olur. Yoksa zannedildiği gibi Kur’an dışında yazılı olarak gelmeyen nakillerin sahih olmadığını göstermez. Nitekim örf ve ananeler yazılı olarak nakledilmezler. Buna rağmen örf ve ananeler, sahipleri tarafından üstelik din konusu gibi ahireti ilgilendiren önemli bir konuda olduğunun aksine, hiçbir titizlik gösterilmeksizin nesilden nesile sahih olarak aktarılabilmektedir.
Tarihte, hatta içinde bulunduğumuz asırda dahi, anayasaları yazılı olmayan ülkeler bulunmaktadır. Bir hükmün hüccet oluşunu yazılı olmasına bağlamanın delili bulunmamaktadır. Bu kesime ‘’Kur’an’ın değişmediğini ispatlayın’’ dediğinizde, sünnetin hücciyeti konusunda bizim tutunduğumuz naklî verilere tutunduklarını görürsünüz. Üstelik başta kuşku ile yaklaştıkları sünnet ile delillendirmekten başka ellerinde hiçbir asıllarının kalmadığını görürsünüz. Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinin, Peygamberimiz (s.a.v)’den sonra olduğu bilinmektedir. Buna göre, vahyin muhafaza edildiğini ifade eden ayet dahi, Peygamberimiz(s.a.v.)’den sonra, Kur’an mushaf haline getirildiğinde kaydedilmiştir.
Sünnet yolu ile gelen haberlerin üzerindeki bir takım ihtilafları korunmuşluk sıfatı hakkında sünnet aleyhine delil yapmaları da bu kesimin sahih haberi telakki etme yöntemleri hakkındaki cehaletlerini ortaya koymaktadır. Bu ihtilafları sünnetin korunmadığı için hüccet olamayacağına delil saymaları, bir çok Kur’an ayetini inkar etmelerini gerektirir. Zira aynı ihtilaflar bizzat Kur’an ayetlerinin delaletleri hakkında da varid olmaktadır.
Eğer bir şeyin sübût açısından kat-î olarak gelmesi ittifak olgusu için yeterli olsaydı, sübut-u kat-î olduğu halde Kur’an ayetlerinin fehmedilmesi konusunda görüş birliği olurdu. Oysa neredeyse hiçbir Kur’an ayeti yoktur ki, birileri bunu ya Arap dili açısından ya da bir başka ayet ışığında te’vil etmiş olmasın!
Vahyin yegane kaynağının Kur’an olmadığının belki en hususî delili, sahabîlerin Kudame bin Ma’zun ve arkadaşları hakkındaki tutumudur. Haramlığı hakkında hiçbir kuşku olmayacak derecede kat-î nassların sarih ifadesine rağmen, bazı sahabîler bunu bile bir başka ayet ile te’vil etmek sureti ile kendilerine helal kılmışlardı. Sahabîlerin onlara (helal kılanlara) hücceti ikame etmesi ise bir başka ayetle değil, aksine o ayetin onların anladıkları gibi bir anlamı olmadığına dair sahabîlerin icmaa etmeleriyle olmuştu.
Buraya dikkat! Öyle bir icmaa ki, tevbe etmeme durumunda irtidatına hükmedeceklerdi!
Üstelik bu menhece mensup kişilere bakın, her biri Kur’an dedikleri halde tefsiri konusunda ittifak edememekte, sadece Kur’an yeter dedikleri halde tek cilt olan Kur’an’ı tefsir etmek için onlarca kitap yazmaktadırlar. Kendilerine tanıdıkları müfessirlik hakkını açıkca Peygamberimize (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabına (radiyallahu anhum) tanımıyorlar.
Sormak hakkımızdır; Kur’an üzerindeki tartışmalar makul ve makbul oluyor da, neden sünnet yolu ile gelen nakillerdeki ihtilaflar ‘’vahyin tartışmasız olması lazım’’ gibi gayri ilmî batıl bir endişe ile reddediliyor?
Buraya kadar anlattıklarımızdan anlaşılmaktadır ki, mesele nakilden ziyade nakli elde etme yöntemi ilimleri üzerindeki aklî yakaşımlar meselesidir. Meselenin aklî ve kişisel anlayışlar meselesi olduğunu anlarsak, problemin cevabını sünnetin Kur’an ile çelişmesi başlığı altında aramak yerine, ‘’akıl ile nakil çatışır mı?’’ başlığı altında aramaya yöneliriz.
Akıl ile nakil çatışır mı konusunda biz şunları söylüyoruz: Allah’ın dini insan aklının ittifak ettiği güzellikleri ve insanların maslahatına olup, akıl ile bilinen evrensel kaideleri nefyetmeye değil, bizzat bunları muhafaza edip eksikliklerini tamamlamak için gelmiştir. Bu açıdan akıl ile nakil asla çatışmaz. Aksi halde mükellefler, aklın zorunlu olarak kabul ettiği inkar edilemez hakikatleri reddetmekle imtihan olunmak gibi zor bir imtihana tabi tutulmuş olurlar. 2+2=4 sonucunu, hayır ‘’5’’ eder gibi bir şeye iman etmemizin istenmesi gibi bir durum olur bu.
Bu konuda doğru olan söz, ‘’selim aklın, sahih nakille asla çatışmayacağıdır.’’ Çelişki sadece zahirde olabilir, buysa, ya tam manada aklın selim olmayışından, ya da naklin sahih olmadığından kaynaklanır. Dikkatinizi çekmek istediğim önemli bir husus da şudur, aklın nakil ile çatışması durumunda aklın nakil üzerine takdim edileceğini söyleyenler dahi, aklı, sünneti kabul kıstası olarak kullanmamışlardır. Bunu kullandıklarını varsaysak bile, akıl yolu ile reddedilmesi hükmüne varılan tüm konularda bir ittifak söz konusu olması lazımdır. Herkes bir akla sahip olduğu halde böyle bir ittifakın söz konusu olmaması dahi, böyle bir tezin batıllığını ortaya koymaya yeter de artar bile.
Mesela günümüzde Kur’an’a uymuyor diye reddedilen sünnetler, onların (aklı takdim edenlerin) zamanında hem akla hem de Kur’an’a gayet tabi uymaktaydı. Onlardan hiçbirinin bu yöntemle sünnette varid olmuş bir haberi inkar ettikleri araştırmalarımıza göre varid değildir. Hatta tearuz (çatışma/çelişki) olduğunda aklı tercih edenleri bırakalım, İslam tarihinden sünnete temkinli yaklaşan hatta recm konusu da dahil bir çok nebevî hakikati reddedenler dahi böyle bir gerekçeyi isti’mâl etmemişlerdi. Aksine onları redde sevkeden şey, kendilerine göre haberin sıhhatındaki kusurdu, (şerî hükümlere karşı kişinin sorumlu olması, ancak söz konusu hükmün sarih ifadelerle birlikte sahih ve katî yollarla sabit olmasından sonra olur. Kişiye bu sıfatla gelemeyen tüm hükümlerde kişi, araştırmadaki çabasına bağlı olarak yerine göre günahkar, yerine göre de mazur olur. Bu katî nassların delaleti ile mukarrar bir kaide haline gelmiş şerî bir hakikattir.)
Recmi tarihte ilk reddedenler olmaları sebebi ile örnek vermek için Haricîleri ele alalım. Bunların muayyen bir takım hükümleri inkar sebepleri, Kur’an ile çatışma değil, kendileri dışındaki herkesi tekfir etmelerinden dolayı, sahih haberi kendilerince nakledecek ‘’adil kişiler’’in olmamasıydı. Çünkü sünnete dair haberler Sahabe vasıtası ile gelmektedir. Sahabîlere kafir ve fasık (haşâ) dendikten sonra, adaletine ta’n edilmiş kişilerden haber almayı reddetmeleri gayet doğaldı. Bu durumda elinde Kur’an’dan başka hiçbir şey kalmayan, tabiki de Kur’an’da zinakarın cezası celdedir diyecektir, bundan başka ne beklenebilir ki?
Peki ya gümüzdekilere ne oluyor? Onlar niçin recmi reddediyorlar? Yoksa onlar da mı Sahabeye ve içinde büyük fakihlerimizin ve imamlarımızın bulunduğu nesillere güvenmiyorlar?
Kaldı ki Hariciler 22 fırkadır. Bunu bu sebeple inkar edenler sadece Ezarika taifesidir. Bizzat Sahabîleri tekfir ederek kanlarını ve mallarını helal görüp onlarla savaşmışlardı. Ömer bin Abdulaziz (r.h) ile bu recm meselesini tartıştıkları rivayet meşhurdur. Sünnet yolu ile sabit olan bir takım hükümleri kabul ettikleri yöntemle recmi de kabul etmeleri gerektiğini kendilerine açıklanınca, çelişkilerini anlayan Hariciler inkar etmekten vazgeçmişlerdi. Özetle Ezarika fırkasına mensup kişiler eğer Sahabeyi tekfir etmeselerdi veya aralarında adaletine güvendikleri birileri bunu doğrulasaydı, her ne kadar zahirde Nur suresi 2. ayet ile tearuz söz konusu olsaydı bile, itiraz etmeksizin kabul edeceklerdi. Çünkü haberin sahih yolla sübutundan sonra, geriye birbiri ile zahirde çatışan sahih iki haber konusunda ‘’tercih yöntemi’’ ilmini işletme kalır. Bu tür haberler arasında tercih yöntemi hakkında usul kitaplarına başvurulabilir.
Peki günümüzdekilerin reddetmek için ne gibi gerekçeleri var? Onların da en azından rivayetin sıhhati yönünden endişeleri giderildikten sonra kabul etmeleri gerekmez mi? Eğer evet diyeceklerse o halde haberin sıhhatini ele alalım. Bunun yolu ise, selim akıl kaideleri ile birlikte isnad ilmini teknik olarak işletmektir. Unutulmamalıdır ki, genel olarak dinler arasında, özel olarak İslam içi franksiyonlar arasında, Ehl-i Sünnet’in haberi doğrulamadaki isnad yöntemi, Yahudi ve Hristiyanları bile hayretler içerisinde bırakmıştır. Üstelik recm hükmünün kabulü Ehl-i Sünnetin münferit olduğu bir kabul değildir. Diğer başka fırkalar da recmi kabul etmektedirler.
Son olarak bunlara şöyle diyoruz: Eğer sahih olması halinde bunu kabul edecekseniz, yani yukarıda zikri geçen birinci grubun dediği gibi Kur’ana (haşâ) ters olan peygamber (s.a.v) sözü bile olsa reddederiz demiyorsanız, buyurun bu haberin sıhhatini inceleyelim. Görülecektir ki, bu konu, Sahabe arasında hiçbir itirazın olmadığı derecede katî icmaaî bir meseledir. Sahabeden sonra da Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn’den hiçbiri buna itiraz etmeden nesilden nesile kabul ile aktarmışlardır. Onlardan hiçbiri ‘’bu Kur’an’a zıttır o yüzden reddedelim’’ dememiştir. Buraya kadar zikrettiklerimiz özel bir konuya değil, bilakis genel olarak redd ve kabul işlemine yönelik değerlendirmelerdi. Bundan sonra özel olarak recm konusu hakkında konuşacağız. Recmin ispatını ve karşı tarafın iddialarını cevapları ile birlikte ele alacağız inşAllah.
Recme Dair Rivayetler Ve Değerlendirmeler
Recm meselesi az önce değindiğimiz gibi Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin ve sonradan gelen sözü dinlenilir Müslümanların imamlarından ve fakihlerinden hiçbir itiraz olmaksızın kabul görmüş şerî bir hükümdür. Öyle ki, recm konusu, belki sünnet yolu ile nakledilen hükümlerin tartışmasız olarak en sahihini oluşturmaktadır. Nitekim 60’a yakın sahabe tarafından ayrı ayrı nakledilmiştir. Bu açıdan mütevatir bir hükümdür. Mütevatir olması her bir hadisin başlı başına mütevatir olmasını gerektirmez. Mütevatir oluşu manendir. İmam Suyuti’nin de dediği gibi muhtelif mütevatir vakıalardaki ‘’asgarî manadaki tevatür’’ manevi tevatür olarak isimlendirilir. Bu şart, recm rivayetlerinde fazlası ile oluşmuştur. Çünkü her ne kadar bazen bazı rivayetler ravi tarafından bir başka amaçla zikredilse bile, kesiştikleri ortak nokta recmin vaki olduğudur. Sonra bu rivayetlerden hiçbirinin mustakil olarak mütevatir olmadığı söylenemez. Bilakis tevatüre ulaşan da vardır.
Mesela bunlardan birisi ‘’Çocuk kimin yatağında dünyaya gelmişse onundur, zina etmiş kadın içinse taş vardır’’ hadisidir.
Muhaddislerin de özel olarak vurguladıkları üzere bu hadis 30’dan fazla sahabî tarafından rivayet edilerek tevatür şartlarını fazlası ile barındırmıştır. Üstelik bu hadis, lafzen dahi mütevatirdir. Yani 30’dan fazla sahabînin her biri bu hadisi aynı lafızla zikretmişlerdir. [1] Birinci hadis: İmam Müslim’in sahihinde geçen, 4390 numaralı hadistir. Ubade bin Samit (ra)’dan rivayet edilmektedir. Hadis şöyledir: ‘’Resulullah (s.a.v) dedi ki, ‘Benden alın benden alın. Allah onlara bir yol açtı. Bekarla bekar yüz değnek ve bir yıl sürgün, evli ile evlinin cezası ise yüz değnek ve recm edilmedir.’’
Hadisin geçtiği diğer kaynaklar: Tirmizi Evli Zinakarın Recmi Konusunda Hudud Bahsi’nde 1434 rakamlı hadis; Ebu Davud Recm Bahsi’nde 4415 rakamlı hadis; İbn Mace Recm Haddi Babında Hudud Bahsi’nde 2550 rakamlı hadiste.
Şerh:
Hadiste ‘’Allah onlara bir yol açtı’’ ifadesi ile Nisa suresi 15. ayete işaret edilmektedir.
‘’Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya ‘’Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar’’ kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın)’’ (Nisa-15)
Bundan önce zinakarlara verilen ceza evlerde hapsedilmek veya Allah Teala’nın onlar hakkında bir hüküm indirmesini beklemekti. Ayetteki sebil (yol)’dan maksat da budur. Resulullah (s.a.v) bu hadiste onlar hakkındaki yolun ne olduğunu beyan etmiştir.
Resulullah (s.a.v)’ın ‘’Evli ile evlinin cezası yüz değnek ve recm edilmedir’’ sözüne gelince, hadisin bu cüz’ünden istidlâl eden Hasan Basri, İshak bin Rahaveyh, Davut ez-Zahirî ve İbnu’l-Munzir gibi imamlar, evli zinakarın önce celde sonra da recm edileceğini savunmaktadırlar. Yani her iki cezasının birden tatbik edileceğini söylerler. Ayrıca bu, İmam Ahmed’in mezhebindeki muhtar olan görüştür. (İbn Kudame, cilt 10, sayfa 120’ye ayrıca İbn Hacer, Fethu’l-Bari, cilt, 12, sayfa 119’a bakılabilir.)
Cumhura göreyse, sadece recm edilir. Çünkü Nebi (s.a.v) gerek Maiz kıssasında ve gerekse Ğamidiyye ve Asif kıssasında sadece recmetmekle yetinmiştir. Cumhurun bu görüşünü Nevevî (rh) şöyle savunur: ‘’Ubade bin Samit hadisi (yani bu hadis) zikri geçen kıssalardaki hadislerle neshedilmiştir. Nitakim Ubade bin Samit hadisi Nisa-15 ayetinden sonra gelen ilk hadistir. Diğer hadislerinse tümü, bu hadisten sonra varid olmuştur. Sonradan gelen önceden gelene takdim edilerek neshedildiğini söyleriz.’’ demektedir.
Kimileri de Amir eş-Şa’bi (r.a)’nın Ali (r.a) hakkında rivayet ettiği habere dayanarak, sahih olanın ikisini birden uygulamak olduğunu, ancak yerine göre küçük cezasının büyük cezaya idğam edilip girdirilerek küçük olan celde cezasının uygulanmamasının da mümkün olduğunu söylemişlerdir. Tıpkı bazı alimlere göre namazın sefer halinde kısaltılıp kısaltılmayacağı konusunda kişinin muhayyer olması gibi. Amr eş-Şa’bi’nin İmam Ali’den rivayet ettiği söz konusu hadise şudur:
Amir eş-Şabi der ki: Ali (r.a) Şüraha el-Hamedaniyye’ye Perşembe günü celde atıp, Cuma günü de recmetti. Sonra şöyle dedi: ‘Allah’ın kitabına göre celde attım, Resulullah (s.a.v)’in sünnetine göre de recmettim.’’
Bu kimselerin bu hadisedeki istidlal yönleri şudur: ‘’Eğer celde atmak Nevevî (r.a)’nun dediği gibi mensuh olsaydı, Ali (r.a) böyle yapmazdı.’’
Hülasa ‘’Resulullah’ın (s.a.) Maiz, Ğamidiyye ve Asif kıssalarında celdeyi uygulamaması neshedildiğinden değil, bilakis büyük cezanın küçüğe idğam edilebileceği kaidesine binaen yapılmıştır. Ali (r.a) ise asl olan ile amel etmiştir’’ demektedirler. Allah’u- a’lem (Birinci hadisin şerhi bitti) [2] Konu ile ilgili bir diğer hadis Ömer (r.a) hadisidir:
Müslim 4394 rakamlı ibn Abbas’’tan rivayet edilen hadis şöyledir:
Hadisin senedi: Bana Ebu Tahir ve Harmele bin Yahya şöyle dediler: Bize Vehb dedi ki, bana Yunus ona İbn Şihab, ona Ubeydullah bin Abdillah bin Utbe dedi ki: Ben İbn Abbas’ın şöyle dediğini işittim
Hadisin metni: Ömer (r.a) Resulullah (s.a.v) minberinde oturmuş halde şöyle dedi: Allah Muhammed’i (s.a.v) hak ile gönderdi. O’na kitabı indirdi. Ona indirilenler arasında recm ayeti de vardı. Biz onu okurduk, iyice kavradık ve aklımıza kazıdık. Sonra bizzat Resulullah’ın kendisi recmi uyguladı ve O’nun (s.a.v) ardından biz de öylece uyguladık. Ve bn şimdi uzun zamanlar gerçer de birilerinin ‘’biz Allah’ın kitabında recm hükmünü bulamıyoruz’’ demek suretiyle Allah’ın indirmiş olduğu bir farzı terkederek sapmalarından korkuyorum. Oysa recm, zina eden evliler hakkında Allah’ın kitabındaki sabit hak bir hükümdür. Erkek veya kadın hakkında ya itiraf yoluyla ya da gebe kalma yoluyla delil sabit olmuş herkese uygulanması vaciptir.’’(hadis bitti)
Hadisi Müslim dışında İmam el-Buhari kitabının 10’a yakın yerinde, İmam Malik Muvatta’nın hudud bahsinde, İmam Tirmizi aynı şekilde hudud bahsinde, Ebu Davud hudud bahsinde, İbn Mace hudud bahsinde, Darimi hudud bahsinde ve İmam Ahmed bin Hanbel ise, Müsned’inin bir kaç farklı yerinde nakletmektedir.
Şerh:
Bu hadise ve diğer rivayetlere baktığımız zaman Ömer (r.a) aslında hutbeye çıkış amacı başta hilafet hakkında konuşmak olmakla birlikte kendisinden sonra olabilecek muhtemel sapmalara değinmekti. Bu konuların arasına recmi de ekeleyerek bu konudaki sapmalardan insanları sakındırmak istediğini görüyoruz. Özelliklle Buhari’nin rivayetine baktığımızda hutbeye çıkış amacı hakkında bize açık bilgiler verilmektedir. Hadisteki ‘’birilerinin biz Allah’ın kitabında recm hükmünü bulamıyoruz’’ sözünde geçen ‘’kitap’’tan maksat, Kur’an’ı-Kerim’dir. Buradaki kitaptan maksadın Kur’an olduğunu bir önceki ‘’O’na indirilenler arasında recm ayeti de vardı’’ sözü teyid etmektedir. Nitekim indirilme yani nüzul ifadesi çoğunlukla Kur’an ayetleri için kullanılır. Hadisin sonundaki ‘’Oysa recm, zina eden evliler hakkında Allah’ın kitabındaki sabit hak bir hükümdür.’’ sözünde geçen kitaptan maksat ise, Kur’an-ı Kerim değildir. Aksi halde Kur’an’da mevcut bir ayet olarak geçmesini gerektirir. Buradaki ‘’kitap’’tan maksat, ‘’sabit hak bir hükümdür’’ ifadesi ile bilrikte ele aldığımızda, ‘’sabit farz bir hükümdür’’ anlamındadır. Zira kitabın anlamlarından birisi de ‘’farz oluştur.’’ Şerî irade konusunda ‘’Allah Teala bunu yazdı’’ denirse, Allah bunu farz kıldı şeklinde anlaşılır. Tıpkı ‘’Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı’’ ayetinde olduğu gibi. Burada farz oluş, kitabet kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu durumda burada lugat manası kullanılmıştır.
Hadisteki ‘’birilerinin biz Allah’ın kitabında recm hükmünü bulamıyoruz demesinden korkuyorum’’ sözünceki kitapta bulamamaktan kasıt, sarih olarak bulamamaktır. Yoksa recm hükmü işareten Allah’ın kitabında vardır. Allah’ın kitabında recmin işaret yolu ile değinildiğine dair deliller şunlardır:
Birinci delil: Nisa 15. ayette, Allah’ın onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedilmesi buyrulmaktadır. Ubade bin Samit hadisinde ortaya çıktığı üzere, ayetteki ‘’yol’’dan maksat, evliler hakkında recm, bekarlar hakkında ise celde cezasıdır. Resulullah’ın (s.a.v) bu Ubade bin Samit hadisinde geçen ‘’Allah onlara bir yol açtı’’ ifadesi, Nisa suresi 15. ayette geçen ‘’Allah onlara bir yol açıncaya kadar’’ ifadesinin ta kendisidir. Bu açıdan ayette recm hükmüne işaret vardır. Bunu İbn Hacer (r.a) Fethu’l-Bari cilt:12, sayfa:148’de buna yakın manada dile getirir.
İkinci delil: Sahih riavayetlere göre recm vakıası hakkında nazil olan Maide suresi ayetleridir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
‘’Yanlarında içinde ‘’Allah’ın hükmü (hukmullah)’’ bulunan Tevrat varken, nasıl oluyor da seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte bunlar inanmış değillerdir.’’ (Maide,43)
Ayette geçen ‘’Allah’ın hükmü’’ ve bir sonraki ayette zikredilen ‘’Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.’’ (Maide,44) ayetinde zikredilen ‘’Allah’ın indirdiği’’ ile kastedilen, recm hükmüdür. Çünkü Yahudiler, Allah Teala’nın zinakarlara verilen hükmünü sormuşlardı, bu ayetler de bunun üzerine nazil olmuştu.
Bu deliller recmin işaret yolu ile Kur’an’da sabit olduğunu göstermektedir. İşaret yolu ile sabit olan hükümler tıpkı ibare yolu ile sabit olan hükümler gibidir. Çünkü Şarî Tealâ kelamının işaret, lazım ve muktedasının doğurduğu sonuçları bilmektedir. Ve bizlere delaletleri ile amel etmemiz için kelamını tedebbür etmemizi emretmektedir.
Muhaliflerimiz bu noktaya şöyle bir şüphe ekmek istemektedirler: ‘’Her ne kadar ayetlerde geçen Allah’ın hükmü ifadesi ile kastedilenin recm olduğunu kabul etsek bile bunun Tevrat’taki bir hüküm olduğunu dolayısıyla İslam’da geçerli olmadığını söyleriz.’’ demektedirler.
Bu şüpheyi gidermek adına söz konusu ayetleri biraz daha açmak istiyoruz. Ayette Allah’ın hükmü diye ifade edilen recm cezasının İslamî bir hüküm olduğunu bir kaç açıdan anlayabiliriz.
1-Buradaki Allah’ın hükmünden maksat sadece Tevratta’ki tahrif edilmemiş Allah’ın hükmü olması dinin değişmez sabiteleri ile çelişmesi bir yana, nüzul sebebi ile birlikte düşündüğümüzde ayetin akışına ve ifadelerine ters düşmektedir. Şöyle ki, ayetler, mücerred bir hükümden değil, bilakis yerine getirilmesi farz olan, aksi halde tehditle karşılaşılan Allah’ın bir hükmünden söz etmektedir. Tevrat ise İslam dini geldikten sonra hükmü neshedilmek sûreti ile ‘’Allah’ın farz olan hükmü’’ vasfını yitirmiştir. Hükmü neshedilen bir şey müminler için Allah’ın hükmü olamaz. Aksi halde insanların son hak din olan İslam’a bağlanmaları konusunda işkal oluşur. Ve birilerinin ‘’madem Tevrat’taki tahrif olmamış hükümler de Allah’ın hükmüdür, o halde onunla da amel edilebilir!’’ gibi sözler söylemeye hakları olur!
Oysa tüm ehli İslam’ın ittifakı ile neshedilmiş şeriatlarla hükmetmek haramdır. Bu ayetlerde Allah Tealâ Resûlüne hitaben ‘’Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet’’ demektedir. Usul ilmindeki mukarrar kaideye göre ‘’Allah’ın resûlüne hass olduğuna dair açık bir karine olmayan tüm hitaplar ümmeti için de bağlayıcıdır.’’ Resulullah ise onlar arasında hükmetmişse -ki hükmetmişti- o halde ne ile hükmettiği sorusu kaçınılmaz gündeme gelecektir.
Cevap olarak, Resulullah’ın (s.a.v) ‘’Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet’’ ayetindeki emir uyarınca onlar arasında kuşkusuz Allah’ın hükmüyle hükmetti deriz. Verdiği hüküm ise recm olduğuna göre, recmin, Resullah’ın şahsında İslam dininde tüm ümmete farz olan bir hüküm olduğu ortaya çıkar. Çünkü emir sîgası vücûp ifade eder ve engelleyici bir karine olmaksızın Resulullah’a (s.a.v) yöneltilen emirlerin tümü ümmeti de bağlar.
Bazı Müslümanlar sözlerinin nereye gittiğinin farkında olmadan cehaleten, maalesef Resulullah’ın Yahudi şeriatı ile hükmettiğini söyleyebiliyorlar. Oysa bu sözün batıllığı o kadar açıktır ki, İbn Hazm (rh) Muhallâ adlı eserinde buna işaret ederek ‘’Kim Resulullah bu hadisede Yahudilerin şeriatı ile hükmetmiştir derse mürted olur.’’ demektedir.
Her Müslüman kesinlikle şunu söylemelidir, ‘’Bir peygamber olarak Resulullah (s.a.v) bizden önceki şeriatlarda geçerli olan hükümler bile olsa, asla Allah’ın hükmü dıında bir başka hükümle hükmetmez. Çünkü bir sonraki ayette Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir.’’
Bu ayet, vacip olan İslam’ın hükmüne muhalif ister salt hevaya dayanan beşeri bir hüküm olsun, ister hükmü neshedilmiş bir hüküm olsun, herhangi bir hüküm ile hükmetmenin açıkça yasaklanmış şeytan işi haram amellerden olduğunu şüphe götürmez biçimde beyan etmektedir. Bu açık nehiy hükmüne rağmen, hala Resulullah (s.a.v)’in Yahudiler arasında Tevrat’la hükmettiğini söylemek, aklı başında birinin söyleyebileceği bir şey değildir.
2. BÖLÜM
Recmi kabul etmeyenler özetle şöyle demektedirler: Celde cezasını öngören ayet nüzul olmazdan evvel zinakarlar için evlerde hapsedilme cezası öngörülmüştü.
Nitekim bu Nisa-15. ayette şöyle ifade edilmektedir:
Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın).
Bundan sonra Nur suresi 2. ayet nazil olarak Nisa 15. ayetteki Allahu Teala’nın onlara bir yol açmasını, her birine yüzer değnek vurulma olarak açıklamıştır.
Allah Teala söz konusu ayette şöyle demektedir:
İstidlal vechi ise özetle şöyle:
‘’Ayetin ifadesinde zina eden erkek ve kadına vurgu yapılmıştır. Zani ve zaniye ifadelerinin başında elif-lam takısı bulunmaktadır ki, bu; Arap dilinde cinsini istigrak eden elim-lam olarak bilinir. Buna göre anlamı, evli olsun bekar olsun tüm zinakarlara celde uygulayın demektir. Bu ayet hem evlerde hapsedilmeyi ön gören Nisa 15. ayetini, hem de bundan önce tatbik edilmiş recm cezalarını neshetmiş nihai bir hükümdür! (Bitti)
Cevap:
Bu kimseler bu iddialarına Buhari’nin evli zinakar babında Ebu İshak eş-Şeybani’den naklettiği şu sözünü de delil olarak almaktadırlar. Şöyle demektedir: ‘’Ebu Abdillah bin Ebi Evfa’ya şöyle sordum: Resulullah (s.a.v) hiç recmetti mi? Dedi ki: Evet. Peki Nur suresinden önce mi sonra mı? Dedi ki: ‘’Bilmiyorum.’’
Meselemize delil olması hususunda bu rivayet olsa olsa Allah resulü’nün (s.a.v) recmi tatbik ettiğine delil olabilir. Yoksa neshedildiğine değil. Çünkü buradan en fazla anlaşılan Ebu Abdillah bin Ebi Evfa’nın recm vakıalarının tarihlerini bilmediğidir. Bir kişinin ne olumlu ne de olumsuz bir şey söylememesi neshedildiğine nasıl bir delil olabilir? Doğrusu anlamak mümkün değil.
Sonra onlara şöyle deriz: Sizin de vurguladığınız üzere ayetin hitabı umumidir. Âm (genel) ifadelerin delaletleri ise, zannîdir. Bu durumda zina eden her bireyi istisnasız kapsaması zayıf kalır. ‘’Lafzi umum’’ ifadelerin tümü hemen hemen tüm dillerde böyledir. Oysa uygun olan el-umumu’l-mutlak kavramıdır. Mesela devlet 50 doktor alacağız veya 50 öğretmen alımı yapılacaktır diye ilan verse, hiç kimse bundan öğretmenlerin veya doktorların vasıfları veya dalları gözetilmeden alım yapılacağını anlamaz. Aynı vasıfları taşıyan kişilere aynı anda ihtiyaç istisnaîdir. Ayrım gözetilmeden lafzın tüm öğretmen veya doktorları kapsaması ihtiyacı karşılamaz. Hususi olarak belli bir dalda uzmanlığa veya vasfa mensup kişilerin alınması durumunda ise, zikrettiğimiz gibi umum ifadeler kullanmak yerine tahsis yapılarak doktorlardan veya öğretmenlerden tüm fertlerin umum ifadeye dahil olması engellenir. Nitekim bazı durumlarda ihtiyaca binaen nadir de olsa böyle bir gereklilik olabilir.
Tenbih: el-umumu’l-lafzi: Vasıf ve hallerine bakılmaksızın istisnasız herkesi kapsar.
El- umumu’l-mutlak: Belirli vasıflarla muttasıf bir kişiye delalet etmektedir.
İleride geleceği üzere, umum ifadelerin delaletinin zannî olduğu konusunda cumhurun ittifakı vardır. Şöyle demektedirler: ‘’Yapılan tüm araştırmalara göre Arap dilinde hiç bir âm (genel ifade) yoktur ki, tahsise uğramamış olsun.’’ Yani yukarıda lafzi umum tanımında zikrettiklerimiz gerekçeleri sunarlar.
Özetle, Nur suresi 2. ayetinde gelen zannî umum ifade, bizzat Allahu Teala tarafından sünnet yolu ile gelen kat-î haberlerle evli zinakarlar tahsis edilerek, istisnasız tüm zinakarların bu ayetin umumuna girdiği düşüncesi engellenmiş olmaktadır. Ne dil, ne de nasların delaleti açısından buna hiç bir engel bulunmamaktadır. Kur’an, Kur’an (!) diye tutturanların, Kur’an-ı Kerim’i, nazil olduğu Arapça dili ile açaıklamamaları, Kur’an iddiaları hakkındaki samimiyetlerini ortaya koyması bakımından, kusur olarak yeterlidir.
Sünnet’in Kur’an-ı Kerim ile tearuz ettiği (çatıştığı) iddiasına gelince; evvela tearuz olabilmesi için bir hükmün nefiy, bir diğerinin de ispatı ifade etmesi lazımdır. Yani birinin olumlu şeyi, buna mukabil bir diğerinin de olumsuz bir şeyi ifade etmesi lazımdır. Buna göre Kur’an’da recm yoktur veya evli zinakarlara da celde uygulanır diye sarih bir emir olmadığına göre, sünnet yolu ile sabit olan recmin Kur’an ile çeliştiği söylenemez. Zikrettiğimiz bu açılardan, onların ‘’Kur’an ile tearuz’’ iddialarının hiçbir ilmî değeri olmadığı Allah’ın izni ile açıklığa kavuşmaktadır. Bundan sonra hala inat ederslerse, hevalarını Peyagmber (s.a.v)’in hatta Allahu Teala’nın kitabının önüne geçirdiklerine kendileri de şahit olsunlar.
Nur suresi 2. ayetin recmi neshettiği konusunun aslına gelince; recm vakıalarının tümü Nur suresinden sonra vuku bulmuştur. Çünkü Nur suresi ifk hadisesinden sonra nazil olmuştur. Bu hadise, yani hakkında Nur suresinin nazil olduğu ifk hadisesi ise, Ben-î Mustalik Gazvesi’ne hemen bitişik bir zamanda gerçekleşmişti. Tarihçiler, bu gazvenin tarihi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi hicretin 3. senesi, kimisi 5. senesi kimisi de 6. senesinde vuku bulduğunu söylemiştir. Siyer konusunda en sağlam alimlerden olan Musa bin Ukbe, Ahzab Savaşı’ndan önce hicretin 5. senesinde olduğunu söylemektedir. Hafız İbn Hacer (al-Askalanî) bu görüşü bir çok delil ile destekleyerek Fethu’l-Bari’de tercih etmiştir. Aynı şekilde Bedruddin el-Ayni dahi, kendi şerhinde bu görüşü destekleyerek bunun Vakıdî’nin görüşü olduğunu da zikretmektedir. Racih olan bu gazvenin her ne kadar hicretin 5. yılında gerçekleşmesi olsa sa, biz, muhaliflerimizi rahatlatmak adına en uzak tarihi ele alsak dahi, yine de hicretin 6. seneyi geçmemektedir. En uzak tarih olan 6. seneyi, tartışmanın hatrına kabul etmemize rağmen, tarih ve siyer kitaplarında recm hadiselerinin tümünün bu seneden sonra gerçekleştiği söylenmektedir.
Recmin evli zinakar hakkında sabit olduğunu ispat sadedine burada muhtelif recm vakıalarının tarihlerini zikrederek, ispat sunmaya gayret edeceğiz. İleride de değineceğimiz üzre, bu vakıalardan birisi de Maide suresi ayetlerinin nazil olmasına sebep olan, ‘’iki Yahudi’’ kıssasıdır. Resulullah (s.a.v) recmi ilk defa bu Yahudilere tatbik etmiştir. Dikkat edin, bundan önce recmi hiç uygulamamıştır.
Söz konusu Maide suresindeki ayetlerin nüzul sebepleri hakkında farklı rivayetler olmakla bilrikte, en sahih olanı iki vakıadır. Bunlardan biri, tartıştığımız recm hükmü konusu hakkındadır; diğeri ise, katl olayındaki kısas hükmü ile ilgili olaydır. Her iki rivayetin sıhhat bakımından müsavi oluşları sebebi ile, İbn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye isimli kitabında şöyle demektedir:
‘’Bu iki olay, aynı zamanda olmuş olasa gerek ki, bunun üzerine bu ayetler nazil olmuştur.’’
Yani söz konusu ayetler her iki kıssa üzerine nazil olmuş olabileceğini söylemektedir. Buna hiçbir mani yoktur. Usul ilmindeki mukarrar kaideye göre, sebepler arasında çatışma olmaz. Çünkü bir şeyin birden fazla sebebi olabilir. Ne akıl, ne de nakil buna karşı değildir. Bunu zikretmemizin nedeni, muhaliflerin söz konusu ayetlerin nüzul sebebindeki ihtilafı aleyhimize sunmalarını engellemektir. Şimdi vakıaların tarihsel olarak ispatı sadedine geçebiliriz.
Recm Vakıalarının Tarihi Tespiti
1-Vakıa:
İlk recm vakıası Maide suresindeki ayetlerin haklarında nazil olduğu iki Yahudi kıssasında vaki olmuştur. Bunu Abdurrezzak el-Musannef’inde cilt 7 sayfa 316’da 333. numaralı rivayette zikretmektedir. Söz konusu rivayet Ebu Hureyre (radiyallahu anh) tarafından ‘’Resulullah (s.a.v’in ilk recmettiği kişi Yahudilerden biriydi.’’ Şeklinde başlamaktadır. İlk olduğunu, rivayette de geçtiği üzere Resulullah’ın (s.a.v) ‘’Ey Allah’ım! Öldürdüklerinden sonra senin emrini ilk defa dirilten ben oldum.’’ şeklinde buyurması sarih bir şekilde kanıtlamaktadır.
Rivayeti bu şekilde İmam Ahmed, İbn Abbas (r.a)’tan nakletmektedir. İbn abbas (r.a) iki Yahudi kıssasını anlatıktan sonra: ‘’Zina haddi konusunda bu iki kişinin recm edilmesi ilk olması bakımından Allah Teala’nın Resulü (s.a.v)’ne hass olarak nasip ettiği şeylerdendi.’’ demektedir. (Lam ihtisas lam’ıdır, hususiyet ifade eder)
Es-Siretu’l-Halebiyye’nin sahibi bu hadisenin hicretin 4. yılında olduğunu söylemiş, fakat bunu destekleyen hiçbir delil getirmemiştir. İbn Hacer ise Fethu’l-Bari’de Mekke’nin fethinden sonra vuku bulduğunu söyler. Bu görüşünü Abdullah bin Haris’in olaya şahitlik etmesiyle delillendirir. Nitekim Abdullah bin Haris Müslüman olarak babası ile Mekke’nin fethinden sonra gelmişlerdir. Abdullah bin Haris şöyle demektedir: ‘’Yahudileri recmedenler arasında ben de vardım.’’ Mecmuu’z-Zevaid’te belirtildiği gibi bunu Bezzar ve Taberani rivayet etmektedirler. Bunu destekleyen delillerden birisi de İbn Cerir’in Maide 45. ayetin tefsirinde zikrettiği üzere, bu hadisede Ebu Hureyre (r.a.)’nin Nebi (s.a.v) ile birlikte olmasıdır. Ebu Hureyre şöyle demektedir: ‘’Yahudilerden bir kişi geldiğinde ben Resulullah’ın (s.a.v) yanında oturuyordum.’’ Ebu Hureyre’nin Müslüman oluşu ise, 7. senedir. O halde bu hadise kesinlikle 7. seneden sonradır. Bunu destekleyen bir diğer delil, söz konusu zinakarların Fedek Ehli’nden olmalarıdır. Meseleyi Fedek Ehli’nden Resulullah’a sormalarını isteyenler Humeydi’nin müsnedinde ifade edildiği gibi Hayber ahalisiydi. Rivayetlerden zahir olan, 7. senede Hayber, Resulullah’ın hükmü altına tamamen girdikten sonra bunu yapmışlardı.
İbn Hacer’in, Kadı İbn Arabi yolu ile Taberi’den naklettiği özetle: ‘O zamanlar Hayberle savaş vardı’’ sözünün mutemed bir senedi bulunmamaktadır. Üstelik bu, Buhari’nin ‘’Onlar o zamanlar zimmet ehliydiler’’ şeklindeki sözü ile de çelişmektedir. Bunu Bedruddin el-Ayni Umdetu’l-Qari 11. Cilt sayfa 153’te ibn Tıla’dan rivayet etmektedir.
Bir diğer delil:
Maide suresinin Kur’an’ın son inen surelerinden olmasıdır. Bunu Suyûtî ed-Durru’l-Mensur cilt 2 sayfa 252’de Hamza bin Habib yolu ile Atıyye bin Kays’tan, Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder: ‘’Maide, Kur’an’ın son inen surelerindendir. O yüzden o neyi haram kılıyorsa onu haram yapın, neyi de helal kılıyorsa onu helal yapın.’’
Nitekim müfessirler Maide suresinin bir kısmının Hudeybiye’de, bir kısmının Mekke Fethi’nde, bir kısmının da Veda Haccı’nda nazil olduğunu söylemektedirler. Kaynak olarak Kurtubi (r.a)’in Maide suresi 30. ayetin tefsirine bakılabilir. Tüm bu zikrettiklerimiz açıkca göstermektedir ki, Maide suresinin en önce iniş tarihi Hudeybiye sulhunun tarihini geçmemektedir. Hudueybiye ise 6. senede vuku bulmuştur. Ben-î Mustalik Gazvesi ise, Hudeybiye’den önce olduğuna göre, Nur suresinin Allah’ın izni ile Maide’den önce indiği ortaya çıkmış olur.
Kimileri bu görüşe: ‘’Yahudiler hakkında inmesi, Yahudilerin o zamanlarda Medine’de olduklarını gösterir. Ben-‘i Nadir’in sürgünü 2. yılda, ben-î Kureyza’nın katledilmesi de 5. yılda olduğu için kıssa için en fazla 5. senede olmuştur deriz. Bu da, Maide’nin Nur suresinden önce indiği anlamına gelir.’’ Şeklinde itiraz edebilir. Bu itiraza evvela şöyle cevap verilir:
‘’Bu istidlal, en fazla kıssanın, ben-î Kureyza’nın katlinden sonra olduğuna delil olabilir, yoksa Nur suresinden önce olduğuna değil. Çünkü ben-î Kureyza’nın katli hadisesi Ahzab vakıasında bitişik olarak gerçekleşmişti. Yukarıda Musa bin Ukbe’den de rivayet edildiği gibi, içinde Nur suresinin nazil olduğu Ben-î Müstalik Gazvesi, Ahzab Savaşı’ndan önceydi.
2- Yahudilerin ben-î Kureyza hadisesinden sonra istisnasız bir şekilde Medine’den sökülüp atıldığı söylenemez. Bilakis Medine’nin çeşitli yerlerinde onlardan kalıntılar olmuştu. Buna Buhari’nin rivayet ettiği ‘’Resulullah vefat ettiğinde zırhının bir Yahudi’de rehin kalması’’ sözü delalet etmektedir. Semehvedi Vefau’l-Vefa’da Yahudilerin bakiyelerinin çıkarılmalarının 7. senede olduğunu söyledikten sonra, buna rağmen ben-î Nağısa Yahduilerinin hala Medine’de kaldıklarını ve Ömer (r.a.)’in onları fetih mescidine yakında bir yere naklettiğini ifade etmektedir.
Buraya kadar anlattıklarımızdan ilk recm vakıasının hicretin 7. senesinde olduğu anlaşıldığına göre, Nur suresinin sonradan gelip bunu neshettiği söylenemez. Özellikle şunu belirtmemiz gerekmektedir: ‘’Bu delillere direkt Maide suresinin hakkında nazil olduğu bir diğer kıssa olan katl kıssası ile itiraz edilemez. Yukarıdaki tarihi vesikalar, Maide suresi ayetlerinin nüzul tarihlerini isbattan ziyade, ilk recm vakıasının isbatına yöneliktir. Nitekim gerek olaya şahitlik eden sahabîlerden Müslüman oldukları tarihleri, gerekse savaşların tarihlerine değinilerek ilk vakıanın tarihi ispatlanmış oldu.’’
2. Vakıa:
Diğerlerine oranla, fazla sahih senedlere sahip olmamakla birlikte, ikinci kıssa, Maiz kıssasıdır. Hakim el-Müstedrek’te (4/361) İbn Abbas’tan rivayet etmektedir. İbn Abbas’ın bu olaya şahitlik etmesinden, bunun, ya İbn Abbas’ın Medine’ye geldiği ilk sene olan 9. senede, veya 9. seneden sonra olduğunu göstermektedir. İbn Hacer’in de Fethu’l-Bari’de zikrettiği gibi İbn Abbas, babası ile birlikte hicretin 9. yılında gelmişlerdi. Demek ki, Maiz kıssası da Nur suresinden çok sonraları vakî olmuştur. Ne var ki, ilk zikrettiğimiz iki Yahudinin kıssası diye bilinen kıssa, Maiz kıssasından önce hicretin 7. yılında olmuştur.
3. Vakıa:
Üçüncü kıssa, Ğamidiyye kıssasıdır. Bu kıssanın Nur suresinden sonra vakî olduğuna dair bir çok sahih rivayet vardır. Nitekim Bureyde hadisesinde geçtiği üzere Halid bin Velid’in bu vakıada taş attığı ifade edilir. Halid’in (r.a) Müslüman olarak Medine’ye gelişi ise, Nur suresinin nüzulundan çok sonaları hicretin 8. yılında olmuştur.
4. Vakıa:
Dördüncü recm vakıası ise, Asif kıssasıdır. Bunun da Nur suresinden çok sonraları vaki olduğuna dair bir çok sahih nakil vardır. Buna bir kaç yön delalet etmektedir:
Birincisi, babası Resulullah’a gelerek: ‘’Benim bu oğlum falana asiflik-rençberlik yapıyordu. Sonra adamın karısı ile zina etti. Karşılığında yüz koyun ve bir hizmetçi verdim. Sonra ilim ehlinden bazı kişilere sordum ki, zina edene yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası varmış.’’ demektedir. Babasının bu sözü bu hadisenin Nur suresinden sonra olduğunu göstermektedir. Çünkü celde haddi ancak Nur suresi ile sabit oldu. Nitekim bundan evvel cezanın evlerde hapsedilmek olduğu Nisa 15. ayet ile sabittir. Taberani’nin İbn Abbas’tan rivayet ettiği, ‘’Kadınlar evde hapsedilirdi. Ta ki, ölen ölür, yaşayan yaşardı. Sonra bu durum Nur suresi ayetleri ininceye kadar sürdü.’’ sözü de bunu göstermektedir. (Mecmau’z-Zevaid, 6/263)
İkincisi: Asif kıssasına Ebu Hureyre’nin şahitlik etmesidir. Bunu Buhari sahihinde nakletmektedir. Malumdur ki, Ebu Hureyre (r.a) hicretin 7. yılında Müslüman olmuştur.
Tüm bu delillerle recm vakıalarının hepsinin Nur suresinin nüzulundan sonra vaki olduğu Allah’a hamd olsun ki, anlaşılmaktadır. Dikkat edilirse, bu rivayetler, Resulullah’ın (s.a.v) içinde bulunduğu kıssalar ile iligiliydi. Hulefa-i Raşidiyn’den tutun, tüm sahabîlerin bu olaya bir kez dahi itiraz etmeden Resulullah’dan sonra muhkem genel şer-î bir hüküm olarak tatbik etmelerini de eklediğimizde, meselenin şeksiz şüphesiz olarak, tartışmasız şer-î bir hüküm olduğu ortaya çıkar. Onlardan hiçbirinden bir tane bile muhalefet nakledilmemiştir. Meselenin üzerinde ittifak edilmiş kat-î bir icmaa meselesi olduğu şüphesizdir. İcmaa ise, kuşkusuz şer-î bir asıldır. Tüm bu nakiller, recm hükmünün muhaliflerin söylediklerinin aksine, Nur suresi 2. ayetinde sonra bizzat Resulullah (s.a.v) tarafından tatbik edildiğini göstermektedir.
Nükte
Recm hükmünün İslam’da câri olan şer-î bir hüküm olduğu, Yahudilerin bile bildiği meşhur bir hüküm idi. Bunu Cabir bin Abdillah’tan rivayet edilen Yahudi kıssasını incelediğimizde rahatlıkla görmekteyiz. Cabir bin Abdillah (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: Fedek ehlinden bir kişi zina etmişti. Fedek ehli, Medine’li Yahudilerden bir takım insanlara bu konuyu Muhammed’e (s.a.v) sorun diye yazmışlardı. ‘’Eğer size celde ile hüküm verirse alın, recm edilmesine hükmederse almayın’’ demişlerdi. Resulullah’a sorduklarında, Resulullah onlara cevap vermeden önce, ‘’Bana en bilginlerinizden iki kişiyi gönderin.’’ dedi. Bunun üzerine onlar, İbn Suraya denilen bir gözü kör bir adam ile bilrikte, iki kişi getirdiler. Resulullah (s.a.v) bu ikisine ‘’Siz mi en bilginlerisiniz?’’ diye sordu. Onlar cevaben ‘’Kavmimiz bu iş için bizi öne sürdü (görevlendirdi)’’ dediler. Resulullah (s.a.v) onlara ‘’yanınızda Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yok mu?’’ dedi. Onlar da ‘’elbette var’’ dediler. Resulullah (s.a.v) ‘’o halde ben-î İsrail için denizi yaran, bulutları üzerinize gölge yapan, Firavun’un zulmünden kurtaran ve üzerinize gökten bıldırcın eti ve kudret helvası indiren Allah aşkına söyleyin, recm hakkında Tevrat’ta hangi hükmü buluyorsunuz?’’ dedi. Onlardan birisi diğerine ‘’şimdiye dek, hiç böyle bir yemine verdirilmemiştim’’ dedi. Sonra şöyle dediler: ‘’Biz Tevrat’ta sürme çubuğunun sürme şişesine girip çıktığı gibi gördüklerine dair dört şahidin şehadet etmeleri durumunda böyle birisi hakkında recmin vacip olduğunu görüyoruz.’’ Resulullah bunun üzerine ‘’ İşte bunların hükmü de o halde böylece recm olmalarıdır.’’ diyerek, onların recm edilmelerini emretti.
Bu hadise hakkında ‘’Eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet, ister yüz çevir’’ ayeti ve devamındaki ayetler indi. Bu rivayetten, Yahudilerin Resulullah’ın (s.a.v) yanına gelip sormadan önce recm ve celde hükümlerinin İslam’da sabit olduğunu bildikleri anlaşılmaktadır. Nitekim ‘’Eğer size celde olarak hüküm verirse alın, recm edilmesine hükmederse almayın’’ cümlesi, Resulullah’ın (s.a.v) vermesi muhtemel olan iki cevabını bildiklerini göstermektedir. Böyle bir ifadeyi ancak bu cezaların İslam’da hali hazırda carî olan hüküm olduğunu bilen biri kullanabilir. Başka türlü celde ve recmden bahsetmeleri mümkün değildir. Bunu bilmeleri ancak bu hükümlerin teşrî edilmesinden sonra mümkün olabilir. Tüm bunlar recm hükmünün Nur suresinden sonra sabit olduğuna delalet etmektedir.
Recm Vakılarını ve Ayetler Üzerindeki Şüphelerin Defedilmesi
Bu kısmı toparlayacak olursak, vakıaların tarihleri hakkında muhalifimiz için üç seçenek vardır:
1-Ya Resulullah’ın recmi hiçbir zaman tatbik etmediğini söyleyecekler.
Bunu söylemeleri boştur. Aksini, yukarıda tarihleri ile birlikte zikrettiğimiz rivayetler kanıtlamaktadır. Bu açıdan buna cevap verilmiştir. Aksi halde tarihe dair hiçbir bilgiyi kabul etmemeleri gerekir.
2-Ya tatbik ettiğini ama bunun Nur suresi 2. ayetin nüzulundan önce olduğunu söyleyecekler
Bu da batıldır. Zira az önce de değindiğimiz gibi Nur suresi 2. ayet inmeden evvel Nisa suresi 15. ayette, cezanın açıkça hapsedilmek olduğu ifade edilmektedir. O halde Nur suresinden önce recmi değil hapsetmeyi uygulaması gerekirdi. Aksi halde Yahudiler mektupta celde ve recmi değil, bilakis hapsedilmeyi zikrederlerdi.
3- Ya da ‘’Nur suresi 2. Ayetinden sonra tatbik etmiş ancak, İslam’da farz olan bir hüküm olarak değil, Yahudilerin şeriatına göre onlar üzerine hükmetmiştir.’’ diyecekler.
Bu görüşün dinin değişmez sabitleri ve asılları ile çeliştiğini ifade ederek yukarıda buna bir nebze değinmiştik. Burada da tekar etmekte yarar vardır. Şöyle ki, Allah Teala ‘’Aralarında ister hükmet ister yüz çevir’’ diyerek Resulullah’ın (s.a.v) muhayyer bırakmışır. Sonra, eğer yüz çevirmeyip de hükmetmeyi tercih edersen, onların hevalarına göre değil, bilakis ‘’Allah’ın hükmü ile hükmet’’ demiştir. Resulullah (s.a.v) ise hükmetmeyi tercih ettiğine göre, Allah’ın hükmü ile hükmetmiş demektir. Aksi halde Resulullah (s.a.v)’ın Allah’ın hükmünü terkettiğini söylemiş oluruz. Üstelik ayette ‘’onların hevalarına uyma’’ denmektedir. Hevanının umumuna İslam dışı tüm dinler dahil olduğuna göre Yahudilik de heva dini olmuş olur. Her ne kadar tahrif olmayan bir takım kalıntı hükümler kalsa da, bu durum, onu heva olmaktan çıkartmaz. Çünkü yeni din eskisinin hükmünü iptal etmektedir. Bu durumda Resulullah’ın Yahduilerin hükmü ile hükmetmesi durumunda heva ile hükmetmiş olduğu söylenmiş olur. Resulullah (s.a.v) ise asla heva ile hükmetmez.
Resulullah’ın uyguladığı recmin Yahudilerin şeriatındaki recm olduğunu bir Müslümanın kabul etmesi mümkün değildir. Yukarıda bu kısma bir nebze olsun değinmiştik, ancak önemine binaen bu hususa tekrar değinerek, recmin İslami bir hüküm olduğuna dair şüpheleri kökten yıkmak istiyoruz.
Şöyle ki, söz konusu recm hükmünün İslamdaki farz olan recm oluğunu şöyle delillendirebiliriz:
Ayetlerde geçtiği üzere recm hükmünün terkedilmesinin karşılığında tehdit varid olmuştur. Nitekim tehdit ve zemm, ancak hüccet ulaştıktan sonra bir vacibi terketme sonucunda vakî olur. Bu tehdidi Allah Teala açıkça bir sonraki ayette ‘’Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenlerin kafir oldukları’’nı söyleyerek buyurmuştur. İslam geldikten sonra kişinin hükmetmekle mükellef olduğu aksi halde kafir olacağı hüküm Tevrattaki neshedilmiş bir hüküm değil, aksine İslamdaki vacip olan bir hükümdür. Ayetteki uygulamama durumunda varid olan tehditlerin sadece Yahudilere hamledilmesi düşünelemez. Çünkü Yahudiler bunu uygulasalardı kafir olma vasfından kurtulamayacaklardı. Bilakis küfürleri üzerine ziyade bir küfür eklemiş oldular. Onların küfürleri sadece bununla mahsur değildi. O hükmü sadece Yahudilere hamletmek, onların bu hükmü uygulamakla mümin olabileceklerini söylemeyi gerektirir ki, bunun batıl olduğu çok açıktır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Resulullah’a Allahu Teala tarafından uygulanması vacip kılınan Allah’ın hükmünden murad, İslamda zaten sabit olan recm hükmüdür. Tevrattaki hükümle sadece zahirde isim ve suret olarak uygunluk söz konusudur. Bu açıdan Tevrattaki hüküm ile İslam’daki recm hükmü, Allah’ın hükmü vasfını alma konusunda muvafık olabilir; lakin Tevrattaki neshedilmiş ve bağlılığını yitirmişken, İslam’daki henüz taze ve vucubiyet ifade etmesi açısından canlılığını korumaktadır. Geçmiş şeriatlarla yeni şeriatın arasını ayıran en belirgin özellik, vücup vasfıdır.
Resulullah’aın bilginleri çağırtıp Tevrat’ın hükümlerini ikrar ettirmesinin nedeni, Resulullah’ın bunu Yahudilerin kendi kitaplarına nasıl muhalefet ettiklerini göstermekti. Kendisine muhakeme olmalarının maksadının hakka tabi olmak olmadığını, aksine iki yüzlülüklerini beyan etmek içindi. Bu üslup Bakara suresi 91. ayette göre çarpmaktadır. Allah Teala şöyle buyurur:
Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin” denilince, “Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız” deyip, ondan sonra geleni (Kur’an’ı) inkâr ederler. Hâlbuki o, ellerinde bulunanı (Tevrat’ı) tasdik eden hak bir kitaptır. De ki: “Eğer inanan kimseler idiyseniz, daha önce niçin Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?”
Yahudiler güya Tevrat’a uyduklarını iddia etmektediler. Bunun üzerine Allah Teala onların kendi kitaplarına uyma iddialarında dahi samimi olmadıklarını bu suretle ispat etmektedir. Maide suresindeki durumda da aynı üslup söz konusudur. Üstelik ehli kitaptan olanların bize muhakeme olmaları durumunda onların değil, bilakis genel şer-î bir hüküm olarak kendi şeriatımızla onlara hükmetmemizin gerektiği konusunu bir çok alim açıkça ifade etmektedir. Alimlerin bilip ittifak ettikleri bir meseleyi Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bilmemesi düşünülebilir mi? Nasıl olur da İslam alimleri bir şeyi hak bilip üzerine ittifak edecekler de, Resulullah (s.a.v) söz konusu haktan habersiz olacak? Bir diğer açıdan, Resulullah burada Yahudi şeriatıyla hükmetmiş olsaydı, Resulullah’ın uygulamasına muhalif bir hüküm üzerine alimlerin ittifak etmeleri mümkün olur muydu? Allahu a’lem.
Sonuç
Buraya kadar gerek recm vakıalarının tarihlerini ispat ederek gerekse recm hükmünü rivayet eden hadislerin tevatür derecesini ispat ederek ihtilafsız icmaa edilmiş şer-î bir hükmün olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Bundan sonra yukarıda anlatlanların ışığında, topluca bazı şüphelere cevapları özet olarak vererek konuyu sonlandıracağız Allah’ın izni ile.
1-Maide suresi ve Nisa suresi ayetleri konusunda değindiğimiz üzere recm hükmü sadece sünnette değili, bilakis her ne kadar saraheten olmasa da Kur’an’da da işaret yolu ile bildirilmiş bir hükümdür.
2-Ubade bin Samit (r.a)’in hadisinin şerhinde değindiğimiz gibi, Resulullah’aın recm cezalarını uygulamasını kabul etmekten, Kur’andaki Nur suresi 2. ayetin celde hükmünü neshettiği lazım gelmez. Buradaki durum ‘’zina edenlerden sadece evli olanlar için celde cezası üzerine recm hükmünün ziyade edilme’’ durumudur. Bu durumda evlilere hem celde hem de recm sabit olmuş olur. Ancak küçük cezasının büyük cezaya idğam edilme kaidesine göre sadece recm edilerek yetinilmiştir. Fakat Ali (r.a)’nin yaptığı gibi asl olana iltizam etme babında bazen her ikisi de uygulanabilir. Bu durumda neshedilmiş olması ne de tahsis edilmiş olması söz konusu değildir.
3- Ne varki, recm ile birlikte celdeyi öngörmeyenlere göre, yani sadece recmi öngörenlere göre Nur suresi 2. ayetinde evliler için tahsis konusu olmuş olur. Bu ise عام (Âm)’ın tahsisi babından olur ki, cumhura göre عام Âm ifadelerin tahsisi nesh sayılmaz. Üstelik cumhur Âm’in tahsisini haberi ahadla caiz görmektedir. Çünkü onlara göre Âm ifadelerin delaletleri kat-î değil, bilakis tıpkı haberi ahad gibi zannîdir. Bu durumda zannî olan Kur’an’da geçen Âm bir ifadeyi aynı menzilede olan fakat sünnet yolu ile sabit olmuş denk bir haberle açıklamış olmaktadırlar. Âm’in delaletinin haberi ahadla tahsis edilmesini kabul etmeyenler Hanefilerdir. Bunun nedeni Hanefilerin Âm ifadelerin delaletini kat-î görmeleridir. Delaleti kat-î olanlar, delaleti zannî olan ahad haberlerle ziyade yapılmak sureti ile açıklanamazlar. Ancak haberin derecesi meşhur ve mütevatir derecesine çıkarsa o zaman durum başkadır. Nitekim recm konusunda haberler meşhurdan öte mütevatir derecesine ulaştığı için bu haberlerle Kur’an’da geçen Âm bir ifadeyi nesh etmektedirler.
Hanefilere göre de recm konusunda tahsis vardı. Ancak buna nesh demelerinin nedeni, Hanefiler’in tahsisi neshin bir çeşidi saymalarıdır. Yoksa bilinen anlamda hükmün tümünden gerçerliliği iptal etme, yani tebdil anlamındaki nesh değildir. Sonra nesh olduğunu kabul etsek bile bunun sünnetle değil, Ömer (r.a)’ın hadiste ifade ettiği ayet olarak inip de, daha sonra tilaveti neshedilen ayetle neshedildiği söylenebilir. Bu durumda diğer tüm tartışmalara hacet kalmamış olur.
Bu açıklamalara göre tüm ekollere göre celde hükmü mütevaitr hadislerle tahsis edilmiş olmaktadır. Bu, hem cumhura göre hem Hanefilere göre ihtilafsız kabul görmüş bir esastır. Nitekim cumhurun usulündeki mukarrar kaideye göre Kur’an’ın ispat sadedinde gelen tüm umum ifadeleri, istisnasız tahsis edilmiştir.
4- Nur suresi 2. ayetinde evli zinakarlara hiçbir şekilde hususi olarak değinilmemiştir ki, recmin kabulünün Kur’an’la çeliştiğini söyleyebilelim! Muhalifler sadece ayetin Âm hükmünün delaleti üzerinden gitmektedirler. O halde onların ‘kat-î ayet varken sünete iltifat edilmez’ olarak ifade ettikleri bu sözleri batıldır. Çünkü ayetteki kat-î olan husus, ayetin sübutunun kat-î oluşudur; biz ize delalet hakkında konuşuyoruz. Nitekim ayetin sübutunu kimse inkar etmiyor. Delaletine gelince yukarıda değindiğimiz gibi Arap dilinde Âm ifadelerin delaletleri kat-î değil zannîdir. Her ne kadar Hanefiler kat-î görmüşseler de bu, tahsise uğramama durumu ile kayıtlıdır. Zaten Hanefilerin de muvafakat ettikleri gibi mütevatir haberlerle tahsise uğradığını beyan etmiştik.
Yukarıda bir nebze değindiğimiz gibi, tearuz olabilmesi için bir hükmün nefiy, bir diğerinin de ispatı ifade etmesi gerekir. Yani birinin olumlu şeyi, buna mukabil bir diğerinin de olumsuz şeyi ifade etmesi gerekir. Buna göre Kur’an’da recm yoktur veya evlilere de celde uygulanır diye sarih bir emir olmadığına göre, sünnet yolu ile sabit olan recmin Kur’an ile çeliştiği söylenemez. Bu durumda Kur’an ile çelişmesi söz konusu değildir. Bunu ancak delilin hakikatini ve derecelerini bilmeyenler idda ederler.
5- Recm hükmü ihtilafsız bir şekilde nakledilmiş kat-î icmaalardandır. Eğer icmaanın haddi zatında kendisini inkar ederlerse, bu onların şer-î bir delil oluşu bakımından icmaa hakkındaki koyu cehaletlerini gösterir. Eğer Resulullah’ın uygulaması yönünden inkar ederlerse, buna yukarıda cevap verdik. Resulullah’dan sonra bunu tatbik eden aahabîlerin uygulamalarını zikretmeye gerek görmedik. Bu konuda sahabîlerin uygulamaları da recmin şer-î bir hüküm olarak Kur’an’a muhalif olmadığını gösterir.
Dini sahih olarak fehmetme hakkında bir kaide: ‘’Bir konuda eğer Selef-i Salihiyn’den zahirde nasslarla çelişen farklı bir uygulama ihtilafsız olarak vaki olursa, yapmamız gereken, onları bu konuda hatalı saymak değil, bilakis söz konusu nassı anlamadığımıza hükmetmek olmalıdır. Çünkü Allah bu ümmetin tümünü bir hata üzerinde ittifak etmekten korumuştur. Aksi ahlde sahabe, büyük imamlar ve Müslümanların alimlerinden hiç kimsenin anlamadığı bir hakikati bizim keşfettiğimizi idda etmek gibi küstah bir duruma düşmüş oluruz. Bu ise şeriattan önce akla muhalefettir.
Sahabenin anlayışı onları bağlar, ben Kur’an’dan sorguya çekileceğim’ gibi sözlerin samimiyet namına hiçbir değeri olmadığı aşikardır. Güvenerek Kur’an’ı aldığımız kişilere, tefsir hakkında güvenmemek açık bir çelişki ve iki yüzlülüktür. Dindeki bir hüküm hakkındaki bilgiyi o dinin mensuplarından, dahası o dini nakledenlerden almayacaksak merak ediyorum kimden alacağız? Düşünün bir kişin Hristiyan olduktan sonra İncil bana yeter, dolayısıyla binlerce yıldır bu dinin sahiplerinin anlayışları beni bağlamaz demesi bir rahip tarafından nasıl karşılanır sizce?
6-Nur suresi 2. ayetinin sadece bekarlar hakkında varid oluğunu savunan alimler bunu delillendirme sadedinde Nisa suresi 25. ayeti delil getirmektedirler. Bu ayeti kerimece yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
”Cariyeleriniz evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, onlara hür kadınların cezasının yarısı uygulanır’’
Ayetteki istidlal yönleri şunlardır: Allah Teala bu ayette hürlere uygulanan cezasının yarısına hükmetmektedir. Bu ise hürlere uygulanan cezasının yarıya bölünmesini gerektirir. Recmin ikiye bölünmesi mümkün olmayacağına göre geriye celde cezası kalır. Mütevaitr hadisler ışığında evlinin cezası recm olduğuna göre bu ayetteki zina edenlerden maksat sadece bekarlardır.
Not: Ayetin zahirine göre bekar cariyelere ceza öngörülmemektedir. Bu, sünnet yolu ile sabit olmuştur.
7- Hz. Ömer’in hadisi ile delillendirmeye karşılık sahabi sözünün Kur’an karşısındaki bir hükümle çelişmesi durumundaki hücciyeti üzerinden itiraz edilemez. Çünkü Ömer (r.a) bunu kendi sözü olarak değil bilakis Allah’ın bir ayeti olarak nakletmektedir. Huzurunda bulunan o kadar sahabenin içlerinden bir tekinin dahi itiraz etmemesi bunu açıkça desteklemektedir.
Allah’u alem, Sallallahu ala seyyidina ve nebiyyina Muhammed.
Mehmet Bulgan
————————————————-
[1] Söz konusu hadisleri, sahabî isimleri, hangi kitapta geçtikleri ve rivayet ettikleri hadislerin özeti ile birlikte burada hazırladık. İsteyen olursa özel olarak ulaştırabiliriz. Burada hepsinin tek tek okunmasındansa, bir kaçını okumakla yetineceğiz inşAllah. Başarı kuşkusuz yüce Allah’tandır.
[2] Bu meseleyi zikreden üç hadis daha var. Müslim 4391 , 4392, ve 4393 rakamlarındaki hadisler. Birinci 4391 rakamlı hadis, Amir bin Nakıd, Huşeym’den, o da Mansur yolu ile birebir aynı isnad ile tahriç etmiştir. (Ubade bin Samit (r.a)’dan gelen bire bir aynı hadis) İkinci 4392 rakamlı hadis de, aynı şekilde Ubade bin Samit’den fakat bir başka tarikten (yoldan) rivayet edilmiştir. Bu hadisteki özellik şudur ki, bunun Resulullah’a (s.a.v) vahiy şeklinde indiği ifade ediliyor. Üçüncü 4393 rakamlı hadiste ise, aynı hadiseyi mustakil olarak başkası naklediyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu