Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış Kitabına Cevap 2 -Hüseyin Avni
Kuyudan Çıkarılan Taşlar 2
Geçen sayımızda başladığımız Kuyudan Çıkarılan Taşlar başlıklı yazı serimizin birinci kısmını neşretmiş, Allah dostlarına yapılan salya sümük hakâretlerin Allah’a ve Resûlüne yapılan iftirâlarla nasıl pekiştirilmeye çalışıldığını göstermiştik; Kur’ân ve Sünnet’in Hevâ ve Heves istikâmetinde nasıl tahrîf edildiğini sergilemiştik. Muhâtabımız esâsen bir tiptir.
Sözümüz birilerinin şahsına değil İslâm düşmanı malüm şartların nemli ve münbit zemîninin nerdeyse bir iki günde ortaya çıkardığı anaç mantarlaradır. Bu sıkıntılarımızın asıl kaynağının daha çok, İslâm’a yeni bir şekil vererek O’nu yok etmeye çalışan dış ve iç siyâsî otoriteler ile dünyevîleşme temâyülünün meşrû olmayan izdivâcı olduğunu bilebilmek içün dâhî olmaya da ihtiyâc yoktur. Âlemşümûl/evrensel siyâset-i zâlime çarkının birer gönüllü dişlisi hâline gelenlerin ilmî gibi gösterilen münâkaşalarının esâsen hiç de ilmî olmayıp, ideolöjik soğuk muhârebenin en mühim bir unsuru olduğunu unutmamak lâzımdır. Bay Profesör’ün[1] her biri birer ilim sefâleti olan cinâyetlerine belki kendisi için değmese de umûmun menfaati için cevâb vermeye devâm ediyoruz…
Yine Kabir Ehli Mes’elesi
İddiâ: Kabir ehli kabirlerinde yatan ölülerdir.
Mürîd: Şu hadîsi kabul etmediğinizi söylemişsin:
İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz (sh:10)
Cevâb: Şu rivâyet hakkında uzunca bir makâlemiz Ğurabâ’nın geçmiş sayılarında neşredilmiş idi. Orada, sahîh hadîslere dayanarak sâlih rü’yâ, keşif ve ilhâmlarla veyâhud da ehli olanlarca uyanık iken dahî Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den bir takım rivâyetlerin yapılmış olabileceğini, bunun Kerâmet yoluyla olağan üstü bir yolla meydana gelebileceğini, Kerâmetin ise âyetler ve hadîslerle hak olduğunu bu çerçevedeki bir rivâyette bir yalan ve iftirânın olmayacağını, ama bunun herkesi değil de bu rivâyeti yapanları veya onlara i’timâdı olanları bağlayacağını, bu gibi rivâyetlerin ahkâm husûsunda değil de bir takım fazîletler, sırlar ve incelikler hakkında olduklarını, bunların çok sınırlı ve az olduğunu anlatmış idik. Sonra da bu ibârenin bir takım sahîh ve sâbit hadîslerin ma’nâ ile yapılan rivâyetleri veyâ rü’yâ yâhud keşif ve ilhâm yoluyla sâbit olabileceğini tahkîk etmiştik. Sözü edilen mâkâlede netîce olarak şöyle demiştik:
[İşlerinizde Ne Yapacağınızı Şaşırdığınızda Kabir Ehlinden Yardım İsteyiniz,] Sözü Bir Hadîs midirSûfîlerin dilinde, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki… diye başlayarak çokça söylenen bu sözün, hadîs mecmûalarında bulunamadığı bir hakîkattir. Allah celle celâlühû en iyisini bilir. Böylesi bir sözün Büyük Fakîh ve Usûlcü İbnü Kemal’in Erba’în’inde isnâdsız olarak bulunması ve Allâme Muhaddis Aclûnî’nin Keşfu’l-Hafâ’sında, onu zikredilen kitâbdan nakletmesi hadîs ilimlerinden nasîbi olanları elbette tatmîn etmez. Lâkin İslâm’da yüksek mertebelere ulaşmış kimselere hüsn-i zann etmek ve onları bir kalemde yalanlamamak, elden geldiğince mes’elenin sahîh bir te’vîline gitmek de ilmin ve İslâm ahlâkının îcâblarından olduğundan olmalı ki, Aclûnî zamâne kendini bilmezleri gibi bu söz için birden uydurmadır diye kestirip atmamış, hüsn-i zannın îcâbını yerine getirmiştir.[2]
Burada, bahis mevzû’u sözü nakledenlerin hâfıza kirliliğinden uzak olmaları, adâlet ve diyânetlerine olan i’timâd îcâbı üç cihetle, hatta bunlardan biriyle bile sâbit olabileceği kanâatindeyiz:
Birinci Cihet: Rivâyet bi’l-Ma’na
Şurası da bir hakîkattir ki, hadîs ilimlerinde ma’nâ ile rivâyet -belli şartlarla- Cumhûra göre câiz ve herkese göre vâki’dir. Evet, şu sözün belli lafızlarının kimi hadîs âlimlerince bilinen Hadîs Usûlü ilmi ölçülerine göre sâbit olmadığı söylenmiştir. Lâkin büyük muhaddis ve fakîh Abdü’l-Hayy el-Leknevî rahimehullah bu sözün ma’nâsının, aslında, geçmiş sâlihlerin fetvâsına mürâcaat etmek, demek olduğunu söylemiştir. Bu arada, ma’nâsının birçok bakımdan doğru olduğunu da ifâde ettikten sonra, bu doğru dediği tevcîhlerin bir kaçını zikretmiştir.[3] Büyük Muhaddis, koca fakîh, asrının İmâmı Leknevî’nin, bu sözü, zamane hâricîleri gibi şirk saymayıp sahîh ma’nâlara hamletmesi, yorması ilim, akıl ve idrâk sâhibleri için ibret alınacak bir husûstur. Kendini bilmez câhillere ise her yol asfalt…
Leknevî’nin bu mes’eleyi değişik yanlarıyla değerlendirip îzâh edişleri bize, aşağıdaki rivâyetleri hatırlattı:
Dârimî Hazreti Ömer radıyallâhu anhu’dan rivâyet etti: “Ömer radıyallahu anhu Şüreyh’e şöyle yazdı: Sana (hükmü) Allah’ın Kitâbında bulunan bir mes’ele gelirse onunla (Allah’ın kitâbı ile) hükmet… Eğer sana Allah’ın Kitâbında (açık bir şekilde) bulunmayan bir mes’ele gelirse Resûlüllah’ın Sünnet’ine bak ve onunla hükmet. Eğer sana Allah’ın ve Resûlüllah’ın Sünnetinde bulunmayan bir mes’ele gelirse, İnsânların üzerinde toplandıklarına bak ve onu al….” [4]
Dârimi ve Nesâî, Abdullah ibn-i Mes’ûd radıyallahu anhu’dan rivâyet etti: (Bu günden sonra kime bir hüküm mes’elesi gelirse, Allah azze ve celle’nin Kitâbındaki ile hükmetsin. Eğer ona Allah’ın Kitâb’ında (açıkça) bulunmayan mes’ele gelirse Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hükmettiğiyle hükmetsin. Kime de Allah’ın Kitâb’ında bulunmayan ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hüküm vermediği bir mes’ele gelirse sâlihlerin hükmettikleriyle hükmetsin….)[5]
Yine Dârimî Abdullâh b. Mes’ûd radıyallâhu anhu’nun kendinin şu sözünü rivâyet etti: (Eskiye sarılın.)[6]
Kabirdekilerden yardım isteyin sözünün aslının, Hz. Ömer radıyallahu anhuu’nun ve Abdullah b. Mes’ûd’un yukarıdaki sözleri olabileceğini düşünüyorum. Râşid halîfelerin sözlerinin, geniş ma’nâsı ile Sünnet’e dâhil olduğu ilim erbâbınca bilinen bir şeydir. Üstelik bu sözün Merfû’/Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e âid olma ihtimâli de vardır. Olmadığı farzedilse bile, (Sünnet’ime ve hidâyet üzere olan, Râşid Halîfelerimin Sünnet’ine uyun),[7] hadîsi bu sözün bir cihetle Hükmen Merfû’ olduğunun açık delîlidir.
Hasılı, bu cihetten bakarsak diyebiliriz ki, kabirdekilerden yardım isteyiniz, sözü, muhtemelen Ömer ve İbnü Mes’ûd radıyallahu anhumâ’nın yukarıdaki sözlerinin ma’nâ ile yapılan rivâyetleri netîcesinde bu şekli almıştır. Allahu a’lem…
Ancak, Sûfiyye’nin bu sözden (sadece) bu ma’nâyı anlamadıkları da bir hakîkattir. Öyleyse devâm edelim:
İkinci Cihet: İş’ârî Ma’nâ
Bu noktada dahi deriz ki, Sûfiyye’nin kullana geldikleri bu söz, muhtemelen, Dârimî ve Nesâî’nin yukarıdaki rivâyetlerinin işârî mâ’nâsıdır.[8] İşârî ma’nâlara Ehl-i Sünnet’in tefsîrlerinde[9] sıkça rastlanır.
Asrımızın yaşayan Müfessirlerinden Muhammed Ali es-Sâbûnî, Et-Tibyân isimli, tefsîr Usûlüne dâir yazdığı eserinde bu bahse genişçe yer verir. O, sözü edilen eserinde, Zerkeşî’nin el-Burhân’ından, Taftazânî’nin Şerh-i Akâid’inden ve Süyûtî’nin el-İtkân’ından nakiller yaparak zâhir ma’nâya zıt olmayan işârî ma’nâların makbûl olduğunu isbât eder. [10]
Üçüncü Cihet: Keşif veyâ Sâlih Rü’yâ[11]
Şâyet bu söz, hadîs mecmualarında isnâd ile gelen rivâyetlerde lafzan veya ma’nen veya işâreten yoksa, deriz ki, muhtemeldir ve mümkindir ki, velîlerin keşfi ve ilhâmı ile sâbittir. Süyûtî’nin ve risâlesinde ismi geçen bir nice âlim yanında Hâfız Muhaddis Zebîdî, Müfessir Âlûsî, Allâme Ebyârî ve nice âlimler tarafından bu kabûl görmektedir. Bu takdîrde elbette muhâlifi bağlamaz. Münkire şifâ yerine maraz olur; ancak Onlara i’timâdı olanlar için bir kıymet ifâde eder. Fakat şunu da burada söyleyelim ki, sadece keşif ve ilhâm kaynaklı hadîs(olduğu söylenen söz)ler, Şer’î bir hüküm isbâtında değil, bazı fazîletler, teberrükler, veya sırlar yâhud irşâd noktalarında gelirler. Sadedinde olduğumuz bu sözü de Sûfiyye-i Aliyye Şer’î bir hüküm isbâtında değil de, bir takım fazîlet ve sırlar isbâtı veya kolaylığa sebeb olması maksadıyla telaffuz etmektedirler. Öyleyse ortada hiçbir yanıyla mahzûr yoktur.
Artık konuşmamıza devâm edebiliriz:
Ölülerden yardım istemek, Sadece senden yardım dileriz âyetiyle çelişir mi?
Mürîd: Bunun nesine karşı çıkıyorsun. Kabir ehlinden yardım istemek demek onlardan ibret almak demektir.
İddiâ: Öyleyse neden kabir ehlinden ibret alın, denmiyor da onlardan yardım isteyin deniyor. Hadîs diye uydurulmuş sözün Arapça’sında “Festeînu” إستعينوا istiânede bulunun, yani yardım isteyin ifadesi geçer. Halbuki fatiha sûresinde “yalnız senden istaianede bulunuruz” anlamında “İyyâke nestaîn” إياك نستعين âyeti vardır. Bu âyet, yardımı bir tek yerden yani yalnız Allahtan dilememiz gerektiğini ifade eder. O zaman yukarıdaki bu sözle bu âyet çelişmiyor mu?
Fatihayı her namazda okuyup bu anlamı hep zihnimizde diri tutmamızın bir anlamı yok mudur?
Yukarıdaki sözü Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e mal edenlerin yanında yer almak size ağır gelmiyor mu? Hiç düşünmez misiniz, temel görevi, Kur’ân’ı anlatmak olan Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kur’ân’(a) aykırı bir sözü olabilir mi? Sonra bu sözü Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’den duyan yok. Onunla birlikte ya da ondan sonra yaşayanlardan böyle bir sözü söylemiş olan yok. Bunu nakletmiş sahîh bir hadîs kitâbı da yok. Bunların hiçbiri yok.
Bunu size duyuralı çok oldu ama bu konuda sizde bir şey getirmediniz. Çünkü olmayan şey getirilemez.
Mürîd: Aclûnî’nin Keşf’ül- Hafa adlı kitâbında var ya. Onun kitâbında olması bizim için yeterlidir. Aclûnî büyük bir hadîs âlimidir. O da İbn-i Kemal’in el-Erbain’inden almış.
İddiâ: Aclûnî bu eserini halk arasında hadîs diye bilinen sözlerin doğrusu ile asılsız olanını ortaya koymak için yazmıştır. Bu sebeble kitâbta çok sayıda uydurma hadîs vardır. Aclûnî kitâbının başında Hâfız ibn-i Hacer’in şu sözünü naklediyor: “Aslı olmayan hadîsi kim nakletmişse Buhârî’nin Sülasiyyatında rivâyet ettiği, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu sözünün kapsamına girer: “Kim benden söylemediğim bir şeyi naklederse cehennemde oturacağı yere hazırlansın.”
Sonra alfabetik olarak hazırladığı kitâbında hadîslerin kaynaklarını veriyor. Ama bu sözle ilgili olarak: “İbn-i Kemal Paşa’nın el-Erbain’inde böyle geçmiştir.” İfadesini kullanıyor. İbn-i Kemal Paşa’nın bu eserine baktığımızda da hadîs diye diye söylediği o söz için hiçbir kaynak göstermediğini görüyoruz. Bu sebeple aslı astarı olmayan bu sözü hadîs diye nakledenlerin “Cehennemde oturacakları yere hazırlanmaları” gerekir. (sh:11-12)
Cevâb:
Bir: Ölülerden yardım istemek, Sadece senden yardım dileriz[12] âyetiyle çelişir, diyorsunuz. Biz de süâl ederiz ki; tenâkuz/çelişki nedir, nasıl olur? Mantık ilminde çelişkinin ne demek olduğunu bilmem biliyor musunuz? Bu iddiânız kasıdlı ve inâdî bir iddiâ değilse, demek ki bilmiyorsunuz. O hâlde iş kötü… Aksi hâlde daha da kötü. Mevlâ hidâyet versin. Şâyet bilmiyorsanız hiç değilse bir Türkçe mantık kitâbına müracaat ediniz. Orada göreceksiniz ki çelişkinin gerçekleşmesi için bir çok şartı vardır. O şartların tamamı veya bir kısmı buradaki iki kadıyyede mevcûd değildir. O hâlde ortada çelişki olamaz. Çelişki iddiâsını âyetin ma’nâsını mutlak kabûl ederek ileri sürüyorsanız, yani âyetteki yardım istemeyi her türlü yardıma şamil kabûl ediyorsanız, işiniz zor… Zîrâ, kendiniz de dahil (sebeb olarak) kullardan yardım isteyen herkesi tekfîr etmiş oluyorsunuz. O hâlde, sadece ölülerden değil dirilerden de herhangi bir basît yardım istemek bile âyet ile çelişir. Hayâtınızda birilerinden mutlaka yardım istemişsinizdir.
İki: Eğer, basît dünyevi ihtiyacları istemek âyetin umûmundan hâricdir, diyorsanız, âyetin mutlak veya umûmî olmadığını söylemiş oluyorsunuz. Yani, âyetten her nevi yardım istemek kastedilmiyor demek istiyorsunuz. Öyleyse, âyeti sınırlamaktaki ölçünüz nedir? Bu sınırlandırıcı nedir? Aklınız ve nefsiniz ise, onlar sizin olsun. Zîrâ onlar bizim işimize, hatta hiç kimsenin işine yaramaz beş para etmez metâ’lardır.
Haydi siz bana kuvvetle yardım ediniz,[13] ve İyilik ve takvada yardımlaşınız”[14] âyetleri ve benzeri âyetler bir de bunların ma’nâları doğrultusundaki hadîsler, sadece senden yardım dileriz âyetinin mutlak olmadığını gösteriyor, değil mi?
Üç: Bu tür yardımlar beşerin gücü dâhilindeki yardımlardır diyorsanız ve beşerde Allah celle celâlühû’dan müstakil güç, kudret ve îcâd kabiliyeti görüyorsanız, bu, şimdilerde hortlatılmaya çalışılan ve necâsetinde boncuk aranılan sapık Mu’tezile’nin görüşünden başka bir şey değildir.
Abdullah İbnü Mes’ûd anlatıyor: Bir gün Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydım ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh dedim. O, biliyor musun onun tefsîri nedir? buyurdu. Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem en iyi bilir, dedim. Günâh işlememek ancak Allahın korumasıyladır; Allah’a tâat da ancak Allâh’ın yardımıyladır; Cibrîl bunu bana işte böyle haber verdi, buyurdu.[15] Biz de bu ma’nâda, lâ havle vela kuvvete illa billah diyoruz. Yani, Allah güç vermedikçe hiçbir kimsede en küçük bir güç bile yoktur, o bâsît yardımlar bile hakîkatte Allah’tandır; kullar onlara sebeblerdir, diyoruz..
Dört: Ölülerden, vesîle olarak büyük yardım istemek mi şirke daha çok yakışıyor, dirilerden müstakil, onlara ait, hakîkî olarak küçük bâsît yardımı istemek mi? Bir düşününüz. Şirk ile suçladıklarınız, basît dünyevî yardımları hakîkî ma’nâda kullardan istemeyi de âyete ters görüp tevhide zıt kabûl ediyorlar. Ya siz?!..
Beş: İbnü Hacer el-Askalânî’nin, Fethu’l-Bârî’de zikredip isnâdının sahîh olduğunu söylediği, İbnü Ebî Şeybe ve Beyhekî’nin rivâyet ettiği, Sahabî’nin şu yaptığına insafla bakınız: Bilâl İbnü Hâris radıyallahu anh, Hz. Ömer radıyallahu anhu’nun zamanındaki bir kıtlıkta, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine giderek, (Ya Resûlellah sallallâhu aleyhi ve sellem Ümmet’in için Allah celle celâlühû’dan yağmur iste zîrâ onlar helak oldular)[16] dedi. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem kabrinde olduğu hâlde, ondan bir şey istedi, yardım istedi. Bu istemeyi ne kendisi, ne Hz. Ömer radıyallahu anhu, ne diğer Ashâb radıyallahu anhum ve Hadîs İmâmları, ne müfessirler, ne akâid âlimleri ne açık ne de kapalı âyete ters görmediler ve şirk ameli kabûl etmediler.
Altı: İmâm Zehebî’nin, Şeyhü’l-İslâm lâkabı ile andığı, İmâm, Muhaddis ve Müctehid Sübkî şöyle diyor: “Bil ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i Allah celle celâlühû’ya aracı yapmak, ondan yardım istemek ve onu şefaatçı yapmak câizdir ve güzeldir. Bunun câiz ve güzel oluşu, dini olan herkes için. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve Resûller aleyhimusselâm’ın işlerinden Selef-i sâlihîn, İslâm âlimleri ve sıradan Müslümanların hayât tarzlarından bilinen işlerdendir. Bunu dîni olan hiç kimse inkâr etmemiştir. Ve bu inkâr hiçbir zaman işitilmemiştir. Nihâyet İbnü Teymiyye geldi bu husûsta öyle sözler söyledi ki, o sözler içerisinde (bocalayan) zayıf, câhil ve ğafil kimseler mes’eleyi iyice karıştırdı.”[17]
İmâm Sübkî zamanının kendini bilmezlerini ne de güzel anlatıyor, değil mi? Üstelik onun zayıf, câhil ve ğâfil dedikleri zamânımızın müctehidlerinin kılavuzları… Varın siz hesab edin gerisini…
Evet, kerâmet sâhibi büyüklerden sebeb olma yoluyla, ölüyken de yardım istenebîlir. Onlar da kerâmet yoluyla Allah celle celâlühû’nun yardımına vesîle olabilirler. O yardım gerçekte Mevlâdan, vesîle alâkasıyla mecâz olarak o velîden gelmiş olur ve bu âyetle de çelişmez. Ancak, değil bu yardım isteme, en basît dünyevi yardım isteme bile, hakîkaten Allah celle celâlühû’dan başkasından istenir ve meşrû’ görülürse işte bu yardım isteme âyet ile çelişir. Yani dünyevî basît küçük yardımların diri kullardan istenmesi ile (bu mecâzî değilse) âyetin hükmü çiğnenmiş olur.
Yedi: Evet, Aclûnî, Keşf’inde bir çok hadîs diye bilinip de başkalarına âid sözleri, nice uydurma, birçok uydurma olduğu iddiâ edilen ama hakîkatte uydurma olmayan ve nice sahîh rivâyetleri getirmiştir. Ancak orada getirdiği şu rivâyet için sâbit olmadığına dâir yaptığı nakillerin yanında İbnü Kemâl Paşâ’nın da sözlerini aktarması ve onlara i’tirâz etmemesi hiç mi bir şey ifâde etmiyor? Şu sözle alâkalı olarak sarfettiği ifâdeler, esâsen Fahruddîn er-Râzî’den nakledilmiştir. İyi bilemem ama, zirveye varan büyük bir Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh âlimi olan İbnü Kemâl Paşâ’ya cehennemden ayırdığınız o arsa size tahsîs edilmiş de olabilir.
Sekiz: Buhârî’nin Sülâsiyatında… şeklindeki tercümemiz ibretlik bir tercüme. Zîrâ büyük harfle (S) yazdığınıza göre Sülâsiyyât’ı -eğer ortada bir matbaa hatâsı yoksa- kitâb zannettiğiniz anlaşılıyor. Oysa, onun Sülâsiyyât isimli bir kitâbı yoktur. Sülâsiyyât’ı demek, (O’na göre âlî isnâd olan) üç râvili rivâyetler demektir ki, bunlardan Sahîh’inde sâdece yirmi iki tâne vardır.[18] Değil âlimlerin, yeni talebelerin bile bilebilecekleri şu husûsun bile farkında değilken boyunuzdan büyük mes’elelerde gelişi güzel ahkâm kesiyorsununuz. Sizin şu hâlinize bakarak diyoruz ki; Allah celle celâlühû Bekrî Mustafaya rahmet eylesin; haddini bilen biriydi…
Ölü Bir İş Yapabilir mi ve Diriye Yardım Edebilir mi?
Mürîd: Yaşayan bir insandan yardım istemiyor muyuz? Bir velî ölünce rûhu kınından çıkmış kılınç gibi olur ve daha çok yardım yapma imkânı elde eder. Bunlar birçok tasarruflarda bulunurlar.
İddiâ: Yaşayan insandan yardım istememe konusuna biraz sonra geleceğiz. Ama bir velî ölünce rûhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunun Kur’ân’dan ve Sünnet’ten bir dayanağı var mıdır? Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve selem de ölmüştür. Onu hatırladığımızda ve kabrini ziyâret ettiğimizde ona salat ve selâm veririz. Yani Allah’ın rahmeti ve ebedi mutluluk onun olsun deriz. Böylece, Allah’tan peygamberimize olan ikramını daha da arttırmasını isteriz. (sh: 12-13)
Cevâb: Yaşayan insandan hakîkat ma’nâsı ile basît yardımlar istemek de âyetin ma’nâsı ile çelişir.
İddiaların her bakımdan edebî ve de ilmi bir uslüb ile ortaya konulmaması sebebiyle gereksiz hattâ bıktırıcı ve usandırıcı tekrarlamalara mukabil aynı minvâl üzere verilen mükerrer cevâbların okuyucu tarafından hoş karşılanmasını istirham ediyoruz. Birçok yönden buna mecbûr kalıyoruz. Ve bir daha tekrar ederek şöyle diyoruz:
Kerâmet sâhibi bir kişi tıpkı mu’cize sâhibi bir Nebî aleyhisselâm (hattâ sıradan insanların sıradan işlerinde olduğu) gibi Allah celle celâlühû’nun izni, yaratması ve var etmesi ile sebeb olma yoluyla yardım isteyene yardımda bulunabilir. Bunun, birazcık akla, insafa, cüz’î ilme ve irfâna, asgarî Ehl-i Sünnet akîdesi ve anlayışına, sâhib olana göre Kur’ân ve Sünnet’ten delîlleri çoktur.
Müfessir Âlûsî, Rûhu’l-Meânî’sinde,[19] işleri tedbîr edenler hakkı içün[20] âyetinin tefsîrinde, O’na göre bazı yanlış anlamalara cevâb verdikten sonra şöyle diyor:
“Evet, Allah celle celâlühû bazen dostlarından dilediklerine, ölmeden evvel olduğu gibi, öldükten sonra da dilediği kerâmeti verir ve (Hakk) Sübhanehu ve teâlâ hastayı iyileştirir, boğulmakta olanı kurtarır, düşmana karşı yardım eder, yağmur yağdırır ve bunu kerâmet olarak verir. Bazen de o kişiye benzeyen bir sûret ortaya çıkarır ve o sûret o kişinin hürmetine, günah olmayan şeylerden (Allah celle celâlühû) istenileni, isteyenin istediğini yerine getirmek için yapar…” (Âlûsî’nin sözü bitti.)
Âlûsî merhûm, muhtemelen, Fahr-i Râzî’nin Tefsîr-i Kebîr’indeki[21] bu âyeti tefsîr ederken yaptığı îzâhâttan anlaşılabilecek yanlışlıklara dikkati çekiyor. Râzî şöyle diyordu: “Sonra bu şerefli rûhlar, kuvvet ve şereflerinden dolayı, olmakta olanların, onlarda olması ihtimâlden uzak değildir. Bu âlemin hâllerinde (dünyada olup biten şeylerde) onlardan eser zuhûr eder. Bu sebeble onlar işleri tedbîr edenler(den)dirler.” (Râzînin sözü bitti.)
Burada esas mühim olan, Râzî’nin bu tefsîrinin isâbetli olup olmadığından çok, ölen fazîletli kişilerin öldükten sonra da tasarrufta bulundukları’na inanması ve bunu beyân etmesidir. Müdebbirât olup olmamaları ise ayrı mes’ele… Kerâmet sâhibi kimselerin rûhlarının öldükten sonra da bu âlemde tasarrufta bulunmaları, (gerek işleri tedbîr edenlerden olmaları, gerekse kerâmet îcâbı olarak) iki müfessir tarafından kabûl edilmesi, zamane şaşkınları gibi şirk olarak ilan edilmemesi… Asıl mühim olan işte bu…
Mü’minlerin Kabrinde Yatan Efendimiz Sallallâhu Aleyhi Ve Sellem’den Bir İsteği Olmaz mı?.
İddiâ: Ama hiçbir düâmızda Hz. Muhammed’den (Sallallâhu aleyhi ve sellem) bir isteğimiz olmaz. Çünkü o zaman Hıristiyanların Hz. İsa’ya (a) yaptığını biz Hz. Muhammed’e yapmış oluruz ki; bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey değildir. (sh: 13)
Cevâb: Sizin hiçbir düânızda Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den bir isteğiniz olmaz’sa ve de yoksa da Ashâb radıyellâhu anhum’un ve mü’minlerin var…
Bilal İbnü Harisler, Osman İbnü Huneyfler, Ashâb radıyallahu anhum, Sübkîler, Âlûsiler, yüzlerce fıkıh, tefsîr, akâid ve hadîs âlimi, hattâ birkaç şâzz şahsiyetten hâric Ehl-i Sünnet ulemâsının tamamı, Hristiyanların Hz. Îsâ aleyhisselâm’a ibâdet ettikleri gibi Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ibâdet ediyorlardı, öyle mi?.. Yazıklar olsun… Binlerce yazıklar olsun. Bu, ilim ve edeb diyarından çok çok uzak olan üslûb ve ifâdelerinize karşı size yapılacak en ğaliz hakaretin bile iltifat ve tezkiye olacağından böyle bir yola gitmiyor, böylece T.C.’nin bugünkü mer’î kanunlarının pençesinden de kurtulmuş olmayı hedeflemiş oluyoruz…Yoldan çıkmanın ne olduğunu pek yakında öğreneceksiniz. Hayırlı Selef’in çizgisinde yürümek mi, İslâm düşmanlarına çorbacı olmak mı?…
Ölmüş Bir Velînin Bir Çok Tasarrufta Bulunduğu Doğru mudur?
İddiâ: Ölmüş bir velînin bir çok tasarrufta bulunduğunu, yani daha birçok iş çevirebildiğini ifade ettiniz. Bu konudaki dayanağınız nedir?
Mürîd: Bir velî ölünce rûhunun kınından çıkmış bir kılınç gibi olduğunu söyleyen bazı büyük âlimler var.
İddiâ: Ama her şeyi bilen Allah’ın kitâbında bunun böyle olmadığına dâir açık âyetler vardır. (sh: 13)
Cevâb: Allah’a yalan iftirâ ediyorsunuz; O’nun indirdiği bizim Kur’ânımızda öyle bir âyet yok. O’nda tam aksine inkâr ettiklerinize işâret vardır. Râzî ve Âlûsî’den, velîlerin kerâmet olarak, öldükten sonra bir takım tasarruflarda bulunabileceğini (Naziat:5) âyetinin tefsîrinde beyan ettiklerini nakletmiştik. Rûh, kabir ve Âhiret mevzû’larında ya hiç ciddi bir kitâb okumamışsınız, yahut inâd îcâbı laflar sarfediyorsunuz. Kurtubî’nin Tezkiresini, Sübkî’nin Şifâu’s-Sikâm’ını, İbnü’l-Kayyim’in Er-Rûhunu, İbnü Receb el-Hanbelî’nin Ehvâlü’l-Kubûrunu, Süyûtî’nin Şerhu’s-Sudûr’unu ve El-Büdûrü’s-Sâfire’sini, Necmuddin el-Ğaytî’nin, el-Esile ve’l-Ecvibe’sini okumuş olsaydınız, Kur’anın açık âyetlerini, açık sünnet’i gözünüzü açarak okusaydınız elbette böyle câhilane sözler edemezdiniz. Şu kitâbların müelliflerinden her biri kocaman hadîs âlimi, bazıları aynı zamanda müfessir, bazıları aynı zamanda müctehid.
Fahruddîn-i Râzî, Tefsîr-i Kebîr’inde[22] ve El-Metâlibu’l-Âliyye’de…[23] Allâme Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd’da,[24] Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî, el-Metâli’[25] üzerine yazdığı haşiyesinin başlarında, İbnu’l-Kayyim de er-Rûh isimli kitâbında[26] ölülerin bir takım tasarruflarda bulunabileceklerini ve dirilere faydalı olabileceklerini söylemektedirler. Hâs ve dar ma’nâda Velî olduğuna inanılan bir kimseden, kerâmet beklenilmesi ne Kitâb ne Sünnet ve ne de İcmâ’a ters düşen bir şey değildir. Hattâ bu kıyasa bile uyar. Şöyle ki, Allah bu âlemde yaptığı rızık ve benzeri yardımlardan bir çoğunu kulları vâsıtasıyla yapar. O vâsıtalardan gördüğümüz rızık ve ni’metleri bizzat kendilerinden sayarsak, bu, tek Rezzâk’ın Allah olduğuna dâir inen âyete[27] ters düşmekle bir çeşit şirk sebebi olur. O bakımdan doğrusu kulları sebeb ve vâsıta Allah celle celâlühû’yu da yaratan ve îcâd eden görmektir.
Bir de bu husûsta mecmûamızda bir makâle neşredilmişti. Ona bakılmasını tavsiye ediyoruz.
Allah, Ölülerin Rûhunu, Belli Bir Yerde Berzah Aleminde mi Tutmaktadır?.
İddiâ: “Allah ölüm esnasında rûhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir.” (Zümer 39/42)
Bu âyete göre Allah, ölülerin rûhunu, belli bir yerde berzah aleminde tutmaktadır.
Kabirdekilerle ilgili olarak Allah teâlâ şöyle buyuruyor: (sh: 13)
Cevâb: Bu âyetleri, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e, Ashâb’ına ve İslâm ulemâsına danışmadan sormadan, kendi reyinizle gelişigüzel yorumlamışsınız. Bu açık âyetlere gözlerinizi kapayarak bakmış, Allah celle celâlühû’ya söylemediğini yakıştırmış yani iftirâ etmişsiniz.
Bu âyetler bu husûstaki hadîsler gözönünde bulundurulduğunda, rûhların bedenden ne şekilde alındığını, Allah celle celâlühû’nun rü’yâda aldığı rûhları, uyandığında eskisi gibi saldığını, ölümle aldığı rûhları ölmeden evvelki şekilde bedenlerine geri çevirmediğini, tuttuğunu anlatıyor. Yoksa, ölenlerin rûhlarının bedenle hiçbir şekilde alâkalarının kalmadığını, rûhların hiç bir şey yapamayacağını, hiç bir şekilde tasarrufta bulunamayacağını göstermiyor. Hele, açık bir şekilde hiç… Hâsılı, Allah celle celâlühû’ya iftirâ etmişsiniz. Söylediğiyle alâkasız şeyleri O’na yakıştırmışsınız. “Haya îmândandır.”[28]
Bu âyetleri, onları getiren ve en iyi anlayan Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hadîsleri ışığında nasıl anlayacağız? Biz burada, ölenlerin rûhlarının hâlleri, yerleri ve işitip işitmemeleri ile alâkalı bir takım hadîsleri ve onların şerh ve îzâhı olan ulemâ sözleri ve îzâhlarından bir kısmını yazalım ki, Sünnet ve Ehl-i Sünnet çizgisinden, yani haktan ve hidâyetten ne denli uzaklaştığınız görülsün. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb radıyallahu anhum ve ulemâ rahmetüllâhi aleyhim mi hâşa açık âyeti görüp anlayamadılar, siz mi saçmalıyorsunuz belli olsun.
Ölenlerin Rûhlarıyla Alâkalı Bir Takım Hadîsler
Bir: (Nebîler aleyhimusselâm kabirlerinde diridirler, namaz kılarlar.)[29]
İki: (İbnü Abbas radıyallahu anhmâ anlatıyor: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâb’ı radıyellâhu anhum’dan biri bir kabrin üzerinde bir çadır kurdu. (Orasının) kabir olduğunu bilmiyordu. Bir de ne görsün ki, kabirde bir insan var, Mülk sûresini okuyordu…)[30]
Üç: (Zîrâ, onlar (ölülerin rûhları) kabirlerinde birbirlerini ziyâret ederler.)[31]
Dört: (Ca’fer İbnü ebî Tâlib’i, bir melek olarak (şeklinde) Cennet’te meleklerle uçarken gördüm.)[32]
İbnü Receb, bu eserler, rûhların öldükten sonra bedenlere bitişmeyeceğini anlatmaz, diyor.[33]
Beş: (Kim dünyada tanıdığı bir mü’min kardeşinin kabrine uğrar da ona selâm verirse, o kardeşi onu tanır ve selâmını alır.)[34]
Altı: (Hz. Aişe radıyallahu anhâ buyurdu: Eve giriyor elbisemi çıkarıyordum ve diyordum ki, bunlar sadece benim babam ve kocam. Ne zaman ki Ömer radıyallahu anhu onlarla defnedildi. Ömer radıyallâhu anhu’dan haya ettiğimden elbiselerimi üzerime sıkı sıkıya bağlamadan eve girmedim.)[35]
Sübkî şöyle diyor: “Şehîdlerin dışındaki rûhların, ölüye kabirde geri dönmesi sahîh(hadîsler)de sâbittir. Tereddüt sadece, bedende devamlı durması, bedenin onunla dünyadaki gibi canlanması veya o rûh Allah’ın istediği yerdeyken bedenin canlı olacağındadır,”
Yâfiî, şöyle dedi: “Ehl-i Sünnet’in mezhebi, ölülerin rûhlarının Allah murâd ettiğinde bazı vakitlerde İlliyyîn’den veya Siccîn’den kabirlerindeki cesedlere geri çevrileceği ve husûsiyyetle Cumu’a geceleri oturup konuşacakları, ni’met ehlinin ni’metleneceği, azâb ehlinin de azâb göreceği, şeklindedir.”
İbnu’l-Kayyim şöyle diyor: Hadîsler ve eserler, ziyâretçi geldiğinde, ziyâret edilenin (ölünün) onu bildiğini, sözünü işittiğini, onunla yalnızlığını giderdiğini, selâmını aldığını, bunun şehîd olanları da olmayanları da içine aldığını ve bunda bir zaman ta’yîni olmadığını gösteriyor.
Yedi: (İbnü Mes’ûd şöyle dedi: (Şehîdler) yeşil kuşların kursak boşluğundadırlar. Onların arşa asılı kandilleri vardır. Cennetten istedikleri yere uçarlar, sonra o kandillere geri dönerler.)[36]
Sekiz: (Vehb İbnü Münebbih anlatıyor: Allah’ın yedinci kat göklerde Beyzâ diye bir evi vardır. Mü’minlerin rûhları (Allahu a’lem, bazen) onda toplanır. Dünyadakilerden biri ölünce rûhlar onu karşılar, ona dünya haberlerinden sorarlar.)[37]
Dokuz: Ömer radıyallahu anhu, Esmâ radıyallâhu anha’ya, oğlu Abdullah İbnü Zübeyr radıyallahu anhu için cesedi asılıyken tâ’ziyede bulundu ve dedi ki, rûhlar sadece semada Allah celle celâlühû’nun katındadır. Bu yalnızca bir ceseddir.[38]
On: (Selmân şöyle diyor: “Mü’minlerin rûhları, yeryüzünde Berzahtadırlar; diledikleri yere giderler. Kâfirin rûhu da Siccîn’dedir”).[39]
Demek ki, Berzah, Dünya ile Âhiret arası bir âlemdir. Zamâne câhillerinin zannettikleri gibi rûhların hapishânesi değildir.
On Bir: (Mâlik İbnü Enes radıyallahu anhuu şöyle dedi: Bana gelen habere göre, Mü’minlerin rûhları salınıktırlar, diledikleri yere giderler.)[40]
Rivâyetler çok fazla… Bunlar, onlardan küçük bir kısmı.
Peki âlimlerimiz bu husûsta ne diyorlar?
Âlimlerin, Ölenlerin Rûhlarıyla Alâkalı Olarak Söyledikleri Sözlerden Bir Kısmı
Kurtubî:
Sadece şehîdlerin rûhları cennettedirler. Diğerleri bazen cennette olmayıp gökte, bazen de kabir boşluğunda olurlar.
İbn-i Hacer:
Fetâvâ’sında (kısaca) şöyle der:
Mü’minlerin rûhları İlliyyîn’de, kâfirlerin rûhları da Siccîn’dedir. Her bir rûhun cesedi ile ma’nevî bir bağı vardır ki dünya hayâtındaki bağa benzemez. Aksine ona en çok benzeyen, uyuyanın hâlidir. Her ne kadar ölenin rûhunun, bedeni ile bağlantısı uyuyanınkinden daha kuvvetli ise de. Böylece “İlliyyîn’dedir,” “Siccîn’dedir,” “kabir boşluğundadır” gibi değişik rivâyetler te’vîl edilmiş (araları bulunmuş) olur. Bununla beraber tasarrufta (bir şeyler yapmakta) izinlidirler. Sonra, İlliyyîn’deki ve Siccîn’deki yerlerine geri dönerler. Ölü bir kabirden diğer bir kabire nakledilirse, azalar ayrılsa bile bu bağlantı yine de sürer.[41]
Nesefî
O, Bahru’l-Kelâm’da şöyle dedi: Rûhlar dört türlüdür:
Bir: Nebîlerin aleyhimusselâm rûhları: Misk ve kâfûr gibi cesedlerinden çıkarlar, kendi sûretleri gibi olurlar, cennette bulunur, yer içer nimetlenirler…
İki: Şehîdlerin rûhları: Cesedlerinden çıkarlar, cennette yeşil kuşların (kursak) boşluğunda bulunurlar. Yerler nimetlenirler. Gece arşın altında asılı kandillere geri dönerler.
Üç: İtâatkâr (sâlih) Mü’minlerin rûhları: Cennet’in çevresinin dışındadırlar. Yeyip faydalanamazlar. Ancak cennete bakarlar.
Dört: Âsî (günahkar) Mü’minlerin rûhları: Yerle gök arasında havadadırlar.
Beş: Kâfirlerin rûhları, Siccîn’dedirler… Bu rûhlar bedenlerine bağlıdırlar. Bu yüzden rûhlar azab görür, cesedler acı duyar…[42]
Evet, Şerhu’s-Sudûr’da yer alan yüzlerce rivâyete ve onlarca büyük müfessir ve muhaddisin îzâhlarına bakabilirsiniz. Ayrıca, er-Rûh, Tezkire, el-Budûrü’s-Sâfire, Ehvalü’l-Kubûr, El-Es’ile ve’l-Ecvibe ve diğer kitâblara müracaat edebilirsiniz. Bunlara ilâve olarak Şifâu’s-Sikâm’ı iyi mutalâa etmelisiniz. Desteksiz atmamış olmak için buna katlanmalısınız. Çünki, “Şübhesiz ki insan, kendini müstağni olarak gördüğünden dolayı elbette azmakta, azıtmaktadır.”[43]
İbnü’l-Kayyım (Hulasa olarak) şöyle dedi:
Bir: Denilmiştir ki, şehîd olsun olmasın mü’minlerin rûhları cennettedirler…
İki: Ruhların kabirlerin boşluklarında oldukları da söylenmiştir. İbnu Abdi’l-Berr, “bu, söylenenlerin en doğrusudur,” dedi… Eğer bu sözle hep oradadırlar oradan (hiç) ayrılmazlar denilmek isteniyorsa bu yanlıştır. Kitâb ve Sünnet bu görüşü reddeder. Zîrâ, rûhun öyle bir husûsiyeti vardır ki, Refik-i Â’lada olur ama bedeniyle bağlantısı bulunur. Öyle ki, birisi o rûhun sâhibine selâm verince selâmını alır
Rûhun bedenle beş türlü irtibâtı/bağlantısı vardır: Birincisi, ana karnındayken, İkincisi, doğduktan sonra, Üçüncüsü, uyurken, Dördüncüsü, Berzah’tâ. Zîrâ, rûh her ne kadar ölümle bedenden ayrıldıysa da, ona iltifâtı kalmayacak şekilde ondan tamamen ayrılmaz. Beşincisi, diriltilme gününde…
Üç: Mü’min rûhların Câbiye’de veya Zemzem Kuyusu’nda, kâfir rûhların ise Berhut’da olduğu da söylenmiştir.
Bu görüşlerden birinin doğru diğerlerinin de yanlış olduğu söylenemez. Doğru olanı, rûhların berzahtaki yerlerinin çok farklı olduğudur. Delîller arasında da çelişki yoktur. Kimisi A’lâ-i İlliyyîn’de, kimisi kuşların kursaklarında, cennette diledikleri yerlere giderler. Kimisi cennet’in kapısında, kimisi kabrinde hapsolmuş, kimisi yeryüzünde hapsolmuş, mele-i Ala’ya ulaşamaz. Kimisi zinakârların tandırında, kimisi kan nehrinde veya başka yerlerdedir. Mü’min ve kâfir rûhlarının tek bir yeri yoktur. Yerlerinin değişik olmasına rağmen hepsinin kabirlerindeki cesedleri ile bağlantıları vardır. Böylece kendileri için yazılan ni’met ve azâb hâsıl olur.[44]
Îsâ Aleyhisselâm Hâşâ Öldü mü?
İddiâ:“Dirilerle ölüler bir olmaz. Şübhesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.” (Fatır 35/22)
Hz. İsa’nın ahirette yapacağı konuşmayı veren şu âyet üzerinde düşünmek gerekir.
“…İçlerinde bulunduğum sürece onları gözetiyordum. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin.” (Maide 5/117)
Büyük Peygamber Hz. İsa (a) öldükten sonra Ümmetinden habersiz oluyorsa, ölen bir velînin rûhunun kınından çıkmış kılınç gibi olması nasıl kabul edilebilir. (sh: 13)
Cevâb: Hz. Îsâ aleyhisselâm hakkındaki bu görüşlerinizle büyük bir câhillik ve sapıklık sergilemektesiniz. Âyeti, Ehl-i Sünnet, (hattâ, Ehl-i Bid’at) tefsîrcilerin anlayıp anlattığı gibi değil de, Yehûdî ve bir kısım Hıristiyanların ve onların yolunda giden iki yüz seneyi bulmayan bir geçmişi bile olmayan sapık zındıkların tanıyıp tanıttığı bir Îsâ aleyhisselâm’a göre ma’nâlandırmışsınız.
Hakîkatte, Hz. Îsâ aleyhisselâm ne öldürüldü ne de öldü. Öldürülmediği Kur’ân’la,[45] ölmediği de Sünnet ve İcmâ’ ile, hattâ Kurân’ın işâreti ile sâbittir. Öldürüldüğü, Yehûdî’lerin, öldüğü Hıristiyanların, ölmediği ve öldürülmediği, aksine yaşadığı Âhir Zaman’da ineceği de, yüzleri aşan hadîsin bildirdiğine göre Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in haber verdiği ve söylediği, mü’minlerin de îmân ettiği bir husûstur.
Allah celle celâlühû’nun O’nu öldürdüğü sonra da dirilttiğine dâir Abdullah İbnü Abbas radıyallahu anhumâ’ya nisbet edilen[46] söz, senedindeki inkıtâ’/kesiklik ve râvîlerindeki cerh sebebiyle zayıf bir rivâyettir.[47]
توفي Teveffi kelimesinin Arapça’da değişik ma’nâları vardır; falancıdan hakkımı teveffî ettim sözündeki gibi tamamen almak, uyku ve öldürmek,[48]manalarına gelir.
Evet, mü’minlerin inancına göre, Hz. Îsâ aleyhisselâm sağdır ve Âhir Zaman’da yeryüzüne inecektir. Bu Ümmet’in âlimlerinin hiçbiri ineceğini inkâr etmemiştir.[49] Onun yaşadığına ve yeryüzüne ineceğine dâir İcmâ’ bulunduğunu açıkça ifâde edenlerden biri de Müfessir Ebû Hayyan’dır. Üstelik, O’nun öldürüldüğünü ve (göklere) öyle kaldırıldığını söyleyenler de takdîr edilen müddetin geçmesinden sonra, canlı olarak yeryüzüne ineceğini söylemektedirler.[50] Hattâ âlimler onun ineceğinde İcmâ’ etmişlerdir. Nitekim buna Kur’ân, Sünnet ve İcmâ’ delâlet etmektedir.
Alimler bu husûstaki rivâyetlerden zikrettikten sonra, bu zikrettiğimiz rivâyetlerin tamâmı tevatür haddine ulaşmıştır demiştir. Benzeri ifâdeler, Hind’li Muhaddis Sıddîk Hasan Hân el-Kannûcî’’nin[51] el-İzâe’sinde vardır. Onlardan evvel bu rivâyetlerin Mütevâtir olduğu, İbn-i Cerîr, Büyük İbnü Rüşd ve diğerleri tarafından belirtilmiştir. Hattâ, Muhaddis Enver Şâh el-Keşmîrî’nin Et-Tasrih Bimâ Tevâtere Fî Nüzûli’l-Mesîh[52] isimli kitâbında, Hz. Îsâ aleyhisselâm’ın ineceğine dâir yüz civârında Merfû’ ve Mevkûf hadîs zikretmektedir.
Tirmizî’de zikredildiğine göre, Hz. Îsâ aleyhisselâm’ın ineceği yirmi civarında Sahâbî tarafından rivâyet edilmiştir.[53] Sadece, Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde birçok rivâyet vardır.
İmâm Celâleddîn es-Süyûtî, el-İ’lâm isimli risâlesinde Mütevâtir habere istinad eden Hz. Îsâ aleyhisselâm’ın ineceğini inkâr edenin kâfir olacağını söylüyor.[54]
Tefsîrler, hadîs kitâbları ve onların şerhleri, Kıyâmet alametleriyle alâkalı kitâblar, akâid kitâbları bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yukarıdaki ifâdelerin birçoğu büyük muhaddis İmâm Zahid-i Kevserî’nin makalesinden alınmıştır.[55] O’nun bu mevzû’da müstakil matbû’ bir eseri de vardır ki ismi, Nazratün Âbireh Fî Mezâimi Men Yünkiru Nüzûle Îsâ Aleyhisselâm Kable’l-Âhireh’dir.[56]
Îsâ aleyhisselâm’ın ölü olduğu, Yehûdîler ve izlerinden gidenlerin inancıdır.
Maide,117. âyetten neler de çıkarıyorsunuz, maşaellah… Bu âyetin doğru ma’nâsı, Beni teveffî ettiğinde, yani aldığında, katına çıkardığında şeklindedir, beni vefat ettirdiğinde (öldürdüğünde) değil. Sizin ma’nânız sapık Nasârâ’nın inancından da sapıkça olup Yehûdîler’in inancına münâsibdir.…Hem, bu âyetten Ümmet’inden habersiz olduğunu nasıl çıkardınız? Ama sahi bu, apaçık bir âyet idi… Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem ne güzel buyurdu: Haya îmândandır.[57] Utanmıyorsan dilediğini yap.[58]
Hz. Îsâ aleyhisselâm, (haşa ölmeden değil de) göğe çıkarılmadan evvel, ( رقيب)raqîb kimdi de, O (Müslümanlara göre) göğe çıktıktan (size göre ise öldükten) sonra rakîb Allah celle celâluhu oldu. Allah celle celâluhu, O (haşa) ölmeden ( رقيب)rakib değil miydi? Yoksa rakîblıkta Hz. Îsâ aleyhisselâm ona ortak mı idi? Haşa ve kella… Öyleyse, Îsâ aleyhisselâm’nın onların aralarındayken onlara şâhid olması ne demekti?…
Sanki -Allahu a’lem- şöyle demek istedi: Ben aralarındayken, onların Hz. Îsâ aleyhisselâm ve anası ilâhtırlar, demediklerine şâhid idim. Böyle demediler. Böyle demekten onları engelliyordum. Beni alınca ise, (önceden olduğu gibi şimdi de) başkası değil sensin raqîb olan, onların amellerini muhafaza eden saklayan murakabe ve şâhidliğine göre onlara muamele edecek olan sensin. Sen bilirsin, Rabbim! Nasıl dilersen öyle yap..) Veya, -Allahu a’lem- (Ben aralarındayken üzerime düşeni yaptım, şimdi ise önceden olduğu gibi sen onları pek güzel görmektesin kurtuluş sebeblerini sen hazırla Allahım!..) demeye getirmiş olabilir. Nitekim, belki de, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’i resûl göndermekle Allah onları bu inançtan vazgeçirmek için onlara âyetler gönderdi. Allahu a’lem…
Hâsılı, Hz. Îsâ aleyhisselâm’nın şâhidliği ve nezâreti, bazen mu’cizevî, çoğu zaman da mu’cizevî olmayan bir şâhidlik ve nezaret. Tebliğ, emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker, yani esbab dâiresinde bir şâhidlik ve nezaret ma’nâsına bir şâhidlik ve nezaret. Allah celle celâlühû’nun raqîbliği ise, Hz. Îsâ aleyhisselâm göklere çıkarılmadan da çıkarıldıktan sonra da hakîkî bir muraqıblık’tır ki, her zaman mevcûd olan bir raqîblik ve şâhidlik…
Bu kadar İslâm âlimi bir tarafta, birkaç kendini bilmez câhil bir tarafta. Âlimler adam değil, câhiller adam, öyle mi? Adam olmak için yoksa Tortum Eşeği mi olmak îcâb ediyor?
Düâ Ne Demektir, Min Dûnillah’ın Ma’nâsı Ne Demektir?
İddiâ: Herhâlde şu âyet konuya nokta koyacaktır.
“Allah’ın berisinden Kıyâmete kadar kendisine cevâb veremeyecek olana düâ edenden daha sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların düâsından habersizdirler.” (Ahkaf 46/5)
Bazı mealler, âyetlerde geçen düâ kelimesini ibâdet diye tercüme ederek çok garip bir tutum içine girmişlerdir. Mesela bu âyette düâ ma’nâsına iki ifade vardır. Bunlar يدعو ve دعاء kelimeleridir. Bu kelimeleri يعبد “Ya’budu” ve عبادة “İbâdet” diye tercüme etmek doğru olmaz. Çünkü Kur’ân ı kerimde o iki kelime de geçer. Her şeyi bilen ve yerli yerine koyan Allah dileseydi burada kelimeleri kullanırdı. Örnek olarak Hasan Basri ÇANTAY’ın âyete nasıl meal verdiğine bakalım…
Bu mealde, âyet metninde: “Allah’ın dunundan” ifadesi “Allah’ı bırakıp ta…” şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercüme de yanlış anlamalara yol açar. Yani bu tercümede Allah’tan başkasına düâ edenlerin Allah’ı büsbütün devre dışı bıraktıkları anlaşılabilir. Hâlbuki Allah’tan başka velîlere tutunanlar, onların hep Allah’a (Celle celâluhu) çok yakın olduklarına inanmışlardır. Hiç bir kâfir veya müşrik, hiçbir gayrimüslim Allah’ın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allah’a (Celle celâluhu) boyun eğer gibi onlara da boyun eğerler. (sh: 14-15)
Cevâb: Önce (Ahkaf: 5) âyetini, âyet ve hadîsler doğrultusunda yaşayan kimselere yakıştırmak için Allah celle celâlühû’ya iftirâ eden koca bir zâlim olmanın yanında câhil ve geri zekâlı olmak da yetmez, çok daha düşük hasletlere ihtiyaç var. Bu yüzden her şeye rağmen bunu bir kalem sürçmesi olarak kabûl etmek istiyoruz.
Bu bir…
İkincisi, âyetin tercümesindeki ilim, ciddiyet ve Allah korkusundan uzak oynamalar bir cihetle kahredici, diğer bir cihetle de güldürücü… Burnunun ucunu göremeyenlerin memleket aşırı yerleri görme iddiâsından da kahredici ve öldürücü…
Üçüncüsü, sözlerinizden terâdüfü/bazı lafızların eş ma’nâlı olmasını inkâra kalkıştığınız anlaşılıyor. Böylece farkında olmadan ve câhilce evvelâ, Kur’ânın kendi diliyle tefsîrini, sonra da başka dillere tercümesini kabûl etmediğinizi ilan etmiş oluyorsunuz.[59]
Terâdüf, müteradiflik yani iki kelimenin bir nisbette aynı ma’nâlı olması dilde bir vâkıadır. Azıcık dil tahsîli olanlar bunu kabûl ve teslîm ederler. Evet, müterâdif kelimelerin temel medlûlü (değişik i’tibârlara göre, ma’nâ, mefhûm ve maksadı) aynı olmakla beraber, ifâde ettikleri zâid/artık değişik ma’nâ ve nükteler de olabilir. Bazen de bir ma’nâ, onu ve başka ma’nâları içinde bulunduran lafızlarla ifâde edildiği olur. Bir lafız başka lafızlarla müşterek ma’nâlı olabileceği gibi, onlarla arasında umûm husûs mutlak, umûm husûs min vechin ve musâvâtlık nisbetleri de bulunabilir.[60] Bu şekil kullanmalarda birçok engin dil incelikleri vardır ki, bunlar erbabına ma’lûmdur.
( يعبد ) Ya’budü ile (يدعو) yed’û kelimelerinin ifâde ettikleri ibâdet ma’nâlarında değişik cihetler ve nükteler vardır.
Mesela, denilebilir ki, ( يعبد) ya’budü ile, mutlak (yani, her her çeşit) ibâdet,(يدعو)yed’û ile de, seslenip çağırma ile olan ibâdet kastedilmiş olabilir. Aralarında umûm husûs min vechin” nisbeti bulunmuş olabilir. Yani, ( يعبد )ya’budü çağırma ile olan ve olmayan ibâdetleri içine almakta, ( يدعو )yed’û’den eam/daha genel,( يدعو )yed’û ise ondan daha husûsi, يدعو Yed’û da, ibâdet olan çağırma ile, ibâdet olmayan çağırmayı içine almakta,( يعبد )ya’budu dan daha umûmî (genel), ( يعبد )ya’budu ise bu bakımdan ondan daha husûsî/özel olmuş olabilir.
Hâsılı, (يدعو)yed’û kelimesine bu âyette ( يعبد )ya’budu ma’nâsı verenler, lafızlar arasındaki dört nisbeti bilen ilim ehli, her yanıyla musâvât (denklik) nisbeti iddiâ etmezler. Bir veya daha çok nükte ve hikmet îcâbı, burada, ( يعبد )ya’budu yerine ( يدعو )yed’û lafzının kullanıldığını bilirler.[61]
Hem, burada düânın ibâdet olarak tercüme edilemeyeceğini iddiâ ederken kitâbınızın bir sonraki ve (124) sahifesinde düânın, ibâdetin özü olduğuna ta kendisi olduğu’na dâir hadîsler naklediyorsunuz. Rüzgar gülü gibi hevânızın estiği tarafa yelken açıyorsunuz. Biz ise, her düânın değil de bazı düâların ibâdet, bazı ibâdetlerin de düâ (şeklinde) olduğuna inanıyoruz.[62]
Asıl mes’eleye dönecek olursak…
Meselâ, putun karşısında her nevi ibâdet etme için ( يعبد )ya’budü lafzı kullanılır, ama bunu seslenerek, çağrılarak yapılan bir ibâdet olduğu ( يدعو )yed’û ile ifâde edilirse ibâdetin nev’i/türü ve şekli de anlaşılmış olur. Yani temel ma’nâya ilâve ma’nâlar da anlatılmış olur ki, bunlar arasında tebâyun (zıtlık-çelişiklik) olmaz.
(دون )/Dûn Kelimesinin Ma’nâsı Nedir?
( دون)(Dûn) kelimesinde de kaş yapayım derken göz çıkarmayıp, kafayı koparmışsınız… Evet, ( دون )(Dûn) lafzının çok ma’nâları vardır. Ancak, burada ( اقرب )akreb/“en yakın” ma’nâsı verişiniz akîdenizi bozar. Tabiî önceden bozuk değilse… Bozuksa bozukluğunu arttırır. Hadi şirke sokar demeyelim. Zîrâ azınlıkta da olsalar, bazı âlimlere göre, bazı küfür noktalarında câhillik mazerettir.[63] Ancak şirk korkusu bâkidir. Hele, Cumhûr’a göre vay geldi başınıza. Niye mi? Çünkü; Putların, Allah celle celâlühû’ya ( دون )akreb en yakın şeyler olduğu mü’minlerin değil müşriklerin inançlaştırılmış bir görüşüdür. Hâlbuki âyette geçen bu kelime Allah celle celâlühû’nun makûlü’dür/dediği sözdür. Ya’ni müşriklerden hikâye edilen bir kelime değil, Allah celle celâluhû’nun kendi sözüdür. Allah ise, O’na en uzak olan putların kendine akreb/“en yakın” varlıklar olduğunu söylemez. Zîrâ O, çelişkili veya yalan bir söz söylemez. Sizin ifâdenizle diyoruz: Aklınızı başınıza alınız. Ve tezden tevbe edip îmânınızı tazeleyiniz; zarar etmez kâr edersiniz.
Bu, mes’elenin akîde ve ma’nâ tarafı…
Kelimenin tahlîline gelince… Buna burada lüzûm görmüyoruz.
Arabî tefsîrlerde her düâya ibâdet ma’nâsı verilmez; bazı düâlara ibâdet ma’nâsı verilir. Düâ ibâdetin tâ kendisidir ibaresinden de her düâ (çağırma) ibâdettir, ma’nâsı çıkmaz.
Lafızların anlaşılması, delâletlerinin doğru ifâde edilmesinde Arab ile Arab olmayanın farkı olmaz; yanlış yanlıştır. Sadece ( من دون الله )min dûnillâh/“Allah’ı bırakıp da” ifâdesi değil, hemen hemen bütün mealler yanlış anlaşılmaya sebeb olabilir. Zîrâ, ma’nânın doğru anlaşılması için lüzûmlu Meânî ve Beyân inceliklerinin tercümeye tamamen aksettirilebilmesi imkânsızdır.[64] O yüzden bir takım açıklayıcı, (tefsîri) bilgilere ihtiyac vardır. Bunlar da hiç olmazsa kavseyn/parantez arası îzâhlarla yapılmalıdır… Yoksa, bir yanlışa düşmemek için başka daha bir nice büyük yanlışlara saplanmak akıllıların işi değildir.
Evet, müşrikler ve bir takım kâfirler Allah’ın varlığını inkâr etmezler. Ancak, Hiçbir kâfir Allah’ın varlığını inkâr etmez sözü güldürücü ve öldürücü bir câhilliktir. Zîrâ, kimi kâfirler Âlemi’in Yaratıcısını inkâr ederler. Dehrîler ve (sıfatları kabûl etmeyen değil de Allah’ın zât’ını inkâr eden) Muattıle bunlardandır. Ayrıca, bunların felsefî ekolleri de vardır. İsterseniz, Niçhe’yi ve başkalarını zahmet buyurub üstün körü bir okuyuveriniz.. Arzu ederseniz, felsefe kitâblarındaki, Platon’un, ideler âlemi mes’elesinin yanındaki bölüme de, şöyle bir bakıveriniz…
Kabirlere Gidilip Şifâ Bulunabilir mi?
Mürîd: Kabirlere giderek hastalıklara şifâ bulanlar var. Bunlar en güvenilir zatların ağızlarından anlatılıyor, ona ne diyeceksin?
İddiâ: Benim bu gibi konularda bir şey söylememe gerek yok. Çünkü okuduğumuz âyetler bunun olamayacağını haykırıyor. (sh: 16)
Cevâb: Allaha yalan iftirâ etmek terbiyesizliği tabiîdir ki herkesin harcı değildir!…. Âlûsî’den naklettiğimiz bilgileri bir daha okuyunuz.[65] Sâlih bir zâtın kabrine gidilerek düâ edilse ve onun veya ona olan sevginin hâtırına Allah celle celâlühû’dan şifâ istense şifâ elde edilebilir. Bunda ne Kur’ân ve ne de Sünnet açısından hiçbir mahzûr olmadığı gibi onlarda buna dâir açık ve işâret yoluyla teşvîk dahî vardır. Nitekim bu husûs husûsan şu ölçüsüz i’tirâzlar sebebiyle kaleme aldığımız ve mecmûamızda neşredilmekte olan Vesîle ve Tevessül isimli yazılarımızda açıkça ortaya konulmuştur. Onların dikkatle okunmasını tavsiye ettikten sonra diyoruz ki,
İmâm Muhaddis Kevserî şöyle diyor:
Abdülğenî el-Makdısi el-Hanbelî rahmetüllâhi aleyhi’nin doktorları şaşkınlık ve çaresizlikte bırakan yaralardan dolayı şifâ bulmak için Ahmed ibn-i Hanbel’in kabrine kendini sürdüğü, Hâfız Ziyâ el-Makdısî[66]nin, zikredilen şeyhinden (Abdülğenî el-Makdisî’den) işitmek sûretiyle, el-Hikâyâtü’l-Mensûre’sinde anlatılmaktadır. Bu kitâb, Zâhirıyyetü’d-Dimeşk’de korunmaktadır ki müellifin kendi hattıyladır.[67]
Biz böyle yapmıyoruz ve böyle yapılmalı da demiyoruz. Ancak, bu iki büyük hadîs İmâmı ve O’nlar gibiler, sizin kadar âyeti anlayamadı, öyle mi? Edeb… Yâ Hû…
Nasıl ki mü’minler, şifâyı doktordan, ilaçtan ve tedâvîden değil de sadece Allah celle celâlühû’dan beklerlerse, burada da öyle… Bu büyük zâtlar da şifâyı kabre sürünmekten değil de Mevlâ’dan beklerler… Ancak nasıl doktora gitmeyi, tedâvî olmayı ve hapı yutmayı Allah celle celâlühû’nun şifâsına sebeb sayarlarsa, kendilerini sâlihlerin kabrine sürmeyi de sebeblerden bir sebeb görmüşlerdir. Siz eğer doktoru, hakîkatte şifâ veren kabûl ediyorsanız hapı yuttunuz demektir; artık şifâ bulamazsınız. Tevbe eder, îmân ederseniz o başka.
Okuduğunuz âyetlerde, sizin iddiâlarınızla alâkalı hiçbir şey yoktur; Allah celle celâluhu’ya iftirâ ediyorsunuz. Allah’ın âyetlerini hevânıza âlet ediyorsunuz. Bir de, ilmi aklı ve idrâki zayıf olanları kandırmış oluyorsunuz; okadar.
Ölüler Diriler İçin Düâ Etmezler mi?
İddiâ: Anlattığınız olayda “Allah’ın izniyle o zatın düâ ve rûhaniyeti şifâ vesîlesi olur” diye bir söz geçti. Ölülerin diriler için düâcı olmaları diye bir şey yoktur. Bu olabilseydi herkes hastasını Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine götürürdü. Herhâlde onun düâ ve rûhaniyeti daha etkili olurdu. (sh: 17)
Cevâb: Siz zâten sürekli ya Allah celle celâlühû celle celâlühû’ya Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e i’tirâz ediyorsunuz. Burada da öyle … Oysa Nebîmiz sallallâhu aleyhi ve selem efendimiz şöyle buyurdu:
Bir: ((Ben öldükten sonra) Amelleriniz bana arzolunacaktır. (Onları) hayırlı (ameller) bulursam Allah celle celâlühû’ya hamd edeceğim, şer bulursam sizin için mağfiret isteyeceğim (affınız için düâ edeceğim).)[68]
İki: (Bir adam Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve ‘Ya Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve selem! Ümmet’in için yağmur düâsı et’ dedi.)[69]
Üç: (Kim bana selâm verirse Allah celle celâlühû bana rûhumu geri çevirir, tâ ki selâmını alırım (ona ve aleykümüsselâm, derim).)[70] Yani ona, (selâmet/her türlü âfet ve musîbetten kurtuluş üzerine olsun) diye düâ eder.
İbnü Teymiyye, bu, hadîs Muslim’in şartına göre sahîhtir, dedi.[71]
Dört: ((Hz. Îsâ aleyhisselâm) şâyet kabrimin başında dikilir ve yâ Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem!.. derse, elbette ona cevâb vereceğim.)[72]
Beş: (Nebîler aleyhimüsselâm kabirlerinde diridirler.)[73]
Demek ki kabrinde (bir çeşit) diri olan Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, O’na seslenenlere cevâb verir ve onlara düâ eder. Siz ise, etmez diyorsunuz. Bunu Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem kendisi söylüyor. Cehâletinize ağlayın. Lütfen boyunuzdan büyük laflar etmeyin…
Ayrıca, Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî, Müsned’inde,
Altı: (Cabir İbnü Abdillah’dan rivâyet ettiğine göre, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Şübhesiz amelleriniz kabirlerinizdeki akrabalarınıza bildirilir. (O ameller) hayır ise(ler) sevinirler; hayır değilseler, “Ey Allah’ım!.. O’nlara sana itâat etmeyi ilhâm eyle” diye düâ ederler.)[74]
Demek, ölü diriye düâ ediyormuş. Veyl olsun edebsiz câhillere
Allah Celle Celâlühû’ya İftirâ Kime Ne Kazandırır?!…
İddiâ: Benimkisi bir iddiâ değildir, âyet ve hadîslerin hükmüdür. (sh: 18)
Cevâb: Bu da iftirâ ve hezeyan… Lütfen Allah celle celâlühû’nun âyetlerini nefsinizin hevâsına uydurmayınız ve onlarla oynamayınız!..
Vesîle ve Tevessül Ne Demektir, Câiz Değil midir?
Şeyh Efendi: Sen vesîleyi kabul etmiyorsun. Vesîleye dâir delîlimiz vardır. Bir zatın gözleri âmâ olmuştu. Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve selleme geldi, ona düâ etmesini söyledi. O da ona, “Abdest al, iki rekat namaz kıl ve “Ya Rabbi elçini vesîle ederek senden şifâ istiyorum” diye düâ et, buyurdu. O Şâhıs bu düâ ile beraber “Ya Rabbi Peygamberini hakkımda şefaatçi kıl” dedi. Bu sahîh hadîstir. Bu hadîsi kabul etmezsen biz de seni kabul etmeyiz.
İddiâ: Bu hadîs-i Şerîf, hadîs kitâblarından Tirmîzî’de, İbn-i Mâce’de ve Ahmed b. Hanbel’in Müsnedinde geçer.
“Gözleri kör bir adam Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve selleme gelir ve şöyle der:
Allah’a düâ et bana şifâ versin. Allah’ın elçisi buyurur ki,
İstersen düâ ederim, istersen durumuna sabredersin daha iyi olur. Adam der ki,
Düâ et.
Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ona, güzelce abdest almasını, iki rekat namaz kılmasını ve şöyle düâ etmesini emreder: “Allah’ım senden istiyorum, rahmet peygamberi muhammed ile birlikte sana yöneliyorum.”
Ya Muhammed, şu ihtiyacımın görülmesi için seninle Allah’a yöneldim. Ya Rabb! Onu benim hakkımda şefaatçi kıl.”
Bu bir düâ isteğidir. Bir mü’min başkası için düâ edebilir. Burada Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem o Şâhıs için düâ etmeye söz veriyor ve onun kendisiyle birlikte düâ ederek şöyle demesini istiyor:
Nebî kelimesinin başındaki bâ harf-i cerr’i yanıltıcı olabilir. Bu harf ilsâq anlamı verir. İlsâq yapıştırmak ve birşeyi öbürünün parçası hâline getirmek demektir. Bu sebeple düânın doğru ma’nâsı şudur: “Allah’ım senden istiyorum, rahmet elçisi Muhammed ile birlikte sana yöneliyorum”
Aksini düşünmek şu âyete aykırı olur:
“(Ya Muhammed)De ki: “Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.” (Araf 7/188) (sh: 19-20-21)
Cevâb:
Bu Mes’eleyle alâkalı olarak ayrıca başlı başına makâleler neşretmekteyiz; onların dikkatlice okunmasını tavsiye ediyoruz. Burada da kısaca şöyle diyoruz:
Bir: Evet, bu aynı zamanda ondan bir düâ isteğidir. Lâkin Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ondan yapmasını istediği düâ nedir, şekli nasıldır? Mühim olan nokta işte burasıdır: (Nebîn Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile sana yöneliyorum ifâdesi ile, Ey Muhammed! (sallallâhu aleyhi ve sellem) seninle Rabbime yöneldim) ifâdesini bir tahlîl edelim:
Bu kelâmlar ya haberdirler, ya inşâ’dırlar, bir üçüncü ihtimâl örfen mümkin değildir.
Bunlar haber cümlesidir, diyorsanız, Arab’ın en güzel Arabça bileni Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’i câhillikle suçlar, boş konuşmakla ithâm etmiş olursunuz. Zîrâ bu cümlede haberin faydası[75] yoktur. Zîrâ, Allah tevessül edenlerin tevessülünü bilir. O’na bunu bildirmek abesdir. Haberin faydasının lâzımı[76] da yoktur. Zîrâ, Allah celle celâlühû, tevessül edenlerin, kendilerinin tevessül ettiklerini bildiklerini de bilir.
Öyleyse, (Nebîn Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile sana yöneliyorum) sözü bir haber değil, (burada düâ olan) bir inşâ’dır. Yani, (O’nun hâtırına beni bağışla), demektir. Nitekim, (Ey Allah’ım onu benim için bir şefaatçi yap) sözü ile de bu daha bir açıklık kazanıyor.
Kezâ, (Ey Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem! Seninle Rabbime yöneldim) sözü, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ğıyâbında sarfedilen bir sözdür. Haber olamaz. Zîrâ burada da ne haberin faydası ne de haberin faydasının lâzımı yoktur.. Yani, ne, yaptığı tevessülü, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e bildiriyor, ne de bunu kendisinin bildiğini bildiriyor. Öyleyse, bu cümle de bir inşâ cümlesidir. Yani, bu husûsta benim için şefaatçi ol demek oluyor ki, bu bir taleb ve tevessüldür. O taleb bereketiyle de Mevlâ’dan kabûlünü istemiş oluyor.
Hâsılı, bu ifâdeler, haber sûretinde inşa ifâdelerindendir.
Bilmiyorsanız, bakmaya gücünüz varsa geniş bilgi için, meselâ, Muhtasaru’l-Meânî ve haşiyesi Düsûki gibi eserlere bakabilirsiniz.
İki: Bu rivâyetin başka bir tarîki olan İbnü Ebî Hayseme’nin sahîh isnâdlısında Eğer yine ihtiyacın olursa böyle yap ilâvesi -ki sikanın ilâvesi olduğu için makbûldür- bu anlattığımızı te’yîd eder.
Üç: Aynı düânın Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ölümünden sonra Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim tarafından yapılması ise, mes’elenin sadece, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’den düâ istemek olmadığını gösteriyor. Ki, bu rivâyet tevessül delîli olarak zikrettiğimiz hadîslerin tahlîlinde de ifâde ettiğimiz gibi, Taberânî, Beyhekî ve Ebû Nüaym tarafından sahîh isnâdlarla gelmiştir. Şu isnâdların sahîhliğini İbnü Teymiyye bile Kâidetün Celîle isimli eserinde itiraf etmiştir.[77]
Dört: Buna rağmen yine de düâ istemektir diyorsanız. Bir an için tenezzül ederek deriz ki, bizce bir zâttan sağ iken de öldükten sonra da düâ istemek zâten Tevessüldür. Merhaben bil vifak?.. Ne diyelim?
Beş: Nahivcilerin bir kısmı bâ harf-i cerr’inin on dört civarında olan ma’nâlarının hepsinde ilsâq[78] ma’nâsının bulunduğunu, bu ma’nânın (ilsâq’ın) diğer mânâlarla beraber bulunduğunu, [79] (istiâne[80] ve musâhabe[81] gibi ma’nâlarla birbirinden, ayrıldığını) söyleseler de, anlaşılıyor ki, sizin bundan haberiniz yok. “llsâq diyor, istiâne veya musâhabe ma’nâsı veriyorsunuz. Bu ifâde O düâ ediyor, onunla ben de düâ ediyorum veya ben düâ ederken, onu (düâ ile istediğimi) O’nunla beraber, yani O’nun hâtırını ileri sürerek senden istiyorum ma’nâsına gelmiş olabilir ki, cümlenin,Cümle-i Haberiyye olmayıp Cümle-i İnşâiyye olması, ikinci ma’nâda olduğunun karînesi olup birinci ihtimâli ortadan kaldırır.
Altı: Şu düâyla tevessül etmek ile, buraya aldığınız, Allahın dilediği şeyden başka kendim için ne bir menfâate ne de bir bir zarara mâlik değilim[82] âyeti arasında zıdlık/aykırılık yoktur. Zîrâ, âyetin mes’eleyle hiçbir alâkası yoktur. Çünkü tevessül bir talebdir. Allah celle celâluhu dilerse gereği olur dilemezse olmaz. Allah celle celâluhu dilemese de yapılacak ve gereği yerine getirilecek olan bir taleb değildir.
Hem şu âyetin burada ne işi var?.. Laf olsun. Âyetle konuşuyor desinler. Sana hayızdan soruyorlar… veya Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesiniz… veya Zinâ eden kadın ve zina eden erkek… âyetlerine de zıt olur mu bu, ne dersiniz? Olur ya… Dime, olmaz olmaz, zîrâ olmaz olmaz, demişler.
Yedi: Hazreti Osman’ın halîfeliği zamanında Osman İbn-i Huneyf’in, zor hâlde olan bir kimseye, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’den naklederek öğrettiği, Ey Allahım! Rahmet Nebîsi Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber sana yöneliyorum ifâdesi, düâ yani, zikir esnâsında yapılan bir çeşit RÂBITA olmasın?!.. Zîra, bu ifâde, ğıyâben olan bir birliktelik ma’nâsı anlatıyor…
(Devam edecek inşaallah)
[1] Abdulaziz Bayındır. [2] Keşfu’l-Hafâ: 1/88 [3] [Abdulhayy el-Leknevî, Fetâvâ: 141,142], Hamdullah ed-Dacvî, El-Besâir: 91 [4] Dârimî, Şüreyh yoluyla Ömer radıyallâhu anhu’dan, Müsned: 171. H:167 [5] Nesâî, Kitâbu Âdâbi’l-Kudât: 2/305, Kadîm-i Kütübhâne-Karaçi-Pâkistân. Dârimî, Müsned (benzer bir lâfızla ve az bir fazlalıkla): 1/71, H:165. Dârü’l-Kitâ bi’l-‘Arabî. [6] Dârimî, Müsned:1/66. H:143 [7] İbnü Mâce: 4/42, Benzerini Ebû Dâvud, H:4607, Tirmizî, H: 2676, 2677 [8] Sözün nazmı, bir ma’nâyı anlatmak için söylenmemesine rağmen o ma’nâyı da gösteriyorsa, buna İş’ârî Ma’nâ denir. (Mir’âtü’l-Usûl: 43) Vâkı’a Fıkıh Usûlündeki İşârî Ma’nâ ile sözünü ettiğimiz işârî ma’nâ farklı ise de bunun Fıkıh Usûlünde bile bir başka şekilde mevcûd olduğuna dikkati çekmek istedik. [9] Envâru’t-Tenzîl, Tefsîr-i Kebîr, Âlûsî vd. Bunlara misâl verip sözü uzatmak istemiyoruz. İsteyen rast gele bir şekilde şu tefsîrlere bakabilir.Çok merak edip bizden isteyenler olursa inşâellâh ileride bol bol misâl veririz. [10] Muhammed Ali es- Sâbûnî, Et-Tibyân:169-184 [11] Keşif ve sâlih rü’yâ ile alâkalı onlarca âyet ve hadîs vardır ki onlar hakkında şimdi değil de inşâellâh ileride yazılar yazacağız. [12] Fatiha:4 [13] Kehf:95 [14] Mâide:2 [15] [Ebû Ya’lâ, İbnü Mes’ûd radıyallâhu anhu’dan. Zayıf bir senedle.], El-Metâlibu’l-Âliyye ve dipnotu:3/262, Kezâ, [Bezzâr, İbnü Mes’ûd radıyallâhu anhu’dan birisı kopuk ve içinde Zayıf bir râvî bulunan, diğeri de muttasıl/bitişik ve Hasen olan iki isnâdla.], Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid:10/99 Rivâyetlerden Ebû Ya’lânın rivâyet zayıf, Bezzâr’ın iki rivâyetinden biri zayıf diğeri de Hasen. Hâsılı hadîs mu’teber bir rivâyetle gelmiştir. [16] [İbnü Ebi Şeybe, el-Musannef (6/356-357 H:32002), İmâm Beyhekî (İbnü Kesîr, el-Bidâye:8/93-94 İbnü Kesîr burada bu rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu da söylemiştir.), (Beyhekî yoluyla) İmâm Sübkî (Şifâu’s-Sikâm:144-145), Ayrıca, Buhârî (kısaltılmış olarak), et-Târîhu’l-Kebîr’inde (7/304, Md:1295, Dâru’l-Fikir), İbnü Ebî Hayseme, -ki bu zât, Hâfız, Hüccet ve sika biridir- Ebû Sâlih Zekvân’dan rivâyet etmişlerdir. İbnü Hacer, el-Feth’de, İbnü Ebî Şeybe’nin rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söylemişdir. (El-Feth:3/183-185, Dâru’l-Fikir), Kevserî, Mahku’t-Tekavvul’den kısaltarak ve bir takım tasarruflarla, Makâlât: (388-389) [17] İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm:133 [18] Muhammed Zekeriyyâ el-Kândehlevî, Lâmiu’d-Derârî Mukaddimesi:29 (Şu eser, Muhammed Yahyâ el- Kandehlevî’nin üstâdı Reşîd Ahmed Cüncûhî’nin verdiği Buhârî derslerinden aldığı notlardan meydana gelen Sahîh-i Buhârî Hâşiyesi’dir. Muhammed Yahyâ’nın oğlu Muhammed Zekeriyyâ’nın onun üzerine çok değerli ta’likleri vardır.) [19] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî:30: 25 [20] Nâziât: 5 [21] Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîrü’l-Kebîr:11/31 [22] Fahruddîn-i Râzî, Tefsîr-i Kebîr:11/31 [23] Fahruddîn-i Râzî, El-Metâlibu’l-Âliyye:7/228,261,262 [24] Allâme Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd:3/338 [25] Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî, Hâşiyetü’l-Metâli’ (Levâmi’u’l-Esrâr): Bir baskısında):5 Başka bir baskısında:6-7 Yine aynı kitâb’ın bir baskısında:17, başka bir baskısı:19 [26] İbnu’l-Kayyim er-Rûh:237 [27] Zâriyât:58 [28] [Müslim, Tirmizî İbnü Ömer radıyellâhu anhu’dan], Et-Teysîr:1/510… [29] Ebû Ya’la, (Beyhekî, İbnu Mende), Enes radıyellâhu anhu’dan. Semhûdî Ebû Ya’lanın râvîleri güvenilir kimselerdir, dedi. Beyhakî bu rivâyetin Sahîh olduğunu söyledi.], Et-Teysîr:1/426 [30] [Tirmizî (2890), (Hasendir dedi), Hâkim (2/498 Hâkim bu rivâyetin isnâdının Sahîh olduğunu söyledi ve Zehebî Ona muvâfakat etti), İbnü Merdûye, İbnü Nasr ve Beyhekî, İbnü Abbas radıyallahu anhumâ’dan.],Ed-Dürrü’l-Mensûr:8/231, ve Şerhu’s-Sudûr:257 [31] [Tirmizî (995), İbnü Mâce(1474), Muhammed İbnü Yahyâ el-Hemedânî, Sahîh’inde, İbnü Ebî’d-Dünyâ, Beyhekî Şüabu’l-Îmân’da, Ebû Katâde radıyallahu anhuu’dan.], Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr (Dârü İbni Kesîr, Mektebetü Dâri’t-Türâs) :262 [32] [Tirmizî ve Hâkim, Ebû Hureyre radıyallahu anhuu’dan. Hâkim Sahîh olduğunu söyledi ve bü (ictihâdı) reddedildi.], Et-Teysîr:2/36 Benzerini, [Hâkim ve Taberânî, İbnü Abbas radıyallahu anhumâ’dan. Ondan benzer başka bir rivâyette de vardır. Bu İsnâd ceyyiddir/iyidir. İbnü Hacer, Feth: (7/76)], Ehvâlü’l-Kubûr (Dârü’t-Türâsi’l-‘Arabî) hâmişi/dipnotu:166 [33] Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr:270 [34] [İbnü Abdi’l-Berr, El-İstizkâr ve et-Temhîd, İbnü Abbâs radıyallahu anhümâ’dan. Abdulhakk, bu rivâyet, sahîhtir dedi.], İbnü Receb, Ehvâlü’l-Kubûr (Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî):141 [35] [Ahmed İbnü Hanbel, Hâkim (3/61)], Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr:274 [36] [Müslim (1887), İbnü Mes’ûd’dan.], Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr:304 [37] [Ebû Nüaym, Hılye], Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr:311 [38] [Saîd İbnü Mensûr, İbnü Ömer radıyallahu anhumâ’dan.], Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr:31 [39] [İbnü Mübârek, ez-Zühd, Hakîmu’t-Tirmîzî İbnü Ebî’d-Dünyâ ve İbnü Mende, Selmân radıyallahu anhu’dan.], Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr:311 [40] [İbnü Ebî’d-Dünyâ, Mâlik İbnü Enes rahimehullah’dan], Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr:312 [41] İbnü Hacer el-Askalânî, Fetâvâ (Mecmûatü’r-Resâili’l-Münîriyye içinde): 4/ 40-41 [42] Yukarıdaki bilgiler ve daha geniş ma’lumât için İmâm Süyûtî’nin Şerhu’s-Sudûr’una (255-340) bakabilirsiniz. [43] Alak:6-7 [44] Şerhu’s-Sudûr:255-340 arasıından seçme. [45] Nisâ:157 [46] Râğib, Müfredât:528-9, Semîn, Umdetu’l-Huffâz: 637-638 [47] Kevserî, Makâlât: 355 [48] Zümer: 42, Enam: 60 vd… [49] Kevserî: Makâlât:355 [50] İbnü Hacer, Fethu’l-Bârî:6/317 [51] Kannûc, Hindistan’da bir beldenin ismidir. (Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Büldân: 4/463)Sıddîk Hasan Hân, Kannûc isimli beldeli bir hadîs âlimidir. Merhûm Abdulfettâh Ebû Ğudde bu kelimeyi Kınnevc şeklinde zabt etmiştir. Hüsn-i zannımıza göre O’nun mutlaka bir mesnedi varsa da biz onu bilmiyoruz. O yüzden, Yâkût el-Hamevî’nin, Mu’cemu’l-Büldân’ındaki zabt’ını esas aldık.
[52] Mesîh aleyhisselâm’ın ineceğine dair tevâtürle gelen rivâyetlerin açık bir şekilde ortaya konulması. [53] Tirmizî, Sünen:4/516 (Burada 16, Mecma’ İbnü Câriyeden rivâyet ettikten sonra bu babda 16 Sahâbî’nin daha rivâyeti olduğunu, bildirerek toplam 17 Sahâbî’den nüzû lün sâbit olduğunu anlatmış oldu. Diğerlerini bulamadım) [54] İmâm Süyutî, El-İ’lâm, (El-Hâvî zımnında): 2/297 [55] Makâlât:352-356 [56] Şu hususta biz de İsâ Mesîh Aleyhisselâm İnmeyecek mi isminde henüz neşredilmemiş müstakil ve geniş bir eser kaleme aldık. [57] [Müslim, Tirmizî, İbnü Ömer radiyellâhu anhu’dan], El-Fethu’l-Kebîr:1/557, H:5996 [58] [Buhârî, Enbiyâ/54, Edeb/78, Ebû Dâvûd, Edeb/6, İbnü Mâce, Zühd/17, Muvatta, Sefer/46, Ahmed İbnü Hanbel, 4, 121,122,5/273], Mu’cem:1/540 [59] Âyetleri yalan yanlış bozuk bir şekilde tercüme edebilirken bunu nasıl dersiniz, böyle nasıl konuşabilirsiniz?. Sübhânallah… Yoksa ne dediğinizden haberiniz mi yok? [60] Eğer bir lafzın ma’nâsı başka bir kelinin ma’nâsını da içine alıyor ama ikinci lafız birinci lafzın ma’nâsını tamamıyla kapsamıyorsa bu nisbete Umûm ve Husûs mut lak denir. [61] Esma-i Hüsnâ’nın doksan sekizinin de medlûlü/gösterdikleri ma’nâ Allah’dır. Lâkin, her birisi, Allah celle celâlühû”nun ayrı bir vasfını ifâde ediyor. Burada da öyle; ibâdet ma’nâsında olan düâ ibâdetin bir vasfını ifâde etmiş oluyor. [62] Düâ bahsi ileride gelecektir. [63] Aliyyu’l-Kârî, Şerh-i Emâlî:29 [64] Bunun için sırf meallerin okunmasının Allah celle celâlühû’nun murâdını anlamak için yeterli olmayacağını, ancak tefsîr bilgileri ile doğru anlaşılabileceğini, bu yüzden meallerin yer yer büyük zararlar vereceğini söylüyoruz. Ya siz?.. [65] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî:30/25 [66] El-Muhtâreh isimli Sahîh hadîsleri bulunduran çok değerli bir hadîs kitabının sâhibi büyük muhaddis. [67] Kevserî, Makâlat:381 [68] [Bezzâr], Mecmauzzevâid: 9/24, Râvileri sağlamdır.Süyûtî, Kastalani, Münâvî, Zürkânî, Şihâb (Şerh-i Şifa:1/102), Aliyyu’l-Kârî (Şerh-i Şifa:1-102. Aliyyu’l-Kârî, bunu Haris b. Ebî Usame Musnedinde Sahîh bir senedle rivâyet etti, dedi), (İbnü Teymiyye’nin koyu mukallidlerinden olan talebesi) İbnü Abdi’l-Hâdî, hadîsi sahîh kabul etti. ‘Irâkî, isnâdı güzeldir dedi.
[69] [İbnü Ebi Şeybe, el-Musannef, İmâm Beyhekî, (Beyhekî yoluyla) İmâm Sübkî, Ayrıca, Buhârî (kısaltılmış olarak), Târîh’inde, İbnü Ebî Hayseme, -ki bu zât, Hâfız, Hüccet ve sika biridir- Ebû Sâlih Zekvân’dan rivâyet etmişlerdir. İbnü Hacer, el-Feth’de, İbnü Ebî Şeybe’nin rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söylemişdir. (El-Feth: 3/183-185 (Dâru’l-Fikir),] Kevserî, Mahku’t-Tekavvul’den kısaltarak ve bir takım tasarruflarla, Makâlât: 388-389 [70] [Ebû Dâvûd, Menâsik:96, Ahmed İbnü Hanbel:2/527 (Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan)] [71] Mefâhîm: 259 [72] [Ebû Ya’lâ, Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan], İbnü Hacer, el-Metâlıbu’l-Âliyye: 4/23 [73] [Ebû Yala, Enes’den radıyallahu anhu. Hâfız Semhûdî râvileri sağlamdır, dedi. Beyhekî, Sahîhtir, dedi.], Et- Teysîr:1/426 [74] Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî, Müsned:248 H: 1794, Hadîsi, ayrıca, Ahmed İbnü Hanbel, (10/532, H:12619) [75] Haberin faydası, o’nu muhâtaba bildirmektir. [76] Ki o, haber verenin o haberi bildiğini muhâtâba bildirmesidir. [77] İbnü Teymiyye, Kâidetün Celîle: 98 [78] Başına geldiği isime bitişme, yapışma, ondan ayrılmama [79] Muğni’l-Lebîb (El-Matbaatü’l-Ezheriyye el-Mısrıyye,1317):1/88 [80] Başına geldiği isim vâsıta ve yardımı ile [81] Başına geldiği isim ile berâber olma [82] A’râ:188