Muhammed Hamidullah

Muhammed Hamidullah

Muhammed Hamidullah, 1908 yılında Hindistan’ın güneyinde Hayrabat’ta doğdu. Orada Osmaniye Üniversitesinde okudu. Devletler hukuku üzerine doktora yaptı. 1947 yılında Hindistan hükümeti, siyasi sebeplerle kendisini vatandaşlıktan çıkardı. Fransa’ya gidip Paris’te ilmi araştırma azalığına girdi. Hamidullah bir hukuk doktoru ve tarihçidir. Daha ziyade İslamiyet hakkında yazdığı kitaplar ve verdiği konferanslarla tanınmıştır. Öne sürdüğü görüşlerin çoğu delilsiz ve şahsidir. İslam âlimlerine ve selef-i salihine güvenmediğini açıkladı. Batı filozofu ve müsteşrik gibiydi. Görüşlerinin; Şiiliğin İsmailiyye kolunun görüşlerine aynen benzemesi âlimler arasında şüphe uyandırdı. Bu bakımdan İsmaili olduğu kanaati yaygındır. Vahiyden ve nakilden evvel aklı ve tarihçiliği ön planda tutmuştur. Eserlerinin bazıları; İslam Peygamberi, İslam’a Giriş, Resulullah Muhammed vb. 19 Aralık 2002 tarihinde öldü.

Muhammed Hamidullah’a göre Peygamber Efendimizin (s.a.v.) peygamber olma süreci şöyledir: “Şayet kaynakların susması kâfi bir delil değilse onun belki de deniz yoluyla Habeşistan’a gittiği dahi hatıra gelebilir. Bütün bu seyahatler onun Bizans, Acem, Yemen ve Habeşistan ticari, idari, gelenek ve kanunlarını öğrenmesine yol açtı. Olgunluk yaşında, kırkında, bu tecrübeli adam kavmini ıslaha teşebbüs etti.” 1

Yani Kur’an; vahiy ile değil, bilgi toplamakla ve tecrübe edinmekle yazılmıştır demek istiyor Hamidullah. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Biz sana apaçık ayetler indirdik. Onları ancak fasık olanlar inkâr eder.” 2

“Onlar ki yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı gördükleri ümmî ve nebi olan peygambere tabi olurlar. O peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten nehy eder. Tertemiz ve iyi olan şeyleri helal, kötü ve zararlı şeyleri haram eder, onların sırtındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar. O peygambere inanıp ona saygı gösteren, yardım eden onunla birlikte gönderilen nura uyanlar yok mu? Felah bulan onlardır. De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan ve kendisinden başka ilah olmayan, hem diriltip hem öldüren Allah’ın Resulüyüm. Öyleyse Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden Ümmi nebi olan Resulüne iman edin. Ve Ona tabi olun, taki, hidayete ermiş olasınız.'”3

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın buna benzer pek çok ifadesi mevcuttur. “İslam’ın zuhurunda yeryüzünde çok sayıda din vardı. Yeni bir dine ihtiyaç var mı idi? Ve onun muvaffakiyeti hangi şartlara bağlı idi? Bu soruya Prof. Philip k. Hitti’nin cevabı gayet veciz ve faydalıdır: ‘Aslî şekliyle İslamiyet, Sami kavimlere ait dinlerin mantıki mükemmelleşmesidir.”4

Hamidullah’ın tasvip edip beğendiği görüşe göre, İslam müstakil bir din değil, tekâmül sürecinde tamamlanmış bir dindir.

Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v) ümmî olduğu aşikâr iken, O (s.a.v.)’na Kitabullah’ın ve diğer malumatların tamamının vahiy yoluyla bildirildiği imanın şartlarından iken, dinimizin, seyahatler, tecrübeler yoluyla oluştuğunu söylemek de neyin nesi?

“Hz. Muhammed, Avrupa’yı ve Katolikliği tanımadı, sadece Bizans hâkimiyetindeki Hıristiyanlaşmış Suriye Araplarıyla münasebeti oldu. Bunlar, ona Hıristiyanlık akideleri hakkında malumat vermiş olsa gerektir.”5

Allah’ın bildirmesi varken, sair insanların bildirmesine ne hacet? Kur’an’da Hıristiyanlık teferruatıyla anlatılmıyor mu ki, Hz. Fahr-i Kâinat (s.a.v.)’ın başkalarından işitmiş olması gereksin?

“Hz. Muhammed, Umman’a yaptığı ticari seyahatte Çinlilere rastlamış olsa gerek. Onun bu kavmin sanatına karşı büyük bir hayranlığı vardır.”6

Hangi sanat? Niçin hep; “olsa gerek, yapsa gerek” gibi tahminler yapılıyor? Prof. Hamidullah, Resulullah Efendimiz (s.a.v.) hakkında hep tahminlerde bulunuyor.

İslam Peygamberi adlı kitabında Muhammed Hamidullah: “Çölde sütkardeşi küçük kızın omzunu, hayat boyu iz kalacak şekilde ısırdı.” diyor. Buda’yı peygamber ilan eden Hamidullah, Rahip Bahira Vak’ası için: İstihfat mevzuu 9 yaşında bir çocuğun simasında nebilik alameti olamaz ve buna inanmak safdilliktir.” diyor. Hâlbuki İbn-i İshak ve İbn-i Hişam başta olmak üzere İslam tarihlerinin tamamına yakınında bu olayı sahih olarak kabul eder.

Sahih-i Buhari’de nakledilen bir hadis-i şerifle cevap verelim: “Kudüs’le benim aramdaki mesafe ortadan kalktı ve ben Mescid-i Aksa’ya bakarak ne soruyorlarsa cevap veriyordum.” Hamidullah’ın iddiasına bu hadis-i şerif yeter.

Muhammed Hamidullah; Miraç’ın bedenen gerçekleştiğine inanmıyor. Hz. Kur’an’da Miraç şöyle anlatılmaktadır: “Kulu Muhammed’i geceleyin, Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O’dur.”7 Ebu Said el Hudrî (r.a.)’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Beytü’l Makdis’te olanları bitirdiğim zaman Miraç getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim.” Yine el- Hudrî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor: “Sonra Miraç. Getirildi -ki insanların ruhu onda göğe yükselir- Baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli; görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl gözünü diker? Bunun üzerine dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrail kapının açılmasını istedi. ‘O kimdir?’ denildi. ‘Cibril’ dedi. ‘Yanındaki kim?’ denildi. ‘Muhammed’ dedi. ‘Öyle mi? O peygamber olarak gönderildi mi?’ denildi. O ‘evet’ dedi. Hemen kapıyı açtılar ve beni selamladılar. Bir de ne bakayım görevli bir melek gördüm ki göğü koruyor ve ona İsmail deniliyor. Emrinde yetmiş bin melek ve her birinin emrinde yüz bin melek var.” Bu hadis-i şerifin devamı çok uzun ve Miraç’ı teferruatlıca anlatıyor. Sahih-i Buhari’de geçiyor. Tüm Ehl-i Sünnet âlimler Miracın hem bedenen hem ruhen gerçekleştiğine inanmışlar ve ittifak etmişlerdir. Kütüb-ü Sitte ve diğer hadis kitaplarında bu konuda pek çok hadis-i şerif bulabilirsiniz. Yalnız Hamidullah gibi bir kaç aykırı düşünce sahipleri muhalif fikirlerini yaymaya çalışmışlardır. Molla Cami Hazretleri, Miraç’ın Arşa kadar ruh ve cesetle birlikte gerçekleştiğini söyler: “Refref onun şerefli vücudundan şereflendirilmiş olduğu zaman, Arş refrefin elinden onu süratle aldı. Arş ovasında teni bir hırka gibi bıraktı. Sancağını yere ihtiyacı olmayana (Allah’a) hırkasız olarak kaldırdı. Bir gülü götürdüler bu aşağı dehlizden o yüksek dergâha el el üstünde. Yönü, mühresi altı kapıdan kurtardı. Yeri, biniti darlıktan sıçrattı. Yerden bile boş olan bir makam buldu ki, oraya ten de mahrem değildi can da.”

Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi adlı kitabında şöyle demektedir: İbn-i Kelbi, bizzat Muhammed Aleyhisselamın İslam’dan evvel bir put önünde esmer bir koyunu kurban ettiğini nakleder.”8

İlim adamı, nakil yaptığı zatları didik didik inceler ve ona göre hareket eder. Garânîk rivayetini kitabında ilk nakleden müellif, hicri üçüncü asır başlarında 204/819 tarihinde vefat eden Ibnü’l Kelbî’dir. Daha sonra Vâkidî, İbn Sa’d, Taberî, Zemahşerî gibi bazi tarihçiler ve müfessirler Ibnü’l-Kelbî’den alarak bazı küçük değişiklik veya ilâvelerle aktarmışlardır. Ibnü’l-Kelbî’nin; naklettiği rivayetlerde hiçbir hassasiyet göstermeyen ve nakillerine güvenilmeyen bir kişi olduğu bilinen bir gerçektir.

Kelbî için Zehebi şöyle der: “Hişam oğlu Kelbî metruklardan biridir ve sikâ değildir. Bundan dolayı hadis hafızları arasına onu koymadım.”9

Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Kelbî için: “Hiç kimsenin ondan hadis rivayet edeceğini zannetmiyorum.”10

Ama Muhammed Hamidullah onu rivayetini kullanmış. Garanik Hadisesi olarak iddia edilen bu olay, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Mekke döneminde Habesistan’a hicret eden Müslümanların Mekke’ye tekrar dönmelerine sebep olarak gösterilen, ama gerçekte İslâm düşmanlarının uydurdukları asılsız bir rivâyet. Sözde Garânîk olayı ile ilgili çeşitli kaynakların anlatım tarzları ve yazarların yorumlarında bazı farklılıklar olmakla birlikte ana hatlarıyla, bu uydurma olay şöyle olmuş: … Mekke’de Müslümanların eziyet ve işkencelere uğradıkları, bu sebeple bir kısım Müslümanın Habeşistan’a göç ettiği bir dönemde Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke müşrikleri ile uzlaşmanın yollarını arıyor, devamlı anlaşma çareleri düşünüyormuş. Zihni bu düşünce ile hep meşgul iken bir gün Kâbe yanında Necm Sûresini okuyormuş. “Gördünüz mü o Lât ve Uzza’yı ve üçüncü(leri olan) öteki (put) Menât’ı?” şeklindeki 19 ve 20. ayetlerini okuduktan hemen sonra Şeytan, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e musallat olmuş ve şeytanın etkisiyle Hz. Peygamber (s.a.v.), farkında olmaksızın: “Bunlar yüce kuğu kuşları (veya turnalar)dır ve şefâatleri umulur” cümlelerini vahyin devamı gibi söyleyip Necm suresini okumaya devam etmiş. Surenin sonuna gelince secde ayeti olduğu için Hz. Peygamber(s.a.v.) ve orada bulunan Müslümanlar secdeye kapanmışlar. Müşrikler de Hz. Peygamber(s.a.v.)’in okuduğu bu cümleler sebebiyle son derece sevinerek; “Artık Muhammed ilâhlarımızın şefâatini kabul ettiğine göre aramızda önemli bir ayrılık kalmadı” deyip hepsi secdeye kapanmışlar. Son derece yaşlı bir veya birkaç müşrik, yere eğilip secde etmek zor geldiği için yerden bir avuç toprak alarak alınlarına değdirmiş ve böylece ilâhlarına tâzimde bulunmuşlar. Bu olay dolayısıyla müşrikler kısa bir süre Müslümanları kendi hâline bırakmışlar. Bu haber Habeşistan’daki Müslümanlara “tüm Mekkelilerin İslâm’a girdiği” şeklinde ulaşmış ve Habeş muhâcirleri orayı terk edip Mekke’ye yönelmişler. Ancak bu olayın ardından Cebrâil (a.s.) gelerek hatası dolayısıyla Hz. Peygamber’i ikaz etmiş, bu arada nâzil olan Hacc Sûresinin “…Senden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebî yoktur ki bir şeyi arzuladığı zaman şeytan onun arzusuna (vesvese) atmamış olsun. Allah, kendi ayetlerini sağlamlaştırır…” meâlindeki 52. ayeti ile önceki cümle nesh edilmiş. Hz. Peygamber, olanlardan üzüntü ve nedâmet içinde, yeni inen ayetleri ilân edince Mekkelilerin eziyetleri yeniden başlamış…”

Temelde bu anlatım tarzını ve Garânîk olayının vukû bulduğunu kabullenen bazı yazarlar bu rivâyeti; “Garânîk sözünün geçtiği cümleyi söyleyen, Hz. Peygamber (s.a.v.) değildir; bizzat şeytan, sesiyle ortaya atılmıştır”, “Bu cümleyi, Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an okurken gürültü yapıp, bağırıp çağırarak ona baskın çıkma şeklinde müşriklerin devamlı izledikleri bir politikanın gereği olarak ve son okunan ayette putlarının adı zikredilince onların şiddetli bir şekilde kötülenmesinden endişe ederek kendi akîdelerine uygun bir şekilde müşriklerden birisi söylemiştir. Bu sözün sâhibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) olmadığı gibi, şeytan da değildir, ama şeytanlaşmış insanlardan birisidir”, “Bu cümle, müşrikler tarafından daha önce bilinen, tavafları ve yeminleri sırasında kullanılan bir cümle idi. Müşrikler “Lat, Uzzâ ve öteki üçüncüleri Menât; bunlar yüce kuğu kuşlarıdır ve şefâatleri umulur’ derlerdi. Hz. Peygamber’in okuduğu Necm Sûresinin 19 ve 20. ayetlerinde bu putların adı geçince müşriklerden biri önceden kullandıkları bu yemin cümlesini araya sokuşturuvermiş, ilk plânda bunu kimin okuduğu bilinememişti…” gibi çeşitli yorumlamalara tabi tutmaktadırlar.

Ancak gerek geçmiş dönemlerin, gerekse asrımızın tahkik ehli âlimleri, bu rivâyeti çeşitli yönleriyle inceden inceye tetkik etmişler ve birçok noktadan tamamen asılsız, uydurma bir rivayet olduğunu ortaya koymuşlardır. Kur’an-ı Kerim’in, Cenâb-ı Hakk’ın muhâfaza ve garantisi altında olduğu, ayetlerin beşerî ve şeytanî tasallutlardan mahfuz bulundugu bilinen bir gerçektir. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an okurken şeytanın tasallutuyla Kur’an ayetlerine bir şeytan sözünü karıştırması ya da şeytanın veya bir müşriğin herhangi bir sözünün geçici bir süre için bile olsa fark edilmeyip Kur’an’dan zannedilmesi, katiyetle ihtimal dâhilinde değildir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.), Müslümanların uğradığı eziyet ve işkenceler dolayısıyla ne kadar üzüntülü ve bu eziyetlerin kaldırılması hususunda ne derece düşünceli olursa olsun, dilinden, yıllar boyu uğrunda mücâdele verdiği tevhid akidesine tamamıyla zıt böyle bir cümlenin dökülmesi veya başkası tarafından söylenen bir cümleyi fark edip müdahale etmemesi söz konusu olamaz.

Şu halde Garânîk rivayeti, tamamıyla asılsız olup İslâm’ın daha ilk asırlarında İslâm düşmanı zındıklar tarafından uydurulmuş, günümüze gelinceye kadar çeşitli asırlarda İslâm’a muhalif belli çevrelerce bir koz olarak kullanılmış, günümüzde de İslâm düşmanı garazkâr müsteşrikler tarafından zaman zaman tekrar ortaya atılarak bu vesile ile İslâm’a karşı saldırılarda bulunulmuştur.

Habeşistan’daki Müslümanların Mekke’ye geri dönmelerinin sebebi, sözde Garânîk olayı değil; bu yıllarda Hz. Hamza (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi güçlü ve itibarlı şahısların İslâm’a girmeleri dolayısıyla Mekke müşriklerinin bir süre çekinerek eziyet ve işkencelerine ara vermeleri, dolayısıyla Mekke’de geçici bir sükûnet havasının oluşması; Habeşistan’da Necaşî Ashame’ye karşı bir ayaklanmanın baş göstermesi ile karışıklıkların zuhur etmesidir.

Necm Suresinin Kâbe yanında Hz. Peygamber tarafından okunduğu; surenin sonunda secde ayeti bulunduğu için Hz. Peygamber’in ve orada bulunan ashabının secdeye kapandıkları, buna mukâbil müşriklerin de tamamıyla secde ettiklerine dair İmam el-Buhârî’nin el-Câmi’u’s-Sahîh’inde sahih bir rivâyet vardır.

Muhammed Hamidullah o kadar objektif (!) bir müelliftir ki, Yahudilerin mi yoksa Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile Ashabının mı –hâşâ- daha zalim olduğuna karar verememiştir: Kaynuka Savaşında kan dökülmedi. Ve diğer Yahudi kabileleri bu ihtilafta tarafsız kaldılar. Fakat Kaynukalardan bazı kabilelerin ihracının Müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetleri gerginleştirmiş ve İslamiyetin yayılmasının her zamankinden daha zor bir safhaya girmiş olması muhtemeldir. Bununla beraber Yahudi dini, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dine en yakın olanıdır. Şu halde Müslümanların Medine Yahudileri ile anlaşmaya muvaffak olamaması hazindir. Rakipte hatalar bulmak kolaydır. Fakat kabul etmek lazımdır ki anlaşmazlık bir defa ortaya çıkınca misilleme ve mukabil misilleme zinciri mazlumu zalimden ayırma imkânı bile bırakmaz.”11

Bilindiği gibi peygamberlerin ve Hatemü’l Enbiya Efendimizin (s.a.v.) de sıfatlarından biri ismettir. Yani masumdur, günah işlemekten münezzehtir. Huneyn Savaşında Peygamber Efendimiz (s.a.v.), düşmanlardan alınan ganimetleri Müslümanlar arasında taksim ederken bir münafık: “Bu taksim adaletli bir taksim değildir.” demişti. Bunun üzerine Hz. Resulullah Efendimiz (s.a.v.): “Allah ve Resulü adaletle iş yapmazlarsa artık kim yapar?” buyurdu.

Muhammed Hamidullah Hocanın Miraç ile alakalı fikirleri de, gerçeklerle pek örtüşmemektedir. “Benim âcizane görüşüme göre miracın açıklanıp anlatılması, Allah’ın kullandığı aynı şekil tavsif ve anlatımlarla yapılması gerekir. Kur’an ve hadislerle verilen açıklamalara inanmak ve bunlarda, ahiret âleminin ele alındığı ve insan hayal gücünün hissedebileceği ve fakat ifade edemeyeceği konulardan bahsedildiği daima hatırlarda tutulmalıdır. Mühim olan bir insanın Allah’a doğru yücelişi, yükselişidir… Bunun nasıllığı ve nerede cereyan ettiği değildir. Bu mucize tamamen ruhî-manevî alanda cereyan etmiş bir olaydır ve bu olayın da tasavvufî mânada olmak üzere açıklanıp ortaya konması icab eder, asla coğrafi ve turistik bir seyahat olarak değil.”12

“Miracı maddeten ve fiilen bir yerden diğer bir yere gidiş, bir yolculuk olarak düşünmede ısrar eden evvelki ilim adamlarına hürmetimiz bakidir…”13

“Dünyamız küre şeklinde olduğuna göre, göğün bunun üzerinde olduğunu söylememiz doğru olmaz; Fransa’da bizim üzerimizde diye isimlendirdiğimiz, Güney Yarı küresinde altımızdadır. Şayet varlığın hududu olmayan ve her yerde hazır ve nazır olan Allah’ı gök denen yerin bir noktasında ve semavî arşın bir kısmında aramaya kalkarsak, bu kendi kendimizi tekzip olur. O halde, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Miraç’ı bir haldir. 14

“Nitekim bizzat Peygamber bu halini şu şekilde tavsif etmiştir: ‘Uyku ile uyanıklık arasında bir halde idim.’ Şu halde bu seyahat Hz. Peygamber tarafından tam şuur halinde ruhunun hâkim olduğu bir vaziyette yapılmıştır.”

“Hz. Peygamber bir gece yeryüzünün mukaddes merkezinden (Mescid-i Haram) gökteki ibadet merkezine (Mescid-i Aksa kastediliyor.) götürüldü. Uzak mescidin Kudüs’te olduğu düşünülemez. Zira Kur’an-ı Kerim’in inzal edildiği devirde Kudüs’te mescid yoktu. Bundan başka Rum Suresinde Kur’an-ı Kerim’in Filistin’i en yakın yer olarak tavsif eder. Şu halde uzak mescid yakın bir yerde bulunamaz.”15

Hem Kur’an’ın nazil olduğu devirde hem daha önce Kudüs’te mescid vardı. Ebu Zerri’l Ğıffarî (r.a.) şöyle rivayet ediyor: “Ben Resulullah’a yeryüzünde ilk kurulan mabedi sordum. O, ‘ilk mabed; Mescid-i Haram’dır.’ diye cevap verdi. Sonra hangisidir, dedim. ‘Mescid-i Aksa’dır.’ dedi.16

Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayetle: “Ancak üç mescid için uzaklardan gelinir, külfetlere katlanılır; benim mescidim, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa.”17

Mübarek Miraç hadisesinin ruh mealcesed olduğu yirmi altı veya daha fazla sahabeden rivayet edilir.

Muhammed Hamidullah’a göre, Kur’an’da anlatılan kıssaların gerçeklikle pek alakası olmayabilir, bunlar ders ve öğüt vermek için anlatılmış vakalardır. Bu iddiasını şöyle misallendiriyor: “Bu ayetlere göre bir zaman Musa –bunun Hz. Musa veya başka birisi olması pek mühim değildir.- ilim aramak için seyahate çıkar… Kur’an-ı Kerim’de bu Musa isminin, Musa veya Gılgamış olmasına bir mâni yoktur.”18

Bu ayet-i kerimede zikredilen Musa’nın, Hz. Musa Aleyhisselam olduğuna icma vardır. Çünkü Übey bin Ka’b (r.a.)’dan: Resul-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki; “Nebi olan Musa Benî İsrail içinde hutbeye kalkmıştı.”19

Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai’den rivayet olunduğu üzere Sa’d İbn Cübeyr (r.a.) şöyle demiştir: “İbn-i Abbas’a dedim ki: ‘Nevf-i Bilaki’ye göre Musa, İsrail oğullarından olan Hz. Musa değilmiş, başka bir Musa imiş.’ Bunun üzerine İbn-i Abbas (r.a.): ‘Allah’ın düşmanı yalan söylemiş.’ dedi.”20

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu