Ankara İlahiyat'ın Bazı TeologlarıDinlerarası Diyalog

Mehmet Aydın Ve Diyalog Fitnesi – Ali Eren

İlâhiyatçı Bakan’ı Daha Yakından Tanımak ister misiniz?
Geçen sayımızda, kesintisiz tam bir hükümet müddetince Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanlığı yapan Sayın Mehmet S. Aydın’ın sarf ettiği bazı sözleri, kitap ve sahife numarası vererek aktarmış, bu vesileyle 2002 senesinden itibaren Diyanet’imize yön veren bu Sayın Bakan’ı tanıtmaya çalışmıştık. Daha yakından bilinsin için, bu makalemizde aynı Bakan’ın başka sözlerine de yer vereceğiz.

Bu bilgileri vermekte gayemiz, sadece bir kişiyi tanıtmak değil, aynı zamanda Diyanetimizin ve ilahiyat fakültelerimizin kimler tarafından, kimlere ve nasıl kimselere teslim edildiğini siz okuyucularımıza bildirmek böylece tarihe not düşmektir. Çünkü Sayın Aydın’ın, Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanlığı’ndan başka İzmir 9 Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı da var.
Sayın Bakan’ın sözlerine tekrar bir göz atalım, bakalım neler demiş, ne cevherler döktürmüş. Mâşallah Sayın Aydın’ın bilmediği hiçbir mesele yok. Her konuda konuşuyor. Çok yabancısı olduğu meselelerde bile.
Kendisini yakından tanıyanların da çok iyi bildiği gibi, Bakan Bey’in derviş ve sûfî kimselere herhangi bir yakınlığı yok. “O kadar yok ki, Hıristiyanlara olan yakınlığı sûfîlere olan yakınlığından fazladır” demek isteriz ama kabul etmeme ihtimali olduğundan demiyoruz. Biz onun hakkında böyle demesek de o fersah fersah uzak olduğu sûfîler hakkında, onların asla kabul etmeyecekleri sözleri onlar hakkında çekinmeden söyleyebiliyor.
Ey dervişler! Ey sûfîler! Eski Devlet Bakanı Mehmet Aydın bakın sizin hakkınızda ne diyor:
“Bir sûfînin… bütün dinleri birbirine yakın seviyede görmesi, zaten bu bir tevhid, vahdet makamıdır.” (Diyanet İşleri Bakanlığı yayınlarından 2. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri, sahife: 375)
Neymiş? Bir sûfî nice mânevî makamları geçip tevhid ve vahdet makamına ulaşınca bütün dinleri birbirine yakın seviyede görürmüş.
Kabul edilir gibi değil!.. Bu nasıl sözdür? Bakan Bey ne yapmak istiyor?
Bu zamanda tek geçerli dinin sadece İslam olmadığını, diğer dinlerin de İslam dinine yakın seviyede olduğunu ispat etmeye mi çalışıyor? Ve bu yanlış ve geçersiz fikre sûfîleri mi alet etmek istiyor?
Şimdi, şu anda Bakan Bey’in kendileri hakkında böyle söylediğini okuyan her sûfînin, sinirinden ve üzüntüsünden canı burnuna geldiğini görür gibiyim. Çünkü onlar kendileri hakkında böyle bir sözü asla kabul etmezler ve bunu kendilerine hakaret kabul ederler. Sebebi de şudur:
Kitaplarımız, “Hıristiyan ve yahudilerin kâfir olduğunda şüphe eden kâfir olur” diyor. Nerede kaldı ki bir sûfî bütün dinleri birbirine yakın seviyede görsün.
Sûfî demek, farz ve vâcib ibâdetleri yaptığı gibi, elinden geldiği kadar nâfile ibâdetleri de yapmaya çalışan ve her gün Allah’ı zikretmeyi kendisine vazife edinen bir kul demektir. Mümkün müdür ki, böyle bir kul bütün dinleri birbirine yakın seviyede görsün!
Çünkü Müslümanların bir yaratıcıya inanmalarının aksine, Hıristiyanlar üç ilaha inanmaktadırlar. Tevhide yani tek yaratıcıya inanmakla teslise yani üç ilaha inanmanın aynı olduğunu söylemek, “Tek Allah’a inanan da üç diyen de cennete girer” demektir ki böyle bir söz söyleyenin kâfir olacağında şüphe yoktur. Dolayısıyla sûfî olsun olmasın, herhangi bir müslümanın “bütün dinleri birbirine yakın seviyede gördüğünü” söylemek, en hafif tabiriyle iftiradır.
Hem iftiradır hem de Müslüman olsun olmasın, muhataplarını kandırmaktır.
İşte bir dönem, (2002 senesinden itibaren senelerce) Diyanet teşkilatı kendisine teslim edilen Devlet Bakanı Sayın Mehmet S. Aydın bunu yapan bir kimsedir.
Ancak!
Yanlış anlaşılmaması ricasıyla hatırlatmak isteriz ki, kendisinden bahsettiğimiz Bakan, siyasî bir şahsiyet olsa da, onu bakan yapan şahıs siyasî bir partinin genel başkanı ve Başbakan olsa da, biz meseleyi siyâsî çerçevede değil, -görüldüğü gibi- dinî çerçevede ele alıyor ve tenkidimizi o yönde yapıyoruz. İşin siyâsî ciheti yani bahsettiğimiz zatın bakan yapılmasının siyaseten doğru veya yanlış olması ise bu makâlenin konusu dışındadır.
Bu düşüncelerle Sayın Bakan’ı dinlemeye devam edelim. İlâhiyat profesörü bakanımız, dinin nasıl olması gerektiği sanki insanlara ihale edilmiş gibi ve insanlar nasıl düşünürlerse din öyle olacakmış gibi konuşuyor. Diyor ki:
“… meselâ Mu’tezilenin Allah hakkındaki düşünmesi normal değil midir?”
Şimdi bu söze “Evet normal değildir” diye cevap verecek olursanız, yersiz konuşmuş olursunuz. Çünkü kendileri “normal değil midir?” derken “Normaldir” demek istiyor. Yoksa size soru sorup cevabını da sizden bekliyor değil. Aksine, “Mu’tezilenin Allah hakkındaki anormal itikadına” Müslümanların itiraz etmesine itiraz ediyor ve Mu’tezilenin Allah hakkındaki anormal itikadına itiraz edilmesin istiyor. Zaten bu düşüncesini açıkça dile getirmekten de çekinmiyor:
“Yani din konusunda insanlar eğer düşünme ve bilme gücüne sahiplerse, farklı düşünmeleri ve onların farklı şeyler söylemeleri de normaldir.”
Evet, ona göre insanların farklı şeyler söylemeleri normaldir, itiraz edilmemesi icap eder.
Arzusu böyle olmakla beraber, o zaman henüz bakan olmadığı için Diyanet’ten de çekiniyor. Diyanet’in, hatalar karşısında susmayacağını ve itiraz edeceğini düşünüyor. “Hata yapmamamız lâzım” demesi gerekirken demiyor da, Diyanet’in hatalara itirazını engellemeye çalışıyor. Diyor ki:
“Bence Diyanet İşleri Başkanımız bu konuda yapabileceğimiz yani hata yapsak bile o hataları yapmamıza izin versin. …..Dinî alanlarda farklı düşünme, farklı konuşma, farklı fikirler üretme özgürlüğüne sahiptir insanlar. ….bunu sınırlama yoluna gidilmemeli.” (Aynı eser, sa: 708)
Görüldüğü gibi, Bakan Bey’in derdi düşüncesi ille de dini yanlış ve hatalara ses çıkarılmayıp izin verilmesi.
“İnsanlara doğruları öğretmek için çalışılmalı, yanlışlara ve hatalara düşmemeleri için gayret edilmeli” sözünü kurt mu yedi de böyle konuşmaktan köşe bucak kaçıyor Mehmet Bey?
Anlaşılır gibi değil! Çünkü böyle bir tavır, insanları yanlışlara yönlendirmeyi kendine gaye edinenlerde görülür…
Değerli okuyucular!
İslam fıkhına göre bir Müslümanın, Hıristiyan veya Yahudi bir kadınla evlenmesi câizdir. Ancak, Hıristiyan veya Yahudi bir kadın, bir Müslümanla evlense bile, Müslüman olmadıkça cehenneme gitmekten kurtulamaz. Bir Müslümanla evlenmiş olması kendisini kurtarmaz. İslam inancı budur.
Sayın Aydın, İslamın bu hükmünü içine sindirememiş mi ki, 1993 veya 1994’te Brüksel Molembek’te yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
“Benim babam bir Müslüman olarak Hıristiyan bir kadınla evlenecek. Ondan ben dünyaya geleceğim. Ben Müslüman babanın Müslüman çocuğu olarak cennete gideceğim, benim annem cehenneme gidecek öyle mi?”
Fî tarihinde, başka bir ilahiyat profesörü olan Etem Ruhi Fığlalı, beraberinde Mehmet Aydın’ın da bulunduğu bir televizyon programında şöyle demişti:
“Kur’an bundan 1400 sene öncesinin şartlarına göre gelmiştir.”
Mehmet Aydın da onu hemen tasdik ederek şöyle dedi:
“Haklısın; meselâ ben kızıma mirasta kadınların haklarının erkeklerin yarısı olduğunu nasıl anlatırım!”
Başka bir televizyon programında da şöyle diyordu:
“Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmamamızı söylüyor. Şimdi ben bu şartlarda nasıl dost olmayayım?”
Şimdi bu söz, “Kur’an’ın bu emrini uygulamak mümkün değil” demek değilse nedir?
Sayın Bakan’a, dini dostlukla siyasi dostluğun aynı olmadığını, İslamın, Hıristiyan ve Yahudileri kalben sevmeyi yasakladığını, siyâsî münasebetleri ise yasaklamadığını kalkıp biz mi öğretelim?
Değerli okuyucular!
İman meselesi gayet nazik bir konudur. Çok basit bir meseleden veya tek bir sözden dolayı insan imandan çıkabilir. Meselâ bir kimse “İçkinin bir yudumundan ne olacak? O kadarcık içki niçin haram olsun?” dese veya “Namaz o kadar mühim mi? Olmasa da olur” deyiverse imandan çıkar. Onun için Müslümanlar iman ve inanç konusunda çok dikkatli olmalıdırlar.
Mesele bu kadar hassas olduğu halde, Sayın Aydın bir konuşmasında (Çemberlitaş FKM, 16/4/2000) Müslümanlara bu konuda yanlış bilgi veriyor ve “Korkmayın iman kalpten kolay kolay çıkmaz” diyerek insanları lâkaydîliğe sevkediyordu…
Sene 2000. Diyanet İşleri Başkanlığı 3-7 Mayıs tarihleri arasında, Taksim’deki The Marmara Oteli’nde bir toplantı tertip etti. Her iki Mehmet Aydın da bu toplantıda konuşmacı idiler. Birisi yukarıdan beri kendisinden bahsettiğimiz eski bakan Mehmet S. Aydın diğeri de Konya’daki İlahiyat Fakültesi’nin o zamanki dekanı Mehmet Aydın. İkisi ismen birbirinden bir “S” harfiyle ayrılıyor.
Acaba bu toplantıda nasıl çamlar devirecekler düşüncesiyle, toplantıyı takip etmek üzere biz de oradayız. Öğle yemeğinde, Bakan Mehmet Aydın’ın İzmir’den talebesi olan Doçent Ali İhsan Yetik ile aynı masadayız. Bir taraftan yemek yiyor bir taraftan da sohbet ediyoruz. Konu Mehmet Aydın Bey’e geldi. Doçent arkadaşımıza, “Hocanız Mehmet Bey, niçin hep Hıristiyanlığı metheder ve sevdirmeye çalışır şekilde konuşuyor?” dedim. Doçent arkadaşımız bu sözümüze itiraz etti, “Mehmet Bey’i yanlış tanıyorsunuz. Onun Hıristiyanlık hakkındaki tavrı sizin bildiğiniz gibi değil” dedi ve bu iddiasında direndi. Ben de kendi kanaatımda israr ettim.
Neyse, yemek yendi ve konuşmaları takip ekmek üzere hep beraber salona indik. Konuşmalar başladı. Masa başında konuşmacı olarak iki Mehmet Aydın var. Konu Hıristiyanlık…
Hıristiyanlık hakkında övücü ifadeleri biri alıyor öbürüne veriyor, biri alıyor diğerine veriyor…
Onlar Hıristiyanlığı sevdirici bu konuşmaları yaparken, ben de bir ara Doçent Ali İhsan Bey’e dönüp “Gör işte övdüğün Mehmet Aydın’ı! Şimdi kendin de kulaklarınla duydun mu neler söylediklerini!” dercesine mânâlı mânâlı yüzüne baktım.
Sonraları, Ali İhsan Bey’in samimi bir kardeşimiz olduğunu da anladım.
Konuşma bitti, Ali İhsan Bey soru-cevap faslında söz aldı ve her iki Mehmet Aydın’a şu soruyu sordu:
“Sayın hocalarım! Siz Hıristiyanlığı böyle anlatıyorsunuz. Peki bizim çocuklarımız madem Hıristiyanlık böyleymiş diyerek bu konuşmalar karşısında Hıristiyan olmak isterlerse ne olacak?”
Bu çok yerinde ve haklı soruya ne cevap verdiler biliyor musunuz! Verdikleri cevap şu:
“Konumuz o değil.”
Hem Hıristiyanlığı, “Ben de mi Hıristiyan olsam ne yapsam” dedirtecek kadar öveceksiniz, hem de yukarıdaki soru sorulunca “Konumuz o değil” diye geçiştirivereceksiniz!
Bu ne kadar samimi bir tavır(!) böyle Sayın çifte Aydın’lar?
Değerli okuyucular!
Şimdi sizlere Mehmet Aydın ve hempâlarının, Dinlerarası Diyalog’la insanları nasıl kandırdıklarını, konunun ileri gelenlerinden biri olan bizzat Bakan Mehmet Aydın’ın kendi sözleriyle ispat edeceğim. Bu vesileyle siz de onların, bir sözünün diğerini tutmadığını açıkça görmüş olacaksınız.
Bu konuda kaynağımız, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınlarından Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu isimli kitabın 203 ilâ 217. sahifeleri.
Eski bakan Mehmet S. Aydın orada Dinlerarası Diyaloğun ne olduğunu şöyle anlatıyor:
“Bir hıristiyana gel kendini kendin bize anlat demektir. Bir yahudiye gel kendini bize anlat demektir. Bir müslümana kendini bize tanıt demektir.”
Demek ki Dinlerarası Diyalog her din mensubunun kendi dinini karşı tarafa anlatmasıymış. Fakat, asla karşı tarafın kendi dinine dönmesini arzu etmek düşüncesi olmamalıymış.
Peki, Diyalog toplantısına katılan bir Müslüman, diğerlerinin kendi dinine girmesini arzu ederse ne olacak?
Bunun cevabını Mehmet Aydın şöyle veriyor:
“Hele bunları anlatayım da benim dinime gelsin demek de haksızlıktır ve doğru değildir.”
Hele şükür, “haksızlıktır ve doğru değildir” deyip durmuş da daha ileri gitmemiş. Çünkü başka bir konuşmasında, böyle bir düşünce taşımanın en büyük bir dinsizlik olduğunu söylüyordu.
Peki ama Müslüman “Bunları anlatayım da benim dinime gelsin” diye düşünmeyecekse o müslümanın orada ne işi var?
Efendim asla böyle bir niyeti olmamalıymış, sadece anlatacağını anlatmalıymış.
Evet! Mehmet Aydın israrla sadece anlatmaktan bahsediyor:
“…demesi lâzım ki benim dinim budur, budur, budur.“
Anlattığına göre işin özeti şu:
“Diyalog kendi dinlerini tanımlama anlamına geliyor.”
Değerli okuyucular!
Ne dersiniz, Diyalog sadece kendi dinini tanımlama mı? Bakan Bey’in sözlerine inanalım mı?
Yok! Katiyen inanmayın. Bakmayın siz Mehmet Aydın Bey’in böyle söylediğine. Onlar bugün böyle söylerler yarın başka türlü. Onun için siz siz olun bir diyalogcunun her sözüne inanmayın. Mehmet Aydın Bey de bir diyalogcu olduğuna göre onun “Diyalog kendi dinlerini tanımlama anlamına geliyor” sözüne de inanmayın. Çünkü o da bugün böyle yarın başka türlü konuşur. Nitekim Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu isimli kitabın 208. sahifesinde ortaya “Hocam gayemiz İslâmiyeti anlatmak değil mi?” diye bir soru atıyor, cevabını da yine kendisi veriyor: “Hayır Hıristiyanlığı öğrenmek.”
Böylece ağzından baklayı çıkarıyor.
Demek ki, Diyaloğun gayesi asla İslamiyeti anlatmak değil, Hıristiyanlığı öğrenmekmiş.
Peki kendi dinimizi tam mânâsıyla öğrendik de sıra Hıristiyanlığı öğrenmeye mi geldi. Hem de Hıristiyanların verdiği bilgiyle, onlara teslim olarak…
Değerli okuyucular, “Dinlerarası Diyalog İslâmiyeti anlatmak değil, Hıristiyanlığı öğrenmektir” demenin mânâsı şudur:
a- Dinlerarası Diyalog toplantılarında söz hıristiyanlarındır.
b- Bu toplantılarda Müslümanlar susar, dinler, Hıristiyanlar konuşur.
c- Burada İslamiyet değil sadece Hıristiyanlık anlatılır.
Böylece açık açık söylemiş oluyorlar ki Dinlerarası Diyalog yapmaktaki gayeleri İslâmiyeti anlatmak falan değil!
Kendi sözleriyle ortaya çıkmış oluyor ki, Diyaloğu, “Bir hıristiyana gel kendini kendin bize anlat demektir. Bir yahudiye gel kendini bize anlat demektir. Bir müslümana kendini bize tanıt demektir” diye tarif etmeleri ise bir yalandan ibaretmiş. O yalan olduğu gibi, “Diyalog herkesin kendi dinini tanımlama anlamına geliyor” demeleri de yalanmış…
Yukarıda da bahsettiğim gibi eski Bakan ve eski İlahiyat Fakültesi dekanı Mehmet Aydın’dan başka, aynı ismi taşıyan ikinci bir Mehmet Aydın daha var. O da eski bir İlahiyat Fakültesi dekanı.
Bu iki zatın isimleri aynı olduğu gibi Hıristiyanlıkla ilgili sözleri ve Hıristiyanlarla dostlukları da öyle.
Sene 2005, aylardan Eylül. Yer, İstanbul Yeşilköy’deki Katolik Kilisesi. Sevgili diyalogcularımız, Hıristiyan dostlarıyla İkinci Uluslararası Müslüman-Hıristiyan Diyalog Sempozyumu yapıyorlar. Konu: İslam ve Hıristiyan Kaynaklarında Hazreti İsa…
Konuşmacılarından biri de Prof. Mehmet Aydın. Bakan olan değil diğer Mehmet Aydın…
Anlatacağı konu: “İslâmî Gelenekte İsa-Mesih İnancı.”
Konuşuyor, ama görünüşte konusu bu olsa da yaptığı konuşma bununla alakâlı değil. Sanki bu meseleyi anlatmak için değil de tarihteki İslam âlimlerini kötülemek için hazırlanmış. Eserlerinde mukaddes dinimizi bize en doğru şekilde anlatan eski âlimlerimizi yerden yere vuruyor. Yerden yere vurmaktan öte bir de dalga geçiyor.
Peki o âlimlerin suçları neymiş de bu ilahiyat profesörü, hem de dalga geçerek şu anda hayatta olmayan o âlimlerin aleyhlerinde konuşuyor?
Suçları, yazdıkları eserlerde “Âhır zamanda Hazreti İsa’nın ineceğini yazmış olmaları.”
Profesör, konuşmasında geçmiş âlimlerimizi suçlamayı da aşıp bugünkü bir kısım hocaları da suçlamaya ve gıyablarında onlarla da dalga geçmeye başlıyor. Bu cümleden olarak, dalga geçer bir tavırla gülerek, “Düşünebiliyor musunuz, Marmara İlahiyat Fakültesi’nde bile hâlâ Hazreti İsa’nın ineceğine inanan hocalar var” diyor.
(Tabii o Hazret demeksizin sadece İsa diyor. Hazret kelimesini ben ilave ediyorum.)
Bu arada, “İslâmi eserlerde İsa’nın ineceğine dair hiçbir kayıt yok” demesin mi!
Hadislerden bahsederken, düzgün bir şekilde haber-i âhad bile diyemeyen ve eski âlimleri eserlerinde “Âhır zamanda Hazreti İsa’nın ineceğini yazdıklarından dolayı” suçlayan bu zata, iyi bir ders vermek vacib olmuştu. Çünkü, âlimlerimizi hem “Âhır zamanda Hazreti İsa’nın ineceğini söylüyorlar” diye suçluyor hem de “İslâmi eserlerde İsa’nın ineceğine dair hiçbir kayıt yok” diyordu.
Kendi kendime, “Hocam sen profesör olmuşsun ama bir dersin eksik kalmış, o eksiği de ben tamamlayayım” dedim ve konuşmanın sonunda “Sorusu olan var mı?” denilince söz alıp şöyle dedim:
“Hem İslâmî kaynaklarda kıyamete yakın Hazreti İsa’nın inanacağına dair bir kayıt yok diyorsunuz hem de buna inandıkları için eski âlimlerimizi suçluyorsunuz. Suçlamaktan da öte dalga geçiyorsunuz. Madem eski eserlerde böyle bir kayıt yok da o âlimler böyle bir şeye niçin inanıyorlardı? Bu bir…
İkincisi, o âlimler şimdi hayatta olmadıkları için size cevap verme imkânları yok. Hayatta olup sizin bu konuşmanıza karşılık “Bizi tenkit edene bak! Kendisi daha doğru düzgün haber-i âhad bile diyemiyor” deselerdi ne cevap verecektiniz?” dedim.
Öfff…
O sırada Mehmet Bey’i bir görmeliydiniz… Birhoş oldu… Çok fena bozuldu…
Haber-i âhad meselesi o kadar zoruna gitti ki, “Beyefendi kim olduğunuzu bilmiyorum ama ben şöyle şöyle birisiyim. Ben şurada bulundum, burada bulundum…” diye başladı kendisini anlatmaya…
Ama artık ne derse desin ben vereceğim dersi vermiştim.
Onun sözü bitince, konuşmacılardan Sayın Doç. Mustafa Sinanoğlu “Evet, İslami eserlerde Hazreti İsa’nın âhır zamanda ineceğine dair kayıtlar vardır” demesin mi!
Kendisine teşekkür ederim, Sinanoğlu’nun bu tek cümlesi de işin tuzu biberi oldu…
Toplantıya çay molası için ara verildiğinde, Marmara İlahiyat’tan başka bir hoca, “Ali Bey! Söylediğiniz doğruydu ama hocaya o kadar yüklenmemeliydiniz” dedi. Ben de kendisine, “Adaşıyla beraber kendileri hep Hıristiyanlığı övüyorlar. İşte kendisi burada; sorabilirsiniz” dedim ve yukarıda okuduğunuz 2000 senesindeki Ali İhsan Bey hadisesini anlattım. Sustu…
Zannedersem ondan iki sene sonraydı. Aynı kilisede yine bir diyalog toplantısı vardı. Ben diyalogcuların korkulu rüyasıyım ya, takip etmek için yine gittim. Mehmet Aydın Bey de yine orada.
Önceki hadiseyi unutmuş olmalı ki, karşılaşınca, “Beyefendi ben sizi bir yerden tanıyorum ama çıkaramadım” dedi. Ben de o eski mahcûbiyetini hatırlatmamak için, “Böyle toplantılardan hatırlıyor olmalısınız hocam” deyip geçiştirdim.
Değerli okuyucular!
Önümüzdeki sayılarda “Ben Kur’an’ın % bilmem kaçına inanmıyorum” diyen ilahiyat profesörünü okumaya hazır olun…
Kur’an’ın binde birine bile inanılmasa iman ne olur!!!
(15/11/2011) Ali Eren
Arifan’ın bir önceki sayısındaki makalemizi, “Önümüzdeki sayılarda “Ben Kur’an’ın % bilmem kaçına inanmıyorum” diyen ilahiyat profesörünü okumaya hazır olun…” diyerek bitirmiştik. Bu makalemizde işte bu meseleyi ele alacağız. Ama bunun için şöyle-böyle 9 sene öncesine gitmemiz icap ediyor.
Evet… Fî tarihinde, tahmînen o kadar sene önce, yeryüzü kanalının bir odası…
Program öncesi, bu odada eski bir Diyanet İşleri Başkanı, dinî ilimlere de âşina olan ve senelerdir yurt dışında bulunan, bütün Türkiye’nin tanıdığı bir hukuk profesörü ve iki sayıdır kendisinden bahsettiğimiz, bir dönem Diyanet’ten sorumlu olan Sayın Bakan var.
Hukuk profesörü ile Bakan Bey konuşuyorlar. Konu Kur’an ve Kur’an’ın şimdiki kanunlara uymayan bazı hükümleri. Eski Diyanet İşleri Başkanı da aynı odada ama konuşmaya doğrudan müdahil olmadığı için aşağıda anlatacağımız konuşmaları duymamış, farkında olmamış olabilir.
Konuşma sırasında, Bakan Bey şöyle diyor:
“Ben Kur’an’ın % 20’sine inanmıyorum.”
Bu beklenmek sözleri duyan genç profesörümüz şok oluyor:
“Hayrola Mehmet Bey! Niçin inanmıyorsunuz?”
Zaman zaman başka platformlarda da “Ben şimdi üniversite mezunu kızıma İslama göre mirasta kadına erkeğin yarısı kadar verileceğini nasıl anlatırım?” diyen Bakan Bey, “Ne inanacağım! Arap kültürü, eski arap kültürü” diyor ve kendi mantığına ters gelen bazı şeyler söylüyor.
Risâle-i Nur câmiasından olan Profesörümüz, Risâle-i Nur’da onun itiraz ettiği meselelerin cevaplarının bulunduğunu düşünerek, “Risâle-i Nur’a baktınız mı?” diye soruyor.
Bakan Bey dolu dizgin gidiyor. “Ona da inanmıyorum. O da Bitlis kültürü!” diyor.
Said Nursî Bitlisli ya, onun için böyle söylüyor…
Yukarıda da söylediğimiz gibi, eski bir Diyanet İşleri Başkanımız da orada ama o sırada susamış olup su ile ve “bardak”la alâkalı olduğu için bu konuşmayı dinlememiş ve duymamış olabilir. Duymuş da olabilir. Bu konuşmanın farkında olup olmadığını bilmediğimiz için onu şahit tutamıyoruz.
Ben, beni dehşete düşüren bu karşılıklı konuşmayı köşe yazarlığı yaptığım gazetenin başındaki zata anlattım.
Önce aklı almadı… Haklıdır da… Bu söylenen söz akıl alacak gibi değil ki alsın.
Çünkü, ilim sahibi olan-olmayan her müslüman, Kur’anın yüzde kaçını bırakın, tek bir âyetini hatta tek bir harfini bile inkar eden kimsenin iman bakımından ne olacağını bilir.
Şimdi şöyle bir düşününüz. Sıradan bir Müslüman değil, hatta Diyanet İşleri Başkanı bile değil, Diyanet İşleri Başkanlığı kendi emrine verilmiş olan bir şahıs çıksın ve “Ben Kur’an’ın yüzde bilmem kaçına inanmıyorum!” desin…
Bu akıl alacak bir şey mi? Tabii ki akıl almaz.
Benim bu hadiseyi naklettiğim zat da bu sözün îmânî tehlikesini bilen birisi olduğu için haliyle kabullenemedi, kabullenmek istemedi. Haklıydı…
“Ben Bakan Bey’in gerçekten böyle bir söz söyleyip söylemediğini araştıracağım” dedi.
Başka bir görüşmemizde sordum, “Ne yaptınız? Araştırdınız mı?” dedim.
“Evet, araştırdım, maalesef doğru” dedi ve Bakan Bey namına üzüntüsünü beyan etti.
Nasıl araştırmış?
Hadisenin bir numaralı kahramanından sormuş ve doğru olduğu bizzat ondan te’yidini almış.
İş bu kadarla bitti mi?
Hayır, bitmedi.
Yeryüzü kanalının odasında Bakan Bey’le aralarında bu konuşma geçen profesörümüz, daha sonra Sayın Başbakan’la yaptığı bir görüşmede, Bakan Bey’in böyle söylediğini anlatıyor, “Bakanınız böyle böyle söyledi” diyor.
Başbakan nasıl karşılıyor?
Cevap yine hadisenin bir numaralı şahidinden:
“Sayın Başbakan ne benim sözüme itiraz etti ne de Bakan Bey’i suçladı…”
Pekiii, birinin sözüne itiraz edilmemesi, diğerinin de suçlanmaması meseleyi çözer mi?
Tabii ki çözmez, çözmedi de zaten…
Çözmedi ve bu Sayın Bakan bir hükümet devresince Diyanet’in âmiri olarak kaldı…
***
Sayın Bakan’la bizim de birebir konuşmalarımız var.
Ben yazmaktan üşenmem de sizler okumaktan usanmazsanız arz edeyim.
Yıl 1998…
Diyanet, Ankara Hilton’da II. Din Şûrâsı tertipliyor. İstersem müzakereci olarak, istersem tebliğ sunmak üzere beni de davetliyim. O günlerde işlerim yoğun olduğu için önce katılamayacağımı bildirdim. Sonra bir ara fırsat bulup gittim. Fakat hazırlıklı olmadığım için, Diyanet’tin Şûrâ’dâ vazifelendirdiği Sayın Şükrü Özbuğday’a, tebliğ de sunmayacağımı müzakerelereci de olmayacağımı, ama Şûrâyı takip edeceğimi söyledim, öyle de yaptım.
Pazartesiden Cumaya kadar 5 gün devam eden Şûrâ basına kapalı devam edecekti. Onun için ilk gün salona gelen gazeteci arkadaşlar, “Şûrâ’nın basına kapalı olduğu” söylenerek dışarıya alındı. Gazeteci olduğum halde ben çıkarılmadım, çünkü –dediğim gibi- konuşmacı olarak davetli idim…
Bu 5 gün içinde neler konuşuldu, ne çamlar devrildi, bunların bir kısmını önceki makalelerimizde okudunuz, bir kısmını da okuyacaksınız.
Üç ayrı komisyon olarak 5 gün devam eden Şûrâ’nın, daha çok Dinlerarası Diyalog Komisyonu’nu takip ettim. Bu komisyonun oturum başkanı, 2002 seçimleri akabinde Diyanet’ten sorumlu bakan yapılan Sayın Mehmet S. Aydın idi.
Sayın Aydın’ın orada sarfettiği sözlerden biri şu cümle idi:
“Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum”
Benim gibi birisinin böyle bir söz karşısında sessiz kalması ve bunu tasvip etmesi beklenmemeli.
Onun için, Şûrâ bittikten sonraki yazılarımda, bu sözünden dolayı Sayın Aydın’ı, zaman ve mekân zikrederek tenkit ettim.
Bu tenkit yazılarını okuyan Sayın Aydın’ın bazı dostları, “Hocam sen, ‘Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum’ mu dedin?” diyorlarmış.
Mehmet Bey bundan rahatsız olmuş ve şimdi İstanbul’daki bir üniversitede doçent olan bir gazeteci arkadaşıma rahatsızlığını bildirip bana da bunun söylenmesini istemiş.
Arkadaşıma şöyle demiş:
“Ali Bey, ‘Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum’ dediğimi yazmış. Halbuki ben öyle bir şey söylemedim. Ali Bey’e bunu kim söylediyse yanlış söylemiş. Tabii Ali Bey’in niyeti kötü değil. Fakat söyleyene inanmış. Halbuki benim kendisinde telefon numaram var. Bana telefon edip ‘Hocam sen böyle bir şey dedin m?’ diye sorabilirdi. Ben de hayır derdim olur biterdi.”
Mehmet Bey arkadaşıma böyle söylerken kurnazlık yapıyordu. Çünkü mesele Mehmet Bey’in söylediği gibi değildi. Yukarıda da yazdığım gibi, o toplantı basına kapalı olduğu için bütün gazeteciler ilk gün dışarı çıkarıldı. Bunu Mehmet Bey gördüğü için, benim de diğer gazetecilerle beraber çıkarıldığımı zannediyor ve “Ali Bey’e kim söylediyse” diyor.
Oysa mesele şöyle:
Diğer gazeteciler dışarı çıkarıldılar ama ben içeride kaldım. Gizli olarak değil davetli olduğum için kaldım. Nitekim, Diyanet mensuplarından şahsen tanıyanlar, beni de çıkarmak istediler ama Şükrü Özbuğday “Ali Bey, bizim davetlimizdir” dediği için ben içeride kaldım. Dolayısıyla, Sayın Mehmet Aydın’ın “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” dediğini ben başkasından değil kendi ağzından kendim dinledim.
Bunu Bakan Bey’in sitemini getiren arkadaşıma anlattım ve bu hususta bir yazı yazacağımı söyledim.
Fakat araya başka konular girdi ve epey bir zaman bu cevabî yazıyı yazamadım.
Gün geldi, 2002 seçimleri oldu. Mehmet Bey önce milletvekili, arkasından da Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı oldu.
Topkapı sur içindeki Eresin Otel’de, İslâmî İlimler Vakfı’nın (İSAV) bir sempozyumu vardı. Bakan Bey konuşmacı olarak oradaydı. Konuşmasını yaptıktan sonra etrafını kameramanlar sardılar. Onlarla işi bittikten sonra yanında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan Cemal Uşşak olduğu halde kenara çekilip oradaki koltuğa oturdu.
( Hatta konuşmasında şöyle bir cümle kullandı:
“Ben bazı Müslümanların yaptıkları duâyı sevmiyorum. Bazı Müslümanlar “Allah bizi kahretmesin” diyorlar. Sanki Allah onları kahretmek için orada nöbet tutuyor.”
Şimdi buradan ilim çevrelerine sesleniyorum:
Kendini ve haddini bilen hiçbir Müslüman, Hazreti Allah hakkında “Sanki Allah onları kahretmek için orada nöbet tutuyor” der mi? Allah (c.c.) hakkında böyle bir ifade câiz mi? )
Sadede gelelim…
Kendisiyle bana haber gönderdiği gazeteci arkadaşım da o sempozyumdaydı. Ben de o sırada Bakan Bey’in etrafının sakinleşmesini bekliyordum. Kenara çekilip oradaki koltuğa oturunca, gazeteci arkadaşıma, “Lütfen buradan uzaklaşma, ben Bakan Bey’le, seninle bana gönderdiği sitemi konuşacağım” dedim.
Bakan Bey’in yanına vardım. Selamdan sonra “Şu arkadaşımla bana şöyle şöyle haber göndermişsiniz” dedim. Hemen, “Haa Ali Bey! Yahu ben öyle bir şey söylemedim. Sana benim öyle söylediğimi kim söyledi?” dedi.
İlk önce, “Ben oradaydım, başkasından değil kendim duydum” demedim. İnkâr edeceği kadar inkâr etsin bakalım diyerek, “Hocam siz bu cümleyi söylediniz” dedim.
“Hayır, söylemedim” diye israr etti.
Ben de söylediği hakkında israrcı oldum. Bunun üzerine, “O söz, bir soruya cevaptı” dedi.
Cevap değildi ama yanlış olduktan sonra cevap olsa ne değişirdi!
“Hayır! Normal konuşmanız içinde söylediniz” dedim.
Bu sefer başka bir kurtuluş yolu denedi, “O sözün siyak sibakı ( başı sonu) vardı” dedi.
Ben de “Yok hocam! Normal konuşmanızın seyri içinde öyle söylediniz” dedimse de o hâlâ söylemediğinde israr ediyordu.
Artık balonu patlatmak zamanı gelmişti. Çünkü o konuşmaların tamamını banta almıştım. Elimde 50 tane bant vardı. Haliyle Mehmet Bey’in “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” sözleri de bantta kayıtlıydı.
Dedim ki, “Hocam ben oradaydım ve sizin böyle söylediğinizi kendim dinledim. Üstelik o konuşmaları banta aldım.”
Ben böyle söyleyince derhal yumuşadı ve “Ya Ali Bey, ben böyle şeylerde israr etmem” dedi.
Ben de devam ettim:
“Hocam! O bantı size göndersem, dinleyince kendi sesinizi tanırsınız herhalde” dedim.
“Tabii tanırım” dedi.
“Peki Hocam” dedim, “Diyelim ki ben o bantı size gönderdim. Dinlediniz. Baktınız ki aynen benim yazdığım gibi Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum demişsiniz. O zaman ne olacak?”
Ne dedi biliyor musunuz?
“Çıkarım televizyona, haltetmişim derim” dedi.
Şimdi burada duralım.
Bakan Bey’in bu tavrı karşısında içinizden ne geçiyor?
İhtimal ki, “Eh, mesele kalmamış. Demek ki adam hatasını kabul etmiş. O da iyi bir şey” diyorsunuzdur. Çünkü bu meseleyi anlattığım başka kimseler de böyle dediler.
Şimdi ortada “Çıkarım televizyona, haltetmişim derim” diye bir söz var.
Biz Sayın Bakan’ın “Haltetmişim” demesini ne isteriz ne de bekleriz. Ama “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” sözündeki büyük yanlışlığı ortaya koymasını yani televizyonda bu yönde bir açıklama yapmasını hem ister hem de bekleriz.
Şimdi bizim bu istek ve beklentimiz şöyle kenarda duradursun, ben size meselenin devamını anlatayım:
Benim o bantı Bakan Bey’e göndermeme ihtiyaç kalmadı. Çünkü o senelerde kendi emrinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bahsettiğim konuşmanın yapıldığı o 5 günlük Şûrâ’da yapılan konuşmaların tamamını, 2003 senesinde 2 cilt halinde bastırıp kitaplaştırdı.
Öyleyse Bakan Bey’in yaptığı konuşmalar da o kitapta var mı?
Evet var.
Yukarıda bahsettiğimiz cümlesi de var mı?
Evet o da var.
Yani, o seneler kendi emri altında bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı, Bakan Bey’in önce inkâr edip sonra mecbûren kabul ettiği “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” cümlesini belge haline getirmiş oldu.
Artık ne kadar inkâr ederse etsin, ne kadar ben böyle bir söz söylemedim derse desin bundan kurtuluş yok. Çünkü kitap II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri ismiyle basılmış ve piyasaya çıkarılmış vaziyette.
Bakan Bey’in sözünün, kitabın kaçıncı cildinin kaçıncı sahifesinde olduğunu merak ediyorsanız onu da söyleyeyim:
Cild: 2, sahife: 375, satır: 26-27.
Hani o meşhur cümleyi söylediği kesinleşirse “Çıkarım televizyona, haltetmişim derim” demişti ya, II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri isimli kitap basıldıktan sonra yazdığım bir yazıda, o zaman bakan olan Sayın Aydın’a “Ben Avrupa’ya gittiğimde…” sözünün bu kitapta yer aldığını hatırlattım. İstiyordum ki, haltetmişim demesin ama sözünün yanlışlığını açıklasın…
Böyle bir açıklama yaptı mı?
Hayır, yapmadı…
O zaman yapmadığı gibi sonra da yapmadı ve o gün bu gündür o hususta tek kelime etmedi.
Bu hususta tek kelime etmeyen Mehmet Bey, Dinlerarası Diyalog hakkında, “Diyalog olacaksa, son din bizim dinimiz dememeli, son peygamber bizim peygamberimiz dememeli” diyordu.
Mehmet Bey’in niçin böyle söylediğinin sebebini senelerce sonra çözdüm.
Gördüm ki, kendisinin İngiliz hocası Montgomery Watt, yine kendisinin Modern Dünyada İslam Vahyi ismiyle tercüme ettiği kitabında aynı şeyi söylüyor. Watt’a göre de Dinlerarası Diyalog yapılacaksa, insanlar sadece kendi dinlerinin ve kitaplarının hak olduğunu söylemekten vaz geçmeliler.
Demek ki, Dinlerarası Diyalogun bizim tarafımızdan gayr-i Müslimlere verilen gizli cevap, “Sadece bizim dinimiz ve bizim kitabımız hak değil. Sizinki de hak” demektir.
Şimdi anlaşılıyor mu, diyalogcuların “Hıristiyan ve Yahudiler de cennete girecekler” demelerinin sebebi?
Öyleyse, Dinlerarası Diyalog az-uz değil bizi taa ciğerimizden, inancımızdan vuruyor…
Tekrar sadede gelelim.
O şûrâda, “Diyalog olacaksa, son din bizim dinimiz dememeli, son peygamber bizim peygamberimiz dememeli” sözüne, Diyanet câmiasından olsun, ilâhiyat câmiasından olsun, itiraz eden tek kişi olmadı.
Bir kişi hariç… O da din adamı değil…
Diyanet ve ilâhiyat mensupları, lisan-ı halleriyle adeta şöyle der gibiydiler:
“Olsun canım! N’olacak, ha son din bizim dinimiz denilmeyiversin, son peygamber bizim peygamberimiz denilmeyiversin. Yeter ki Dinlerarası Diyalog yapılsın.”
Bir kişi hariç dedik ya. O bir kişi kimdi biliyor musunuz?
O, bir Diyanet mensubu değildi. Bir ilâhiyat profesörü de değildi.
O hassas insan, Türkiye Sağlık İşleri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu idi.
Son gün ayağa kalktı ve Şûrada günlerdir yapılagelen yanlışlıklara şu sözlerle itiraz etti:
“Bazı konuşmalar dinledim ki ben, şimdiye kadar bana verilen bilgilerden tümünü sanki reddeden konuşmalardı. Meselâ şöyle söylendi:
“Son din bizim dinimiz dersek, son peygamber bizim peygamberimiz dersek diyalog sağlanmaz, aramızda ihtilaflara neden olabilir.”
Ama Kur’an-ı Kerim böyle diyorsa, bu konuda söylenecek fazla bir şey yoktur. Yani insanlarla oturalım anlaşalım ama işin özünden uzaklaşmadan anlaşalım. Eğer son peygamber Peygamber Efendimiz’se, bu böyledir. Eğer son kitap Kur’an-ı Kerim ise bu böyledir.” (Aynı kitap, cild: 2, sahife: 729)
Oradaki din adamı sıfatlı suskun kimseler, hele şükür ki bu sözlere itiraz bari etmediler.
Niye etsinler ki canım! Onlar için hava hoş, gün mülayim. Gelen ağam, giden paşam.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu