Nasılsınız Hayrettin Bey?..
Değerli okuyucular!
Malazgirt Meydan Savaşı’nı 26 Ağustos 1071’de Müslüman Türkler ile Hıristiyan Bizanslılar arasında geçtiğini ve Sultan Alparslan’ın kumandasında Müslümanların zaferiyle son bulduğunu biliyoruz. Bütün tarihlerin yazdığı da budur. Yani kesinkes Malazgirt Savaşı’nın galibi Bizanslılar değildir.
Değildir, olamaz da. Çünkü tarih kesindir ve neyse odur, görüşten görüşe değişmez. Târihî bir hadise bir tarihçiye göre böyleyse başka bir tarihçiye göre başka türlü olamaz.
Buna rağmen eğer meselâ haddini bilmeyen biri çıkıp da bilinenin aksine bir şey yazmaya kalksa, meselâ “Alparslan, Malazgirt Meydan Savaşı’nı kazanan değil kaybedendir” demiş olsa, bu kimsenin cahilliğine en hafifinden gülünür ve onun tarihçi olmadığı bilinir.
Şayet bunu yazan kişi tarihçi sıfatını taşıyan birisiyse o zaman o kimse artık kendisine sıfatlardan sıfat beğenmelidir. Ona artık câhil de denilir, târihî hadiseleri ters göstermeye çalışan bir şarlatan da denilir, “Söylediği yalanlar acem yalanını geçen bir yalancı” da denilir…
Çünkü, târihî hadiseler aynıdır ve insanların görüş ve inanışlarına göre değişmez.
Ancak, tarihin doğru yazılabilmesi için târihî hadiseleri yazan ve/veya anlatan kişilerin peşin düşünceden uzak, insaflı ve Allah korkusu taşıyan kimseler olmaları şarttır. Bu şartları taşımayan kimseler istedikleri hadiseyi istedikleri gibi eğip bükerek değiştirebilir ve insanlara tam ters şekilde sunabilirler, nitekim sunuyorlar da.
Bu saptırmayı bazı kesimlerde sıkça görüyoruz. Bu kesimler bazan bir Hıristiyan tarihçi oluyor, bazan şiî bir tarihçi oluyor bazan da ehl-i sünnetten olmadığı halde kendisini gizlemek için ehl-i sünnetten olduğunu söyleyen çift görünüşlü bir kimse oluyor, olabiliyor.
Ama şükür ki ehl-i sünnet tarihçilerin hepsinin yazdıkları aynıdır. Aynı olması da gayet normaldir çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi târihî bir hadise bir tarihçiye göre nasılsa başka bir tarihçiye göre başka türlü olamaz.
İlim ve insaf sahibi oldukları içindir ki, bütün ehl-i sünnet tarihçiler bizlere İslam tarihini ana hatlarıyla doğru olarak ve birbirinin aynısı olarak aktarmışlardır.
***
Tarihin ve tarihçiliğin objektifliğine misal olarak İslamdaki halifelik meselesini ele alabiliriz. Peygamberimiz mûcize bir haber olarak halifeliğin kendisinden sonra 30 sene olacağını haber vermiştir. Aynen bildirildiği şekilde, halifelik Hazreti Hasan (r.a.) Efendimiz’in halifeliğiyle beraber, Peygamberimiz’in vefatından sonra tam 30 sene sürmüş, ondan sonra hükümdarlık dönemi başlamıştır.
30 seneden sonraki dönemi izah sadedinde İbn-i Kesir’in El-Bidâye ve’n-Nihâye isimli meşhur ve muteber tarihinde şöyle deniliyor:
“Muâviye (r.a.) dönemi hükümdarlık döneminin başlangıcıdır. Muâviye radıyallâhü anh İslâm hükümdarlarının ilki ve en hayırlısıdır.”
Bunu yazan sadece El-Bidâye ve’n-Nihâye değildir. İbnü’l-Esir’in El-Kâmil fi’t-Târih’i olsun, diğer tarihler olsun hepsi aynı şeyi yazmaktadırlar. Çünkü hepsinin anlattıkları hadise de aynıdır.
Esas meselemize geçerken, Şam vâlisi olan Hazreti Muâviye’nin (r.a.) halifelik mücadelesi içine girdiğini hatırlayalım. Bu hususta El-Bidâye ve’n-Nihâye diyor ki:
“İsmail b. İbrahim tarikiyle gelen bir rivâyette Muâviye (r.a.) şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki beni halife olmaya sevk eden sebep Resûlüllah’ın bana söylemiş olduğu şu sözüdür:
“Ey Muâviye! Eğer yönetimin başına geçersen, iyilik yap.”
Amcasının oğlu olduğu için zulmen şehit edilen Hazreti Osman’ın hakkını isteyecek kadar yakını olan Hazreti Muâviye, Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz’in mazlum olarak şehit edilmesinden sonra halife olan Hazreti Ali’den, katillerin yakalanıp teslim edilmesini istiyordu. Bu isteğini İsrâ sûresinin “Haksız olarak öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır” meâlindeki 33. âyetine dayanarak yapıyordu. Hazreti Ali Efendimiz ise ortam henüz müsait olmadığı için bunu daha sonraya bırakmayı uygun görüyordu. Böylece aralarında bir ictihad farkı meydana geldi.
Taberânî, İbni Abbas’ın bu hususta şöyle dediğini rivâyet eder:
“Muâviye’nin bu âyete (İsrâ 33) dayanarak yönetime geçtiğine olan kesin inancımı hâlâ sürdürmekteyim.”
Değerli okuyucular!
Dikkat edilirse, İbni Abbas Hazretleri’nin bu sözü, ashabı kiramın da kendileri gibi düşündüğünü zanneden zamanımızdaki bazı Hazreti Muâviye düşmanlarına açık ve ibretli bir ikazdır.
İbni Abbas Hazretleri, Hazreti Ali Efendimiz’in amcasının oğludur. Dolayısıyla Hazreti Ali Efendimiz’in tarafını tutması beklenir. Ama öyle yapmıyor ve “Muâviye’nin bu âyete dayanarak yönetime geçtiğine olan kesin inancımı hâlâ sürdürmekteyim” diyor.
Demek ki değerli okuyucular, kendisinin de anladığı gibi Hazreti Muâviye’nin kaderinde yönetimin başına geçmek varmış.
Nitekim Beyhakî, Ebû Hüreyre’nin şöyle söylediğini rivâyet ediyor:
“Halifelik Medine’de hükümdarlık Şam’dadır.”
***
Hazreti Muâviye’nin, hükümdarlıkğından önce Şam vâlisi olduğunu tekrar hatırlayıp devam edelim.
Ebû İdris’in, Ashabın büyüklerinden Ebüd Derdâ Hazretleri’nden rivâyetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Uyurken bir ara rüyamda kitabın, başımın altından anılıp götürüldüğünü gördüm. Nereye götürüldüğünü takip ettim, kitap alınıp Şam’a götürüldü.
Fitne koptuğu zaman iman Şam’dadır.”
***
Yahyâ b. Süfyan’ın Hazreti Ömer radıyallâhü anhten rivâyetine göre Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Başımın altından nurdan bir direğin çıktığını ve o parlak direğin gidip Şam’a yerleştiğini gördüm.”
***
Hazreti Ali radıyallâhü anh ile o zaman Şam vâlisi olan Hazreti Muâviye radıyallâhü anh arasında cereyan eden Sıffin Savaşı’nda, adamın biri Hazreti Ali’ye olan sevgisinden dolayı, “Allahım! Şamlılara lânet et” deyince Hazreti Ali Efendimiz derhal kendisini ikaz etmiş ve “Şamlılar hakkında kötü konuşma. Çünkü orada ebdallar (Allah dostları/evliyâ) vardır” buyurmuştur.
Bakınız Hazreti Ali Efendimiz, kendileriyle harp ettiği Şamlılar hakkında dengeyi nasıl korumaktadır. Bizler de ehl-i sünnet Müslümanlar olarak Hazreti Ali ve Hazreti Muâviye hakkında dengeyi aynen böyle korumalı ve her ikisini de sevmeliyiz.
Hoş olmamakla beraber, farklı ictihadlar neticesinde her iki ordu birbirine girmişse de yapılan Sıffîn Savaşından sonra her iki taraf da karşı taraftan ölenlerin cenaze namazlarını kılmışlar, harpten sonraki hayatlarında da birbirleriyle iç içe yaşamışlar ve hayatları boyunca aynı safta namaz kılmışlardır.
Bu zamanda Hazreti Muâviye’ye dil uzatanlara, Hâfız ibni Asâkir taa o zamandan şu cevabı vermektedir:
“Şam’da yeşil kubbeyi inşâ edip içinde 40 sene ikamet eden kişi Muâviye’dir.“
***
İlahiyat profesörü Hayrettin Karaman ve hempâları, meseleyi tersine gösteredursunlar ve “Hazreti Hasan’ı kandırdı” diyerek Hazreti Muâviye’ye iftira ededursunlar, gerçekler İslam tarihlerinde yazılı bulunmaktadır. İslam tarihlerine göre, Hazreti Ali Efendimiz’den sonra halife olan Hazreti Hasan radıyallâhü anh Efendimiz, halifeliği bazı şartlarla Hazreti Muâviye’ye kendi isteğiyle devretmiştir.
Onun böyle yapacağını da Peygamberimiz (s.a.v.) taa Hazreti Hasan Efendimiz’in çocukluğunda haber vermişti. Şöyle ki:
İmam Ahmed b. Hanbel’in Câbir b. Abdullah’tan rivâyetinde Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benim bu oğlum (Hasan) efendidir. Umarım ki Allah bunun vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük cemaati barıştıracaktır.”
Hazreti Hasan Efendimiz, aynen Peygamberimiz’in haber verdiği gibi yapmış, halifeliği Hazreti Muâviye’ye devretmekle iki Müslüman gurup arasındaki gerginliği ortadan kaldırmak gibi büyük ve tarihî bir hizmet ifa etmiştir.
Hiç ummamakla beraber arzu ederiz ki bu satırlar Sayın Hayrettin Karaman’ın Hazreti Muâviye düşmanlığına son vermesine, ona ve tarihe iftira etmeyi bırakmasına sebep olsun.
Sayın Profesör ve onun gibi kimseler, içlerindeki Hazreti Muâviye düşmanlığını istedikleri gibi dışa vurabilirler, vuruyorlar da. Ama tarih kitaplarında yazılı gerçekleri nasıl ortadan kaldıracaklar?
Dünya âlem biliyor ki, ehl-i sünnet inancını taşıyan Müslümanlar Hazreti Muâviye düşmanı olamazlar. Yine dünya âlem biliyor ki, ona düşman olanlar şiîler, alevîler, kızılbaşlar ve râfizîlerdir.
Peki, Sayın Hayrettin Karaman’a ne oluyor? İkide bir ehl-i sünnetten bahseden Sayın Profesör, Hazreti Muâviye meselesinde ehl-i sünnetten niçin ayrılıyor? Yoksa her hususta ehl-i sünnetten olmayı içine sindiremiyor mu?
Zaman zaman söylediği gibi, bu sorumuz karşısında da muhtemeldir ki yine kendisinin ehl-i sünnet olduğunu söyleyecektir. Öyleyse kendisine yine soralım:
Yeryüzünde Hazreti Muâviye muârızı olan bir ehl-i sünnet gurubu var mıdır?
Veya tarihte olmuş mudur?
***
Yukarıda Hazreti Ali Efendimiz’in, Sıffîn Harbi sırasında Şamlılar hakkında kötü sözler söyleyen bir kişiyi harp meydanında ikaz ederek “Şamlılar hakkında kötü konuşma. Çünkü orada ebdallar (Allah dostları/evliyâ) vardır” dediğini yazmıştık. Şimdi de Hazreti Muâviye’nin karşı taraf hakkındaki bir sözünü aktaralım.
İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, Hazreti Muâviye’nin şöyle dediğini rivâyet ediyor:
“Ali’nin oğlu Hasan’ı severken, Resûlüllah’ın onun dilini/dudağını emercesine öptüğünü gördüm. Resûlüllah’ın öptüğü bir dil/dudak asla azap görmeyecektir.”
İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin bu riâyeti, “Muâviye Hazreti Hasan’ı kandırdı” iftirasında bulunan Hayrettin Karaman’a gayet güzel bir cevap ve okkalı bir Osmanlı tokat değil mi?
***
Hazreti Muâviye Peygamberimiz’den birçok hadis rivâyet etmiş ve onun rivâyet ettiği bu hadisler en değerli/kuvvetli iki hadis kitabı olan Buhârî ve Müslim’de yer aldığı gibi diğer sünen ve müsnedlerde de yer almıştır.
İmam Buhârî, İmam Müslim ve diğer sünen ve müsned sahipleri, acaba Hazreti Muâviye’yi Hayrettin Karaman kadar anlayamamışlar da mı onun rivâyet ettiği hadisleri asırlardır Müslümanların ellerinden düşmeyen ve kıyamete kadar okunacak olan eserlerine almışlar?
Sayın Karaman’a sormak isteriz:
Sahih-i Buhârî, Sahih-i Müslim ve diğer sünen ve müsned kitaplarını okurken, önünüze Hazreti Muâviye’nin rivayet ettiği hadisler gelince ne yapıyorsunuz? Yaprakları yırtıyor musunuz?
Veya o eserleri kaleme alan zatların, başkaları hakkında değil de sadece Hazreti Muâviye hakkında yanıldıklarını düşünüp Hazreti Muâviye yoluyla gelen hadisleri atlayarak diğerlerine mi geçiyorsunuz?
Hazreti Muâviye hakkında yanılan bu zatlar ya diğer hadislerde de yanılmışlarsa ne olacak?
Eğer, İmam Buhârî ve İmam Müslim gibi zatlar, -sizin kadar uyanık olmadıkları için- Hazreti Muâviye hakkında yanılmışlar, onun rivâyet ettiği hadisleri, İslam tarihinde ve İslam âleminde en kıymetli eserler kabul edilen eserlerine/sahihlerine almamaları gerekirken almışlarsa, İslam âleminin de bütün Müslümanların da yandığının resmi değil mi?
Öyle ya! Siz olsaydınız elbette Hazreti Muâviye’nin rivâyetiyle gelen hadislere itibar etmezdiniz değil mi?
Söyler misiniz Sayın Karaman? Yoksa Sahih-i Buhârî’yi, Sahih-i Müslim’i bir kenara bırakıp, en iyisi hadis hususunda sizi mi dinlemek?
Velhasıl… Hangi taraftan ele alırsak alalım, çıkmazdasınız Sayın Karaman çıkmazda…
***
Hazreti Muâviye, Peygamberimiz’in kayın biraderi, onun babası Ebû Süfyan Hazretleri de kayınpederidir. Sahih-i Müslim’deki onlarla ilgili şu rivâyete ne diyeceksiniz Sayın Karaman?
“Hazreti Muâviye’nin babası Ebû Süfyan (r.a.) Resûlüllah’a, “Yâ Resûlallah! Beni komutan yap da daha önce Müslümanlarla harbettiğim gibi şimdi de kâfirlerle harbedeyim” dedi, Resûlüllah da “Olur” buyurdu. “Muâviye’yi yanında kâtip yap” dedi, Resûlüllah ona da “Olur” buyurdu.”
Resûlüllah (s.a.v.) böylece kayınpederinin bir sözünü iki etmemiş ve onun isteklerini yerine getirmiştir. Onun içindir ki, Hazreti Muâviye (r.a.) Peygamberimiz’in vahiy kâtiplerinden olmuştu.
***
Müseyyeb b. Vâdıh, İbni Abbas’ın (r.a.) şöyle dediğini rivâyet ediyor:
“Cebrâil (a.s.) Resûlüllah’a gelip şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Muâviye’ye selam söyle ve ona iyi davran. Çünkü o, Allah’ın kitabını ve vahyini yazmak hususunda güvenilir bir kimsedir. O ne güzel güvenilir bir katiptir.”
İlahiyat profesörü Hayrettin Karaman’ın sevmediği ve şiddetle aleyhinde bulunduğu Muâviye isimli sahâbî işte böyle bir zat. Karaman, açıktan açığa ve çekinmeden bu şanlı sahabîyi sevmediğini söyleyerek, kendi tarafını ortaya koymakta yani Hazreti Muâviye konusunda kendisinin ehl-i sünnet tarafında mı şîa tarafında mı olduğunu açıklamış olmaktadır.
***
Hazreti Ali ve Câbir b. Abdullah’dan gelen bir rivâyete göre, Resûlüllah (s.a.v.) Muâviye’yi (r.a.) yanına kâtip olarak alma konusunda Cebrâil Aleyhisselam’a danıştı. Cebrâil Aleyhisselam da şöyle dedi:
“Onu yanına kâtip olarak al. Çünkü o güvenilir bir kimsedir.”
Sayın Karaman’a, bunun râvilerinden birinin de Hazreti Ali olduğunu hatırlatırsak üzmüş olur muyuz acaba?
***
İmam Ahmed b. Hanbel, İrbad b. Sariye es-Sülemî’nin şöyle dediğini rivâyet ediyor:
“Resûlüllah’ın, Ramazan ayında “Mübârek yemeğe gelin” diye bizi sahura çağırdığını ve şöyle söylediğini işittim:
“Allahım! Muâviye’ye kitap ve hesabı öğret ve onu azaptan koru.”
***
Tirmizî’nin Ebû İdris el-Hulenî’den rivâyet ediyor:
Umeyr b. Sa’d’ı Şam vâliliğinden alıp yerine Muâviye’yi tayin eden Hazreti Ömer, (r.a.) insanlara şöyle demiştir:
“Muâviye’den sadece iyilikle bahsedin. Zira ben Resûlüllah’ın onun hakkında şöyle buyurduğunu işittim: “Allahım! Onun vasıtasıyla insanları hidâyete erdir. “
Sayın Karaman’a soralım:
Gördüğünüz gibi Hazreti Ömer, (r.a.) Hazreti Muâviye’den iyilikle bahsedilmesini istiyor. Siz ise tam tersine onun kötülüğünden bahsediyorsunuz. Yoksa daha önce bunu okumamış mıydınız?
Okumuşsanız, şimdi öğrenmiş oldunuz. Bundan sonra Hazreti Ömer’in bu sözüne uymayı düşünüyor musunuz?
***
Hazreti Muâviye, insanların kendisi için ayağa kalkmalarına bile razı olmazdı. İmam Ahmed b. Hanbel ,Ebû Miclez’den şöyle rivâyet ediyor:
“Muâviye bir defasında halkın karşısına çıkmıştı. Halk da ona hürmeten ayağa kalktı. O, bunun üzerine şöyle dedi:
“Ben Resûlüllah’ın şöyle söylediğini işittim: ”Bir kimse insanların kendisine hürmeten ayağa kalkmalarından memnun olur hoşlanırsa cehennemdeki yerini hazırlasın.”
***
Hazreti Muâviye büyük bir sahabe topluluğu ile Bizans’a gazâya gitti. İstanbul’u kuşattı. Bu gazâ ile ilgili olarak sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
“Kostantiniyye’ye (İstanbul’a) gazâya gidecek ilk ordunun askerleri bağışlanmıştır.”
Var mı daha ötesi?
Bağışlanmayla ilgili olarak tarihte bir de şu bilgi var:
Ebûbekir b. Ebûdünyâ, takvâsıyla meşhur olan Ömer b. Abdülazîz Hazretleri’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Resûlüllah’ı rüyamda gördüm. Ebûbekir, ile Ömer de yanında oturuyorlardı. Selam verip yanlarına oturdum. Ben oturmaktayken Ali ile Muâviye getirildi. İkisi bir odaya kapatıldılar. Odanın kapısı da üzerlerinden kilitlendi. Ben ne olacağını seyrediyordum. Çok geçmeden Ali “Kâbe’nin rabbine yemin ederim ki benim lehime hüküm verildi” diyerek odadan çıktı. Kısa bir zaman sonra Muâviye de “Kâbe’nin rabbine yemin ederim ki ben bağışlandım” diyerek odadan çıktı.”
Evet…
Ehl-i sünnetin bu husustaki görüşü de zaten buna uygundur. Ehl-i sünnete göre ictihadında isabetli olan Hazreti Ali idi. Hazreti Muâviye de kendi ictihadına göre hareket ettiği için suçlanamaz.
***
İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’ne, Hazreti Ali İle Hazreti Muâviye arasında geçen hadiseler sorulduğunda Bakara sûresi’nin şu meâldeki 141. âyetini okudu:
“Onlar geçmiş birer ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandıklarınız sizedir. Onların yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz.”
Seleften birçok âlim de kendilerine bu soru sorulduğunda yukarıdaki âyeti okumuşlardır…
Değerli okuyucular!
Muhtemeldir ki Sayın Hayrettin Karaman yukarıdan beri verdiğim bilgilere de itiraz edecektir. Ama ben bu bilgileri İbn-i Kesir’in El-Bidâye ve’n-Nihâye isimli meşhur eserinden aldım. Zaten diğer tarihlerin yazdıkları da farklı değil. Şayet Sayın Karaman itiraz edecek ve cevap verecekse, bana değil buyursun İbn-i Kesir Hazretleri’ne ve onun yazdıklarının aynısını yazan diğer âlimlere itiraz etsin ve onlara cevap versin.
Ama biz biliyoruz ki onda bu âlimlere cevap verebilecek ilmî güç yok. Sayın Karaman’da o ilmî gücün olmadığını biliyoruz da yine de laf ola beri gele kabilinden şöyle diyelim:
Sayın Profesör! Çürütebiliyorsanız buyurun yukarıdan beri verilen bilgilerin yanlış olduğunu çürütün. Çürütün de biz de yanlış bir bilginin doğrusunu öğrenmiş olalım…