Anasayfa SliderAnasayfa YazılarArşivİhsan ŞenocakmodernistlerSON EKLENENLERson-eklenenlerTarihselcilik

M. Azimli’nin oryantalizmaya Ait İftiraları “Hakikat” Diye Sunma Ameliyesi,”Siyeri Farklı Okumak” Ve Mescid-İ Aksa İle Alakalı Hadisler

 

—————————-
Siyeri Farklı Okuyayım Derken
“Siyeri Farklı Okuma” başlıklı eserler telif ederken o kadar
farklı okumalar yapmış olmalı ki, tarihi hakikatleri
değil de oryantalist çarpıtmaları “hakikat” olarak
görmüş….
—————————-
Müslümanlar yüz elli yıldır tarihteki bütün saldırı şekillerinden daha tehlikeli bir taarruza maruz kaldı. Bu, İslâm’ı bizzat müdafaaya memur olanların planlayıp icra ettiği bir saldırı olduğundan gerektiği gibi anlaşılamadı, önlemler alınamadı. Bu yüzden sorunlar her geçen gün biraz daha çözülmez bir hâl aldı. Siyaset cephesinde kanlı mücadeleler veren Müslümanlar, sokakları çocukların ve gelinlik kızların kanıyla dolan İslâm şehirlerinde, üniversitelerde “sömürge valilerinden daha insafsız”, “oryantalistlerden daha ölçüsüz” ilim, fikir, sanat ve siyaset adamlarının tahkir, tezyif ve bühtanına maruz kaldı.
Kudüs, Direnen Çocuklar ve Alfred Guillaume
Filistin’de İzzeddin Kassam’ın direnen çocukları karşısında çaresiz kalan Siyonist İsrail’in imdadına Oryantalist Alfred Guillaume yetişti ve Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te değil, Mekke’ye 8 km mesafedeki Ci’râne’de olduğunu söyledi. Gayesi ise, Mescid-i Aksa esaret altında olduğundan dolayı uykuları kaçan Müslüman gençlerin gündeminden Kudüs’ü düşürmekti. Alfred’in, İsrail’in yaramadığı safları da-ğıtmaya, Kudüs davasını akamete uğratmaya matuf olan ısmarlama çalışması Müslüman gençler nezdin- de ilgi uyandırmadı; bu yüzden rafa kaldırıldı.
Müseccel İslâm düşmanı Rudi Paret, tahrifin de bir ölçüsü olmalı dercesine Alfred’in iddiasını reddetti. Paret; bu görüşün ne bir delili ne de Alfred’ten başka bir savunucusu var, dedi. Batı’da, -hiçbir şekilde müdafaa edilemeyeceğinden dolayı- çöpe atılan bu iddia, İslâmiyatla alakalı bazı şahıslar tarafından müdafaa edildi. Pek çok meşhur zevâtın üzerinde yazıp çizdiği, yeni bir görüşmüş gibi gösterdiği bu mevzu, esasında “Oryantalizm’in hakikati tersyüz eden yönünü ifşa ettiğinden dolayı çöpe attığı bir es- kisi”dir. Allah Rasûlü’nün Kur’an-ı Kerim’den baş¬ka bir mucizesinin olmadığını iddia eden Mealciler; hadisleri inkâr, âyet-i kerimeyi de tevîl ederek Alf- red’in, Mescid-i Aksa’nın Ci’râne’de olduğu iddiasına taraf oldu. İslâmî ilimlerle tek irtibat noktası, onlar vasıtasıyla akademik kariyer kazanmak olan gürû- hun, Alfred gibi müseccel İslâm düşmanlarının iddi¬alarına taraftar olmasının sıradanlaştığı bir zamanda anlaşılması güç olan ise, Süleyman Ateş’in bu tah¬rifi benimsemiş olmasıdır.
Kendisine verilen bir vazifeyi îfa edebilmek için -âdeta- her yolu meşru addeden bir muvazzaf has-sasiyetiyle hareket eden, sahih rivayetleri “Ben zayıf dedim, oldu.” basitliğinde reddeden, siyer ve me- gazi kitaplarındaki senedsiz nakilleri hüccet kabul eden, bununla hedefe ulaşamayacağını anlayınca da, “muktedâ bih” olarak kabul ettiği müseccel yobaz Alfred gibi alakasız istinbatlar yaparak “hüküm” ve¬ren Mehmed Azimli’nin yazısının tahlîl edileceği bu bölüm, zahirde, İsrâ hadisesini aklî temelde ifade edebilmek için, hem aklın hem de naklin tahammül sınırlarına tecavüz hadisesine “dur” demeye; haki¬katte ise Oryantalizmin tesir alanının ne kadar etkili olduğunu resmetmeye matuftur.
İdeolojik Okumaya Şaheser Olmaya Namzet Bir
Çarpıtma
Büyük/küçük, yakın/uzak gibi kelimeler, izafe edil-diği şeye nisbetle değişir. İnek; koyuna nispetle bü-yükken, file nispetle küçüktür. Hakkari, Edirne’ye en uzak vilayetken, Van’a en yakın il merkezidir. Kur’an-ı Kerim’de Mescid-i Aksa bağlamında zikredilen ve Kabe’ye nisbetle “el-Aksa/en uzak” olarak nitelenen Kudüs’teki musalla, mevsufu olan “mescid”le birlik¬te isim olmuş; “el-Mescidu’l-Aksa” denince Ümmet, Kudüs’teki bu mabedi anlamıştır. Azimli ise, “bir şey söylüyor olmak” ya da en bilindik bir mevzuda ne ka¬dar mübtedi olduğunu izhar etmek için, isnat edildi¬ği şeye göre değişen kelimelerden “el-Aksa”nın zıddı olan “el-Ednâ” çerçevesinde şunları söyler: “Kur’an’da, Mescid-i Aksa tabiri konusunda tek bir kullanım bu-lunmaktadır. İsra Sûresi’ndeki âyette geçen Mescid-i Aksa tabirini bilginler genelde Kudüs’teki mescit ola¬rak yorumlarlar. Ancak bunu kesin olarak bildiren bir karine bulunmamaktadır. Ayrıca âyette geçen Mes- cid-i Aksa için ‘En Uzak Mescit’ olarak bir niteleme yapılırken, Rum Suresi’nde gelen bir âyette ise Ku¬düs’ten bahsedilirken, ‘yakın yer’ diye nitelendirilme¬si, üzerinde düşünülmesi gereken ilginç bir kullanım¬dır: ‘Rumlar en yakın bir yerde yenildiler.’ Sonuç olarak Kur’an’dan Mescid-i Aksa’nın yeri konusunda net bir bilgi öğrenemiyoruz.”
Tahrîfin Sidre-i Müntehâsı
Yazar, ideolojik okumaya “şaheser” olmaya namzet makalesinde taassubun nelere malik olduğunu göste¬ren bir tahrif denemesinde bulunur ve kurduğu cüm¬lenin doğru ya da yanlış olmasına bakmadan mevzu- yu kendince terkip eder; bu bağlamda, isme dönüşen “Mescid-i Aksa” terkibini parçalayarak, Alfred’in id-dialarını farklı vurgularla tekrar eder. “Rum Suresi’n- de gelen bir âyette ise Kudüs’ten bahsedilirken, ‘yakın yer’ diye nitelendirilmesi” ifadesiyle de, sanki “ya¬kın yerin” Kudüs olduğu âyette belirtilen, ya da icmâ edilen bir hususmuş gibi verilerek şuna işaret edilir: “İsrâ suresinde ‘en uzak mescid’ olarak geçen mabet, Rum Suresi’nde ‘en yakın yer’ olarak geçen Kudüs’te nasıl olabilir?!”. Makalesinin sonunda “Mescid-i Aksa” Mekke’ye birkaç kilometre mesafede olan Ci’râne’deki mescittir, diyerek Oryantalist Alfred’e ait iddiayı be-nimsediğini ilan eden yazarın Ci’râne’deki mescide, Mescid-i Aksa demesinden daha garip olanı, âyetin anlamını çarpıtarak “^>$ı JSİ J / en yakın yer” ifadesini Kudüs’e tahsis etmesidir. Halbuki müfessirler “en ya¬kın yer” ifadesini beyan noktasında, Rumların Arapla- ra en yakın olan bölgesi ya da Şam’ın İran’a en yakın noktası gibi tayinlerde bulunmaktadır. Âyet-i keri-mede geçen “^>$1” kelimesinin başındaki “jı” “tarif” için olunca, mana “söz konusu mekan”, “Arab’ın bildi¬ği yer” şeklinde olur ki, o da kendi topraklarıdır. “’jSÎ ^$ı”, kendilerine ait toprakların adı olduğuna göre, bu, “el-Mescidu’l-Aksa”da olduğu gibi isimleşen bir terkip değil, bizzat yakınlığa ve uzaklığa göre değişen bir ifadedir. Nitekim müfessirler “^$1 JSİ” terkibini özel bir isim olarak kabul etmemiş, hangi şehir oldu¬ğu noktasında da farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bu çerçevede Âlûsî üç farklı görüş nakletmektedir: “Sa¬vaş Ezra’at (Der’a) ile Busra arasında, İbn Abbas ve Süddî’ye göre ise Ürdün ve Filistin’de, Mücahid’e göre ise el-Ceziretu’l-Ömeriyye’de olmuştur.” Müfes- sirlerin cumhuru “en yakın yeri” Suriye ya da Irak’ta belli noktalar olarak tefsir ederken, yazarın bu ifa¬deyi sanki Kur’an’da “Edna’l-Ard” için “Kudüs” den¬miş gibi, bizzat Kudüs olarak göstermesi, buradan da “el-Mescidu’l-Aksa/En uzak Mescid” nasıl “en yakın yer olan Kudüs’te” olabilir?! sonucuna ulaşması, tah-rifin sidre-i müntehâsıdır.
Akademik Ünvanları İptal Ettirecek Bir Tahrif: Hadislerde Mescid-i Aksa Meselesi
“Kur’an’dan Mescid-i Aksa’nın yeri konusunda net bir bilgi öğrenemiyoruz.” diyen yazar, -eğer- bu husus¬ta oryantalist Alfred’e değil de, Kur’an-ı Kerim’in be¬yan yetkisi kendisine verilen Allah Rasûlü’ne mü¬racaat etseydi, Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te olduğunu anlayacak, Alfred’in tahriflerine taraftar olmayacaktı. Lakin -makaleden anlaşıldığına göre- yazar hadis-i şeriflere mevzuyu anlamak için değil, anlamsızlaştır¬mak ve Mescid-i Aksa’sız bir Kudüs fotoğrafı ortaya çıkararak, Kudüs’ü Ümmet’in gündeminden düşür¬mek için bakmakta. Bizi bu hükme götüren ise yazarın şu ifadeleridir: “Hadislere bakıldığı zaman bu konuda bir netlik oluşmamaktadır. Hz. Peygamber’den > ge¬len rivayetlere baktığımız zaman Kudüs’teki mescit¬ten bahseden hadislerde, genel olarak Mescid-i Aksa olarak değil, Beytu’l-Makdis olarak kullanılmaktadır. Mescid-i Aksa olarak kullanımı ise çok azdır. O kadar ilginçtir ki, Miraç anlatımları aktarılan hadislerde ve benzer rivayetlerde bile burası Mescid-i Aksa olarak değil de, Beytu’l-Makdis olarak nitelendirilmektedir.”
Yazar, hadislerde “Mescid-i Aksa” kullanımının az olduğunu iddia ediyor. Bu makalenin hakemli bir dergide yayımlanmasına onay verenler insaf edip de hadis mecmualarına müracaat etselerdi; Ebû Hu- reyre, Ebû Said el-Hudrî , Abdullah b. Ömer ,
Abdullah b. Amr b. Âs, Ebu Basra el-Gıfârî gibi en az beş Sahâbe’nin Allah Rasûlü’nden rivayet ettikleri ve sahih isnatlarla nakledilen hadis-i şerifte, ziyaret edilecek üç mescitten biri olarak bizzat Mes- cid-i Aksa’nın da zikredildiğini göreceklerdi. Fakat hiçbir rivayette, hatta tarih kitabında İsrâ hadisesi¬nin Allah Rasûlü’nün bir gece Ci’râne’ye götürül¬mesinden ibaret olduğu yazmamaktadır. Bu hususta tek bir Sahâbe’den gelen sahih bir rivayet dahi yeter¬li iken, Yazar’ın, bu konuda kimin ne rivayet ettiğine bakmadan, “Ben dedim, oldu.” anlayışıyla hüküm vermesi ilme, irfana olduğu gibi, okura da hakarettir. Eğer bu hâdise ilmin onurunun korunduğu bir ül¬kede olsaydı, hem bu makalenin neşrine onay veren hakemlerin hakemliği iptal edilir, hem derginin ya¬yını durdurulur hem de milleti aldatmaktan dolayı yazarın akademik unvanları geri alınırdı.
Beyt-i Makdis’in Mescid-i Aksa’dan Başka Bir Yer Olduğunu Söyleyen Bir Âlim Var mı?
Eğer yazar ilgili rivayetlere doğrudan ulaşabilmiş olsaydı, Beyt-i Makdis’in Mescid-i Aksa’dan baş¬ka bir yer olmadığını görecekti. Zira Kur’an’ın bir gece Mescid-i Aksa’ya yürütüldüğünü haber ver¬diği Peygamber-i Ekber buyuruyor ki; “Kureyş beni yalanladığında Hicr’de durdum. Allah bana Beyt-i Makdis’i gösterdi de O’na baktığım halde alâmetlerini Kureyş’e anlatmaya başladım.”
Diğer bir rivayette ise Allah Rasûlü Kur‘anda geçen Mescid-i Aksa’nın, Beytu’l-Makdis oldu¬ğunu şu detay çerçevesinde haber vermektedir: “Kendimi Hicr’de, Kureyş’in bana İsrâ yolculuğumu sorduğu halde buldum. Bana Beyt-i Makdis’te tam olarak tespit edemediğim şeylerden sordular. Bir anda o derece sıkıntıya düştüm ki, o ana kadar o derecede hiç üzülmemiştim. O sırada Allah Teâlâ Beyt-i Makdis’i yükseltip göreceğim seviyeye getir¬di. Ben de ona bakıyordum. Ne sordularsa hepsine cevap verdim.” Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği bir hakikati anlama cehd ve gayreti içerisinde olan bir mümin için Allah Rasûlü’nün beyanı yeterlidir. Nitekim Efendimiz de Mescid-i Aksa’dan Beyt-i Makdis olarak bahsederek ikisinin de aynı oldu¬ğunu haber veriyor.
Üç Mescid Hadisi ve Akademyadan Manzaralar
Yazar, Mescid-i Aksa ve onun yeriyle alakalı ri-vayetleri alakasız çıkarımlarla reddeder, Allah Rasû- lü’nün bizzat Mescid-i Aksa adını zikrettiği riva¬yetleri yine “Ben yaptım, oldu.” anlayışıyla ve ancak onun kabul edebileceği bir hadis tahlili sistemiyle de-ğerlendirip avam nazarında itibarsızlaştırır: “(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide sefer edilmesi doğru de¬ğildir. (Ziyade sevap umarak) yalnız (şu) üç mescide se¬fer edilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Resul ve Mescid-i Aksa.”
Ne gariptir ki yazar, başta Ebu Said el-Hudrî ve Ebû Hureyre olmak üzere birçok Sahâbe’nin Allah Rasûlü’nden sahih senedle rivayet ettiği “şedd-i rihâl” hadisinin senedinde yer alan raviler hakkında cerh ifadesi bulamayınca, Buhârî’deki rivayetlerin bi¬rinde, bir de Sünen-i İbn Mâce’deki rivayette adı ge¬çen Kazae b. Yahya üzerinden hadisi tenkid eder. Ne var ki bütün ricâl âlimleri Kazae’nin “sika/güvenilir” bir ravi olduğunu söylemektedir. Hakkında olum¬suz bir şey bulamamış olmasından dolayıdır ki, ya¬zar, Oryantalist Alfred’in iddialarını tasdik edebilme adına, isnad disiplininin esaslarını devre dışı bıraka¬rak, Kazae’yi mevlâsı olduğu Ziyad üzerinden tenkid eder. Beraat-i zimmetin asıl olduğunu bilmediğini farz edebileceğimiz Yazar’ın, hiçbir günahkârın başka bir günahkârın yükünü yüklenmeyeceğini bildiren Kur’anî ilkeden de habersiz olduğuna şâhid olmak doğrusu bizi bu topraklardaki ilmî seviye adına fev¬kalade üzmüştür. Bütün İslâmî tahsili cami dersleriy¬le sınırlı olan bir Müslümanın bile yapmayacağı bir hataya, Yazar’ın son derece mağrur ifadelerle irtikab etmesi, akademya adına ağlanacak bir hâldir.
İşte Buyrun Cinayet!
Yazar, hiçbir oryantalistin yapmayacağını yapar ve mevzuyu Hz. Hüseyin’in şehadeti bağlamında tartı¬şarak Kazae’yi katillerle birlikte zikreder: “Bilindiği gibi Ziyad ve ailesi kendilerini Emevilere adamış bir ailedir. Nitekim Ziyad Emeviler adına Kûfe ve Bas¬ra’da önemli görevler yaparken, oğlu Ubeydullah ise Kerbela’da Hz. Hüseyin’in öldürülmesini emreden Kûfe valisidir. Buhârî’nin rivayetini aktardığı ravi “Kazae” işte bu aileye bağlı olup mevâliden bir şahıs¬tır. Ravi Kazae hakkında Abdulmelik b. Mervan’ın kölesi olduğuna dair bilgiler de vardır. Zehebi, onun hakkında: “Sağlam olmadığı ve kendisine güvenilme¬yen biri olduğunu” söyler. Her ne olursa olsun sonuç olarak bu rivayetin ravisi bir Emevi sempatizanıdır ve Buhârî’deki iki rivayetin de bu şahıstan aktarılması, ihmal edilemeyecek kadar önemli bir detaydır.”
Bütün Ünvanların İadesine
Yazar’ın iddia ettiği gibi Buhârî’deki iki rivayetin, ikisinde değil, yalnızca bir tanesinin isnadında Kazae vardır. Diğeri ise İbn Şihab tarikiyle rivayet edilmek- tedir. Bu durumda Azimli, ya Buhârî’ye hiç bakma ihtiyacı duymadı ya da bakmasına rağmen bilerek yanlış söyledi. Bu noktada akademyaya düşen vazife ise, “bilimsel namusunu” korumak için, Yazar bu tah¬riflerle her ne aldıysa, onları, ilgili bir yazıyla ondan geri almaktır.
Siyeri Farklı Okuyayım Derken
Akıl sağlığı yerinde olan hiç kimse kendi arzu¬suyla köle olmayı tercih etmez. Köleler de efendi¬lerine “Ne iyi yaptınız da beni köle eylediniz.” diye hayran olmazlar. Kazae’nin köle ya da azatlı ol¬masından hareketle Emevi sempatizanı olduğuna hükmetmek, köle olan Bilal-i Habeşi’nin ya da Sü- meyye’nin de kafir olan efendilerine hayran olduğu yönünde bir kanaatin oluşmasına zemin hazırlar. Hakikat ise bunun tam zıddıdır. Fakat Yazar, “Siyeri Farklı Okuma” başlıklı eserler telif ederken o kadar farklı okumalar yapmış olmalı ki, tarihi hakikatleri değil de oryantalist çarpıtmaları “hakikat” olarak görmüş.
“Emevî Sempatizanı” Kim?!
Ne İslâm, ne de beşeri sistemler babanın yaptığın¬dan dolayı evladı dahi sorumlu tutmazken, Yazar’ın Emevilerin şenaatinden hareketle Kazae’yi sorumlu tutup mahkum etmesi, hiçbir delile dayanmadan ona “Emevî Sempatizanı” demesi ancak totaliter rejimler¬de görülebilecek bir durum ya da akademyanın totali¬ter anlayışa evrilmesi olarak izah edilebilir.
Kim Söylemiş “Mevâli’nin Hadisi Alınmaz” Diye?
Tâbiûn döneminin büyük âlimleri mevâlidir. İlim bayrağını Araplardan onlar teslim almıştır. Ata b. Ebî Rebah Mekke’de fetva verirken, beyaz âlimlerin arasında pamuk tarlasındaki bir karga gibi simsiyah görünürdü. Fakat bu durum beyazların O’na talebe olmasına mani olmadı. Çünkü İslâm, efendilerin köle-lerden üstün olduğunu reddettiği gibi, ırkların üstün¬lüğü anlayışını da bütünüyle lağvetti. Bunun içindir ki Allah Rasûlü Mekke-i Mükerreme fethedilince Kabe’nin damına, beyazların bakışları arasında Bilal-i Habeşi’yi çıkarmıştı.
Yazar’a gelene kadar hiçbir muhaddis, bir ravi- nin mevâli olmasından dolayı aşağılandığı ya da cerh edildiğini söylememiştir. Muhal farz… Yazarın elinde Kazae’nin Emevileri sevdiğine dair bir rivayet olsa, bu, O’nun rivayet ettiği hadislerin reddedilme¬sine gerekçe olabilir mi?! Hangi kitapta “Bir hadisin makbul olmasının esaslarından biri de Emevileri sevmemektir.” diye yazmaktadır?!
Uydurulan Dinin, Uydurma Delilleri
Bütün rical âlimleri Kazae’nin sika bir ravi oldu¬ğunu söylemekte. Azimli ise Zehebî’nin Mizânu’l-İ’i- tidâl’ini kaynak göstererek onun “sağlam olmadığı ve kendisine güvenilmeyen biri olduğunu” iddia ediyor. İlgili eserde -belki vardır fakat- ben böyle bir ibare göremedim. Eğer Yazar kitapta olmadığı hâlde böyle bir tasarrufta bulunduysa bu, bir özürle geçiş¬tirilecek basitlikte bir tahrif değildir. Bunu yapan her nev’i yalanı da uydurabilir. Bu noktada şöyle bir ihti¬mal de söz konusudur: Zehebî, adı geçen eserde Am- mar b. Harun isimli ravinin tercemesinde , Kazae b. Süveyd isimli bir râvînin de senedinde bulunduğu bir rivayeti tenkit edip bu ravi hakkında cerh ifadesi olan, “Leyse bi şey” ifadesini kullanmaktadır. Muhtemeldir ki, yazar bu iki Kazae’yi birbirine karıştırdı ya da bi¬lerek çarpıttı. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. Zira -biraz sonra da zahir olacağı üzere- yazar, Kazae’nin adını dahi tesbit etmekten aciz bir haldedir.
İşte buyrun… Ancak Azimlinin irtikab edebilece¬ği, nev’i şahsına münhasır bir bilimsel cinayet örneği daha: Öncelikle bilinmelidir ki, Kazae’nin adı Yazar’ın belirttiği gibi “Kazae b. Haruş” değil, “Kazae b. Yah- ya”dır. Rical kaynaklarında bu isimdeki ravilerden biri “Kazae b. Yahya”, diğeri ise “Kazae b. el-Esved”- tir. -Görebildiğimiz kadarıyla- “Kazae b. Haruş” ise sadece Azimli’nin makalesinde geçmektedir. Ayrıca önemli rical kitaplarından olan Tehzîbu’l-Kemâl baş¬ta olmak üzere sair pek çok eserde Kazae’nin aidiyeti noktasında da bir ihtilaftan söz edilmektedir. Bu hu-sustaki rivayetler ise üç başlık altında tasnif edilebilir: Buna göre, Kazae; ya Ziyad’ın Mevlası, ya -yazarın da belirttiği gibi- Abdülmelik b. Mervan’ın Mevlası ya da Mevla olmayıp Arap olan “Benû el-Harîş” kabi¬lesine bağlı biri olarak Şam’a gelip yerleşmiş bir mü- mindir. Muhtemeldir ki yazar buradaki “Benû el- Harîş” ifadesini “İbn el-Haruş” olarak anladı. Bu ise bedahet derecesindeki bir bilgi hatasıdır.
Yerler Gök, Gökler de Yer Oldu
Kazae’nin Ziyad’ın Mevlası olduğunu söyleyen yazar diğer taraftan onu, “Haraşî” nisbesiyle (yazım hatasıyla birlikte “b. Haruş” olarak) zikrederek Mevla olmadığını, bilakis Arap olan Benû Harîş kabilesin¬den olduğunu söyler. -Öyle zannediyorum ki Yazar,
Haraşî nisbesini zikrederek nasıl büyük bir çelişkinin içerisine düştüğünden habersizdir.- Bir taraftan Ka- zae’nin Arap asıllı olduğunu söyleyen, diğer taraftan ise onun Mevla olduğunu savunan Azimli ilmî vasatta öyle büyük bir hataya irtikap etmektedir ki bu; yere gök, göğe de yer demek kadar büyük bir kusurdur. Ya- zar’ın kurduğu bu cümleler Arapça’ya tercüme edilir ve Azimli’nin de bu tür makalelerle akademik kariyer aldığı söylenirse, hiçbir şey Türkiye’deki ilmî neşv-u nemâya bunun kadar darbe vuramaz. Bu yüzden Aka- demya, “Tek bir paragrafında bu kadar bilgi yanlışı olan bir makale nasıl olur da hakemlerden onay ala¬rak yayımlanır?!” sorusuna cevap aramalıdır.
İbn Şihab ez-Zührî Üzerinden İşlenen
Bilim Cinayetleri
Yazar, Buhârî’de geçen diğer bir rivayetin senedinde yer alan ve muhaddislerin “sika” bir ravi olduğunu be-lirttiği İbn Şihab ez-Zührî ile alakalı da kitaplarda onu cerh eden bir ifade bulamamış olmalı ki, tarzı gereği “Emevi sempatizanıydı.” ibaresi ile muğâlata yapar. Şu ifadeler Azimli’ye ait: “Yine, bu rivayeti aktaran İbn Şihab ez-Zühri’nin bir Emevi sempatizanı olup Eme- vilerden yardım almak üzere Şam’a gittiği bilinmek¬tedir. Yakubi; Emevi halifesi Abdulmelik’in Kabe’yi elinde tutan rakibi Abdullah b. Zübeyr ile mücadele ettiği sırada Şam bölgesi hacıları için Kabe’nin yerine Mescid-i Aksa’yı ikame ettiğini, Haccı yasakladığını ve halkın Kabe’de tavaf yapar gibi Kudüs’te tavaf yap-maya zorlandıklarını, bunun üzerine halkın Abdul- melik’e: “Allah’ın farzı olan haccı niye yasaklıyorsun?” şeklindeki itirazına, Abdulmelik’in; Zuhri’den rivayet ettiği ve yukarıda aktardığımız üç mescit hadisini naklederek cevap verdiğini aktarır. Bunlar Abdullah b. Zübeyr’e karşı mücadele eden Emevilerin, Mekke ve Medine gibi iki önemli şehri ve bu şehirlerdeki iki önemli mescidi ellerinde bulundurmasından dolayı, İbn Zübeyr’e karşı Kudüs’ü ön plana çıkarma gayret¬leri sonucu bu tür rivayetlerin ortaya konulduğunu ve Beytu’l-Makdis kullanımlarının Mescid-i Aksa kul-lanımına dönüştürüldüğünün göstergelerindendir. Ayrıca o dönemin müelliflerinin kitaplarında bu riva-yetteki Mescid-i Aksa tabirinin Beytu’l-Makdis veya Mescid-i İlya olarak geçmesi de ayrı bir göstergedir.”
Bir Şia Klasiği: Ya’kubî
Azimli, Oryantalistlerin mütalaalarını esas alarak İbn Şihab’ın Emevi sempatizanı olduğunu, nitekim Abdülmelik’in (halk kendisine itiraz edince) onun rivayet ettiği bu hadisi okuduğunu söyleyerek, İbn Şihab’ın “şedd-i rihâl” hadisini uydurduğunu ima et-mektedir. Esasında yazar, makalesinin sonunda Mes- cid-i Aksa’nın Kudüs’te değil, Mekke’ye 8 km mesa-fedeki Ci’râne’de olduğunu söyleyerek bu rivayetleri uydurma kabul ettiğini de bizzat ilan etmektedir.
Burada üzerinde durulması gereken mühim bir mevzu var ki o da, Azimli’nin, Abdulmelik’in talebiyle İbn Şihab’ın hadis uydurduğunu nakleden Ya’kubî’nin kim olduğunun tayini ve eserinin kıymet ölçüsü…
Ya’kubî’nin (ö. 290) iki ciltlik eserinden özetle akta-racağımız şu hususlar kalın çizgileriyle onun kişiliğini de resmetmektedir: Hilafet’in Hz. Ali ve çocuklarının hakkı olduğunu söyleyen, Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’dan bahsederken “Halife” ifadesini kullanma¬dan sadece “Falan idareyi aldı” gibi terkipler kuran, Hz. Ali dışındaki üç halife başta olmak üzere pek çok büyük Sahâbe’yi cerh eden, Hz. Aişe ile alakalı ağır ifadeler kullanan, Sahâbe’nin Sakîfe çardağındaki top¬lantısının Hz. Ali’den Hilafet’i gasp etmek için tertip edildiğini iddia eden bir tarihçi, bir Şia propagandis- tidir Ya’kubî. Eserini Şia’nın telif sistemi çerçevesinde kaleme alan müellif, haberi ya tamamen uydurur ya alır kendinden bir şeyler ekler ya da anlamını boza¬cak derecede bağlamından koparır. Emevi halifelere “sultan”, Abbasi devlet başkanlarına ise “halife” der. Hurafeciliğin en baş yapıtlarından kabul edilecek “Târihu’l-Ya’kubî” bu yönünden dolayı oryantalist¬lerin en önemli müracaat kitaplarından olmuştur.” Buhârî ve Müslim’deki sahih hadisleri alakasız ifade¬lerle reddeden yazar, eserini âdeta içindeki Sahâbe ve Emevi düşmanlığını tatmin edebilmek için kaleme alan Ya’kubî’yi yanlış hükümlerinin mercii kabul eder. Ayrıca şu da bilinmelidir ki; Ya’kubî söz konusu hâdi¬seden bahsederken hiçbir şekilde İbn Şihab ez-Züh- ri’nin, Abdulmelik’in talebi üzerine hadis uydurduğu¬nu (ne sarahaten ne de delaleten) söylemez.
Nerelerdesin Ey İnsaf!
Âyette olmayanları “âyette varmış” gibi gösteren, “Şedd-i Rihâl”le alakalı sahih hadisleri ise “yok” sa¬yan Azimli’nin, fanatik bir Şii ve aynı zamanda Eme- vi düşmanı olan Ya’kubî’yi esas alarak, Abdulmelik’in (halkın tepkisini kırmak için) İbn Şihab’ın kendine ri-vayet ettiği “Şedd-i rihâl” hadisini okuduğunu naklet-mesi karşısında insan, “Ey insaf, nerelerdesin?” diye sormaktan kendini alamıyor.
İbn Şihab ve Hadis Uydurmacılığı
Raviler içerisinde Oryantalistlerin en fazla hücum ettiği âlimlerden biri de İbn Şihab ez-Zührî’dir. Ger¬çekte durum nedir? Hakikaten İbn Şihab, Emeviler adına hadis uydurmuş olabilir mi?
Buyrun… Oryantalistler de -Ya’kubî’ye dayanan bazı tarih kitaplarındaki nakilleri esas alarak- Abdul- melik’in, Şam bölgesi hacılarının Kabe’ye gidip İbn Zübeyr’e biat etmelerini önlemek için Kubbetu’s-Sah- ra’yı yaptırdığını, bu ameliyesine dini bir renk vere-bilmek için de dostu İbn Şihab ez-Zühri’ye “Şedd-i
Rihâl” hadisini uydurttuğunu iddia etmektedirler.
Müslümanlara “Mürtedlik” İftirası
Her şeyden önce şunu belirtelim ki bazı tarihçi¬ler Kubbetu’s-Sahra’yı Abdulmelik’in (v. 85/705) mi, yoksa Velid b. Abdulmelik’in (v. 96/715) mi yaptırdığı noktasında ihtilaf etmiştir. Abdulmelik’in yaptırdığı farz edilmesi durumunda ise şu hususlar onun Ka¬be’ye alternatif olarak yapıldığı iddiasını çürütmekte¬dir: Bir mabet yapıp, onun Kabe’ye muadil olduğunu söyleyen ve insanları da onu tavaf etmeye zorlayan kişi kafir olur. Müslümanlar Kabe’yle alakalı âyetlere rağmen nasıl olur da böyle bir ameliyeye rıza göste¬rebilir? Bunu kabul etmek, topyekûn Şam bölgesin¬deki Müslümanları mürted ilan etmektir. Ayrıca tarih kitapları da Abdulmelik’ten, “Hamâmetu’l-Mescid/ Cami kuşu” diye bahsederler. İbadete düşkün olan biri, siyasi geleceği için Ahiretini nasıl karartabilir?!
Siyaseten iki başlılığın yaşandığı, iki halifenin ol¬duğu o yıllarda Abdulmelik -kendine göre- birtakım tedbirler almıştır. Bu çerçevede de Kubbetu’s-Sahra’yı Müslümanların İbn Zübeyr’le görüşmelerini engel¬lemek için yapmış olabilir. Fakat kesinlikle bunu Ka¬be’ye alternatif olsun diye yapmamıştır. Nitekim in¬sanlar Abdullah b. Zübeyr şehid edilene kadar Arefe günü Kubbetu’s-Sahra da vakfeye dururlardı.” Fakat
-fukahanın mekruh kabul ettiği bu uygulama- sade¬ce Kubbetu’s-Sahra’ya has bir durum değil, daha pek çok şehirde de yapılmaktaydı. Kubbetu’s-Sahra’nın Kabe’ye muadil kabul edilip orada hac yapılmasıyla, Arafat’a benzetilerek Arefe gününde “vakfe” yapılma¬sı arasında geceyle gündüz kadar fark vardır. Şia kay-nakları ve onları esas alan Sünnî müellifler dışındaki âlimler, Abdulmelik’in Kubbetu’s-Sahra’yı, insanların İbn Zübeyr’in Mina ve Arafat’taki hutbelerinden etki-lenip biat etmesi gibi hususiyetler sebebiyle inşa etti¬ğini zikretmektedir.
Tarih Hakem Olsun!
Abdulmelik’in emri ya da ricasıyla İbn Şihab’ın “şedd-i rihâl” hadisini uydurduğu ifadesi tarihi haki-katlere de aykırı bir durumdur. Zira, İbn Şihab Hicrî 51 ya da 58 yılında doğdu. Abdullah b. Zübeyr ise 73’te şehid edildi. İbn Şihab o tarihte, birinci rivayete göre 22, ikinciye göre ise 15 yaşındaydı. 15 yaşındaki biri bir devletin siyasetinde bu kadar müessir olacak, bir farzı iptal ederek dini tahrif edecek bir hadis uydurup da kendini dinletebilir mi?! Basit bir nazarla in¬celendiğinde bile reddedilecek bu iddia, sahih sened- lerle rivayet edilen hadisleri bırakıp da Ya’kubî gibi Emevi hasmı Şii bir tarihçinin senedsiz nakillerinde ilmi bir vasat aramak oryantalistleri dahi rahatsız etmiştir. Zira Abdullah b. Zübeyr hayatta iken İbn Şihab, Abdulmelik’i ne biliyordu ne de görmüştü. Ze- hebî’nin beyanına göre İbn Şihab’in Abdulmelik’le ilk karşılaşması 80’li yıllarda oldu. İbn Asâkir’e göre ise 82’de gerçekleşti. Her iki tarihe göre de İbn Şihab, Abdulmelik’le Abdullah b. Zübeyr’in vefatından yıllar sonra yani Kabe Emevilerin idaresine geçtikten sonra buluştu. O yıllarda İbn Şihab genç bir ilim talebesiydi. Nitekim Abdulmelik de kendisine Ensar’ın ilminden istifade etmesi noktasında tavsiyelerde bulunmuştu. Buna göre, İbn Şihab’ın, arkadaşı Abdulmelik’in ar¬zusu üzerine “Şedd-i Rihâl” hadisini insanların Mek¬ke’de değil de Kubbetu’s-Sahra’da hac etmesi için uy¬durduğu iddiası tarihi açıdan da hilaf-ı hakikattir.
Beş Tarik, Dört Rivayet
Şedd-i Rihâl hadisini, diğer hadis kitapları, Züh- ri’nin içinde olmadığı tariklerle de rivayet etmektedir. Nitekim ilgili hadis Buhârî’de iki ayrı Sahâbeden beş ayrı tarikle, dört rivayet hâlinde nakledilmekte , İbn Şihab ez-Zührî bunlardan sadece birinde yer almak- tadır. Müslim’de ise üç ayrı tarikle rivayet edilmek-tedir. Birincisi Ebu Said’ten Kazae , ikincisi Ebu Hu- reyre’den İbn Şihab, üçüncüsü ise Ebu Hureyre’den Harun b. Said el-Eyli, İbn Vehb, Abdulhamid b. Cafer, İmran b. Ebi Enes, Süleyman el-Ağarr tarikiyle riva-yet edilmektedir. Bu hadisin senedinde yer alan bütün raviler de “sika”dır. Görüldüğü üzere -Goldziher’in iddia ettiği gibi- İbn Şihab bu hadisin rivayetinde tek değildir.
Bu İddiaya Hadis Mecmuaları Şöyle Dursun Tarih Bile Yol Vermez
Ayrıca İbn Şihab bu hadisi 8 yıl kesintisiz ders al¬dığı hocası Said b. Müseyyeb’ten rivayet etmektedir. Eğer İbn Şihab bu hadisi Emeviler’i memnun ede¬bilmek için hocası adına uydurmuş olsaydı Emeviler tarafından eza gören, dayak yiyen fakat hep hakkı söyleyen Said b. Müseyyeb susmaz, mümini kafir ya¬pacak bir mevzuda mutlaka konuşur, “Bu hadis bana ait değildir.” derdi. Zira Said b. Müseyyeb Mekke’nin Emeviler tarafından alınmasından sonra 20 yıl daha yaşadı, Hicrî 93’te vefat etti. Fakat ondan bu mevzuda talebesini tekzib eden hiçbir ifade nakledilmedi.
Muhal farz… Eğer İbn Şihab ya da Kazae bu hadi¬si uydurmuş olsaydı metne Mescid-i Aksa’yı değil de
Kubbetu’s-Sahra’yı yazmaları gerekirdi. Zira yazarın yalanlarını alıntıladığı Goldziher’e göre, Abdulme- lik insanların hac ihtiyacını karşılamak için Kubbe- tu’s-Sahra’yı yapmıştı. Fakat hiçbir rivayette Kubbe- tu’s-Sahra ifadesi geçmiyor.
Sarayı Sarsan Muhaddis
Şu hâdise, İbn Şihab’ı -Oryantalistlere dayanarak- Emevi sempatizanı olarak gözden düşürmeye çalışan Azimli’nin iddialarını çürütecek bir mahiyettedir: “Bir gün Hişam b. Abdulmelik, Süleyman b. Yesar’a, ‘On¬lar içinden günahın büyüğünü üstlenen için büyük bir azab vardır.’ mealindeki âyeti sorar ve ‘Günahın bü-yüğünü üstlenen kimdir?’ der. Süleyman b. Yesar da, ‘Abdullah b. Übey b. Selul’dür, der. Hişam, Süleyman b. Yesar’ın hakka sadakatini sınamak için, ‘Yalan söy-ledin! O, Ali b. Ebi Talib’tir.’ der. Süleyman b. Yesar ise, ‘Ey Müminlerin Emiri! Ben ne dediğimi biliyorum.’ diye karşılık verir. Daha sonra meclise İbn Şihab va¬rır. Hişam aynı soruyu O’na da yöneltir ve ‘İçlerinden günahın büyüğünü üstlenen kimdi?’ diye sorar. İbn Şihab, ‘Abdullah b. Übey b. Selul’ deyince, Hişam ona da ‘Yalan söyledin! O, Ali b. Ebi Talib’tir.’ der. Zühri de derin bir öfke sağanağı altında, ‘Ben mi yalan konu-şuyorum?! Seni hiç önemsemem! Allah’a yemin olsun ki semadan bir münadi bana, ‘Allah Teâlâ yalanı helal kabul etti.’ diye çağrıda bulunsa yine de yalan konuş-mam. Bana Urve, Said b. Müseyyeb, Ubeydullah ve Alkame, Aişe’den rivayet etti ki; ‘İçlerinden günahın büyüğünü üstlenen kişi Abdullah b. Übey’dir.”
Kendisine baskı yapıldığını zannedince çekinme¬den tepkisini ortaya koyan, sultanların görüşlerini ağır ifadelerle tenkit eden, Emevi sarayında Hz. Ali müdafaası yapan İbn Şihab, tarihi hakikatlerle değil de, ancak Oryantalistlerin talimatıyla Emevî sempati¬zanı ilan edilebilir!
İlmi makalelere konu olan bu husus maalesef ki ta-rihin en kurgusal yalanlarından biri olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir.
Mescid-i Aksa Nerede?
İsrâ’nın, Allah Rasûlü’nün Mescid-i Haram’dan Mekke’ye 8 km mesafedeki Ci’râne’ye gitmesinden ibaret olduğunu iddia eden yazar ve Kur’an Müslü- manları delil olarak, Allah Rasûlü’nün Huneyn Muharebesi’nden sonra Ci’râne’den ihrama girip, umre yapmasını…” göstermektedirler. Ne gariptir ki, neredeyse bütün hadis kitaplarının rivayet ettiği, müfessirlerin üzerinde ittifak ettiği bir mevzuda bir ilahiyatçı, Alfred adındaki bir oryantalistin mesnetsiz sözünü esas alarak Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te olduğu hakikatini inkâr ediyor ve şu hükmü veriyor: “Sonuç¬ta Kudüs’e uğrama meselesi, Miraç olayına Emevilerce sokulmuş bir hikâye olarak karşımıza çıkmaktadır.”
Bir ara Diyanet İşleri Başkanlığı da yapan Süley¬man Ateş’in, Rudi Paret gibi azılı oryantalistlerin dahi reddettiği bu iddiayı ciddiye alması, İsrail’in Kudüs’ü Ümmet’in gündeminden düşürmek için ne kadar mü-essir olduğu ve kimleri, nasıl kullandığını göstermesi açısından ayrıca bir önemi haizdir.
Ümmet’in icma ettiği bir konuda İslâm’a Rudi Paret kadar bile insaflı olmayı çok gören yazar, âyeti tahrif, hadisleri de inkâr eder: “Eğer Hz. Peygamber
Kudüs’teki mescide götürülmedi ise nereye götü-rülmüştür? Kur’an’ın O’nun bir gece götürüldüğüne dair ifadesi kesindir. Bu durumda bir gece götürül¬düğü o mescidi tespit etmek gerekmektedir. Bu soru¬nun cevabını ilk kaynaklarda bulabiliyoruz. İlk siyer kaynaklarımızdan Meğazi yazarı Vakidi (h.201); ‘Hz. Peygamber’in Mekke civarındaki Ci’râne’ye Zi’l- Ka’de’nin son beş gününde, Perşembe günü gelip ora¬da on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada bulunan Mescid-i Aksâ’ya geçip orada ihrama girdiğini, Hz. Peygamber’in namazgâhının Ci’râne’deki Mescid-i Aksa olduğunu; Mescid-i Edna (Yakın Mescid) adı¬nı taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adamın yaptığını; Resulullah’ın, Ci’râne vadisini ihramsız geçmediğini” aktarır. Yazar benzer ibareleri Ezrakî’nin (h.212) “Ah- bar-u Mekke”sinden de nakleder. Ayrıca Fakîhî de Ahbâr-u Mekke’de aynı şeyleri söyler.
Yazar’ı Destekleyen Tek Bir Rivayet Yok!
Her şeyden önce şu bilinmelidir ki ne Vakidî ne Ezrakî ne de Fakîhî İsrâ hadisesinin Ci’râne’deki mes-cide götürülme şeklinde olduğunu söylememiştir. Sa-dece Ci’râne’de iki tane mescid olduğunu, bunlardan birine Mescid-i Haram’a nisbetle el-Mescidu’l-Ednâ/ En yakın Mescid, diğerine ise “el-Mescidu’l-Aksa/En uzak Mescid” denildiğini, Allah Rasûlünün umre için ihrama girmesi bağlamında naklediyor.
Kur’an-ı Kerim, -daha önce de ifade ettiğimiz gibi- Habîb en-Neccâr’ın şehir halkı tarafından taş¬lanmakla tehdit edilen elçilere imdat etmeye koşma¬sını anlatırken de “min aksa’l-medîne/şehrin en uzak yerinden” ifadesini kullanır. Kişilerin bulunduğu yere göre uzaklık ve yakınlık durumu değişir. Şehirdeki bu hadise, eğer Habîb en-Neccâr’ın bulunduğu ya¬kada olsaydı bu durumda ifade “min ednâ’l-medine/ şehrin en yakın noktasından” şeklinde olurdu. Ci’râ- ne’deki mescitlerle alakalı en uzak, en yakın ifadeleri de izâfî bir nitelemedir ve bir noktaya olan uzaklığı ya da yakınlığı belirtir. Zamanla bu niteleme ya isim olur ve daha uzak noktalara camiler yapılsa da nitelediği şey “el-mescidu’l-aksa” olarak kalır ya da yakın veya uzaklara yeni mabedler yapılınca yerinden dolayı ya-pılan bu niteleme hükmünü kaybeder, yeni bir isim alır. Ezraki’nin rivayeti, doğru kabul edilmesi duru¬munda, Ci’râne’deki bu iki mescit bu bağlamda değer¬lendirilmiş ve daha sonra da onlardan geriye hiçbir şey kalmamıştır.
Sahâbe, Allah Rasûlü’nün her sünnetine ayrı bir ihtimam göstermesine rağmen, “Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen İsrâ hâdisesi burada olmuş” diye özel bir amaçla Ci’râne’ye gitmemiş ve tarihin hiçbir döne¬minde de bu gayeyle orada bir eser yapılmamıştır. Ne Ci’râne’de el-Mescidu’l-Aksa ve el-Mescidu’l-Edna ol-duğunu söyleyen Ezrakî, ne de başka bir âlim İsrâ hâ-disesinin, Allah Rasûlü’nün Ci’rânedeki mescide götürülmesi şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim Ci’râne’deki mescide el-Mescidu’l-Aksa diyen Ezrakî, Mescid-i Haram’ın faziletinden ve onda namaz kıl-maktan bahsederken, “şedd-i rihâl” hadisini de zik¬reder. Orada açıkça Mescid-i Aksa’nın Beyt-i Makdis olduğunu belirtir. Alfred’in, Ezrakî’deki rivayetleri çarpıtması üzerine bir sürü yanlış hükümler kuran Azimli, Ezrakî’yi mütalaa etseydi görecekti ki; onun Mescid-i Aksa’dan anladığı, Kudüs’teki mabettir.
Allah Teâlâ, bazı âyetlerini göstermek için Efendi-mizi Mescid-i Aksa’ya götürdüğünü haber vermek-tedir. Müfessirler de bu âyetleri, bir aylık yolu bir gecede gitmek, Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmek, bütün peygamberleri görmek, yedi kat semada onların ma-kamına uğramak gibi hususlar olarak tadat etmekte-dirler. Buna göre Mekke’ye sekiz km uzaklıktaki Ci’râ- ne’de Allah Teâlâ’nın Efendimiz’e göstereceği ne tür bir âyet olabilir? Bugün Ci’râne’de olağanüstü özellik arz eden ve etrafı mübarek olan ne vardır?
Âyetlerin tertibinin tevkifi olduğu dikkate alındı-ğında İsrâ Suresi, 2. âyetten 9. âyete kadar Yahudi’nin ihanetlerini ve buna karşılık olarak Kudüs’ten uzak-laştırılmalarını anlatmaktadır. Yahudiler son olarak da Allah Rasûlü’ne ihanetlerinin karşılığı olarak Kudüs’ü kaybetmiş, Hz. Ömer zamanında Kudüs Müslümanların olmuştur.
Ne gariptir ki, sahih rivayetleri görmemezlikten gelen yazar senedi olmayan ya da her bulduğunu ri¬vayet eden tarihçilerin nakillerini esas alarak icmâ ile sabit olan bir hususu reddediyor. Böylece Kudüs’ün Müslümanların gündeminden düşmesine ve İsrail’in rahatlamasına kapı aralıyor…
Hülasa
İsrailoğulları yaşadıkları dönemde cümle âleme üstün kılınmıştı. İslâm’ın gelmesiyle Hristiyanlık gibi Yahudilik de neshedildi; emir komuta Müslü- manlara verildi. Allah Rasûlü bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürüldü; O’nun ima¬metinde iki kıble cem edildi. Bununla bütün ümmet¬lere, İslâm’ın bölgesel değil, evrensel bir din olduğu mesajı verildi. Bu bağlamda Kudüs, İslâm’ın evrensel¬liğinin nişânesi, cihan hâkimiyetinin göstergesi olarak tebârüz etti. Allah Rasûlü “Şedd-i rihâl” hadisinde Mescid-i Aksa’yı üç büyük mescitten biri olarak zikre¬derek, bu mübârek mekanın Müslümanlara aidiyetini sözle de perçinledi. Müslümanlar Mescid-i Aksa’yı tekrar aslî hüviyetine kavuşturup, özgürleştirmek için harekete geçti. Aksa’nın da içinde bulunduğu Kudüs Hz. Ömer zamanında fethedildi.
Kudüs, cihan hâkimiyetinin remzi oldu. Zira Ya- hudiler ihanet edince Kudüs’ü kaybetti, tövbe edince oraya geri döndü. Müslümanlar da Mescid-i Aksa’yı kaybedince cihan hâkimiyetini kaybettiler. Bu yüzden -tarihi süreçte- Kudüs’ün fethine de, muhafaza edil-mesine de ayrı bir önem verildi.
Müslümanlar bugün Kudüs’ü de cihan hâkimiye¬tini de kaybetti. Lakin İslâm aleminde pek çok genç -Selahaddin Eyyubi gibi- gülmeyi Aksa’nın hür olaca¬ğı güne tehir etmekte. İsrail ise, bu gençler arasından bir Selahaddin çıkar da Müslümanlara, “İlk hedefiniz Kudüs!” derse ne yaparım korkusu içerisinde. Bu yüz-den Kudüs’ü Müslümanların gündeminden düşürme, bu noktada yeni stratejiler geliştirme peşinde.
Arap-İsrail savaşlarında Arap devletlerini mağ- lub eden İsrail, Kassam Tugayları’nın Aksa’ya sevda¬lı gençleri karşısında ise hezimete uğradı. Bu yüzden sistemi değiştirdi. Kudüs’ü Müslümanların yüreğin¬den düşürerek içerden vurma yoluna gitti. Bu noktada meşhur ve müseccel oryantalist Alfred Guillaume(ö. 1965) devreye girerek Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te değil Ci’râne’de olduğu yalanını ortaya attı. Fakat Al- fred’in Müslüman olmaması ve Rudi Paret gibi azılı şarkiyatçıların da bu iddiayı saçma bulması bu çarpıt-manın intişârına mâni oldu.
Ne var ki Alfred’in oryantalistler tarafından da kabul görmeyen bu iddiası bir zamanlar Diyanet İş¬leri Başkanlığı da yapan Süleyman Ateş tarafından savunuldu. Mehmet Azimli ise ilgili yazısında kitap¬larda olmayan bilgileri, “var”, “var” olanları da “yok” göstererek Mescid-i Aksa’nın Ci’râne’de olduğunu iddia etti.
* * *
Sünnet’i reddeden Kur’an Müslümanlarının Mes- cid-i Aksa’nın mevcud binâsının daha sonra yapıl¬masını “İsrâ mucizesi”ni inkâra gerekçe göstermele¬ri, meseleye vukûfiyetlerinden değil, cehâletlerinden kaynaklanmaktadır. Zira, İsrâ mucizesinin başlangıç noktası için kullanılan “el-Mescidu’l-Haram” ifade-sinden de -o tarih itibariyle- etrafı çevrili bir mescid değil, secde için hazırlanan mekan anlaşılmıştır. Nite¬kim Cahiliyye Arapları namazı terk ettiklerinden do¬layı “Mescid-i Haram” adını da unutmuş, onun yerine “el-Beytu’l-Haram” ismini kullanır olmuşlardı. İnsan¬lar Kabe’nin etrafına “el-Beytu’l-Haram” derken de Kur’an-ı Kerim Hz. İbrahim zamanındaki hâlini esas alarak, -etrafı Hz. Ömer zamanında duvarla örülen alana- Mescid-i Haram demiştir. Mescid-i Aksa ifa-desinden de Hz. Süleyman’ın Kudüs’te yaptığı mescid ya da onun mekanı anlaşılmaktadır. Nitekim Araplar Kur’an-ı Kerim’e özel bir kullanım olan, el-Mesci- du’l-Haram ve el-Mescidu’l-Aksa ifadelerini duyunca Mekke ve Kudüs’teki secde yerlerini anlamış ; “İçi putlarla dolu, kimsenin üzerinde namaz kılmadığı, et¬rafı açık olan ve başka bir isimle telaffuz edilen meka¬na Kur’an-ı Kerim niçin el-Mescidu’l-Haram diyor?” diye itiraz etmemiş, bu ifadeyle Kabe’nin çevresindeki secde mekanının kastedildiğini anlamışlardır. Nisbî farklılıklarla benzer durum “el-Mescidu’l-Aksa” için de geçerlidir. Zira kimse “Burası neresi?” diye sorma¬mış, bilakis müşrikler bir gecede Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya gitmenin imkansız olduğunu söyle-yerek “İsrâ” mucizesini inkâr etmişlerdir.
* * *
Şüphesiz ki Azimli, yazısıyla neyi hedeflediğini en doğru kendisi bilmektedir. Fakat bu makale Müslü-
man gençler nezdinde, “Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Ci’râne’dedir. O halde Kudüs’te olmayan bir mescitten dolayı niçin İsrail’in keyfini kaçırıyorsunuz.” şeklinde anlaşılmıştır. Ne gariptir ki, Rudi Paret gibi azılı şar-kiyatçıların dahi saçma bulduğu böyle bir çarpıtmayı savunarak İsrail’in önünü açmak Sünnet’i reddeden Kur’an Müslümanlarının nasibi(!) olmuştur. Fakat bu da geçer. Geriye ise Azimli’nin bozuk bir Türkçe ile kaleme aldığı mezkûr makalesindeki ilmî, fikrî, ahlakî arızalar ve ihanet kalır.
* * *

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu