Mustafa İslamoğlu

Mustafa İslamoğlu Ve Hz. Peygamber (S.A.V.) İle İlgili Konular

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in her yönüyle örnek oluşu, sınırlandırılmak istenerek;
Ahzâb sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde: ‘Allâh’ın Resûlü’nde sizin için pek güzel bir örnek vardır.’ buyruluyor. ‘Kur’ân; Allâh (c.c.)’un elçisi, sizin için örnektir.’ demiyor. Allâh (c.c.)’un elçisinde güzel örneklik var, diyor.’ (M. İslamoğlu, Üç M…8s. 40) şeklinde ifadelerle O (s.a.v.)’in mutlak mânâdaki rehberliğini kayıt altına almaya çalışanlara verilecek cevap nedir?
Kur’ân’da apaçık ifâdelerle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Yüce Allâh tarafından mü’minler için her yönüyle örnek alınması gereken bir insan olarak takdim edildiğini görmekteyiz. Konu ile ilgili âyetlerde, şu veya bu konuda diye, bir kayıt konulmamış olmasından, O’nun, insanlar için her hususta, her yönüyle, mutlak olarak örnek gösterildiği anlaşılmaktadır.

“And olsun ki, Resûlullâh’ta sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.” (Ahzâb s. 21)

Bu âyette, Resûlullâh (s.a.v.)’in, Allâh (c.c.)’a ve âhiret gününe inananlar için örnek bir şahsiyet olarak gösterilmesi; böylece O’nu örnek edinmenin, Allâh (c.c.)’a ve âhiret gününe îmân hususuna bağlanması, O’nun sünnetine dinde ne kadar büyük bir değer verilmiş olduğu açık bir şekilde ortaya konulmaktadır.9

Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullâh (s.a.v.)’in bütün sözlerinin hakk olduğunu ve hatalara karşı korunduğunu da belirtir. Necm Sûresi’nde: “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (onun konuşması kendisine), vahyedilenden başkası değildir.” (Necm s. 3-4) buyrulmaktadır. Âlimlerin büyük çoğunluğu âyet ve hadîslerden elde edilen başka delîllere de dayanarak Resûlullâh (s.a.v.)’in bütün sözlerinde, hâl ve hareketlerinde hataya karşı korunduğu, yâni ismet sâhibi olduğu görüşünde birleşmiştir.10

Nebî (s.a.v.)’in: “Size bir şeyi nehyettiğim zaman ondan sakının, emrettiğim zaman da gücünüz yettiği kadar yerine getirin.”11 bu hadîs-i şerîfte, Nebî (s.a.v.)’e hangi kapsamda uyulacağına dâir özel bir kısıtlama getirilmemiştir.12

Başka bir hadîs-i şerîf de, Abdullah b. Amr b. As (r.a.)’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Ben Resûlullâh (s.a.v.)’den duyduğum her şeyi yanımda bulundurmak için yazıyordum; nihâyet Kureyş muhacirleri beni bu işten sakındırarak ‘Sen, Resûlullâh (s.a.v.)’den duyduğun her şeyi yazıyorsun; oysa Peygamber (s.a.v.) de bir beşerdir; öfke veya sevinç hâlinde bir şey söy-leyebilir.’ dediler. Bu nedenle Resûlullâh (s.a.v.)’in hadîslerini yazmaktan sakınarak olayı, Nebî (s.a.v.) Hazretleri’ne aktardım. Hazret ağzına işaret ederek bana, “Nefsim elinde olan Allâh (c.c.)’a and olsun ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz.” buyurdu.13

İlahlık sınırına sokmadıkça yâni şer’î ölçüler içinde kalmak şartıyla; anlatmaktan, dillerin ve kalemlerin âciz kaldığı Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bütün bunlar çok görülerek “Bugün, Ümmet-i Muhammed, kendinden önceki Nuh, Ad, Semud ve Firavun toplumları gibi bir melek peygamber isteme imkânından mahrumdur. Fakat bu mahrumiyetin açığını, kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek kapatmaya çalışmakla, aslında Kur’ân’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak olmaktadır.” (M. İslamoğlu, Üç M..,s. 27) ifadeleri kullanılmaktadır.

Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’in, kâfir toplumlara benzetilerek Nebî (s.a.v.)’in melekleştirildiği iddiası doğru mudur? Melek, insan ve cin; hepsinin efendisi olan Nebî (s.a.v.)’i melekleştirmek, olduğundan yüksek göstermek midir?

Ehl-i sünnet itikadına göre insanların peygamberleri, meleklerin peygamberlerinden daha faziletlidir. Peygamberimiz (s.a.v.) de peygamberlerin en fazîletlisi olduğuna göre O (s.a.v.)’na îmân edip risaletini tasdik etmekle meleklerden üstün bir peygambere ittiba etmiş oluyoruz. Bu yönden Hz. Peygamber (s.a.v.)’i melekleştirmeye ihtiyaç yoktur.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, en hayırlı insandır. Çünkü bütün insanlık gerçek medeniyeti, O’nun getirdiği dîn ile öğrenmiştir. O’nun şanını bizzat Cenâb-ı Hakk yükseltmiştir. Âyet-i kerîmede: “Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?” (İnşirâh s. 4) buyrulmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in şânının yüce oluşunun bir delîli de O’nun adının Allâh (c.c.)’un adını takip etmesidir. Kelime-i Tevhid’de bu açıkça görülmektedir. “Lâ ilâhe illallâh” denildikten sonra “Muhammedun Resûlullâh” denir ki bu şeref, her türlü şerefin üstündedir. Günde beş vakit okunan ezan da Peygamberimiz (s.a.v.)’in şânının yüceliğini her yerde ilân eder.

Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki: “Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Âdem (a.s.) Cennet’te malûm hatayı işlediği zaman, ‘Yâ Rabbi! Beni, has kulun Muhammed (s.a.v.) hürmetine bağışla!” diye duâ etti. Allâh (c.c.) da kendisine: “Yâ Âdem, Muhammed’i nasıl tanıdın?” diye sordu. Âdem (a.s.) şöyle cevap verdi: “Yâ Rabbi! Sen beni yarattığın ve ruhundan bana üflediğin zaman, başımı kaldırıp yukarı bakmıştım, işte o sırada Arş’ın sütunları üzerinde: “Lâ ilahe illallâh! Muhammedün Resûlullâh” diye yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, kendi adının yanına ancak en sevgili kulunun ismini koyarsın.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: “Evet yâ Âdem, doğru söyledin. Eğer Muhammed olmasaydı, ben seni yaratmazdım…” buyurdu. (Hâkim, Beyhâkî, Taberânî)

Ebû Hüreyre (r.a.)’den şöyle rivâyet olunmuştur: “Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Âdem, cennetten çıkarıldığı zaman Hind’e (Serendip bölgesine) indi ve yalnızlık sebebiyle korktu… O sırada Cebrail (a.s.) inerek ezan okudu: “Allâhü Ekber Allâhü Ekber! Eşhedü enlâilâhe illallâh (iki defa), eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh (iki defa) diyerek nida etti. Âdem ona sordu: “Muhammed (s.a.v.) kimdir?” Cebrail de: “Senin evladından peygamber olanların en sonuncusudur.” diyerek cevap verdi…”

Miraç’ta bir melek, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in elinden tutarak O’nu ileri götürdü, ilâhî huzura yaklaştırdı… Semâvât ehline gelince Âdem (a.s.) ve Nuh (a.s.) gibi peygamberler de o zaman göktekilerin arasında bulunuyorlardı… İşte o gün, şânı Yüce Allâh, sevgili Resûlü (s.a.v.)’in şerefini, gerek gök ehli gerekse yer ehli olanlara karşı kemâle erdirmiştir…”45

Bütün bu rivâyetler, Efendimiz (s.a.v.)’in Allâh (c.c.) katındaki değerini ve şânının yüceliğini bildirmektedir. Efendimiz (s.a.v.)’in makamı, bütün mahlûkattan daha yücedir ve bunu bütün Müslümanlar bilmektedir. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.v.)’i melekleştirmek gibi bir faaliyete ihtiyaç yoktur.

Beyhakî, Taberânî ve Ebû Nuaym’dan İbn-i Ömer (r.a.)’in rivâyetiyle naklediliyor. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Allâh (c.c.), varlığı yarattığında, yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’ten Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o hâlde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, c. 1, s. 83; Hasâis-i Kübrâ, c. 1, s. 38)

Bu rivâyet, M. İslamoğlu’nun, Üç M… adlı kitabının 96. sayfasında iddia edildiği gibi tevâzûya aykırı mıdır? Bu hadîs-i şerîf nasıl anlaşılmalıdır?

Burada övünmek değil, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmeti, şükür makamında saymak söz konusudur. Zîra Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: “Rabbinin nîmetini anlat da anlat!” (Duhâ s. 11)

Yukarıdaki hadîsle aynı mânâya gelen başka bir hadîsi, İmâm Tirmizî ve İmâm Müslim rivâyet etmiştir. Yalnız soruda zikredilen hadîsin sonu şu şekildedir: “Sürekli, hayırlılardan hayırlılara intikal etmişimdir (sürekli hayırlı olmuşumdur), uyanık olunuz; kim Arab’ı severse beni sevdiğinden sevmiş, kim de Arab’a buğz ederse bana buğzundan buğz etmiş olur.”

İmâm Nevevî diyor ki: “Resûlullâh (s.a.v.) iki yönden böyle söylemiştir. Birincisi, Allâh (c.c.)’un “Rabbinin nimetine (ihsanına) gelince, onu minnet ve şükranla an.” (Duhâ s. 11) emrini yerine getirmek için. İkincisi; bu, ümmetine tebliğ edilmesi kendisine mutlaka gerekli olan hususları beyan cümlesindendir ki O’nu tanısınlar, O’na inansınlar (nübüvvetini ve getirdiklerini tasdik etsinler), gereği gibi amel etsinler ve O’nun mertebesini gereği gibi anlayıp ta’zim etsinler. Bu hadîs; Peygamberimiz (s.a.v.)’in, bütün mahlûkata faziletli kılındığına delîldir.

Bu hadîs, Resûlullâh (s.a.v.)’in yüksek tevazularına aykırı değildir; çünkü Tirmizî rivâyetinde, “lâ fahra” (öğünmek yok) ziyadesi mevcuddur. (Yâni, övünmek için söylemiyorum veya bu mertebeye kendi kuvvetimle değil, Allâh (c.c.)’un kerâmetiyle nâil oldum.) Dârimi’nin, Cabir (r.a.)’den rivâyeti ise şu şekildedir: “Ben peygamberlerin önünde gidenim öğünmek yok, ben peygamberlerin sonuncusuyum öğünmek yok, ben şefaat edenlerin ve şefaati kabul olunanların ilkiyim öğünmek yok.”46

Şunu da belirtelim ki; tevazu ve kibir, niyetlere göredir. Görünüşte tevâzu olan bir söz, kibirlenmek niyetiyle söylenirse; bu, tekebbür olur. Bazı kanaat önderlerinde bu hâl kendini ele vermektedir. Bu da kişinin umûmî ahlâk durumuyla ilgilidir. Ahlâkî durumu, tevazu üzerine olan kişinin, en başta Resûlullâh (s.a.v.)’in sözleri hep tevazuya yorulur.47

Şifâ-i Şerîf, Mevahibül Ledünniyye, Asım Köksal’ın İslâm Târihi gibi eserler başta olmak üzere bu konularda te’lifi bulunan hemen hemen bütün ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerinde geçen “Resûlullâh (s.a.v.)’in gölgesinin yere düşmemesi, omuzlarının herkesten yüksek görünmesi, cinsel gücünün çok yüksek olması, gece görebilmesi, arkasındakini görebilmesi gibi hakikatleri ilmî bir dayanak olmaksızın inkâr etmek (M. İslamoğlu, Üç M…, s. 98) doğru mudur? Bu rivâyetleri zikretmek, Nebî (s.a.v.)’i -hâşâ- olduğundan fazla göstermek midir? Getirdiği dîni anlamaya ve yaşamaya mâni midir? Bu tip rivâyetleri kitaplara yazmanın ve okumanın Müslümanlara faydaları nelerdir?

Nebî (s.a.v.)’i sadece akıl ile anlamaya çalışanlar şüphesiz kabalaşmışlardır. Yukarıdaki iddiânın sahibine sorarız: Tarih boyunca hiç kimse O (s.a.v.)’i ilahlık sınırına sokmuş mudur? Bu sınıra sokmadığı sürece zaten mahlukatın en üstünü olan o zât-ı şerîfi “Olduğundan fazla gösterme”nin anlamı nedir? Allâh (c.c.)’un övdüğü ve mahlukatın en yücesi kıldığı zâtı “aşırı yüceltmek”ten bahsedilebilir mi?

Resûlullâh (s.a.v.)’e mahsus özellikler vardır. Bunlara hasâis denir. Bazı âlimler bunları, müstakil kitaplarda toplamıştır. Günümüzde bazı insanlar maalesef pozitivist akla ve tabiatın işleyiş kanunlarına aykırı gördükleri haberleri inkâr veya tevil etmektedir. Nebî (s.a.v.)’in mu’cizeleri de bundan nasibini almaktadır. Hâlbuki rivâyet zincirleriyle birlikte yâni ilmî usul ve kaideler çerçevesinde günümüze kadar gelen bu rivâyetleri inkâr edebilmek için yine ilmî kaidelere başvurmak gerekir. Bu hadîslerin, rivâyet yönünden kritik edilmesi günümüzde imkânsızdır. Bu iş; İslâm âlimleri tarafından yaklaşık bin yıl önce -elde yeterince argüman bulunduğu dönemlerde- kılı kırk yaran bir hassasiyetle kitaplara geçirilerek tesbit edilmiştir. Dayanaksız itirazlar hiçbir ilmikıymeti ifade etmez ve iddia sahibinin kendi düşüncelerinden ibaret kalır.

Ümmet-i Muhammed, -amellerinde eksik ve kusur olsa da- Peygamber (s.a.v.)’e, dünyevi ve uhrevi ibadetlerde her bakımdan kendilerine kâmil mânâda örnek alınması gereken bir kul-Resûl nazarıyla bakmakta ve ilahlığa nisbet etmek haricinde olabildiğince ta’zim etmektedir. Bu sebeple Müslümanlar; O’nun gibi evlenmekte, O (s.a.v.)’i taklid ederek O (s.a.v.)’in uyuduğu şekilde uyumakta, yemek yerken O (s.a.v.)’in yemek âdâbını tatbîk etmekte, O (s.a.v.)’in târif ettiği şekilde ibadetlerine devam etmektedir. İnsanlar, O (s.a.v.)’e her hususta uyduğu ölçüde Allâh (c.c.) yolunda mesafe kat etmektedirler.

Müslümanların bu kitapları okuması, peygamberlerinin maddî ve ma’nevî kemallerini anlamalarını, muhabbet ve bağlılıklarının artmasını sağlar. Ayrıca haram ve farzların tespiti dışında kalan “fazilet, teşvik, terğib” gibi konularda, zayıf hadîslerle de amel edilebileceği ve zayıf hadîsin uydurma demek olmadığı; hadîs ilmi ile ilgili çok az bilgisi olanlarca bile mâlumdur.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu