Abdülaziz Bayındır

Abdulaziz Bayındır’a Muhtelif Konularda Ayrıntılı Cevaplar – Avni Özmansur

Bundan önce yayınlanan “Kur’an’daki Asıl İslam Bu” isimli kitabımda; dini tahrif eden masum ve tertemiz müslüman kardeşlerimizin; inancında olmayan şeyleri icad ederek; inançlı insanları tereddütlere düşüren, (çoğunluğunu tenzih ederim); sözüm ona bazı ilahiyatçı ilim adamlarına en kısa zamanda cevap ikinci kitabı hazırlayacağımı Rabbımın lütfuna güvenerek, sizlere söz vermiştim. Zaman zaman birçok okuyucularımdan “hocam ikinci kitap ne zaman çıkacak” diye sorular geliyordu.
Rabbime sonsuz şükürler olsun bu fakir kulunu mahcup etmedi ve büyük lütuflarıyla yalnız ikinci kitabı yazmakla bırakmadı; dağıtımda kolaylık olmasını arzuladığım için üç kitabı birden hazırlayıp yayınlayabilmemi ihsan etti.

Şöyle ki:

Malum ilahiyatçılara cevap olarak ikinci kitabı hazırlarken; sayın “Ahmet Hulusi” nin:
“dini yanlış algılama” isimli son kitabı elime geçti, dikkatle okudum. Baştan başa yanlışlarla dolu olduğunu gördüm. Diğer on üç kitabını temin ettim. Dört beş kitabını kendimi zorlayarak okudum.

Diğerlerini gözden geçirdim:

1400 senedir tahrif edilmeden gelen tertemiz İslam inancını, ters yüz edercesine baş aşağı çeviren, İslam dışı ve akla hayale gelmeyecek, kur’an ve hadislere taban tabana zıt, kurgu masallarına benzer:“İlah yoktur, Allah ilah değildir, ilah mabud demektir, Allah ilah yani mabud olmadığı için, Allah’a ibadet edilmez, O her zerrenin içindedir.” gibi sapık fikirler ve iddialarla dolu olduğunu gördüm. Üstelik kendisini ermişlerden sayan sayın Ahmet Hulusi: “bu benim keşfimdir 1400 seneden beri anlaşılamamış, açıklanmamış olan sırları sizlere açıyorum. Bazı büyük keşif sahibi zatlar da böyle düşünmüşlerdir.” Diyerek. Kendi yanlışlarına yandaşlar arıyor; ayrıca islamın dışında bulunan “Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram ve ünlü fizikçi David Bohm” gibi bilim adamlarının da aynı görüşleri paylaştıklarını söyleyerek, kur’an dışı yanlışlarını desteklemeye çalışıyordu.

İkinci kitab sonlara yaklaşmışken; bu defa: beni derinden yaralayan bu yanlışlara, hiç tahammül edemediğimden ikinci kitabı öyle bırakıp Ahmet Hulusi’nin yanlışlarına cevap olan üçüncü kitabın yazımı devam ederken; Abdülaziz Bayındır’ın “Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış” ile “Din ve Devlet İlişkileri”.isimli iki kitabını getirdiler. O kitapları okudum. Ne göreyim: Tarikat şeyhleri ile yani; meşhur Mahmut efendi, Esat Coşan hoca efendi ve Mehmet Zahit Kotku efendinin kitaplarını eleştirerek ve Mehmet Zahit Kotku’nun dışında ki her iki şeyh efendi ve meşhur cübbeli Ahmet hoca efendi ile yüz yüze tartışırlarken: (Banda alınan bu konuşmaları sonra kitap haline getirdiğini bildirmektedir.) bu zatları tenkit ederek; solu gösterip sağa vururcasına tüm resullerin ve peygamberimiz efendimizin itibarını o kadar düşürmeye çaba sarf ediyordu ki, ancak resulullaha rakip olan bir kişi bunu yapabilirdi.

İstanbul müftülüğünde 9 sene fetva dairesinde başkan olarak görev yapan ilahiyatçı Doçent Doktor sayın Abdülaziz Bayındır can evimize el atarak; tüm resullerin yani peygamberlerin ve kainatın efendisinin, görev ve yetkisini tanzim edercesine, yetkili olduğu konular ve yetkisiz olduğu konuları belirtmeye çalışarak kitaplarında “Resulullahın yetkisi dışında kalan hususlar” başlığı altında: Resulullahın görevini tanzim ediyor ve kendisine göre sınırlama getiriyor.

Rahmeten lil alemin olan; Allah Resulünün şahsında diğer insanları uyaran ne kadar tehdit ayetleri varsa hepsini sıralıyor ve nihayet öfkesi geçmeyince, daha da ileri giderek, “Resullerde aynen bizim gibi birer insandır. Mucize onlara verilen bir belgeden ibarettir, onlara olağanüstü kişilik vermek için değildir.” Daha da ileri giderek, “Resulullah Allah’ın kölesidir” diyerek; herhangi bir kimsenin kendisine söylemesine müsaade etmeyeceği bu küçültücü sıfatı, peygamberimiz efendimize layık görüyor, o ulu zatı mele-i ala’dan indirip sıradan bir köle durumuna düşürüyordu:

Tabi Ahmet Hulusi’ye karşı hazırlanan kitabımın yazımını yarıda kesip sayın Bayındır’a cevap yazmaya başladım:

Bundan dolayı ikinci kitab gecikti. Ama Rabbime sonsuz şükürler olsun bu üç kitabın, aynı anda yayınlanması nasib oldu. Büyük lütuflarını esirgemeyen Rabbime sonsuz hamdü senalar olsun. Bütün övgülerin hepsi O’na mahsustur. O’nun Resul-ü Kibriyasına; temiz ve yüce aile halkına, Ehl-i Beytine ve Ashab-ı Kiramına sonsuz salat-ü selamlar, esenlikler olsun. O’nun sünnetini takip eden tüm inananlara, sonsuz kurtuluşlar ve Rabbime yakınlıklar diler, bu yanlışlıklara düşmüş kardeşlerimize ve bütün insanlığa hidayetler dilerken; bu kitabın dizgisinden baskısına kadar maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen bütün dostlarımıza teşekkürlerimi bildirir, değerli okurlarımın olumlu tenkitlerimi beklerim.

18.09.2002 İstanbul. Avni (Avnullah) ÖZMANSUR
Araştırmacı–Düşünür-Yazar

GİRİŞ

Sayın Bayındır;

1997 yılında yayınladığınız :“Kur’ an Işığında Tarikatçılığa Bakış” isimli kitabınız ile 1999 yılında yayınladığınız “Din ve Devlet İlişkileri” isimli kitabınız elime geçti. Önceki kitabınızın kapağının üst kısmına “Şeyh Efendilerle Görüşme” diye yazmışsınız.

Kitaplarınızı, altını çize çize dikkatle okudum. Ve hayretle şunlara şahit oldum ki:
İddialı olduğunuz hemen her konuda tarikat şeyhleri ve bazı şii’leri bahane ederek; solu gösterip sağa vururcasına; milyarlarca inançlı insanın, Müslümanların göz bebeği olan, şahsında peygamberlik son bulup, kalbine indirilen Kur’an-ı Kerim ile, önceki kitapların tüm hükümleri kaldırılan ve şeriatı kıyamete kadar baki kalacak olan, Cenab-ı Allah tarafından, bizzat huzura davet edilip, miraç ile Rabbi’ne iki yay arası yahut daha az mesafe kalacak kadar yaklaşıp; Rabbi’ni ve Rabbi’nin bir çok ayetlerini gören, Rabbi ile konuşan ve ağırlanan Resulullah (s.a.s)’ı yücelten onlarca ayet varken, o onlarca medih ayetlerinden hiç bahsetmeden:”Hz. Muhammed’ de bizim gibi bir insandır, bizden farkı Allah’ın elçisi olmasıdır.Kur’an’da şöyle buyuruluyor; “Deki bende tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana sizin Tanrınızın bir Tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf suresi ayet: 110) (Din ve Devlet ilişkileri Sh.66) buyuran ayeti kerimeyi almışsınız.

Ayrıca Allah’ın elçilerini tarif ederken; “Elçiler mucize gösterirler,mucize onlara olağanüstü bir kişilik vermek için değil; Allah’ın elçisi olduklarını belgelemek içindir. (A.A.Bayındır Din ve Dev.s.66) demektesiniz.

Şu sözlerinizle de, mucizeyi ve Allah’ın elçilerini küçümsemiş olmuyor musunuz!

Sayın Bayındır;

Kehf suresinin: 110 uncu ayetindeki amacın, “ihlas” yani “kulhüvellahü ehad” suresinin amacı ile aynı olup; Allah’ın bir tek Allah (c.c.) olduğunu pekiştirmek değil midir.? Yine bunlar gibi Tevbe suresinin 30-31 nci ayetlerinde görüleceği gibi “Uzeyr Allah’ın oğludur” diyen Yahudiler, “İsa Mesih Allah’ ın oğludur” diyen ve rahiplerini Rabler edinen Hıristiyanların düştüğü hataya düşmemeleri için inananları uyarmak değil midir?

Bu ayetin altında yatan mana: “Sizler de benim gibisiniz. Ben de sizin gibiyim” demek değildir. Ancak: “Yahudi ve Hıristiyanlar gibi aldanmayasınız ! Ben Allah’ın (c.c.) oğlu değilim. Ben de sizin gibi Allah’ın kulu ve resulüyüm. Bana tabi olunuz” demektir.

Konuyu anlamak bakımından şu ayeti kerimeler çok önemlidir:

İşte ayeti kerimeler:

“Ve Yahudi’ler dedi ki: Üzeyr Allah’ın oğludur. Hıristiyanlar da dedi ki: Mesih, Allah’ın oğludur. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri lâkırdılarıdır. Evvelce kâfir olanların lâkırdılarına benzetiyorlar. Allah Teâlâ kendilerini kahretsin!. Nasıl -Haktan- çevriliyorlar. -Onlar- bilginlerini, rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesih’i de Allah Teâlâ’dan başka tanrılar edindiler. Halbuki: Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmekle emir olunmamışlardır. Ondan başka ilâh yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden yücedir.” (Tevbe suresi ayet: 30-31)

“De ki: Eğer Allah Teâlâ’yı seviyor iseniz bana uyunuz ki, Allah Teâlâ’da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın,bağışlasın ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.”

“De ki: Allah Teâlâ’ya ve peygambere itaat ediniz, eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran Suresi.ayet: 31-32)

Sayın Bayındır;

“Hz.Muhammed de bizim gibi bir insandı” diyorsunuz. Sahi sizler de onun gibi bir insan mısınız, ne büyük bir iddia ve ne büyük bir iftira! Sayın Bayındır! Bu yaptığınız yetmiyormuş gibi, Allah’ın Resulü ile muhakeme oluyormuşsunuzcasına! İnananların aşk derecedeki sevgilerini kırmak için; “elçinin yetkisiz olduğu durumlar” diye de, bir başlık atarak; doğru olmayan basit ve kısır görüşlerle Allah’ın (c.c.)siracen münir yani nurlar saçan bir kandil, bir güneş dediği; Alemlere rahmet ve kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilen, O en büyük insan ve tüm insanlığın efendisine olan yüce bağlılığı gidermek için elinizden gelen tüm çabayı sarf etmiş, çok büyük veballere girmişsiniz.Ve, peygamberimizi yücelten onlarca ayetten kitaplarınıza hiçbir ayet almamışsınız. İnşallah aşağıda kitaplarınızı irdeleyip cevaplandıracağız.O ayetleri göreceksiniz; Bakalım kainatın efendisi sizlere, sizler de Allah’ın Resulüne benziyor musunuz ! Allah size ve sizin gibi düşünenlere hidayet versin. Allah ve Resulü sizleri affetsin.

Sayın Bayındır!

“Resulullah da, bizim gibi bir insandır.” diyorsunuz. Sizler, O’nun gibi değil, O’nun ashabı gibi de olamazsınız. Hatta Allah’ın elçisinin hanımları dahi sıradan insanlar gibi değildir. Aşağıda okuyacağınız ayeti kerimelerde görüleceği gibi: Onlar tüm müminlerin anneleridir. Resulullah’ın vefatından sonra, O’nun dul kalan eşleriyle evlenmek bütün müminlere haramdır. Aynı zamanda, Onların iyi işlerine iki misli mükafat vardır…

Önce Resulüllah’ın ashabıyla ilgili ayeti görelim:

“Muhacirler ile Ensardan ilk önce -İslâmiyet’i kabul ile başkalarından öne geçenler ve -onlara güzellikle tâbi olanlar- var ya! Allah Teâlâ onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı oldular. Ve onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İçlerinde ebediyen bâki olacaklardır. İşte bu, en büyük bir kurtuluştur. (Tevbe Suresi.ayet: 1)

Sayın Bayındır ! yoksa, sizler de ayette tanımları ve üstünlükleri bildirilen,ashabı kiram gibi cennetle müjdelendiniz mi !

Şimdi Resulullah’ın eşleri ile ilgili ayetlere gelelim:

İşte ayetler:

“Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha önce gelir. Ve onun eşleri de müminlerin anneleridir. Akraba olanlar da Allah’ın kitabında birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapacak olmanız müstesnâ. Bu, kitapta yazılmış bulunmaktadır.” (Ahzab Suresi. Ayet: 6)

“(Ey peygamber eşleri) Kim ki, sizden Allah için ve Peygamberi için itaat ederse ve güzel amelde bulunursa ona mükâfatını iki defa veririz ve onun için bol bir rızk hazırlamışızdır.”(Ahzab Suresi. Ayet:31)

“Ey Peygamberin eşleri!. Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsinizdir, eğer takva sahibi bulunuyor iseniz. Lâkırdıyı yumuşakça yapmayınız, sonra kalbinde bir fesat bulunan, tamaa düşer ve güzel söz söyleyin.” (Ahzab Suresi. Ayet:32)

“Ve hânelerinizde oturunuz ve evvelki cahiliye zamanındaki açılış gibi açılıvermeyiniz ve namazı dosdoğru kılınız ve zekâtı veriniz ve Allah’a ve Peygamberine itaat ediniz ve ey ehli beyt!. Allah sizden ancak kiri götürmek ve sizi tertemiz kılmak dilemektedir.” (Ahzab Suresi. Ayet: 33)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Müminlerin onun evine nasıl girilip çıkılacağı, ne miktar oturulabileceği, O’nun eşleri ile nasıl konuşulabileceği (O üzülmesin diye) Allah tarafından tanzim edilendir…
“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” O’nun hanımları İnananların Anneleri olan O’nun vefatından sonra da; hanımlarıyla müminlerin evlenmesi haram olup kendisi müminlere, canlarından evla olduğu Allah tarafından bildirilendir. ???

“Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe, Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte, fakat o, (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah) tır.” (Ahzab Suresi ayet: 53)

Ayeti kerimelerde görüldüğü gibi; Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizin eşleri; müminlerin anneleridir ve diğer insanlara benzemez onların iyiliklerine iki defa mükafat veririz, buyurulmaktadır. Ayetleri tekrar okuyalım!

“Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha önce gelir. Ve onun eşleri de müminlerin anneleridir. (Ahzab Suresi Ayet: 6)

“Ve kim ki, sizden Allah için ve Peygamberi için itaat ederse ve güzel amelde bulunursa ona mükâfatını iki defa veririz” (Ahzab Suresi. Ayet:31)

“Ey Peygamberin eşleri!. Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsinizdir,” (Ahzab Suresi. Ayet:32)

Sayın Bayındır! Sizlere de, mükafat iki defa veriliyor mu? Ne dersiniz!

ALLAHIN (C.C) RESULÜ VE NEBİLERİN SONUNCUSU OLAN HZ. MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V) KİM Mİ? DİR! ???

Diğer Peygamberler birer topluma gönderildiği, bir şehirde, hatta aynı zamanda ve aynı evde bulundukları halde (Hz. İbrahim, Hz. Lut, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz.Eyyüb, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya ve Hz. İsa (selam onlara olsun) gibi Allah’ın son Nebisi ve Resulü Hz. Muhammed’den önce 500 yıl içinde Cercis (a.s) başka hiçbir nebi ve resül (Peygamber) gönderilmemiştir. “O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Kıyamete kadar, kendisinden sonra da Peygamber gönderilmeyecek ve Şeriatı kıyamete kadar baki kalacak olan; tüm insanlara ve cinlere son Peygamber olarak gönderilmiş bulunandır.

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Kendisinde müminler için en güzel bir örnek olan, fakat, bütün müminler için değil ancak Allah’ı uman, ahireti uman ve Allah’ı çok zikredenler için olduğu Allah tarafından bildirilendir.

“(Ey müminler) Andolsun ki, sizin için Rasûlullah’da güzel bir örnek vardır,(Fakat sizden) Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça zikredenler içindir.” (Ahzab Suresi. Ayet: 21)

Sayın Bayındır!

Yukarıdaki ayeti kerimede görüldüğü gibi; en güzel ahlakıylâ müminlere örnek olduğu bildirilen Resulullah’ın, o en güzel ahlakındân sıradan müminler yararlanamayacak, yararlanmanın da bir bedeli var. O da: “Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça zikredenler için” mümkün olacaktır. Acaba sizlerde de o örnek var mıdır? Sizleri örnek almak için böyle bir bedel gerekli midir (?) Yoksa Hz.Allah, sizin ömrünüze de mi yemin ediyor (?)

“(Ey Resulüm) Ömrüne andolsun ki, şüphe yok onlar, kendi sarhoşlukları içinde şaşırıp duran kimseler idi.”(Hicr Suresi. Ayet: 72)

Burada kitaplarınızdan bölümler alıyorum :

ABDULAZİZ BAYINDIR’IN, DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ ADLI KİTABINDAKİ YANLIŞLAR

Abdülaziz Bayındır Diyor ki:

“Kur’an’a göre “Hz.Muhammed sadece bir resuldür.” (Al-i İmran 3/144) Arapça’da bir sözü ve elçiliği yüklenen kişiye resul denir. Yani resul, işe kendini karıştırmadan birinin sözünü bir başkasına ulaştırmakla görevli kişidir.

Dini terim olarak da Allah’ın, kendi hükümlerini halka ulaştırmak üzere görevlendirdiği insana resul denir. Bunun Türkçe karşılığı elçidir.

Allah’u Teala elçilerinin görevini üç şekilde belirlemiştir:

Elçinin birinci görevi emri tebliğdir. Allah Teala şöyle buyurur:

“Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?” (Nahl 16/35)

“Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide 5/67)

Elçinin ikinci görevi emri açıklamadır. Ayette şöyle buyurulur:

“Biz ne elçi gönderdiysek sadece kendi halkının diliyle gönderdik ki, onlara açık açık anlatsın.” (İbrahim 14/4)

Allah’ın elçisinin üçüncü görevi müjdeleme ve uyarmadır. Bu konuda şöyle buyurulur:

“Biz seni bütün insanlara sadece bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermişizdir.” (Sebe 34/28)

Elçi baskı yapamaz. İnsanlara tam bir inanç hürriyeti tanıyan Allah şöyle buyuruyor:

“Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.
Sen onların tepesine dikilecek değilsin.” (Ğaşiye 88/21-22)

Allah’ın elçileri mucize gösterirler. Mucize, onlara olağanüstü bir kişilik vermek için değil, Allah’ın elçisi olduklarını belgelemek içindir.

İtibarlı bir kişi, günün birinde kalkıp ben Amerika’nın Ankara büyükelçisi oldum dese, Türk devleti Amerikan hükümetinin onu elçi olarak görevlendirdiğine dair belge ister. İşte mucize de Allah’ın elçisinin görevlendirme belgesidir. İnsanların böyle bir belge düzenleme imkânı olmadığı için adına mucize denmiştir.
Hz. Muhammed tıpkı bizim gibi bir insandır. Bizden farkı, Allah’ın elçisi olmasıdır. Kur’an’da şöyle buyuruluyor:

“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, sizin Tanrınızın bir tek Tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf 18/110)

İşte bir tarafta imamlarını kutsal bir kişiliğe büründüren Şiilik, diğer tarafta Hz. Peygamberi bile herkes gibi bir insan sayan ehl-i sünnet inancı… (Din ve Devlet İlişkileri Abdülaziz Bayındır S. 64/67)

KUR’AN IŞIĞINDA TARİKATÇILIĞA BAKIŞ KİTABINDAKİ YANLIŞLAR

Abdülaziz Bayındır diyor ki:

KUR’ANDA ELÇİLER

Allah Teala Hz.Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme şöyle buyuruyor:

Seni insanlara resul olarak gönderdik, şahid olarak Allah yeter (Nisa 4/79)

Arapça’da bir sözü ve elçiliği yüklenen kişiye resul denir. Bir fıkıh terimi olarak resul, işe kendini karıştırmadan birinin sözünü bir başkasına ulaştırmakla görevli kişidir. Dini terim olarak da Allah’ ın hükümlerini halka ulaştırmak üzere görevlendirdiği insana resul denir. Bunun Türkçe karşılığı elçidir.

a- GÖREVLERİ:

Allah Teala elçilerinin görevini üç şekilde belirlemiştir:

1) Emri yerine ulaştırma (tebliğ): Rabbımız şöyle buyuruyor:

“Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?” (Nahl 16/35)

“Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’ nun elçiliğini yapmamış olursun” (Maide 5/67)

2) Emri açıklama (beyan):

Ayette şöyle buyuruluyor:

“Biz ne elçi gönderdiysek sadece kendi halkının diliyle gönderdik ki, onlara açık açık anlatsın..” (İbrahim 14/4)

“Biz kitabı sana, başka değil, sadece ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve bir de inanan kimselere yol gösterici ve rahmet olsun diye indirdik.” (Nahl 16/64)

3) Müjdeleme ve uyarma:

Bu konuda şöyle buyuruluyor:

“Biz elçileri, başka değil, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur, ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (En’am 6/48)

“Biz seni bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermişizdir.” (Sebe 34/28) (Abdülaziz Bayındır.Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış.s.69-70)

Sayın Bayındır!

Allah’ın resullerini: Sizin ifadenizle (Elçilerini) bu kadar sıradan bir kişiliğe indirdikten sonra, hâla tatmin olmamışsınız ki; ayrıca aşağıdaki “Elçilerin yetkisiz olduğu durumlar” başlığını atarak; O Allah’ın (c.c.) Resullerini, birer aciz, çaresiz, yetkisiz kimselermiş gibi göstermeğe çaba sarf ediyorsunuz!

ELÇİNİN YETKİSİZ OLDUĞU DURUMLAR(!)

Abdülaziz Bayındır diyor ki:

“b) Elçinin yetkisiz olduğu durumlar:

1) Elçinin koruma görevi yoktur. Allah Teala şöyle buyuruyor:”Eğer yüz çevireceklerse çevirsinler, biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir.” (Şura 42/48)

2) Elçinin vekillik görevi yoktur. Ne halka karşı Allah’ın vekilliğini, nede Allah’a karşı halkın vekilliğini yapar.

Vekilimiz Allah şöyle buyuruyor:

“Allah dileseydi şirke düşmezlerdi. Biz seni onların üzerine bir koruyucu yapmadık. Sen onların üzerine bir vekil de değilsin.”(Enam.6/107)

“Sen sadece bir uyarıcısın.Her şeye vekil olan Allah’tır.”(Hud 11/12)

3) Elçi kimseyi yola getiremez.Bizi yoluna kabul eden Rabbımız şöyle buyuruyor:

“Sen sevdiğini doğru yola getiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola getirir.Doğru yola girecekleri en iyi o bilir.”(Kasas 28/56)

“Elçi sadece doğru yolu gösterir.Hz. Muhammed’e çok değer veren Allah şöyle buyuruyor:” Kuşkusuz sen kesinkes doğru yolu gösterirsin.”(Şura 42/52)

4) Elçi baskı yapmaya yetkili değildir. İnsanlara tam bir inanç hürriyeti tanıyan
Allah şöyle buyuruyor:

“Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.
Sen onların tepesine dikilecek değilsin.”(Ğaşiye 88/21-22)

5)Elçi kalpten geçenleri bilmez.Şu ayetler onu gösteriyor:

“Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münafıktır.Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin. Onları biz biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz; sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir.” (Tevbe.9/101)

“Münafıkları, gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa dinlersin.Onlar dayalı odunlara benzerler. Her kopan gürültüyü kendilerine karşı sanırlar. İşte düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin. Nasıl döndürülüyorlar” (Münafıkun.63/4)

6) Elçi gaybı bilmez, o sadece Allah’ın kendine vahyettiği şeyleri bilir.

“De ki:”Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size İşte “ben bir meleğim” de demiyorum. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam.” De ki” Görenle görmeyen bir olur mu? Hiç zihninizi yormaz mısınız?”(Enam.6/50)

“De ki”Eğer gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapmak isterdim.Ve bana kötülük de gelmezdi. Ben inanan kesim için bir uyarıcı ve bir müjdeciden başka bir şey değilim.”(Araf.7/188)

Peygamber bu durumda ise ya veliler ne durumda olur?”(Abdülaziz Bayındır,Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış.s.71-72)

ABDÜLAZİZ BAYINDIR’A GÖRE “HZ.MUHAMMED ALLAH’IN KÖLESİYMİŞ” (!)

Sayın Bayındır,

Peygamberimiz Efendimizi her iki kitabınızda da yetkilerini kısıtlaya kısıtlaya geldiniz, O’nun şahsında insanlara yöneltilen bütün tehdit ayetlerini aldınız, öfkeniz geçmedi ve nihayet kainatın efendisini köleliğe kadar indirdiniz. İşte ifadeniz:

Abdülaziz Bayındır diyor ki;

“Türkçe de, “kul “ile “köle” aynı anlamdadır. Yunus Emre;

Tabduğ’un tapusunda, kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah.

Derken “köle olduk kapusunda” demek istiyor. Kul ve kölenin Arapçası “abd” kelimesidir. Hz. Muhammed’de Allah’ın abd’ıdır. Kelime-i şahadette “eşhedüenne Muhammeden abduhu ve Resuluhü” “Şunu kesinkes bilirim ki, Muhammed O’nun kölesi ve elçisidir” deriz.

Yalnız Allah’a köle olup başkasına köle olmamak hürriyetin doruk noktasına ulaşmak demektir.
Hz.Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili yine şu ayeti okumak yerinde olur.

“Az kalsın baskı ile seni, sana vahyettiğimizden ayıracaklardı ki, başkasını uydurup üstümüze atasın. Böyle yapsaydın, kuşkusuz seni dost edinirlerdi.

Eğer seni sağlamlaştırmış olmasaydık, andolsun onlara bir parça yanaşacaktın. O zaman bizde sana, hayatın kat kat azabını ve ölümün kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine bir yardımcı da bulamazdın” (İsra, 17/73-75).

Sayın Bayındır,

Yukarıdaki yazınızda “abd” kelimesi “kul” manasına da gelir “köle” manasına da gelir, diyorsunuz. Gayet tabii ki, “kul” olmak, köle olmaktan daha üstün; “köle” olmak, kul olmaktan mukayese kabul edilemeyecek derecede daha aşağıdır. Köle, satılık insandır. Bir meta gibi alınır, satılır.

Köleye, Cuma namazı farz değildir, hac farz değildir, cihad, zekat gibi İslam’ın bir çok vecibeleri onlara farz değildir. Onlara yapılan kısas hürlere yapılanın yarısıdır. Onlardan zina edene yüz değil, elli sopa vurulur. Sizin, “Rahmetenlil Alemin” olan Allah’ın Resulü(s.a.v)’nü bu duruma düşürmeye ne hakkınız var? Bu yetkiyi kimden aldınız! Sizdeki bu duyguların (!) nereden geldiğinin farkında mısınız?

İşte! Sizin gibi düşünenleri manen ezecek bir ayeti kerime; “sizin köle dediğiniz O Allah’ın Resulüne Allah Azimüşşan bakın nasıl yetki vermiş ve tüm insanlara ve size nasıl hitap ettiriyor!

İşte ayet:

“(Ey Resulüm), De ki: Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!.(Kölelerim)! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Şüphe yok ki, Allah bütün günâhları bağışlar. Muhakkak ki, O -evet..- O, çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir.” (Zümer Suresi. Ayet:53)

Yukarıdaki ayette: “Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.”tavsiyeleri kime aittir ? Tabii ki, Resulullah (s.a.v.)’a aittir.

Resulullah, Allah olmadığına göre: Tüm aşırı günah işleyen insanlara nasıl; “Ey nefisleri aleyhine haddi aşan KULLARIM !” diyebiliyor ? Resulullah Efendimiz, nasıl bir köleymiş ki, Allah Azimüşşan O’na, bütün insanlara hitaben “ey kullarım, ey kölelerim” dedirtiyor. Bu ayete göre, bütün insanlar, Resulullah Efendimiz Hz.Muhammed’in kölesi olmuyor mu ? Sayın Bayındır, yoksa siz de o’nun gibi bir insan mısınız?

Hz. Peygamber(s.a.v.)’in yüceliği hususunda kimsenin tasdikine ihtiyaç yoktur. İnsanların methü senaları nedir ki ? O’nu bizzat Allah (c.c) methetti. Aşağıdaki sözler, başka dinlere mensup olanların bile O’nun şahsiyetinin eşsizliğini itiraf etmek mecburiyetinde kaldıklarını göstermeleri bakımından seçilmiş birkaç örnektir.

Bakın Prens Bismark ve diğer meşhurlar ne demişler !

“Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim, ey Muhammed! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitap senin değildir. O, lahutidir, ilahidir. Bunun lahuti olduğunu inkar etmek, mevcut ilimlerin batıl olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için beşeriyet, senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra da göremeyecektir. Ben huzuru mehabetimde kemali hürmetle eğilirim”.
PRENS BİSMARK

“Keşke şu saltanata bedel Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın hizmetkarı olsaydım. O’nun hizmetkarı olsaydım. O hizmetkarlık, saltanatın pek fevkindedir”
HABEŞ KRALI NECAŞİ

“Hakimdi, hatipti, Peygamberdi, muharipti, fikirler fatihiydi. Makul itikatların muhyisi (dirilticisi) ve nihayet din kurucusu idi. Yirmi dünyevi imparatorluk kurmasına rağmen tek bir ruhani millet yaratmıştı. Muhammed (s.a.s.) budur. İnsanların büyüklüğü hangi ölçü ile ölçülürse ölçülsün, acaba O’ndan daha büyük bir insan bulunur mu ?”
A.D.LAMARTİNE

“Biz Avrupa milletleri, medeni imkanlarımıza rağmen Hazreti Muhammed’in (s.a.s.) son basamağına varmış olduğu merdivenin, daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki hiçbir kimse, bu yarışmada O’nu geçemeyecektir.”
GOETHE

RESUL ELÇİ DEĞİLDİR !

Sayın Bayındır !

Önce “Resul”kelimesini :”Elçi” diye tercüme ettiniz: sonra sözlükteki elçi’nin görevlerini üç olarak saydınız, daha sonra da: Elçi’nin görevleri şunlardır. Allah’ın elçileri ancak şu üç şeyi yapar. Bunların dışına çıkamaz. Bilhassa şu altı şey de elçilerin görevi dışındadır.”diyerek; Allah’ın (c.c.) Resullerine birer vazife taksimi yaptınız. Onlar sizin memurlarınızmış gibi; Allah’ın (c.c.) Resullerinin yetkilerini kısıtladınız. Ve nihayet Yaşar Nuri Öztürk ve emsallerin söylediği gibi: Aldığı emaneti hiçbir şeye karışmadan yerine ulaştıran bir posta müvezzii durumuna getirdiniz! Sünnet ve hadisleri de yok sayınca gayet tabii, Kur’an’ı ve İslam’ı yorumlama, anlama ve anlatma görevini sizlere bıraktınız.

Halbuki: Resullerin görevlerini anlamak için:Allah tarafından, gönderiliş sebeplerini iyice öğrenmek gerekmez mi?

O sebepler nelerdir (?) :

İşte Ayetler:

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Yalnız insanlara, meleklere, cinlere değil, Allah’dan başka ne varsa böceklerden, çiçeklerden yıldızlara kadar tüm alemlere Rahmet olarak gönderilmiş olandır.

“(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya suresi ayet: 107)

“Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa suresi ayet: 64)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Tüm insanları Allah’ın izniyle Allah’a davet eden uyarıcı, müjdeleyici ve güneş gibi nurlar saçan aydınlatıcı bir kandil olarak gönderilendir.

“Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nûrlar saçan bir sirac (Güneş) olarak gönderdik.” (Ahzab suresi ayet: 45-46)

“Gökte burçları var eden, onların içinde bir sirac (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir.” (Furkan suresi ayet: 61)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” İnananlara Allah’ın (c.c.) ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti ve daha bilmedikleri şeyleri öğretendir.

“Nitekim sizin içinizde sizden bir peygamber gönderdik ki size bizim ayetlerimizi okuyor ve sizleri tezkiye ediyor (Temizliyor) ve sizlere kitap, hikmet öğretiyor. Ve sizlere bilmedikleriniz şeyleri öğretiyor.” (Bakara suresi ayet: 151)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Allah tarafından ümmetine, inananlara dua etmesi istenendir.???

“Onların mallarından bir sadaka al, onunla kendilerini temizlemiş, tezkiye etmiş olursun. Ve onlara dua et, şüphe yok ki, senin duan onlar için bir sükûnettir ve Allah Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir, bilicidir.” (Tevbe suresi ayet: 103)

“Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır, (hayır için) harcayacağını Allah katında yakınlığa ve Peygamber’in dualarını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki o (harcadıkları mal, Allah katında) onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine (cennetine) koyacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir.” (Tevbe Suresi ayet: 99)

Bu ayette : “onunla kendilerini temizlemiş, tezkiye etmiş olursun. Ve onlara dua et, şüphe yok ki, senin duan onlar için bir sükûnettir” buyurulmaktadır.

Sayın Bayındır: Onları temizleme, onlara dua ederek onları sükunete kavuşturma, onları korumak değildir de nedir ?
“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Tüm inananlara Rauf, Rahim olandır. (çok şefkat ve merhamet edendir.)

“And olsun, size kendi cinsinizden bir Peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız onun üzerine pek güç gelir, üzerinize çok düşkündür. müminler hakkında pek şefkatli ve pek merhametlidir.” (Tevbe suresi ayet: 128)

“Andolsun ki, Allah Teâlâ müminlere lütufda bulundu. Çünkü içlerinde kendilerinden bir peygamber gönderdi ki: Onlara Hak Teâlâ’nın âyetlerini okuyor ve onları temizliyor ve onlara kitap ve hikmeti öğretiyor. Halbuki bundan evvel apaçık bir dalâlet içinde bulunmuş idiler.” (Ali İmran suresi ayet: 164)

Yine bu ayette:“Onlara Hak Teâlâ’nın âyetlerini okuyor ve onları temizliyor ve onlara kitap ve hikmeti öğretiyor.” Buyurulmaktadır. Onlara : Ayetleri okumak, onları temizlemek ve Onlara kitap ve hikmeti öğretmek, Onları korumak değil midir?

İşte Ayetler:

“(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Ali İmran Suresi ayet: 31-32)

“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa suresi ayet: 69)

“De ki: Cebrail’e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.” (Bakara Suresi ayet: 97)

“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler”(Sebe Suresi. Ayet:28)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Mutlak manada Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi gerekendir:

“Namazı kılın; zekâtı verin; Peygamber’e itaat edin ki merhamet göresiniz.” (Nur suresi ayet: 56)

“Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, (Sen üzülme) seni onların başına bekçi göndermedik!” (Nisa suresi ayet: 80)

“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah`a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne ‘ki o da, Allah’a ve onun sözlerine inanır’ iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (Araf suresi ayet: 158)

“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.” (Bakara suresi ayet: 151)

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Al-i İmran suresi ayet: 164)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” İnananlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılan, ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri atandır.

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (Araf suresi ayet: 157)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Allah’ın izni ile sırtı ile de gören, namazda iken arkadaki safların düzgün olması için onları gözetendir.

“O ki, (namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor). (Şuara suresi ayet: 218-219)

Resulullah efendimiz, sırtıyla da gördüğü için: Sırtıyla namaz kılanların saflarını görürdü.

İşte Hadisi Şerif :

EBU HUREYRE (R.A.) HADİSİ: Şöyle dedi:

Resulullah (s.a.s.)Şöyle buyurdu:”Siz benim kıblem (Yalnız) şurasıdır (Ve namazda önümden başka yeri göremem) mi sanıyorsunuz.? Allah’a (c.c.) yemin ederim ki, sizin ne huşunuz bana gizli kalıyor, ne rukunuz. Yemin olsun ki, sizi arkamdan da görüyorum.” (Buhari ve Müslim Ellülü ve’l Mercan terc.c.1.h.No:245)

ENES İBN-İ MALİK (r.a.) HADİSİ: Şöyle dedi :Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ruku ve sücudu dosdoğru yapınız. Vallahi ben sizi ruku ettiğiniz ve secdeye vardığınız zaman arkamdan da, yahut sırtımın arkasından da muhakkak görürüm..”(Buhari ve Müslim Ellülü ve’l Mercan terc.c.1.h.No:246)

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab suresi ayet: 40)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Bir hükme karar verdiği vakit onun hükmüne itiraz edilmeyeceği Allah tarafından bildirilendir.

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Hz. Zeynep ile evlendiği zaman nikahının Allah (c.c.) tarafından kıyıldığı ayetle bildirilendir,

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”

(Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir. (Ahzab suresi ayet: 36- 37)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed: Allah tarafından okutulan ve unutmayacağı Allah tarafından bildirilendir.

“Sana (Kur’an’ı) okutacağız; sen hiç unutmayacaksın.” (A’la suresi ayet: 6)

“Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.” (İsra Suresi ayet: 79)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Kendisine Allah (c.c) tarafından salat edilen, övülen ve kesintisiz ecir verildiği bildirilendir.

“Hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir mükâfat vardır. Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem suresi ayet: 3-4)

“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Davud’a da Zebur’u verdik.” (İsra Suresi ayet: 55)

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.”(İsra Suresi ayet: 1)

“O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) Gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu, önceden bir defa daha görmüştü, Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında. Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır. Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm Suresi ayet: 9-18)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Kendisi hayatta iken henüz dünyaya gelmemiş olup, kıyamete kadar gelecek olan müminleri de manen temizleyen, onlara da manen kitabı, hikmeti öğretendir.

“Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, Azîz ve Hakîm olan Allah’ı tesbih eder. Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. (Peygamberi) Müminlerden henüz kendilerine katılmamış bulunan diğer insanlara da (kitab’ı hikmeti öğreten ve onları temizleyen bir peygamber olarak) göndermiştir. O, Azîzdir, Hakîmdir. Bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cuma Suresi ayet: 1-4)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Elleri ile taşları kafirlere attığı zaman o taşları Allah’ın atmış olduğu bildirilendir.

“(Savaşta) Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfal Suresi ayet: 17)
“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Kendisinin razı oluncaya kadar istekleri Allah tarafından verilecek olandır.

“Andolsun kuşluk vaktine. Ve sükûna erdiğinde geceye ki, Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı. Gerçekten seniniçin ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.” (Duha Suresi ayet: 1-5)

“O, Allah’ın son Reulü Hz.Muhammed:” Dünyada ve ahirette şefaati geçerli olandır.???

Allah’ı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır. Onlar şefaat edeceklerdir.” (Zuhruf Suresi ayet: 86)

O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Geçmiş ve gelecek günahlarının af olduğu Allah tarafından müjdelenendir.

“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder” (Fetih Suresi ayet: 1-3)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Allah ve melekleri tarafından kendisine salat edilen ve müminlerinde salat ve selam ederek teslim olması farz olandır.

“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salavât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzab Suresi ayet: 56)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Mahşerde her ümmetin şahitleri, şahitlik için getirildikten sonra kendisinin de tüm şahitlere şahitlik edeceği Allah tarafından bildirilendir.???

“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab’ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl Suresi ayet: 89)

Sayın Bayındır, bu ayeti kerimede :Mahşer günü her ümmetin Peygamberinin şahid olarak huzurda bulunacağı bildirildikten sonra “Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz.” Buyurulmaktadır. Önce şunu sorayım, sizin de böyle bir yetkiniz var mı (?) Ayrıca şu soruma ne diyeceksiniz; Soruyorum :

1- Peygamberimiz efendimiz, vefat ettikten sonra dünyayla ilişiği kesildi ise (!) Kıyamete kadar gelecek insanlara nasıl şahitlik edecek ?

2- Resulullah efendimizin ruhu Hz. Ademden önce ; ruhlar aleminde yaşayarak: Olayları izlemiyor ise, Hz. Adem ile başlayan ve kıyamete kadar devam eden, her peygambere, ümmetlerine ve kıyamete kadar yaşayacak olan tüm insanlara, mahşerde Allah’ın (c.c.) huzurunda nasıl şahitlik yapacak ?

“Allah’ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşir Suresi. Ayet: 7)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Öyle bir zattır ki, Arzusu üzerine müminlerin kıblesi Mescid-i Aksadan Haremi Şerif’ e değiştirilendir.

“(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara Suresi ayet: 144)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Göğsü Allah tarafından açılıp, sırtındaki ağır yükleri atılan ve ismi Arş’ı Ala’ya kadar yükseltilendir. Çünkü Arş’ı taşıyan melekler ve tüm melekler ona salat etmektedirler.

“Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Yükünü senden alıp atmadık mı? O senin belini büken yükü. Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?” (İnşirah Suresi ayet: 1-4)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Müminlere babalarından, çocuklarından, kardeşlerinden, eşlerinden daha önce gelendir

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe Suresi ayet: 24)

“Battığı zaman yıldıza andolsun ki; Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (Necm Suresi ayet: 1-4)

“Şüphesiz ki o (İsa), kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.” (Zuhruf Suresi ayet: 61)

“Allah o zaman şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruh (Cebrail) ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrailoğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mucizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler, “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” demişlerdi.” (Maide suresi ayet: 110)

“Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız. Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Ali imran suresi ayet: 132-133)
“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Kur’an kalbine Allah tarafından toplanandır.

“(Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyame suresi ayet: 16-19)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Huzurunda yüksek sesle konuşulması haram olan ve O’nu yüksek sesle çağırarak saygılı davranmayanların amellerinin, iyiliklerinin boşa gideceği Allah tarafından bildirilendir.

“Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin.Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan, amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. (Resûlüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat suresi ayet: 1-5)

“Hem bilin ki, içinizde Allah’ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat suresi ayet: 7)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Müminlerin kendisine soru sorabilmeleri için daha önceden yoksullara sadaka vermeleri emredilendir.

“Ey iman edenler! Peygamber ile gizli bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bir şey bulamazsanız, bilin ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Gizli bir şey konuşmanızdan önce sadakalar vermekten çekindiniz mi? Bunu yapmadığınıza ve Allah da sizi affettiğine göre artık namazı kılın, zekâtı verin Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücadele suresi ayet: 12-13)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Allah (c.c.) tarafından kalbi açtırılıp kalbi nurla yıkanıp masiva çıkarıldıktan sonra, nur ile doldurulan Arş’u Ala’ya, Rabbinin huzuruna çıkması için: Cebrail (a.s.) tarafından manen ameliyat edilen ve ismi de cismi gibi en yücelere ufuki alaya yüceltilendir.

“Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Yükünü senden alıp atmadık mı? O senin belini büken yükü. Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?” (İnşirah suresi ayet: 1-4)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Kendisi hayatta iken kafirlere dahi toplu azapların yapılmayacağı Allah tarafından bildirilendir

“Hani (o kâfirler) bir zaman da: Ey Allah’ım! Eğer bu Kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi. Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir” (Enfal suresi ayet: 32-33)

RESULLERE YETKİSİZLİK İDDİALARI ELÇİNİN VEKİLLİK GÖREVİ YOKMUŞ (!)

Bayındır diyor ki :

1) “Elçinin vekillik görevi yoktur. Ne halka karşı Allah’ ın vekilliğini, ne de Allah’a karşı halkın vekilliğini yapar.

Vekilimiz Allah şöyle buyuruyor:

“Allah dileseydi şirke düşmezlerdi. Biz seni onların üzerinde bir koruyucu yapmadık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin.” (Enam 6/107)

“Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır.” (Hud 11/12)

Sayın Bayındır ! Bu ayetlerin hedef manası “Ey Resulüm! Sen onların hallerinden mesul, sorumlu değilsin, üzülme nurlar saçan bir kandil olarak uyarı ve aydınlatma görevine devam et “demektir.

Cevabi ayetler:

RESULULLAH (S.A.V) İNANANLARIN BİR NEVİ VEKİLİDİR

Sayın Bayındır ! Resulullah efendimize : Vahye uyarak:

“Ey Allah’ım,yalnız sana ibâdet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.”

Ve de

“Bizleri doğru yola ilet,” diyerek, Allah’a (c.c) hitab ederken, tüm inanan insanlara yani Müslümanlara vekaleten Hz.Allah’a (c.c) söz vermiyor mu? Ve tüm inananlar namına onlara vekaleten Hz. Allah’tan (c.c) yardım istemiyor mu?

Eğer yalnız kendi başına tekil olarak” Ya Rabbi, yalnız sana ibadet ederim, yalnız senden yardım dilerim” deseydi bizlere vekaleti söz konusu olmayabilirdi.

“De ki: Biz Allah Teâlâ’ya, ve bize indirilene, ve İbrahim’e, İsmaîl’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbate indirilmiş olana ve Musa’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rableri tarafından verilmiş olanlara imân ettik, onlardan hiç birinin arasını ayırmayız. Ve biz ona teslim oluruz.” (Al-i İmran Suresi. Ayet: 84)

Aynı şekilde bu ayette de: Allah’a tüm mü’minler adına arzda bulunmuyor “ben” yerine”Biz” demiyor mu? Ve bu ifade tarzları: Kur’an ayetleri olduğuna göre, bunlar birer ilahi tesbit değil midir?

RESULLER ALLAH’IN DÜNYADA BİR NEVİ VEKİLİDİRLER

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” İnananlardan: sadaka alarak, onları temizleyen ve duasıyla müminleri sükuna erdireceği için inananlara dua etmesi Allah (c.c) tarafından istenendir.

“Onların mallarından bir sadaka al, onunla kendilerini temizlemiş, tezkiye etmiş olursun. Ve onlara dua et, şüphe yok ki, senin duan onlar için bir sükûnettir ve Allah-u Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir, bilicidir.” (Tevbe Suresi. Ayet: 103)

Sayın Bayındır ! Size sorarım. İnsanları temizlemek kimin gücü dahilindedir. Tabii ki Allah’ın! Peki; temizlemeyi Peygamberimiz yapıp; insanlara ilim ve hikmet öğreteceğine göre bunu kimin namına ve kime vekaleten yapabilecek hiç düşündünüz mü? Yoksa kendi öz gücüyle mi yapacak?

“Onlar bilmediler mi ki, muhakkak Allah Teâlâ, o kullarından tövbeyî kabul eder ve sadakaları alır. Ve şüphe yok ki tövbeleri kabul eden, pek merhametli olan ancak -Yüce Yaratıcıdır -” (Tevbe Suresi. Ayet: 104)

Sayın Bayındır! Bir üstteki ; yüz üçüncü ayette “Onların mallarından bir sadaka al, onunla kendilerini temizlemiş, tezkiye etmiş olursun.” Buyurulmuş olmasına rağmen, yüz dördüncü ayette “Onlar bilmediler mi ki, muhakkak Allah Teâlâ, o kullarından tövbeyî kabul eder ve sadakaları alır.” Buyurulmaktadır. Yine soruyorum. Sadakaları Allah (c.c) aldığına göre; Peygamberimiz efendimiz sadakaları kendi namına mı alıyor, yoksa bir nevi Allah’a (c.c) vekaleten mi alıyor ?

“Ey Peygamber.. İman etmiş olan kadınlar, sana gelip de: Allah’a bir şeyi şirk koşmamaları ve hırsızlık yapmamaları ve zinada bulunmamaları ve çocuklarını öldürmemeleri ve elleri ile ayakları arasında uyduracakları bir iftira ile gelmemeleri ve iyi iş işlemekte sana karşı gelmemeleri üzerine biatta bulunacakları zaman artık sen de onlar ile biatta bulun ve onlar için Allah’tan mağfiret dile, şüphe yok ki: Allah, gâfurdur, rahîmdir.” (Mümtehine suresi ayet: 12)

Şüphe yok, sana bîy’at edenler, muhakkak ki, Allah’a bîy’at ederler. Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir. Artık kim -ahdını- bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur ve her kim de Allah ile üzerine sözleşmede bulunduğu şeyi yerine getirirse ona da -Allah Teâlâ- büyük bir mükâfat verecektir.(Fetih Suresi âyet:10)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Hudeybiye de müminlerin biatlerini kendisi alırken, kendi elini ashabın elleri üzerine indirdiği halde; Allah tarafından “Sana yapılan biat bana olmuştur (senin elin onların elinin üzerinde idi ama) Allah’ın eli onların elleri üzerinde idi “buyurulandır.

“Şüphe yok, sana bî’at edenler, muhakkak ki, Allah’a bî’at etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Artık kim -ahdini- bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur ve her kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona, büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih Suresi.ayet:10)

“Yemin olsun ki, Allah, müminlerden râzı oldu, o vakit ki, ağacın altında sana biat ederlerken ki, onların kalblerinde olanı bildi de üzerlerine o sekiyneti -o huzur ve sükûneti- indirdi ve onları bir yakın feth ile mükâfatlandırdı.” (Fetih Suresi.ayet:18)

Sayın Bayındır, biat olayını biliyoruz. Ağacın altında Resulüllah efendimiz ashabı kiramdan biat alırken, ashabı kiram ellerini üst üste uzatmışlar Resulullah efendimiz de kendi elini onların ellerinin üzerine koyarak, onların biatlarını kabul etmiş. Her halükarda Allah’ın emirlerini yerine getireceklerini, Resulüllah efendimizi sonuna kadar nefisleri gibi koruyacakları hususunda söz vermişler, ahitlerde bulunmuşlardı. Netice olarak zahirde onların ellerinin üstünde biat anında peygamberimiz efendimizin eli vardı; buna rağmen ayeti kerimede bakın ne buyuruluyor: “Şüphe yok, sana bîat edenler, muhakkak ki, Allah’a bîat etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir.”

Sayın Bayındır! Allah’ın eli onların elinin üzerinde olduğuna göre ; Peygamberimizin eli o anda, kendi namına mı, yoksa, bir nevi Allah’a vekaleten mi, onların ellerinin üzerinde idi ?

Ayrıca, bildiğimiz gibi biat’ı yani ahdi alan Resulullah efendimiz olduğu halde bakın Ayeti Kerimede Allah (c.c.) ne buyuruyor:” Artık kim -ahdini- bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur ve her kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona, büyük bir mükâfat verecektir.”

Sayın Bayındır! Bu ahitleşmeyi Resulullah efendimiz kendi namına mı yaptı yoksa yine dediğimiz gibi bir nevi Allah’a (c.c.) vekaleten Allah (c.c.) adına mı yaptı,buna nasıl cevap vereceksiniz ! Kendi namına derseniz, bunu Allah (c.c.) kendi üzerine alıyor “Bana verilen söz” ve de “onların ellerinin üzerinde olan benim elimdi” buyuruyor. Elbette ki Resulullah efendimiz dini konularda kendiliğinden hiçbir söz söylemez, vahiysiz konuşmaz. Öyleyse bu biatları da, bir nevi Allah’a (c.c.) vekaleten almış olmuyor mu?

“Sonra onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah-u Teâlâ öldürdü. Ve attığın vakit sen atmadın, fakat Allah-u Teâlâ attı. Hem de müminleri Allah tarafından güzel bir imtihan ile imtihan etmek için. Şüphe yok ki. Allah-u Teâlâ, hakkıyla işiticidir, tam mânâsıyla bilicidir. (Enfal Suresi: Ayet:17)

Sayın Bayındır ! Bu ayette de; “Ve attığın vakit sen atmadın, fakat Allah-u Teâlâ attı.”buyuruluyor. Halbuki Cibril’in (a.s) tavsiyesi üzerine, Kureyş kafirlerinin yüzlerine toprağı atan peygamberimiz efendimizdi. Kafirlerin ölmesine sebep olan bu toprağı kendi namına mı attı; yoksa Allah’a (c.c.) bir nevi vekaleten mi attı?

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Bütün İnsanlara: “Ey günah işlemekte haddi aşan kullarım” Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” demesi, Rabbi tarafından istenendir.

Bu ayeti dikkatle okuyalım:

“(Ey Resulüm), De ki: Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Şüphe yok ki, Allah bütün günâhları bağışlar. Muhakkak ki, O -evet – O, çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir.” (Zümer Suresi. Ayet:53)

Yukarıdaki ayette: “Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.” tavsiyeleri kime aittir ?

Resulüllah’a aittir. Öyle ise Resulüllah, Allah (c.c.) olmadığına göre: Tüm aşırı günah işleyen insanlara nasıl: “Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım !” diyebiliyor ?

Ve de, bu bir ayet olduğuna göre: bunları kendi namına mı söylüyor ; yoksa Allah (c.c.) onu bir nevi vekil olarak mı o şekilde hitab ettiriyor!

“O öyle bir Kerem sahibi yaratıcıdır ki yer yüzünde her ne var ise hepsini sizin için yarattı, sonra da semaya yönelip onları yedi gök olarak düzenledi, o her şeyi hakkıyla bilicidir. Hatırla o zamanı ki. Rabbin meleklere: “Ben yer yüzünde muhakkak bir halife kılacağım” diye buyurmuştu. Melekler de: “Yer yüzünde fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın, bizler ise sana, hamd ile tesbih eder, seni takdis eyleriz.” demişlerdi. Allahü Teâlâ da: “Şüphe yok ki sizin bilemiyeceğiniz şeyleri ben bilirim.” diye buyurmuştur. Ve -Allahu Teâlâ- bütün eşyanın isimlerini Adem’e bildirdi. Sonra da bu eşyayı meleklere göstererek bunların isimlerini bana haber veriniz. Eğer siz doğru söylüyor iseniz, diye buyurdu. Dediler ki; Seni tesbih ederiz, senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphe yok ki alîm, hakîm olan sensin. Buyurdu ki: Ey Adem! O şeyleri adları ile bu meleklere haber ver. Adem de o şeyleri adları ile haber verince -Cenâb-ı Hak- buyurdu ki; Size dememiş miydim ki, ben şüphesiz göklerin de, yerin de gizliliklerini bilirim. Ve sizlerin açıkça yaptığınız ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim. Hani biz meleklere demiştik ki Adem’e secde ediniz. Onlar da hemen secde edivermişlerdi. Yalnız şeytan kaçınmış, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara suresi ayet: 29-34)

“Ey Dâvud!. Şüphe yok ki, biz seni yeryüzünde halife kıldık. Artık insanlar arasında hak ile hükmet ve hevâya tâbi olma, sonra seni Allah’ın yolundan şaşırtır. Muhakkak o kimseler ki, Allah yolundan saparlar, onlar için hesap gününü unutmuş oldukları için şiddetli bir azap vardır.” (Sad Suresi.ayet:: 26)

“Ve O, O dur ki, sizi yeryüzünde halife kıldı. Ve bâzınızı bâzınızın üzerine derecelerle yükseltti, tâki sizi size verdiği şeylerde imtihana tâbi tutsun. Şüphe yok ki, senin Rab’bin, cezâsı çabuk olandır. Ve muhakkak ki, o bağışlayan, merhamet edendir.” (Enam Suresi. Ayet : 165)

“Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği vakit onlar: “Â! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahluk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet ve tenzih etmekteyiz” dediler. Allah: “Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim” buyurdu. Tesbih: Allah Teâlâ’yı tenzih etmek, yani Zatını i’tikad, söz ve amel bakımından şanına layık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır. Hilafet, “vekâlet” yani başkasına vekil olmak manasına gelir. Bu vekâlet, ya aslın kaybolmasından veya bir ihtiyaçtan veya aczden, yahut da sırf, asilin, vekiline bir şeref bahşetmek lütfunda bulunmasından ileri gelir. Ve işte Cenab-ı Allah’ın yeryüzünde velilerini halife seçmesi, bu kabildendir.” (Bakara Suresi.ayet:30)

“Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek: “iddianızda tutarlı iseniz haydi Bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım!” dedi.” (Bakara Suresi.ayet:31)

“Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Herşeyi hakkiyle bilen, herşeyi hikmetle yapan Sensin” dediler.” (Bakara Suresi.ayet:32)

“Allah: “Âdem! Eşyanın isimlerini onlara sen bildir” dedi. O da isimleriyle onları bildirince Allah buyurdu: “Ben size demedim mi ki göklerin ve yerin sırlarını Ben bilirim.” Ve Ben sizin gizli açık yapmakta olduğunuz her şeyi de bilirim.” (Bakara Suresi.ayet:33)

O akit meleklere: “Adem için secde edin!” dedik. iblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. iblis bunu yapmadı, kibrine yedirmedi ve kâfirlerden oldu.”(Bakara Suresi.ayet:-34)

Sayın Bayındır ! Bizler yer yüzüne halifeler olarak gönderildi isek, ki öyledir. İnsanlığın en hayırlısı, en üstünü, en şereflisi olan ve tüm alemlere rahmet olarak gönderilen Resulüllah da: Elbette halifetullah olarak, bir nevi, yeryüzünde Allah’ın (c.c.) vekili değil midir ?

ELÇİ KİMSEYİ YOLA GETİREMEZMİŞ (!)

A.Bayındır Diyor ki;

2) Elçi kimseyi yola getiremez. Bizi yoluna kabul eden Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Sen, sevdiğini doğru yola getiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola getirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir.” (Kasas 28/56)

Elçi sadece doğru yolu gösterir:Hz. Muhammed’e çok değer veren Allah şöyle buyuruyor:

“Kuşkusuz sen kesinkes doğru yolu gösterirsin” (Şura 42/52)

“Ve o kâfir olanlar der ki: Onun üzerine Rab’binden bir mucize indirilmiş olmalı değil mi?. Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavim için bir hidâyet rehberi vardır. “(Raad Suresi. Ayet: 7)

“Ve sabr ettikleri zaman onlardan rehberler kılmıştık ki, bizim emrimizle doğru yola sevkederlerdi ve âyetlerimize kesin olarak inanmışlardı.” (Secde suresi ayet: 24)

“Ve Musa’nın kavminden bir topluluk da vardır ki, hak ile doğru yola erdirirler ve hak ile adâletle bulunurlar.” (Araf suresi ayet: 159)

“Ve yarattıklarımızdan bir ümmet de vardır ki, onlar hak ile hidayet ederler. Ve hak ile adâletle bulunurlar.” (Araf suresi ayet: 181)

“Ve işte sana da emrimizden bir ruh vahy ettik. Sen bilir değildin ki, kitap nedir, îman nedir ve lâkin biz onu bir nûr kıldık, onunla kullarımızdan dilediğimizi hidâyete erdiririz ve şüphe yok ki, sen bir doğru yola HİDAYET EDERSİN.” (Şura suresi ayet: 52)

“Elif, Lâm, Ra. Bir kitaptır ki, bunu sana indirdik, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, o herşeye galip övgüye lâyık olanın yoluna çıkarasın” (İbrahim Suresi. Ayet:1)

“Ve andolsun ki, biz Musa’yı mucizelerimizle gönderdik. Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat diye. Şüphe yok ki, bunda çok sabır eden, çok şükür eden her bir kimse için büyük ibretler vardır..” (İbrahim Suresi. Ayet::5)

“Doğru yola iletiyor, artık biz ona îman ettik ve Rab’bimize hiç bir kimseyi ortak tutmayacağız.” (Cinn Suresi. Ayet 2)

ELÇİ BASKI YAPMAYA YETKİLİ DEĞİLMİŞ (!)

A.Bayındır diyor ki:

3) Elçi baskı yapmaya yetkili değildir. İnsanlara tam bir inanç hürriyeti tanıyan Allah şöyle buyuruyor:

“Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.
Sen onların tepesine dikilecek değilsin.” (Ğaşiye 88/21-22)

Sayın Bayındır! Bu konuda da Kur’an’ı Kerim’in içinden bazı ayetleri seçerek : Kur’an’ın tümünü içeriyormuş gibi anlatmaya çalışıyorsunuz. Yukarıya aldığınız Ğaşiye Suresi’nin ayetlerini yazarken: en azından Tevbe Suresi’nin okuyacağımız 5 nci ayetini niçin yok sayıyorsunuz ?

Üstelik bunu da, Peygamberimizin yetkisini kısıtlamak amacıyla yapıyorsunuz!

İşte ayet:

“Artık haram olan aylar çıkınca, müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz ve onları yakalayınız ve onları hapsediniz ve onlar için bütün geçit yerlerine oturunuz. Fakat tövbe ederler, namaz kılarlar, zekâtı da verirlerse artık yollarını açık bırakınız. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Tevbe suresi ayet: 5)

“Eğer onlar daha sonra tövbe ederlerse ve namaz kılarlar ve zekâtı da verirlerse artık sizin dinde kardeşlerinizdir ve biz âyetlerimizi bilenler olan bir kavim için genişçe beyan ederiz.(Tevbe Suresi. Ayet: 11)

Sayın Bayındır, okuduğumuz ayetler, size bir şeyler ifade etmiştir sanırım.

Aşağıdaki ayeti kerimede ise; Allah’ın (c.c.) Resullerine, sizin tabirinizle elçilerine, emretmek ve yasaklamak yetkisi verilmiştir. Araf Suresi’nin 157 nci ayeti bunu açıkça bildirmektedir:

“O kimseler ki, Resûle, ümmî peygambere tâbi olurlar. O peygamber ki, onu yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılmış bulurlar. Onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten men eder ve onlara temiz olan şeyleri helâl kılar, onların üzerine pis şeyleri de haram kılar. Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağları kaldırır, artık o kimseler ki ona imân ederler ve ona saygı gösterir ve yardımda bulunurlar ve onunla beraber indirilmiş olan nur’a tâbi oluverirler, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (Araf suresi ayet: 157)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Allah tarafından üzülmesi istenmeyendir

=Tâ. Hâ. Biz, Kur’an’ı sana, güçlük çekesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.” (Ta ha suresi ayet: 1-3)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa suresi ayet: 59)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Nefislerine zulmeden müminler ona gelip istiğfar ettiği ve O’nun da müminlerin affını dilediği takdirde, O’nun şefaatiyle günahların affolunacağı bildirilendir.

“Biz hiçbir Peygamber göndermedik. Ancak Allah Teâlâ’nın izniyle itaat edilmesi için gönderdik. Ve eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah Teâlâ’dan mağfiret isteseydiler ve onlara Peygamber de istiğfarda bulunsaydı elbette Allah Teâlâ’yı tövbeleri çok kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı.” (Nisa suresi ayet: 64)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Aralarındaki ihtilafı O’na getirip, O’nu hakem ederek, O’nun verdiği hükme; kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan razı olup, O’na tam teslim olmadıkça iman etmiş olmayacakları, Allah (c.c.) tarafından yeminle bildirilendir.

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem yapıp; sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa suresi ayet: 65)

Sayın Bayındır, bu gelen ayetleri ve hadisi şerifleri güzelce bir okuyunuz bakın iş sizin dediğinize benziyor mu?

İşte Ayet:

“Vaktaki, İsa onlardan dinsizlik hissetti, dedi ki: Allah için benim yardımcılarım kimlerdir? Havariler dediler ki: Biz Allah’ın yardımcılarıyız, Allah’a îman ettik ve şahit ol ki, bizler şüphesiz Müslümanlarız.” (Ali imran suresi ayet: 52)

ELÇİ GAYBI BİLMEZMİŞ(!)

Ahmet Hulusi diyor ki:

4) Elçi gaybı bilmez, o sadece Allah’ın kendine vahyettiği şeyleri bilir.

“De ki: “Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, “işte ben bir meleğim.” de demiyorum. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam. “De ki: “görenle görmeyen bir olur mu? Hiç zihninizi yormaz mısınız.?” (Enam 6/50)

“De ki: “Eğer gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapmak isterdim ve bana kötülük de gelmezdi. Ben, inanan kesim için bir uyarıcı ve bir müjdeciden başka bir şey değilim.” (Araf 7/188)

Peygamberler bu durumda ise, ya veliler ne durumda olur?(Kuran Işığında Tarikatçılığa Bakış Abdülaziz Bayındır S.69-72)

GAYBI BİLMEK

Abdülaziz Bayındır diyor ki;

Gayb, duyulardan uzak olan ve kişinin hakkında bilgisi olmayan şeye denir.

Toplam yıldız sayısının ne olduğu gibi Allah’tan başkasının bilemeyeceği şeylere gayb-ı mutlak denir.

“Bir başka kişinin bildiği şey gayb-ı mutlak olmaz. Mesela içinizden ne geçtiğini ben bilmem ama siz bilirsiniz. O, bana göre gayb olur, size göre olmaz.

Şeyhler gayb-ı bildiklerini iddia ederler. Hatta daha ileri giderek kıyametin ne zaman kopacağını, yarın ne olacağını ve nerede öleceğini bildiğini söyleyenler bile vardır. Şimdi bu konuda Kur’an’ın nasıl hiçe sayıldığına bir örnek verelim:

Allah Teala şöyle buyuruyor:”

“Kıyamet saatinin bilgisi kuşkusuz Allah’ın kendisindedir. Yağmuru O indirir. Döl yataklarındakini O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokman 31/34)

Konuyla ilgili olarak Ahmet b. El-Mübarek şeyhi Abdülaziz Ed-Debbağ’a soruyor:

“Efendim zahir alimlerinden hadisçiler ve başkaları Kur’an’da Lokman suresinde geçen gaybla ilgili beş şeyi Allah’ın elçisi s.a.s. Efendimizin bilip söylemediği konusunda ihtilaf etmişlerdir.

Şöyle cevap veriyor:

-Gayb’la ilgili bu beş şey nasıl Allah’ın elçisi s.a.s Efendimize meçhul kalır? Onun ümmetinden tasarrufa yetkili birinin tasarrufta bulunabilmesi için mutlaka bu beş şeyi bilmesi gerekir.”

Demek ki, bunlar yarın ne olacağını, nerede öleceklerini, ve kıyametin ne zaman kopacağını biliyorlar. O zaman yukarıdaki ayeti, haşa hükümsüz sayıyorlar. Şimdi bir de şu ayetlere bakalım:

“Sana, kıyametten soruyorlar, “ne zaman demir atacak?” diye. De ki; onun bilgisi yalnız Rabbimin kendisindedir. Onu vaktinde ortaya çıkaracak olan da Ondan başkası değildir. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir. Sanki haberin varmış gibi tutup sana soruyorlar, de ki: “onun bilgisi sadece Allah’ın kendisindedir, ama insanların çoğu bunu bilmezler.” (Araf 7/187)

“Sana, kıyametten soruyorlar, “ne zaman demir atacak?” diye.

Sen nerede, onu bilmek nerede?

Onun bilgisi Rabbine aittir.

Sen sadece Ondan korkanı uyaran kişisin.”(Naziat 79/42-45)

Abdülaziz Ed-Debbağ gibi Kur’an’ı hiçe sayan ve kendini Kur’an’ın üstünde gören burnu büyüklerin sözlerini buraya almak istemezdim ama ne yazık ki Müslümanların inançları bu gibi sözlerle hala kirletilmektedir.

Öğrenciyken Hasan Basri ÇANTAY’ın hazırladığı “Kur’an’ı Hakim ve Meal-i Kerim” adlı Kur’an mealini çok okurdum.O mealde Abdülaziz Ed- Debbağ’a kutsallık verilmekte, onun sözlerini içeren El-İbriz adlı kitaptan alıntı yapılarak bazı ayetler açıklanmaktadır. Bu sebeple El-İbriz, çok merak ettiğim ve okumak istediğim kitaplar arasına girmişti.

Kitab’ı, kendisine saygı duyduğum Celal YILDIRIM’ın yaptığı tercümeden okudum. Celal YILDIRIM da ön sözünde El-İbriz’i kutsallaştırmaktadır. Ona göre, “–aynı konudaki diğer eserler arasında El-İbriz, katıksız ve karışıksız altın niteliğindedir. Çünkü Abdülaziz Ed-Debbağ, kemal derecesinde büyük bir velidir. İlim adamlarını şaşırtan, akıllara durgunluk veren, tasavvuf erbabını hayrete düşüren ledünni bir ilme ve irfana sahiptir. O, bu kitapta Resulullah s.a.s Efendimizin yüce ruhuyla yaptığı görüşmelere, Misal ve Melekut alemindeki gözlemlerini perde perde sergilemektedir…”

Misal alemi, rüyalar alemi anlamına gelir. Melekut alemi ise meleklerin ve ruhların bulunduğu ve duyularla algılanabilen bütün varlık türlerinin ötesinde olan alem anlamına gelir. Her ikisine birden gayb alemi denebilir. Bu, platon’un ideler alemi anlayışının tasavvufa yansımasıdır. Bir kişinin Misal ve Melekut aleminde gözlemlerde bulunması ile Allah’ın elçisinin ruhuyla konuştuğu iddiası kabul edilemez. Rüya görme olayı bunun dışındadır. Doğru rüyayı herkes görebilir. (Kuran Işığında Tarikatçılığa Bakış Abdülaziz Bayındır S.72-75)

RESULLER GAYBI BİLMEZMİŞ (!)

Sayın Bayındır şu ayetleri dikkatle okuyalım !

Meleklerin bilemediği eşyaların isimlerini, gaybı bilmeyen ilk Resul Hz. Adem nasıl bildi.?

“Buyurdu ki: Ey Adem! O şeyleri adları ile bu meleklere haber ver. Adem de o şeyleri adları ile haber verince -Cenâb-ı Hak- buyurdu ki; Size dememiş miydim ki, ben şüphesiz göklerin de, yerin de gizliliklerini bilirim. Ve sizlerin açıkça yaptığınız ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim.” (Bakara suresi ayet: 33)

“Ve İsrail oğullarına peygamber gönderecektir. Ben size muhakkak bir mucize ile Rabbiniz tarafından geldim. Ben sizin için çamurdan kuş şekli gibi bir şey icat ederim, sonra ona üfürürüm, O da Allah Teâlâ’nın izniyle hemen kuş oluverir. Ve ben Allah’ın izniyle anadan doğma körü ve alacalık hastalığına tutulanı iyi ederim ve ölüyü diriltirim, ve size evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi de haber veririm. Şüphe yok ki, bunda sizin için bir alâmet vardır. Eğer siz mü’minler iseniz.” (Ali imran suresi ayet: 49)

“Hemen onları Allah Teâlâ’nın izniyle hezimete uğrattılar ve Davut, Câlut’u öldürdü ve Allah Teâlâ ona mülk ve hikmet verdi ve dilediğinden ona öğretti. Ve eğer Hak Tealâ’nın insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı yer yüzü mutlaka fesada uğramış olurdu. Fakat Allah Teâlâ âlemler üzerine lütuf ve kerem sahibidir… İşte bunlar Allah Teâlâ’nın ayetleridir.Bunları sana hak olarak okuyoruz. Sen de şüphe yok ki gönderilmiş olan peygamberlerdensin.” (Bakara suresi ayet: 251-252)

“Bu sana gayb haberlerindendir. Onu sana vahy ediyoruz. Meryem’i hangisi himayesine alacak diye kalemlerini attıkları zaman sen onların yanında değildin. Ve onlar tartışmada bulundukları zaman da sen onların yanında bulunmuyordun.” (Ali İmran suresi ayet: 44)

“Allah Teâlâ mü’minleri sizin bulunduğunuz hâl üzere terk edecek değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Ve Allah Teâlâ size gaybı bildirecek de değildir. Ve lâkin Hak Teâlâ peygamberlerinden dilediği zatı seçer. Artık Yüce Allah’a ve peygamberlerine imân ediniz, ve eğer imân eder ve korunursanız elbette sizin için büyük bir mükâfat vardır. (Ali İmran suresi ayet: 179)

Elmalılı Hamdi Yazır Hoca efendi, bu ayeti şöyle tefsir ediyor: “Ey Ümmeti Muhammed, Allah Teala halis müminleri o bulunduğunuz karışık hal üzere bırakmazdı, öyle esbab tertip edecekti ki, murdarı temizden, münafıkı müminden ayıracak, fark ettirecekti. Bu temyizi yapmak için Allah hepinizi gayba muttali kılacak da değil idi, yani sizin hepinizi münafıkların kalplerine muttali kılmak sureti ile onları tefrik ettirecek değil idi ve lakin Allah, Resullerinden her kimi dilerse seçer onu ona bildirir. Öteden beri sünneti İlahiyye budur. Muhammed Mustafa da böyle yapmıştır. Binaenaleyh; bundan evvelki ayetlerde müminlere ukubeti uhreviyye ile vaid gösterildiği gibi, bu ayette de, münafıkların nifakları meydana çıkarılıp terzil edilmek gibi ukubeti dünyeviyye ile vaidleri gösterilmiş ve aynı zamanda müminlere ecri azim vaad olunmuş ve heyeti İslamiyyenin ıslahına ait mukaddimat inzal buyurulmuştur. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, cilt:2, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979, s. 1235-1236)

“Ve göklerin ve yerin gaybı, -onları bilmek- Allah’a mahsustur. Kıyametin işi ise başka değil, ancak göz kırpıp açacak kadardır veya ondan daha yakındır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeye kadirdir.” (Nahl suresi ayet: 77)

“Ve onlar mağaralarında üç yüz sene durdular, dokuz -sene- de arttırdılar. De ki: Ne kadar durduklarını Allah Teâlâ daha iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı onun içindir. O ne güzel görür, ne güzel işitir!. Onlar için O’dan başka bir yardımcı yoktur ve hükmünde hiç bir kimseyi ortak kılmaz.” (Kehf suresi ayet: 25-26)

£; “İşte bu, gayıp haberlerindendir. Bunu sana vahy ediyoruz. Bunu ne sen ve ne de kavmin bundan evvel biliyordunuz. Artık sabret. Şüphe yok ki âkıbet sakınanlar içindir.” (Hud suresi ayet: 49)

“Ve babaları İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un dinine tâbi oldum. Bizim için Allah’a her hangi bir şeyi ortak koşmamız doğru olamaz. Bu -tevhit- bizim üzerimize ve insanların üzerine Allah Teâlâ’nın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Yusuf suresi ayet: 38)

“Dedi ki: Ben derdimi ve üzüntümü ancak Allah Teâlâ’ya arz ederim, ve ben Allah Teâlâ’dan sizin bilemiyeceğiniz şeyi bilirim.” (Yusuf suresi ayet: 86)

“Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün. Görecek bir hâle gelir. Ve bütün ailenizle beraber bana geliniz.” (Yusuf suresi ayet: 93)

“Ne zaman ki, kâfile ayrıldı. Babaları dedi ki: ben muhakkak Yûsuf’un kokusunu alıyorum. Eğer bana bunaklık isnâd etmiyecek olsa idiniz elbet de beni tasdik ederdiniz-.” (Yusuf suresi ayet: 94)

¡ “Ne vakit ki müjdeci geldi, onu yüzünün üzerine koydu, hemen görür hâle döndü. Dedi ki: Ben size dememiş mi idim ki, sizin Allah tarafından bilmeyeceklerinizi ben bilirim.” (Yusuf suresi ayet: 96)

“Gaybı bilendir, fakat gaybı üzerine bir kimseyi apaçık haberdar etmez. Ancak -bildirmeyi- dilediği Peygamber müstesnâ, çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler sevk eder. Rab’lerinin gönderdiklerini hakkıyla eriştirmiş olduklarını bîlmesi için -öyle gözcüler tayin buyurulmuştur.- Ve onların yanlarında olanı ilmen kuşatmıştır, ve her bir şeyi adeden sayıp bilmiştir.” (Cin suresi ayet: 26-28)

“Ve ona yazmayı ve hikmeti ve Tevrat ile İncil’i talim buyuracaktır. Ve İsrail oğullarına peygamber gönderecektir. Ben size muhakkak bir mucize ile Rabbiniz tarafından geldim. Ben sizin için çamurdan kuş şekli gibi birşey icat ederim, sonra ona üfürürüm, O da Allah Teâlâ’nın izniyle hemen kuş oluverir. Ve ben Allah’ın izniyle anadan doğma körü ve alacalık hastalığına tutulanı iyi ederim, ve ölüyü diriltirîm, ve size evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi de haber veririm. Şüphe yok ki, bunda sizin için bir alâmet vardır. Eğer siz mü’minler iseniz.” (Ali imran suresi ayet: 48-49)

Sayın Bayındır, yukarıdaki ayeti kerimelere ilaveten; bu okuyacağınız ayeti kerimeye ne diyeceksiniz?

“Ve O, (Peygamber) gaybe ait hususta cimri değildir.” (Tekvir suresi ayet: 24)

Not: 1

Ayetteki “gayb” dan kasdedilen mana, duyu organlarıyla idrak edilemeyen ve fakat inanılması gereken iman esaslarını içine almaktadır. Allah Resulünün onlar hakkında cimri davranmadığı, yani herhangi bir şeyi gizlemediği açıklanmıştır.

Not: 2

Resulâllahın Cibrîli ufuku mübînde bu görüşü sureti hakîkıyyesi ile görüşüdür ki Hıradan sonra olmuştu. Arz ve Semâ arasında kürsî üzerinde Allah Tealânın halk eylediği surette gördü, altı yüz cenahı vardı diye rivayet olunmuştur. İbni Cerîr de İbni Humeydin Cerîr tarikıyle Atâdan, Âmirden rivayetinde demiştir ki Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem Cibrîli kendi suretinde bir kere görmüştü. Diğerlerinde dihye denilen bir recül suretinde gelirdi, kendi suretinde gördüğü gün ise gelmiş, bütün ufku sedd etmişti, üzerinde dür ta’lık olunmuş yeşil bir sündüs vardı.

Kavli ilâhîsi Sh:»5622 budurgça. Lâkin Vennecmi Sûresinde diye müsarrah olduğu üzere Resulullahın Cibrîli sureti hakikıyyesiyle Sidrei müntehânın yanında bir kere daha görmüş olduğu da muhakkaktır. Nitekim Taberanî ve İbni Merduyenin tahric ettikleri vechile İbni Abbas’tan buradaki rü’yetin Sidrei münteha yanındaki rü’yet olduğu da rivayet edilmiştir. Bu surette ufukı mübîn Sidrei münteha demek olur. Halbuki Sidrei müntehadaki görüş ufukı a’lâda istivadan başka nezleten uhrâ daki görüş olduğu Vennecmide tasrih edilmiş bulunduğu için ufukı mübîn ufukı a’lâdan başka olmak iktiza eder. Şu halde burada zikr olunan rü’yet iki rü’yetin ikisine de şamil olmak ve iki rivayeti de cami’ bulunmak üzere ufukı mübîn, ufukı a’lâ ile Sidrei müntehadan e’amm mülâhaza edilmek daha muvafık olacaktır. Allahü a’lem İbni Abbas’ın muradı da bu olmak gerektir. Bu hususta Sûrei Necim daha mufassal olduğundan nüzulü gerek evvel olsun gerek sonra buradaki rü’yet ona göre tefsîr edilmek lâzım gelir. Ya’ni Resulullahın Cebrâili hakikî hilkati ile iki kerre görmüş olduğu muhakkaktır. ya’ni sahibiniz gayb üzerine – ya’ni kendisine öyle vahiy geldiğine ve sair umurı gaybiyyeye dair vermiş olduğu haberler gibi sizin hiss-ü tecribenize dahil olmamış bulunan gaybe âid hususattadanîn de değildir. –

DANÎN, Buhl demek olan «danndan» fe’îldir. Fail ma’nasına da mef’ul ma’nasına da olabilir. Yani o meşhudünüz olan hususatta bahîl olmadığı gibi gayba dâir olan hususatta da kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi tebliğ etmekte ve sizin müşahedenizden ve ilminizden gâib bulunan bilmediğiniz şeyleri haber verip bildirmekte bahillik etmez, gayb taslayan, gayb furuşluk eden kâhinler veya bildiğini ücretsiz belletmeyen kimseler gibi ücret almak sevdâsiyle kıskançlık yapmaz. Binaenaleyh onun hakkında cerri menfaat gibi bir garaz ve töhmet de mevzubahis olamaz. Maznun ma’nasına olduğuna göre de şöyle demek olur. Meşhudunuz olan ahvalde akl-ü fazîleti ma’lûmunuz olan o zatı Muhammedî gaybe karşı kıskanılacak kimse değildir. Onun gaybdan haber vermesi, vahy alması, sizin bilmediğiniz şeyleri bilmesi çok görülmez. Onu o yüksek fıtrat ve ahlâkta yaratan Allah tealânın canibi gaybından vahy-ü risaletle müşerref kılmasında kendisine kıskanılacak, çok görülecek bir şey değildir. (Hak Dini Kur’an Dili Elmalılı.M.Hamdi Yazır Sh. 5621-5623)

GAYB KONUSUNDAKİ HADİSİ ŞERİFLER

Hadis :1

(4129)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan iki kap ilim hıfzıma aldım. Bunlardan birini aranızda neşrettim. Ama diğerini söyleyecek olsam şu gırtlağımı kesersiniz.” [Buhârî, İlm 42.]

AÇIKLAMA:

Ebu Hüreyre hazretleri, burada Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ dan öğrendiği hadislerden bir kısmını rivayet etmekten çekinerek ketmettiğini belirtmektedir. Ülemâ, neşredilmeyen ilmin, kötü emirlerin isim ve ahvalini ve çıkacakları zamanı beyaneden hadisler olduğunu söylerler. Ebu Hüreyre’nin bunların bazılarına kinâye yoluyla işaret ettiği, ama tasrih etmekten korktuğu söylenmiştir. Mesela şu sözü onlardan biridir:”Altmışın başından ve çocuğun başkanlığından Allah’a sığınırım.” Bununla Yezîd İbnu Muâviye’nin hilafetine işaret ettiği belirtilir. Çünkü, onun hilafeti hicretin 60. yılında idi. Allah Ebu Hüreyre’nin duasını kabul etmiş ve ruhunu bir yıl önce kabzetmiştir.

Ebu Hüreyre, “Gırtlağımı keserdiniz” sözüyle, zalim idarecileri kastetmişti Ayıplarını işitmekten rahatsız olarak, hayatına kıyacaklarından korktuğunu belirtmiştir.

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)’ın rivayetten çekindiği fitne ile ilgili hadisleri, “Herkes hayırdan sorarken, gelip bana bulaşır mı korkusuyla ben şerden sorardım” diyen Huzeyfe (radıyallahu anh), kısmen rivayet etmiştir. Ebu Hüreyre’nin haklılığını, yani Resulullah’ın fitne ilgili olarak çok sayıda ve pek teferuatlı açık beyanlarının bulunduğunu anlamak için, Ebu Dâvud’da yer alan bir Huzeyfe hadisini kaydediyoruz. Der ki: “Vallahi bilemiyorum, arkadaşlarım gerçekten unuttular mı, yoksa unutmuş mu görünüyorlar. Vallahi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Kıyamete kadar gelecek ve adamlarının sayısı üçyüz ve daha fazla olacak bütün fitne başlarını bize adıyla, babasının ve kabilesinin adıyla zikretti.”(Kütübü Sitte Terc c.11,s:514)

Hadis:2

754)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
“Allahu Teâla Hazretleri semâda bir işin yapılmasına hükmetti mi, Rabb-i Teâla’nın sözüne ihtiramla, melâike (aleyhimüsselam) korku ile kanatlarını birbirine vururlar. Rabb Teâla’nın işitilen sözü düz bir kaya üzerinde (hareket eden) zincirin sesi gibidir. Meleklerin kalplerinden korku açılınca (Cebrail ve Mikail gibi mukarreb meleklere):”

“Rabbiniz ne buyurdu?” diye sorarlar. Onlar da:

“- Allah Teâlâ hazretleri hakkı söylemiştir. Zaten O, yüce ve uludur” derler. O’nun sözünü, kulak kabartan (şeytanlar gizlice) işitir. Kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş ve kulak hırsızlığına hazırlanmış bulunur. – Süfyan (İbnu Uyeyne) eliyle tarif etti: Parmaklarını önce (üst üste) dizdi, sonra açtı- (En üstteki, ilâhî kelamı işitir ve alttakine verir, o da kendi altındakine verir. Böylece gele gele sihirbaz ve kahinlerin diline kadar ulaşır. Bazan kelimeyi aşağıdakine vermeden önce bir şahap, şeytana ulaşır. Bazan şahap kendisine isabet etmezden önce kelimeyi aşağısındakine vermişolur. (Sihirbaz ve kâhinler kendilerine bu şekilde ulaşan hırsızlama habere) yüz kadar da kendileri ilâve ederek yalanlar düzerler.

Emr-i İlâhî yeryüzünde tahakkuk edince halk kendi arasında: “Bu işin olacağı bize daha önce falan falan günlerde haber verilmemiş miydi?” derler. Böylece, semada (kulak hırsızlığıyoluyla) işitilmiş olan haber böylece tasdik edilir.” [Buharî, Tefsir, Sebe 1, Hicr 1; Tirmizî, Tefsir, Sebe, (3221).]

AÇIKLAMA:

Bu rivayet, akşamları berrak havalarda gökyüzünde seyrettiğimiz ve yıldız kayması dediğimiz hayretengiz hadiseye parmak basmakta ve bir açıklama sunmaktadır. Yıldız kayması dediğimiz şey Kur’ân ve hadisin dilinde şahap kelimesiyle ifade edilmiştir.

Şahap lügatte parlak ateş şulesi manasına gelir. Kur’an dilinde bu şahaplar, bazı semavî makamlara yükselmek isteyen şeytanlardan o makamların korunması için melekler tarafından şeytanlara atılan şuleli ateş mermilerdir.

Yıldız kaymaları, ilmen kesin bir açıklamaya henüz kavuşamamıştır. Umumiyetle kabul edilen izaha göre, semada parçalanan yıldızlar sebebiyle göktaşları mevcuttur, serseriyâne dolaşır. Bunlardan bir kısmı zamanla arzın câzibesine (yerçekimine) kapılarak hızla atmosfere girer. Çok hızlı girdiği için hava tabakasında, sürtünme sonucu ısınır ve yanar. Çok büyükleri yanıp tükenmezden arza kadar ulaşırlar. Bunlara meteor taşı denir. Nâdir de olsa meteor tâbir edilen bu göktaşları yeryüzüne düşmüş ve geniş çukurlar bile açmışlardır. Bu ilmî tasvir Kur’ân’da geçen “şihâbu’ssâkıb = delip geçen alev” (Saffât, 10) tâbirine Bu ilmî tasvir Kur’ân’da geçen “şihâbu’ssâkıb = delip geçen alev” (Saffât, 10) tâbirine muvafık düşmektedir.

Yukarıdaki rivayet, esas itibariyle Sebe suresinin 23. âyetini izah etmektedir ve bu maksatla Kitabımız buraya almıştır. Mezkur ayet-i kerime meâlen şöyledir:

“Allah’ın katında kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine: “Rabbiniz ne söyledi?” diye sorarlar. “Hak söyledi” derler. O, yücedir, büyüktür.”
Bu rivayet, ayrıca şu âyete de açıklama getirmektedir: “Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları seyredenler için tezyin ettik. Onları kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu kovalar” (Hicr, 16-18).

Bu âyet-i kerimeyi biraz daha açıklayıcı mahiyette olan şu âyet de mezkur rivayet tarafından açıklığa kavuşturulmuş olmaktadır: “Biz şu yakın göğü yıldızlarla süsleyip donattık. Ve inatçı her şeytandan koruduk. Onlar Mele-i A’lâ’yı(yani büyük meleklerin teşkil ettikleri cemaati) dinleyemezler. Onlar kovulmak için her taraftan (şihâb yaylımına) tutulurlar. Onlar için (âhirette de) dâimî bir azab vardır. Ancak onlardan çalıp çarpan bulunur. Onu da (gökten yere doğru) delip geçen bir alev takip eder” (Saffât, 6-10).(Kütib-i Sitte Tercümesi C.4 S.203-205)

Hadis:3

(4927)- İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki kâtilin günahından bir misli Hz. Adem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır.” [Buhârî, Diyât 2, Enbiya 1, İ’tisam 15; Müslim, Kasâme 27, (1677); Tirmizî, İlm 14, (2675); Nesâî, Tahrim 1, (7, 82).]

AÇIKLAMA:

Hadis, haksız yere cana kıymaktan nehiy mevzuunda ziyadesiyle açık ise de, hadiste temas edilen Hz. Adem’in iki oğlu meselesi ile ilgili bazı teferruatı bu vesile ile kaydedeceğiz. Sunacağımız kıymetli bilgileri İbnu Hacer el Askalanî’nin Fethu’l-Bârî adlı Buhârî Şerhinden alıyoruz. Buna göre:

1- Hz. Adem’in ilk oğlundan murad ulemânın ekseriyetine göre Kabil’dir. Ancak aksini söyleyenler de mevcuttur. Mesela el-Kadı Cemâlü’d-Din İbnu Vasıl, Tarih’inde demiştir ki: “Hz. Adem’in öldürülen oğlunun ismi Kabil’dir. Kabil ismi de kurbanın kabul edilmesinden iştikak etmiştir.” Ancak onun ismine قابِن (Kabin) de denmiştir. Kaf harfinden sonra uzatma elifi olmadan Kabin قَبِنْ( diyen de olmuştur. Taberî, İbnu Abbas’tan tahric ederek şunu kaydeder. “Bu iki oğlanın durumu şudur: “Onlar zamanında kendilerine tasadduk edilecek fakir kimse yoktu. Kişi Allah’a yakınlık maksadıyla kurban sunardı. Sunulan bu kurban Allah tarafından kabul edilince bir ateş iner ve onu yakardı, kabul edilmemişse yakmazdı.” Hasan Basri’den de şunu kaydeder: “Habil-Kabil kıssasında geçen iki kardeş, Hz. Adem’in sulbünden değillerdi. Benî İsrail’den iki kardeş idi.” Mücâhid’den İbnu Ebi Nüceyh’in rivayetine göre der ki: “Onlar, Hz. Adem’in sulbünden öz evladları idi.” İşte meşhur olan görüş budur. Bu görüşü, sadedinde olduğumuz sahih hadis, oğulu, ilk olmakla tavsif etmek suretiyle te’yid eder. Yani Hz. Adem’in doğan ilk oğlu. Denir ki: “Hz. Adem’in cennette, ondan ve ikiz eşinden başka çocuğu doğmadı. Bu cennette doğmuş olmakla kardeşi Habil’e karşı: “Biz cennet çocuklarıyız, siz ise yeryüzü çocuklarısınız” diye iftihar etmeye, böbürlenmeye kalktı.” İbnu İshak bu hâdiseyi el-Mübtede adlıeserde zikretti.
Yine Hasan Basrî’den rivayet edildiğine göre, demiştir ki: “Bana zikredildiğine göre, öldürüldüğü zaman yirmi yaşında idi. Kardeşi Kabil ise yirmi beş yaşında idi. “Habil ismi Hibetullah’tan gelir.

Habil öldürülünce, Hz. Adem çok üzüldü. Bundan sonra Şîs doğdu, mânası Atiyetullah (Allah’ın ihsanı) demektir. Hz. Adem’in zürriyeti ondan intişar etti.

es-Sa’lebî der ki: “Kur’an-ı Kerim’i iyi bilen alimlerin zikrine göre, Hz. Havva, Hz. Adem’e yirmi batında kırk çocuk doğurmuştur. Bunların ilki Kabil ve kız kardeşi İklîma idi. Sonuncusu da Abdu’l-Muğîs ve Emetu’l-Muğîs idi. Hz. Adem, çocuk ve torunları kırk bine ulaşıncaya kadar ölmedi. Sonra hepsi helak oldu ve Tufan’dan sonra sadece Nuh’un zürriyeti baki kaldı. Bu da Şîs neslindendi. Allah Teala Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Biz dünyada yalnız onun neslini devam ettirdik” (Saffat 77).

Gemide Hz. Nuh’la birlikte seksen kişi vardı. Bunlara Kur’an-ı Kerim’de “Zaten onun yanında pek az iman eden vardı” (Hud 40) ayetiyle işaret edilmiştir. Bununla beraber, yeryüzünde sadece Nuh’un nesli baki kaldı. Çoğalıp yeryüzünü doldurdular.”

2- Kabil’in kardeşini öldürüş tarzı ve öldürdüğü yerle ilgili bazı rivayetler de mevcuttur.
Buna göre, taşla başını ezmiştir. Hâdise Sevr dağında, Akabetu Harra’da, “Hind”de, “Basra”da büyük mescidin yerinde cereyan etmiştir.(Kütübü Sitte terc..14,135-136)

Hadis:4

(4844)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Hz. Adem ve Musa aleyhimasselam münakaşa ettiler. Musa, Adem’e:

“İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!” dedi. Adem de Musa’ya:

“Sen, Allah’ın risalet vermek suretiyle seçtiği ve hususi kelamına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan [kırk yıl] önce Allah’ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!” diye cevap verdi.” Resulullah devamla dedi ki:

“Hz. Adem Musa’yı ilzam etti!” [Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1, (2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135).]

AÇIKLAMA:

1- Bu rivayette mevzubahis olan münakaşa hâdisesinin zamanı ve yeri hususunda farklı mütalaalar ileri sürülmüştür:

* Bazı alimler: “İstikbale matuftur. Yani ahirette cereyan edecektir. Vukua geleceği kesin olduğu için mazi sigasıyla vürud etmiştir” demiştir.

* Bazı alimler, dünyada ve Hz. Musa devrinde cereyan ettiğini, Cenab-ı Hak, Hz. Musa’nın Adem aleyhisselam’ı görme talebi üzerine, onu dirilterek karşılaştırmış olabileceğini söylemiştir.* Bazı alimler, bu iki peygamberin berzah aleminde karşılaşmış olabileceklerini söylemiştir. Bu durumda Hz. Musa’nın vefatından sonra ruhları semada karşılaşmış olmalıdır.

* İbnu’l-Cevzî, bunun bir darb-ı mesel olabileceği ihtimali üzerinde de durmuştur. Bu durumda mâna şudur: “Eğer onlar karşılaşsalardı, aralarında böyle bir tartışma geçecekti. Bu temsilde Hz. Musa’nın zikredilmiş olması, ağır tekliflerle gönderilen ilk peygamber olması sebebiyledir.”

Haberin izhar ettiği müşkilatı gözönüne alan İbnu’l-Cevzî der ki: “Bu haber, sahih bir hadisle sabit olması sebebiyle, mahiyetine muttali olunamasa bile, inanılması gereken hususlardandır. Mânasının hakikatını kavrayamamış olsak bile kabul etmemiz gereken meselelerin ilki bu değildir. Kabirdeki azab ve nimetle ilgili haber bunlardan bir diğeridir. Herhangi bir meselenin izahını yapmakta müşkilat çekecek olsak geriye teslim olmak kalır.” İbnu Abdilberr der ki: “Buna göre bu çeşit meselelerde teslim esastır. Tahkik etmek için üzerinde durulmaz. Zîra bu çeşit meselelerde bize pek az bir ilim verilmiştir.”

2- Sadedinde olduğumuz rivayette, Hz. Adem’in kaderinin yaratılmazdan önce yazıldığı mevzubahistir. Bir başka rivayette 40 yıl önce sarahati vardır. İbnu’t-Tîn: “Kırk yıldan murad, ayet-i kerimede geçen “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara 30) ifadesi ile Hz. Adem’e ruhun üflenmesi arasında geçen müddettir.” Bazıları: “Bu müddetin başlangıcı levhalara yazılma zamanıdır. Sonu da Hz. Adem’in yaratılma zamanıdır” demiştir. İbnu’l-Cevzî der ki: “Allah’ın kadim olan ilmi, ma’lumatın tamamını mahlukatın hiçbiri yaratılmazdan önce kuşatmış idi. Ancak bunları farklı zamanlarda yazdı. Nitekim Sahih-i Müslim’de gelmiştir ki: “Allah miktarları, arz ve semavatıyaratmazdan elli bin yıl önce takdir etmiştir.” Öyleyse, bilhassa Hz. Adem’in kıssasının, yaratılışından kırk yıl önce yazılmış olması caizdir. Bu miktar, ona ruh üflenmezden önce toprak olarak bekleme müddeti de olabilir, bu da caizdir. Nitekim yine Sahih-i Müslim’de geldiğine göre, Hz. Adem’in toprak halinde şekillenmesi ile ona ruhun üflenmesine kadar kırk yıl müddet geçmiştir. Bu hal, bir küll olarak miktarların semavat ve arzın yaratılışından elli bin yıl önce yazılmışolmasına muhalefet etmez.”

Mâzirî de şunu söyler: “Zahir o ki: Bundan murad Allah bunu, Hz. Adem’in yaratılışından kırk yıl önce yazmış olmasıdır. Fakat bundan şunun kastedilmiş olması muhtemeldir; “Allah bunu meleklere izhar etti veya bu tarihi izafe ettiği bir fiilde bulundu. Aksi takdirde Allah’ın meşieti ve takdiri kadimdir.” En doğrusu da şudur: Hz. Adem’in “Allah bunu, beni yaratmazdan önce bana takdir buyurdu” şeklindeki sözü ile “Tevrat’ta bunu yazdı” demeyi kastetmiş olmasıdır. Çünkü bir başka rivayette şöyle gelmiştir: “Hz. Adem, Musa’ya sordu: “O yaptığın işin üzerime yazılması işinin, Tevrat’ta yaratılmamdan kaç yıl önce vuku bulduğunu gördün?” Hz. Musa: “Kırk yıl!” diye cevap verdi.

“Nevevî der ki: “Onun takdirinden murad Levh-i Mahfuz’a veya Tevrat’a veya Elvah’a yazılmasıdır. Kaderin kendisinin kastedilmesi caiz değildir. Çünkü o, ezelîdir. Hak Teala hazretleri, vukua gelecek hadiseleri ezelden beri murad etmiştir.”

3- HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER:

* Kadı İyaz der ki: “Hadiste, Ehl-i Sünnet’in “Hz. Adem’in çıkarıldığı cennet, müttakilere vaadedilmiş olan ve ahirette girecekleri ebediyet cennetidir” iddiasına hüccet var. Mu’tezile ve başka bazıları ise, o cennetin başka bir cennet olduğunu iddia ederler. Onlardan bazıları daha da ileri gidip, o cennetin yeryüzünde olduğunu ifade etmiştir.

* Hadis, hakkın ortaya çıkması için yapılacak münazarada delil ve hüccetler getirmenin, bunların açıklık kazanması için tevbih ve ta’rizde bulunmanın meşru olduğunu; levmin, bilen ve anlayan kimseye kendisinde bu hallerin bulunmadığı kimselere nisbetle daha ağır geldiğini göstermektedir.

* Kişi kendinden büyükle, evlad babasıyla münazara edebilmektedir. Ancak bunun meşru olması için, münazarada hakkın ortaya çıkması veya ilmin artması veya meselenin inceliklerine vukufiyet kazanılması gayesi güdülmelidir.

* Ehl-i Sünet için kaderin varlığı ve kulların fiillerinin yaratılması gibi hususlara hüccet mevcuttur.

* Kişinin normalde hoş karşılanmayacak bazı davranışları, öfke ve üzüntü gibi bazı hallerinde hoş karşılanabilir. Bilhassa, öfkeli ve hiddetli bir tabiata sahip olanlar daha çok müsamaha ile karşılanır. Nitekim hadiste münazara esnasında inkarcılık hali galebe çalmış olan Hz. Musa’ya, Hz. Adem aleyhisselam, babası olmasına rağmen, sadece ismiyle hitap etmiş, ona bu halin dışında yer vermeyeceği şeylerle hitap etmiş, bununla birlikte Hz. Musa’nın faziletini ikrar etmiş, sonra münazarasına devam edip, onun şüphesini bertaraf edecek kendi hüccetlerini beyan etmiştir.” (Kütübü Sitte terc.C.14,S,28-31)

Hadis:5

(4845)- Ömer İbnu’l-Hattab (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Musa aleyhisselam: “Ey Rabbim! bizi ve kendisini cennetten çıkaran Adem’i bize bir göster!” diye niyazda bulundu. Hak Teala ve Tekaddes hazretleri de babası Adem aleyhisselam’ı ona gösterdi. Bunun üzerine Hz. Musa:

“Sen babamız Adem misin?” dedi. Adem: “Evet!” deyince:

“Yani sen, Allah’ın kendi ruhundan üflediği kimsesin. Sana bütün isimleri öğretti, meleklere emretti ve onlar da sana secde ettiler öyle değil mi?” diye sordu. Adem yine: “Evet!” dedi. Hz. Musa sormaya devam etti:

“Öyleyse sen niye bizi ve kendini cennetten çıkardın?”

Bu soru üzerine Hz. Adem:

“Sen kimsin?” dedi. O: “Ben Musa’yım!” deyince:

“Yani sen, Allah’ın risalet vererek mümtaz kıldığı kimsesin. Sen Benî İsrail’in peygamberi, perde

gerisinde Allah’ın konuştuğu kimsesin. Allah seninle kendi arasına mahlukatından bir elçi de koymadı değil mi?” dedi. Hz. Musa “Evet!” deyine; Hz. Adem:

“Öyleyse sen, (bu söylediğin şeyin) ben yaratılmazdan önce Allah’ın (kader) kitabında yazılmış olduğunu görmedin mi?” dedi. Hz. Musa “Evet!” deyince:

“Öyleyse Allah’ın kazası (hükmü) benden önce cereyan etmiş bir şey hakkında beni niye levmediyorsun?” dedi.”

Aleyhissalâtu vesselâm, devamla:

“Hz. Adem, Musa’yı ilzam etti. Hz. Adem Musa’yı ilzam etti. Hz. Adem, Musa aleyhimesselam’ı ilzam etti” buyurdular.” [Ebu Davud, Sünnet, 17, (4702).]

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” Vahiysiz konuşmayandır.

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” , Mir’ac ile Mescidi Aksadan Sidre-yi Müntehaya yükselendir.
Orada Cenabı Hak tarafından kendisine: Hemen -Allah Teâlâ’nın- kuluna vahyettiğini vahyetti. Gördüğü şeyi kalbi yalanlamadı. Onun gördüğüne karşı onunla şimdi mücadelede mi bulunacaksınız? And olsun ki, O’nu – diğer bir inişinde de gördü. Sidret-ül Müntehanın yanında. Onun yanında ise Cennetülme’va bulunmaktadır. O vakit ki, Sidreyi bürüyen bürüyordu. Göz ne çevrildi ve ne de sınırı aştı. And olsun ki, Rab’binin en büyük âyetlerinden -bir kısmını-gördü.”ayetiyle müjdelenendir.

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:”İbni Abbasın bildirdiği gibi Mirac’da Rabbini gören, iki yay arası kadar yaklaşan, gözlerinin gördüğünü kalbi yalanlamayandır:

“Yıldıza; doğmaya başladığı zaman and olsun ki. Arkadaşınız şaşırmadı ve bâtıla inanmadı. Ve arzusuna göre söz söylemez. O başka değil, ancak bir vahydir, vahy olunuverir. Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir. Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir semâ kıyısında idi. Sonra yaklaştı da aşağıya iniverdi. Derken iki yay kadar veya daha yakın oluverdi. Hemen -Allah Teâlâ’nın- kuluna vahyettiğini vahyetti. Gördüğü şeyi kalbi yalanlamadı. Onun gördüğüne karşı onunla şimdi mücadelede mi bulunacaksınız? And olsun ki, O’nu diğer bir inişinde de gördü. Sidret-ül Müntehanın yanında. Onun yanında ise Cennetülme’va bulunmaktadır. O vakit ki, Sidreyi bürüyen buyuruyordu. Göz ne çevrildi ve ne de sınırı aştı. And olsun ki, Rab’binin en büyük âyetlerinden -bir kısmını-gördü.” (Necm suresi ayet: 1-18)

“O, Allah’ın son Resulü Hz.Muhammed:” “İsra ve mirac” ile Arş-ı alaya Rabbi tarafından davet edilip en üst mekanda Rabbi ile sohbet edip en yüce alemleri seyrettirilen en ulvi sırlara ve hikmetlere vakıf kılınandır.
Sayın Bayındır yukarıya aldığın onlarca ayeti kerime ve hadisi şeriflerden sonra hala: “Resuller gaybı bilmezler” diyebilecek misiniz ?

KUR’AN’I KERİMDE PEYGAMBERİMİZİN ŞAHSINI TEHDİT EDEN AYETLERİN, ASLINDA: O’NUN ŞAHSINDA BİZLERİ VE BÜTÜN İNSANLIĞI TEHDİT ETTİĞİ

Bu görüşümüzü doğrulayan en açık örnek ayet şudur:

“Allah ile birlikte bir ilâh daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terkedilmiş olarak kalırsın. Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “of!” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et” (İsra Suresi ayet: 22-24)

Peygamberimiz Efendimize bilmeden gölge düşürmek isteyen sözüm ona ilim ve kitap sahibi birçok kimseler, Bu gibi ayetlere dayanarak :” Görüyor musunuz! Allah (c.c.) Resulünü bu şekilde tehdit ediyor !” diyebiliyorlar. Halbuki siz onlara sorsanız; sizin inandıktan sonra tekrar dinden çıkıp putlara tapma ihtimaliniz var mıdır? Cevap olarak şöyle söyleyeceklerdir: “Hayır mümkün değil milyarda bir ihtimal yoktur.” Şimdi bunlara sorarız: Siz bu tehdidi kendinize yakıştırmıyorsunuz da; Rahmetenlil alemin olduğu ve en güzel ahlak ve en güzel örnek olduğu ayetlerle bildirilen Allah’ın Resulüne nasıl yakıştırıyorsunuz?

Ayetin son bölümünü tekrar alıyorum:

“Ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “of!” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et”

Onlara tekrar soruyoruz: Resulullah efendimizin yani sevgili peygamberimizin yaşlanmış annesi, babası var mıydı ?

Yine herkes biliyor ki; peygamberimiz efendimiz; doğmadan iki ay evvel babası Abdullah’ı, altı yaşında iken de annesi Amine’yi kaybetmiş yetim ve öksüz kalmıştır. Bundan sonra iki sene dedesi Abdulmuttalib’in yanında kalmış; Abdulmuttalib de vefat edince amcası Ebutalib’in yanında büyümüştür.

Gerçek bu iken kendilerine aslan payı ayırabilmek için bilmeden konuşan ve yazanları Cenabı Allah affetsin.

Bu ayetin doğru yorumunu, örnek olarak birkaç tefsirden buraya alıyorum.

BU AYETLERİN TEFSİRLERDEKİ İZAHI

İşte birkaç örnek;

1) Elmalılı Hamdi YAZIR. Hak Dini Kur’an Dili isimli tefsirinde: “Ey İnsan! diye başlıyor ve devam ediyor. (Cld.5 Sh.3174.)

2) Konyalı Mehmet VEHBİ, Hulasatül Beyan isimli tefsirinde ise; “yani amelinden ahiret murat etmek ve amelinden menfaat görmek, imana mütevakkıf olunca, ey hitaba kabiliyetli olan İNSAN! Sen Allah’ la beraber başka bir ma’bud’ a ibadet ve Allah’ tan gayrı Ma’budun vücudunu kabul etme ki, nas indinde ve Allah Teala huzurunda melum, mahzun ve yardımsız oturmayasın… Fahri RAZİ’ nin beyanı veçhile “Bu ayetteki hitap, zahiren Resulullah’ a ise de, hakikatte hitap ümmetinedir. Yahut mutlaka insana hitaptır. Çünkü Resulullah bütün measiden masum olduğu gibi, şirkten masum olduğu evleviyetle sabit olduğundan, Resulullah’ ın, İlah’ ı aharın vücudunu itikad etmesi me’ lum ve mezmum olarak oturması mutasavver olamaz” (Cld. 8 Sh. 2966.)

3) Aynı ayeti kerimede Seyyit KUTUB’ un, Fi Zilal-il Kur’an isimli tefsirinde şöyle izah ediliyor: “Şirk yasak ediliyor ve Allah’ a şirk koşmanın korkunç neticesi bildiriliyor. Emir umumi olmakla beraber, ayette müfret sığasıyla kullanılmıştır. Böylece HER FERT hitabın bizzat kendisine yapıldığının, emrin kendisine geldiğinin şuuru içine girmektedir. İtikad hususunda bizzat mes’ uldür… (Cld. 9 Sh. 304)

4) Bu alimlerimizin izahıyla da mevzu aydınlatılmış oldu. Allah cümlemize güzel anlayışlar ihsan etsin.

Sayın Bayındır !

Şimdi Peygamberimiz efendimizin; bütün özelliklerini ayet ve hadislerle ifade etmeye çalışan, yıllarca önce yazmış ve yayımlamış olduğum bir Şiirimi buraya alıyorum:

EVRENİ AYDINLATAN YÜCE PEYGAMBER

Tam beşyüz yıldan fazla, geçmişti ki İsa’ dan;
İnsanlık yoldan çıkmış, dünya olmuştu zindan!

Evrendeki gecenin, son karanlığıydı bu,
Çağları aydınlatan, yüce Peygamber doğdu!

Ya Resulallah! Şeksiz sen olmasaydın eğer;
Var olmazdı felekler, arzda olmazdı değer![1]

Ey kıvancımız! Sensin tüm güzeller güzeli,[2] Sonsuzluk aleminde, ey rahmet peygamberi[3].

Makam-ı Mahmud senin, ilk şefaatçı sensin,[4] Senden başka örnek yok, sen en büyük öndersin,[5]

Okur-yazar değildin, okuttu Allah seni,
Ve unutmazsın dedi, teyid etti rutbeni.[6]

En üstün insan çıktı, bilgisayarda vasfın, [7] Aynalar kadar berrak, deryalar kadar safsın.

Hazreti Musa, İsa; ardından geldi ancak, [8] Milyarların içinde, sana verildi sancak.

Sen ki en üstün insan, sen ki Halifetullah! [9] Bütün yetkiler ile, donattı seni Allah.[10]

Vedduha suresi’nde yemin etti Hakk, niçin? [11] Kalbini tatmin edip, gönlünü almak için.

Helal-Haram edersin, izn-ilahi ile;[12] Rauf-Rahim ismini, Allah getirdi dile.[13]

Senin zuhurun için, yaratıldı tüm insan,[14] Senin emrin geçerli, sonsuza dek ey sultan![15]

Yine yemin etti Hak, en üstün ahlak sende;
Ve en büyük sevaplar, göreceksin ilerde…[16]

Seni öyle beğendi, öyle sevdi ki Allah!
Senin hatırın için, kıble oldu Beytullah![17]

Razı olasın diye, kıbleyi değiştirdi;[18] Tüm yüzleri sevdiğin Beytullah’a çevirdi.

Sen güneşler güneşi, evreni aydınlatan;
Sen fakirle sultanı, aynı ölçüde tartan![19]

Her an minarelerden, avaz avaz yükselir;
Önce Allah’ın ismi, sonra seninki gelir!

Her namazda okunan dualar, salavatlar;[20] Yerler, gökler, semalar, yüceliğini kutlar![21]

Sünnetin bizler için, tek kurtuluş yoludur,[22] Kalpler Allah sevgisi ve seninle doludur! [23]

Sensin inananlara inanç veren, güç veren,[24] Şüphesiz Hakka erer, önceden sana eren![25]

Sen evrensel peygamber, peygamberliğin özü;[26] Yüce Allah mahşerde, sana verdi ilk sözü! [27]

Kalbine indirilen vahiyler, oldu Kur’an;[28] Önceki hükümleri tüm kaldırdı ortadan.[29]

Öyle bir kitap ki bu, hep içinde ne ki var; [30] Gazdan başlayan hayat ve sonsuzluğa kadar![31]

Bütün peygamberleri, sevgiyle selamlayan;[32] Adem’den önceleri ve sonları kapsayan!

Bin dörtyüz sene evvel, yüksek ilimleri sen;
Vahiyle bildirmiştin, insanlar bilmez iken![33]

Bu sonsuz gerçeklerden, bazıları şunlardı;
İnsanlık asırlardan sonra farkına vardı!

Göklerle yer bitişik iken, yarıp ayırdık,[34] Sonra arza üstünden biraz baskılar yaptık.[35]

Arz kıtalar halinde, hayat başladı sudan;[36] Hakk yarattı Adem’i, kuru temiz çamurdan![37]

Yuvarlaktır dünyamız, tavanıysa korunmuş;[38] Gökyüzü atmosferi, sanki bir kubbe olmuş![39]

Ve en büyük müjdeyi, yeminlerle bildirdin;
“Şu görünen yıldız” a, erişecektir bu din![40]

Dağları görürsün ki, sabittir duruyorlar;[41] Gerçekte ise onlar, sür’atle yürüyorlar!

Yani dönüyor dünya, siz görmeseniz bile;
Hem kendi çevresinde, hem de güneşinkinde!

Güneş ziya, Ay’sa nur; yüzüyorlar durmadan,
Samanyolu’ yla bile, Galaksi’ ye vurmadan![42]

Bir ölçüyle inmekte yağmur, üzerimize;[43] Kur’an mucizesiyse şifa, her derdimize![44]

Semaya çıkar insan; hem kafir, hem müslüman,[45] Semanın duası var, okunur orda heman![46]

Kafir önce inanmaz ve sonunda inanır;[47] Nefsinde ve ufukta, o ayetleri tanır![48]

Burc’ dan burc’ a geçerler, binerek vasıtaya;[49] Tedbirler alınmakta, göğüsler daralmaya![50]

Sema’ dan düşer gibi, tabiri bizler için;
İkaz-ı ilahidir; çıkmıyorsunuz, niçin?

Çıkmadan düşmek olmaz, demek ki çıkılacak;[51] Uzay astronotları, kim derdi ki yanacak?

Ölüm erişir size, burçlarda olsanız da;[52] Ay da ziyaydı önce, nur oldu en sonunda![53]

Kur’an dikkat çekiyor, ta parmak uçlarına;[54] Zerreden daha küçük, atom parçalarına![55]

Anne karnında insan, üç karanlık içinde;
Yaratılır da sonra, olur başka biçimde![56]

Firavn’ı boğdu deniz, ve korundu bedeni;
İbret alınsın diye, bildirildi nedeni![57]

Tam üçbin yıldan sonra, kızıldeniz yanında;
Buldular İngilizler, bir kazının sonunda!

Secde halinde iken, dona kalmış vücudu;
Ümitsizlik secdesi, kabul olunmuyordu! [58]

Ve Musa’ nın asası, nasıl yardı denizi? [59] Ey insanlar çalışın, deneyin bilginizi!

Karınca ve kuşlarla, konuşurdu Süleyman;[60] Bu sırları da halen, çözememiştir insan!

Dağlar da zikrederdi, Hazreti Davud ile;[61] O koskoca kayalar, nasıl gelirdi dile!

Bir aylık mesafeye, bir gün akşama kadar;
Gider döner Süleyman, onu taşırdı rüzgar![62]

Tam üçyüzyıl yaşadı, Ashab-ı kehf uykuda;
Sonra Allah uyardı onları, mağarada!

Kameri; üçyüzdokuzyıl, eder uykuları;[63] Bu ince hesap farkı, ne güzel bir uyarı!

Bu olayların hepsi muhal olmaktan çıktı;
Demek ki islam dini, tüm fenlere açıktı!

Ufukları gösterdin, bize yüce peygamber;
İnsanlık için sensin; en son, en büyük önder!

“İstanbul’ un fethi” ni, müjdelemiştin bize;[64] Zikir gibi tefekkür, farzdır üzerimize![65]

Ebu Hureyre ile şu gerçeği bildirdin;
İlim Süreyya’ daysa, onu almaya gidin![66]

İki ilim ondaydı, yalnız birini verdi;
“İkincisini açsam, kesilir boynum” derdi;[67]

İki deniz bitişik, biri acı ve tuzlu;[68] Perdelidir karışmaz, öteki ise tatlı su![69]

Yerde yaşayanlarla, gökteki yaşayanlar;[70] Birleşebilir bir gün, bunu bilsin insanlar!

Onları yaratarak, dağıtan yüce kudret;
Toplar dilediği an, buna muktedir elbet![71]

Kur’an-ı Kerim’ inde, semadaki yollara;[72] Yemin ediyor Allah, bu davettir kullara!

Kuvveti buldu beşer, çıkabildi yıldıza;[73] İkinci doğu-batı, girmedi konumuza![74]

Allah; iki doğunun, iki batının Rabbi,[75] Birisi bildiğimiz, ya ikincisi hani?[76]

Henüz bulamadılar, bu ikinci güneşi;[77] Yüce kutsal Kur’an-ın hiç olur mu bir eşi?[78]

Her bitkiyi, erkekli-dişili yarattı Hakk,[79] Rüzgarı taşıyıcı, aşılayıcı mutlak![80]

Rüzgar olmasa asla, meyve vermez ağaçlar;
İnsanlar gibi toplum, tüm hayvanlar ve kuşlar![81]

Her şey zikreder Hakk’ı, demek ki her şey canlı;[82] Bir atom manzumesi, güneş kadar nizamlı!

Taş selam verdi sana, kütük ağlamıştı ya![83] Hazreti Musa niçin, asayı vurdu suya?[84]

İbrahim’i yakmayan ateş, neyi duymuştu?
“İbrahim’e serin ol!” buyruğuna uymuştu![85]

Taş Allah korkusundan yuvarlanır yerinden;
Bazılarından ise, su fışkırır derinden![86]

Nuh gemisi, vahiyle yapılmıştı o zaman;[87] Semaya çıktı İdris, ve inmedi oradan![88]

Binlerce yıllık haber, Kur’an-ın mucizesi;
Kur’an-ın kaynağıysa, kalbinin berrak sesi!

Ümmetin olmak için, İsa gökte yaşıyor;[89] İslam’a hizmet etmek, hasretini taşıyor![90]

Dostlarına demişti, ben gidecem ve fakat;
Kainatın reisi, gelmek üzere mutlak![91]

Ben sizlere görevli, o ise kainata;
Tekrar dönecem bir gün, kavuşacam mutlaka!

Asmadılar İsa’ yı, ve öldürmediler de;[92] Ümmetin olmak için, inecektir ilerde![93]

Vefat edince İsa, gömülecek yanına;
Ve misafir olacak, kainat sultanı’na![94]

Senden önce kimsenin, ermediği mertebe;
Tüm dünya mescid oldu; hatta deniz, dağ, tepe![95]

Toprak temizleyici ve temiz oldu sana;[96] Su olmazsa teyemmüm farz tüm müslümanlara![97]

Yalınız ümmetine helal oldu ganimet;[98] İsmini duyanlara, erişir idi heybet![99]

Bir aylık mesafeden, korkardı düşmanların;[100] Görevli meleklerdi, senin koruyanların![101]

Ümmetlerin içinde, en hayırlı seninki;[102] Namaz safları ise, aynen meleklerin ki![103]

Yine ümmetine has, bir de zikir halkası;
Melekler çevreliyor, hallerin şahikası![104]

“Farzlar ve nafile ile, yaklaşırsa bir kulum;
Onu sever; gören göz, tutan eli olurum!”[105]

Sana verildi Kevser, Liva-i Hamd senindir;[106] Şeytan’ın İslam oldu, bu senin eserindir![107]

Arz’ın anahtarları, ancak verildi sana;[108] Kat’ iyyen verilmedi, önceden başkasına!

Adem yaratılmadan ben peygamberdim, dedin;[109] Yaratılışta ilksin, ve sonu mühürledin!

Son buldu peygamberlik, senin yüce şahsında;[110] Gaye senin gelmendi, amaç sendin aslında![111]

Yalnız sana verilen, bir de Kadir Gecesi;
Bin aydan hayırlıdır, ikramın en yücesi![112]

Kur’an mucizesiyse, bakidir sonsuza dek;
Koruyucusu Allah; ne insan, ne de melek![113]

Dokunamaz harfine, her an yepyeni durur;
Hükümleri ebedi, sonsuza dek uyulur![114]

Minberinle evinin, arasını duyurdun;
Cennet bahçelerinden bir bahçedir, buyurdun![115]

Cennetteki havzımın, üzerindedir minber;[116] Diyerek ilan ettin gerçeği, ey Peygamber!

Mescidinde kılınan; bir namaz, bin mislidir,[117] Yalnız Beytullah hariç, bu hüküm umumidir!

Diğer camilerde bir, orada bin misli sevap;[118] Lütfunla bizleri de, ona bağışla Ya Rab!

Selamınızı alır, karşılarım kabrimden;
Ruhumu salar bana, ki eminim Rabbimden![119]

Musa’ yı hem kabrinde, namaz kılarken buldun;[120] Sonra mi’rac anında, hepsine imam oldun![121]

Tüm peygamber ruhları, tabi oldular sana;
Ve de namaz kıldırdın, ta’zim için Rahman’a!

Zaten; İmam-Hatibi benim, dedin mahşerin,[122] Sancağımın altıdır, hatta tüm peygamberin!

Toplanacakları yer, övünmek için demem;[123] Ancak hak, gerçek budur, gereklidir söylemem!

Yine tüm insanlığın, tek efendisiyim ben;[124] Rabbim böyle buyurdu, konuşamam kendimden![125]

Parmak işaretinle, ay ayrıldı ikiye;[126] Ağaçlar sana geldi, derhal çağırdın diye![127]

Tüm ümitler kesilip, susuz kalmışken insan;
Şarıl şarıl pınarlar, aktı parmaklarından![128]

Göğsün açıldı, ismin yükseldi sonsuza dek;[129] Sana mutlak itaat, ayrıca tazim etmek;[130]

Ve tercih etmek seni, kendi varlığımıza;[131] İmanın şartı oldu, şükrolsun Rabbımıza!

Senin kokundan üstün; ne misk, ne amber vardı;
O mübarek vücudun, ne kokular saçardı![132]

Kalbim uyumaz dedin, vahiysiz konuşmazsın;[133] Sırtınla da görürsün, tariflere sığmazsın![134]

Allah ve melekleri, salat ediyor sana;[135] Teslim olmak; salavat farz, tüm müslümanlara!

Rabbim yakınlığını, sevgilerle duyurdu;
Bizler bilelim diye, bakın neler buyurdu:

Biat ettiler sana, Hudeybiye semtinde;
Senin elindi ama, benimkiydi üstünde![136]

Sana biat ettiler, bana oldu o biat;
Cebrail sana dedi: “toprağı küffara at!”[137].

Sen atarken ben idim, o toprağı fırlatan;
Tüm küffar askerini, hezimete uğratan![138]

Ve seni vekil etti, konuşturdu namına;
“Ey kullarım!” dedirtti, günahkar kullarına![139]

Senin cümlenle, ümit kapılarını açtı;[140] Bütün günahkarlara, rahmetlerini saçtı!

Senin mevcudiyetin, varlığın hürmetine;
Toplu azaplar kalktı, hatta küffardan bile!

“Taş yağdır! diyenlere, azap etmem kat’iyyen;
Sen içlerinde iken”, bilinsin ebediyyen![141]

Çünkü gönderdi seni, aleme rahmet için;[142] Rauf-Rahim ismini, sana vermişti niçin?[143]

Birbirini çağırır gibi, seni çağırmak;
Ve iznini almadan, huzurundan ayrılmak…

Konuşmak yüksek sesle, senin yakın çevrende;[144] Haramdır müminlere, her zaman ve her yerde.[145]

Hulle İbrahim’e has, konuşmaksa Musa’nın;
Nur cemali görmekse, Muhammed Mustafa’nın![146]

Gaybı bilen Allah’tır, açmam dedi beşere;
Yalnız açarım onu, sevdiğim peygambere![147]

İşte bu lütuflarla, ta kıyamete kadar;
Olacak olaylardan, verdin bizlere haber![148]

Seni ne kadar sevsek, seni ne kadar övsek;
Bir hiç kalır yanında, acaba nasıl etsek?[149]

Acaba nasıl etsek, nasıl etsek acaba?
Tüm kirlerden arınsak, kavuşabilsek sana.

Bir ah etsek de yansak, bir ah etsek de yansak;
Ve huzuruna varıp, ayağına kapansak…[150]

O mübarek yüzünü, yüzümüze çevirsen;
Ve baksan gözümüze, razıyım sizden desen!

İşte o zaman kalpler, itminan bulur ancak;
Ya Resulallah! Bu an nasıl mümkün olacak?

Sen varlık yüzüğünün üstünün elmas taşı!
Sen ki ezel nurundan, nurların en üst başı!

Bütün nurlar, nurunun gölgesi olur ancak,
Elbette bu gözeden, tüm nurlar parlayacak!

“Nurlar saçan bir kandil”, dedi Rabbin şanına;[151] Seni yüceltmek için, ta aldırdı yanına!

Miraç mucizesiyle, Arş-ı Ala’ya çıktın;[152] İnanan insanlara, rahmetleri akıttın!

Ne irfanlar o anda; açıldı da açıldı…[153] Ne rahmetler ve nurlar; saçıldı da, saçıldı…

Arş-ı Ala, melekler, her zerre bu törende;
Buna benzer bir olay, görülmedi evrende!

Miracını kutlasın, yerde-gökte ne ki var;
Atom zerrelerinden, ta Süreyya’ya kadar!

Öyle bir tören ki bu; insan, cin, melek hayran;
Yedi kat gökler ve arş, hatta kürsüde seyran![154]

Ne büyük ikramdır ki, bu yolculuk anında;
Mesafeler katlandı, sonsuzluk mekanında!

Diğer peygamberler de, mirac ettiler mutlak;[155] “Kabe kavseyn ev edna”, sana verildi ancak!

Bir yayın iki ucu, arasından daha az;[156] Yakinine ererek, öylece kıldın niyaz![157]

En fazla seni sevdi, “Sevdiğim” dedi sana;
Sen ise yakin oldun, eriştin muradına!

Gözünün gördüğünü, yalanlamadı kalbin;[158] Çünkü en yakinine almıştı, seni Rabbin![159]

Ve yok olmuştun O’nda, tüm geçmiştin kendinden;
Bu ancak sana ait, bir vergiydi Rabbinden!

Bir makam ki Cebrail, giremezken oraya;[160] Davet etti yüce Hakk, ey dostum gel buraya!

İlahi! Bu ne ikram, bu ne izzet, bu ne şan/
En kutsal makamda sen, bir de Resul-i Zişan!

Rabbi ile yüz yüze, öz öze nur deryası;[161] Bir sohbet, bir huzur ki, huzurun en alası![162]

Dil aciz, idrak aciz, hali vasfeylemeye;
Onu ancak kendisi, muktedir söylemeye!

Ya Resulallah! lutfet, yolunda fan olalım!
Canı binlerce verip, sana kurban olalım!

O zaman sevgin ile, yaşarız sonsuza dek;
O zaman mümkün olur, ebediyyen ölmemek!…[163]

VAHİY NEDİR, KAÇ ÇEŞİT VAHİY VARDIR?”

“Konumuzun açıklığa kavuşması için, vahiy nedir açıklayalım. Vahyin ne olduğunu açıklayalım: Vahiy, kelime olarak, bir sözü gizlice fısıldamak mânasına gelir. Istılah olarak, Allah’ın insanlara olan tebligatını, muhtelif yollarla peygamberlere bildirmesidir. Vahiy kelimesinin, Kur’ânı Kerîm’de, irâde-i ilâhiyenin şuurlu ve hatta şuursuz mahlukata intikal ettirilmesi mânasında daha geniş bir kullanılışına şâhid olmaktayız. Nitekim Allah’ın “arı”ya (Nahl, 68), Hz. Musa’nın annesine (Kasas, 7), Hz. İsâ’nın Havârilerine (Mâide, 111), “Melaike”ye (Enfal, 12), “Arza” (Zilzâl, 5), “Semâvât”a (Fussilet, 12) vahyi söz konusudur. Tâbirin bu çok buutlu kullanılışından, bütün mahlukatın kıyam ve devamında tâbi oldukları kanunların onların fıtratına konulmasının tesâdüfi olmayıp ilâhî irâde ile olduğu ve bu yüce hakikatın vahy keyfiyyetiyle ifade edildiği sonucuna varılabilir. Kelam, tefsîr ve hatta usul kitaplarımızda yer verilmiş olan bu konunun teferruatına girmeyeceğiz.

Asıl konumuz olan Peygamberimiz (aleyhisselâtu veselâm)’e gelen vahye dönmek gerekirse hemen şunu belirtelim ki, vahyin gerçek mahiyeti, mekanizması insanlarca meçhuldür. Kitaplarda, vahiy gelirken tezâhür eden bazı hallerle ilgili tasvirlerden öte fazla bir bilgi verilmez. İlah’tan beşere muhâberevî bir irtibat diye tavsîf edebileceğimiz vahy’in farklı şekillerde cereyan ettiği de bir gerçek. Umumiyetle başlıca dört farklı şekilde vahiy cereyan ettiği açıklanır:

1- Rüya yoluyla vahy: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), ilahî irâde ile alâkalı bir kısım hakikatı rüyasında görür ve öğrenir.

2- İlham yoluyla: Bu, vahiy muhtevasının peygamberin içinden, kendiliğinden doğması şeklinde ortaya çıkar. Cenâb-ı Hakk, peygamberler, yakaza denen uyanıklık ve şuur hâlinde iken teblîğ etmek istediği şeyi kalplerine atar.(Kütübü Sitte terc. c.1.s.339)

“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın, Kur’ân dışındaki bütün sözleri bu gruba girer. Bu çeşit vahye vahy-i gayr-ı metluv denir.

3- Kitap yoluyla: Burada ilahî tebliğât, yazılı olarak gelir. Nitekim Tevrat, Hz. Musâ (aleyhisselam)’a yazılı levhalar hâlinde gelmiştir.

4- Melek vâsıtasıyla: Burada ilâhî emirleri Allah’la peygamber arasına giren bir melek getirir. Melek tarafından tilavet buyrulduğu (okunduğu) için buna vahy-i metluv denir. Vahiyde peygamberlere doğrudan ilâhî hitap söz konusu olmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için sâdece Mirâc’ta bu vâki olmuştur, istisnâî durumdur. Bunun dışında Kur’ân’ı vahiyler, hep melek vasıtasıyla olmuştur.

Yukarıda işâret ettiğimiz âyetler ışığında, Allah’tan mahlukata intikâl ettirilen her çeşit duyurma işine vahy diyebileceksek de, bunun en yüce mertebesi vahy-i metluv dediğimiz Kur’ân vahyidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın hayatında bu vahy, gayr-i metluv kısmından pek kesin ve bâriz hatlarla ayrılmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı başlangıçta korku, endişe ve sıkıntıya sevkeden vahiy de budur. Mahiyetini hiç bilmediği bu vahyi karşılayıp istikbal etmeye ilahî terbiye ile hazırlama safhası Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’ın risâlet hayatının en sıkıntılı dönemini teşkîl eder.

Şu halde, sünnet’e vahiy’dir diyen âlimlerimizin ifadelerini yanlış anlamamak için Kur’ân vahyinin her bakımdan başkalığının iyi bilinmesi gerekir. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)’da bu vahyin tâlimi, tebliği muhâfazası için müstesna bir gayret ve itina göstermiştir.

“SÜNNET NEDİR?”

“Kur’ân ve vahy hakkında yapılan bu kısa açıklamadan sonra, Sünnet nedir, onu belirtmeye çalışalım. Sünnet, kelime olarak yol demektir. Bu tâbir iyi yol için de kullanılır, kötü yol için de. Nitekim, bizzat Hz. Peygamber (aleyhissatâtu vesselâm), kelimeyi bu mânada kullanmıştır. “Kim iyi bir yol açarsa… Kim de kötü bir yol açarsa…” hadîsinde böyledir.

Konumuz açısından sünnet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’ın yoludur. Bu yol, onunla ilgili olarak bize intikal eden rivayetlerle ortaya çıkar.

Bu rivayetler ya sözlerini, ya fiillerini, ya da ahvalini, etvarını ve şemâilini bildirir. Bunların hepsi sünnettir. Muhaddis, fakih veya usulcü oluşuna göre âlimlerin sünnet anlayışları az çok farklılıklar arzederse de burada o teferruata girmeyeceğiz. Ancak şu kadarını belirtmekte fayda var: Bâzı muhaddisler, “hadîs”le “sünnet” kelimelerini farklı kullanmışlardır: Bunlara göre, hadîs Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sözüdür; sünnet ise fiilleridir. Ancak büyük çoğunluk hadîs ve sünnet kelimelerini müterâdif (eş anlamlı) olarak kullanır. Sünnet deyince, söz, fiil, takrir (yanında yapıldığı veya söylendiği halde sükût ederek zımnen kabul ettiği) hepsini kasteder. Biz de burada, sünnet kelimesini bu geniş mânasıyla kullanacağız. Sünnet ve hadîs yerine “haber”, “eser”, “rivâyet” gibi başka kelimelerin de kullanıldığını bilmekte fayda var”

“SÜNNETE-MÜRACAAT KUR’ÂN’IN EMRİDİR”

“Kur’ân-ı Kerîm açısından, sünnet, İslâm Dinî’nin vazgeçilmesi, ihmal edilmesi mümkün olmayan fevkalâde ehemmiyetli bir kaynağıdır. Pek çok âyette Cenâb-ı Hakk sünnet’in ehemmiyetini dile getirerek, mü’minlerin sünnet’e başvurmasını, Kur’ân’la birlikte sünnet’i de göz önüne almasını emreder. Bu âyetlerden bâzılarını kaydediyoruz:*

Şu âyette sünnette gelen emirlere itaatten başka, ihtilafların hallinde sünnete de başvurulması emredilmektedir: “Ey imân edenler! Allah’a itaat edin Peygambere ve sizden buyruk sâhibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde ihtilafa düşer anlaşamazsanız -Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız- o meselenin hallini Allah’a ve Peygamber’e bırakın. Bu hayırlı ve netîce itibariyle en iyi yoldur” (Nisa, 59)*

Şu âyette, Sünnet’in bulacağı çözüme gönül hoşluğuyla uyulması “imanın şartı” ilan edilmektedir: “Biz her peygamberi ancak Allah’ın izniyle itaat olunması için gönderdik… Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip, sonra da senin verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı duymadan (yani tam bir memnuniyetle) olduğu gibi kabul etmedikçe inanmış olmazlar” (Nisa, 64-65).*

Şu âyet, Sünnet’e uymayı, Kur’ân’a uyma ayarında ilan etmektedir: “Peygamber’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ 4, 80).*

Şu âyet, Sünnet’in açıklık kazandırdığı bir meseleye başka bir açıklık getirmeyi şiddetle yasaklar: “Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık, işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah’a ve Peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur” (Ahzâb, 36) *.

Şu âyet, Sünnet’e muhâlefet edenlerin mâruz kalacağı fitneyi haber verir: “O’nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nur, 63).

*Şu âyet, mü’minin en büyük ideali olan “Allah’ın sevgisine mazhar olma”yı Sünnet’e uyma şartına bağlar: “(Ey Resulüm, mü’minlere şöyle) söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun, ta ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızıaffetsin” (Âl-i İmrân, 31).

*Şu âyet, her hususta en güzel örneğin Sünnet’te mevcut olduğunu belirtir: “Ey imân edenler, andolsun ki, sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Resûlullah’ta en güzel örnek vardır”(Ahzâb, 21)

Biz yukarıda meâlen kaydettiğimiz âyetlerde geçen “peygamber” lafızlarını “sünnet” olarak ifâde ettik. Zira âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın vefatından sonra “bu çeşit âyetlerde geçen “Allah’a başvurmak”ı Kur’ân’a başvurmak, “Resul’e başvurmak”ı da Sünnet’e başvurmak olarak anlamışlardır. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara hitabeden Kur’ân’ın bu emirlerini, kelimelerini lügat mânalarıyla anlamak mümkün değildir, zira, meselelerimizin çözümünde âyet-i kerîme dışında Allah’a müracaat yolu bizlere kapalıdır.”

“SÜNNET DE VAHYE DAYANIR”

“Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet’e başvurmayı emretmekle kalmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bütün sözlerinin hak olduğunu, hatalara karşı korunduğunu da belirtir: Necm Sûresi’nde: “O, hevasından konuşmaz, onun konuşmasıkendisine yapılan bir vahiy iledir” (âyet 3-4) buyrulmaktadır, Bâzı âlimlerimiz, burada Kur’ân kastedildiğini ifâde etmişse de, âyet ve hadîslerden elde edilen başka delillere de dayanan büyük ekseriyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bütün sözlerinde hataya karşı korunduğu yâni ismet sâhibi olduğu görüşünde birleşmiştir.

Sünnetin de ilâhî kaynaktan geldiğine, Cenâb-ı Hakk’ın irşâd ve irâdesi altında

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a öğretildiğine dâir Kur’ân’î bir diğer delil şu âyettir: “Nitekim biz size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitab’ı ve HİKMET’i öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek, aranızdan bir peygamber gönderdik” (Bakara, 151). Başta İmam Şâfiî olmak üzere birçok âlimlerimiz âyette geçen hikmet’ten muradın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünneti olduğunu belirtmiştir.

Sünnet’in Kur’ân âyetiyle te’yîd edilen semâvî yönü sebebiyle onun, İslâm Dinî için zaruretini belirtmek maksadıyla bâzı âlimlerimiz şöyle demiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünnetini, tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’i (ezberleyip) koruduğumuz gibi (ezberleyip) korumamız gerekmektedir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Peygamber size her ne getirdi ise onu alın, her ne yasakladı ise onu terkedin” (Haşr, 7)

“Sünnet’in dinden bir parça olduğu hususunda daha önce kaydettiğimiz Kur’ân’î delilleri hatırlatan bir başka usul âlimi tahkikini şöyle tamamlar: Kur’ân’da yer verilen deliller şu gerçeği ortaya koyar:

“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın getirdiği her şey, emir buyurduğu veya yasakladığı her mesele hüküm itibariyle, Kur’ân’da gelenlere mülhaktır. Bunları da Kur’ân’da gelenlere (değer yönüyle ayırım yapmadan) ilâve etmek şarttır”

Öncelikle kendi mezhebimiz olan Hanefî mezhebinin görüşlerini aksettiren Serahsî’nin açıklamasını da burada kaydetmemizde fayda var. Usûl’ünde: “…Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide, 44) âyetini açıklarken, Serahsî: “Burada “indirilen”den maksat Kitabullah ve Resûlün Sünneti’dir” der, buna şâhid olarak yukarıda kaydettiğimiz âyetlerden bir kısmını zikreder.
Bu meseleyi bir hadîs-i şerifle noktalayalım: “Hevası benim getirdiklerime tâbi olmadıkça sizden hiç kimse inanmış olmaz”

“HÜKÜM ÇIKARMADA KUR’ÂN TEK BAŞINA YETERLİ DEĞİLDİR”

“Sünnet’i yukarıda kaydettiğimiz âyetlerin ışığında anlayan Selef, “Bize Kur’ân yeter” diyerek, ikinci kaynağı reddeden kimseler için “sapık ve saptırıcı” hükmünü vermekten çekinmemiştir. Onlar açısından, hüküm çıkarmada tek başına Kur’ân-ı Kerîm, yeterli değildir. Mutlaka sünnete de başvurmak gereklidir.Çünkü bizzat Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet’i Kur’ân’ın devamı olarak ifâde etmiş, ona müracaatı emretmiştir. Selef’in bu anlayışını aksettiren bir vak’a kaydedelim: Müslim’de rivâyet edildiğine göre, İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den: “Dövme yapan ve yaptıran, peruk takan ve taktıran… Kadınlara lanet olsun” hadîsini rivâyet edince, bu hadîsi işiten Ümmü Yâkup adında Kur’ân’ı okuyan bilgiç bir kadın gelerek itiraz eder: “Sen dövme yapanları da yaptıranları da… lanetliyormuşsun” der. İbnu Mes’ud: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın lanetlediğine ben niye lanet etmiyeyim, üstelik, bu Allah’ın Kitabı’nda da var” diye cevap verir. Kadın: “Ben Kur’ân’ın iki kapağı arasında her ne varsa eksiksiz okudum, ama senin söylediğin tel’îni bulamadım” deyince İbnu Mes’ûd: “Şâyet hakkıyla okusaydın mutlaka bulurdun, Allah, Kur’ân’da: “Peygamber size her ne getirmişse onu alın, yasakladığı şeyden de kaçının (Haşr, 7) buyurmuyor mu?” cevabını verir.
Bu yüce Sahâbî’nin davranışını değerlendiren usulcülerimiz şu hükme varırlar: “Görüldüğü üzere, hüküm çıkarmada Kur’ân’la yetinmek caiz değildir. Mutlaka O’nun şerhi ve beyanı durumunda olan “sünnet”e de bakmak gereklidir”

“RESÛLULLAH’IN İSTİŞARE VE İÇTİHATLARI”

“Sünnet’in de vahye dayandığını kabûl edince karşımıza bazı sualler çıkacaktır: “Sünnet de vahye dayanıyorsa, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın istişârelerine, içtihâdlarına ne diyeceğiz? Verdiği kararlardan dönme örnekleri var, vahye dayansaydı dönüş olur muydu? vs.” Şüphesiz açıklanması gereken bir husus. Hemen belirtelim ki, insan fıtratına uygun ve tedrîcîlik esasına göre gelen Kur’ân vahiylerinde de bu çeşit durumlara rastlarız. Seyyâl olan beşerî şartlara hitabeden vahiyde rastlanan seyyaliyetten normal ne olabilir?Nesh meselesi mânidârdır. Alimlerimiz, neshi prensip olarak kabûl etse de, kesinlikle mensuh olan âyetler hususunda çok geniş ve farklı izahlar sunarlar.

Şimdi istişâre meselesini ele alalım. Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e Ashâbıyla istişâre etmesini emretmiştir (Âl-i İmrân, 159). Bir başka âyette de mü’minlerin meselelerini istişâre yoluyla halletmeleri istenir (Şûra, 38). Öyle ise Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu mühim” mevzuda örnek vermeli, istişârenin adâbını öğretmeliydi. Fiilen de öyle yapmıştır. Birçok fırsatlarda, şahsî görüşünü ileri sürmüş, daha isâbetli görüş ve teklif karşısında kendi teklifinden vazgeçerek ümmetine istişârenin mühim bir âdabını öğretmiştir: Makamına, ünvanına, ittihâz ettiği vaziyetten hâsıl olan müessiriyetine dayanarak şahsî görüşünde direnmemek, emrivakiye, dikteye gitmemek.. Keza, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zaman zaman ortaya çıkan yeni durumlar karşısında -asıl prensibi vahiy beklemek olmasına rağmen- içtihadlarda bulunmuş, hükümler vermiştir. Bu içtihadlarında isâbet ettiği gibi etmedikleri de olmuştur. İsâbet etmediği yâni Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine uymayan hükümler verdiği zaman arkadan gelen vahiyle ikaz ve irşad edilmiş, hatası düzeltilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu çeşit tashîhlerin birçok örneği var. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleriyle konuşurken, dinî birşeyler sormak niyetiyle gelen âmâ bir zâta, sözünü kesmemek için itibar etmemiş, ilgi göstermemişti ki, Abese Sûresi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı ağır bir üslubla ikaz etmiştir. Keza, Bedir esirlerine yapılacak muâmele hususunda verilen karar da isâbetli olmamıştı. Arkadan gelen ikaz edici âyetler (Enfâl, 68) öylesine şiddetli olmuştur ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) üzüntüsünden ağlamıştır. Bu çeşit ikazlar vahiyle olduğu gibi bazan da melek vâsıtasıyla olurdu. Nitekim Hendek savaşından sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) silahı bırakmıştı ki, Cebrâil gelerek: “Melekler silahlarını bırakmadılar…” diyerek ikaz etti ve savaş sırasında düşmanla işbirliği yaparak müslümanlara ihânet eden Benu Kureyza kabilesinin cezalandırılması gerektiğini ihtar etti. Keza Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Tevbe Sûresi’nin -Hac sırasında-teblîğ edilmesi işini Hz. Ebû Bekir’e vererek Mekke’ye göndermişti ki, arkadan Cebrâil gelerek bu işi kendi âilesinden birinin yapmasını emretti. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arkadan Hz. Ali’yi göndererek, teblîğ işini yapmasını emretti.
Bu çeşitten çok sayıdaki örnekleri değerlendiren İslâm âlimleri ittifakla şu netîceye varırlar: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) içtihadlarında olsun, aldığı kararlarında olsun hata yapabilir, ancak bu hatası devam etmez. Cenâb-ıHakk vahiy, ilham, melek gibi vâsıtalarla mutlaka ikaz eder, o hatayı tashîh eder. Binâenaleyh, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünnetleri karşısında “Bu ictihadında hata etmiş olabilir mi?”, “Bu sözü, bu hükmü hata cereyan edenlerden biri olmasın?” diye tereddüt câiz değildir, hata etseydi ikaz edilir, sağlığında düzeltilirdi, Düzeltildiğine dâir rivâyet gelmemiş olan her içtihadı, her kararı, her sözü, her sünneti bizim için bir irşattır, kesin bir hakikattır, yolumuzu aydınlatan bir nurdur. Bu mesele münhasıran dinî olan hususta olsun, beşerî ve içtimâî hususta olsun, maddî hayatımızı ilgilendirsin, mânevî hayatımızı ilgilendirsin hepsi birdir, yeter ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan olduğu kesinlik kazansın. İman ve teslimiyet erbâbının te’lîf ettiği kitaplar ittifakla şu mânada ifâdelere yer verirler: “O’nun (aleyhissalâtu vesselâm) hadîslerinde gelen her şey haktır, doğrudur, güzeldir. Vahiy yoluyla gelmiş, ilhâmen gelmiş, melek vâsıtasıyla veya rüyada bildirilmiş farketmez, yeter ki, O’nun (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından beyân ve irşâd edilmiş bulunsun. Zira Cenâb-ı Hakk garanti veriyor: “O, kendi hevasından konuşmaz, onun konuştuğu vahiy iledir”

Bu konuya temas eden Serahsî aksi beyan gelmeyen sünnetin “yakinî ilmi” ifâde ettiğini, ona uymanın ümmete farz olduğunu söyler. Sahâbe’nin icmâından da geçen bu çeşit sünnet menşeli ahkâmdan hata ihtimalinin tamamen bertaraf olacağı gerçeğinden hareketle, onları inkâr edenin tekfir edileceğini ayrıca vurgular.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bir kısım dünyevî meselelerde içtihad ve istişâreye yer verip, sonradan bazılarından rücu etmiş olmasının, pratik ve ümmetine öğreticilik yönü de ehemmiyetlidir. Serahsî’nin kaydettiği bir hüküm aynen şöyle: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın, içtihâda dayanarak yaptıklarının bazılarında hata vukûa gelmesinden anlarız ki, onun dışındakilerin re’yinden hata hususunda asla emîn olunmaz”. Ümmete, öğretici maksadla verilen -ve hepsi de bizce bilinen- muayyen örnekler dışında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkındaki genel hüküm O’nun (aleyhissalâtu vesselâm) her çeşit hatadan mâsum (yâni korunmuş) olmasıdır.”

“SÜNNETİN KUR’ÂN-I KERÎM’İ BEYÂN FONKSİYONU “

“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e Allah tarafından yüklenen mühim vazîfelerden biri de Kur’ân-ı Kerîm’i “beyân etmek”tir. İşte bir âyet: “(Habîbim), Biz sana da Kur’ân’ı indirdik ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini beyân edesin (açıkça anlatasın) ve ta ki, onlar da iyice fikirlerini kullansınlar” (Nahl, 44, 64).(Kütübü Sitte terc.c1.s.339- 346)

Bu konu da iyice anlaşıldı sanırım

1.(735)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Gayb’ın anahtarı beştir” dedi ve şu mealdeki âyeti okudu: “O saatin (kıyametin) ilmişüphesiz ki Allah’ın nezdindedir. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz ki Allah (herşeyi) bilendir. Her şeyden haberdardır” (Lokman 34). [Buhârî, Tefsir, Lokman 2, En’âm 1,İstiska 29.]

AÇIKLAMA:

Bu hadis, Kurtubî’nin açıkladığı üzere, mü’minleri, söylenen bu beş meseleyi bilme hevesine kapılmaktan men ediyor. İbnu Mesud (radıyallahu anh)’un bir rivayetinde, bu meseleleri Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in de bilemediği daha açık olarak ifade edilmiştir:

“Bu beş şey hariç, herşeyin ilmi peygamberimize verilmiştir.” İbnu Hacer: “Müneccim olsun olmasın herkesin âdi şeylerde gaybla ilgili “zan” da bulunmaları caizdir, ama “ilim” iddiası caiz değildir” der.İbnu Abdilber, gaybtan haber vermek iddiasıyla ücret vermek ve ücret almanın haram addedilmesinde ulemânın icmaından haber verir.Bu beş şey dışında kalan meselelerde mutlak gaybtan bahsedilemiyeceği, bazıları için gayb olurken, diğer bazılarınca bilinebileceği de belirtilmiştir. Bir başka ayette: “O bütün gaybı bilendir. Öyle ki gaybına kimseyi muttali etmez, meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, bunun önünden ardından gözetleyiciler dizer” (Cin, 26-27). Bu âyette gayba peygamberlerin muttali kılınabileceği belirtilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsâ’nın:

“…yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim..” (Âl-i İmran 49) diyerek; keza Hz. Yusuf’un da: “…daha yiyeceğiniz yemek gelmeden size onu haber veririm…” (Yusuf 37) diyerek gayba ıttılâ peyda edebileceklerine dair ifadelerde bulunmuşlardır. Âlimler bu âyetlerde ifade edilen gaybe nüfuz keyfiyetinin, Cin suresinden yukarıda kaydettiğimiz âyette yer verilen “beğenip seçtiği peygamber” istisnasına dahil olduğunu belirtir.

Bazan velilerin de bazı gaybî umura aşina oldukları da görülmektedir. Peygamber olmadıkları halde bunların gayba nasıl âşina olabilecekleri itiraz konusudur,zira Cin suresinde “Razı olduğu peygamber hariç”diye istisna yapılmış ise de bu peygamberedir, başkasına değil denmiştir.

Buradan hareketle Mutezile kerameti inkâr etmiştir

Bu fikre katılmayan Ehl-i Sünnet âlimleri, velilerin Allah’ın izniyle gayba muttali olabileceğini kabul etmiştir. Onlara göre, velinin gaybı bilmesindeki fazilet kendine ait değildir, bu kendine izafe edilemez, peygambere izafe edilir. “Çünkü veli ancak muhabbet-i Resûl ile ve ancak o vâsıta ile mazhar-ı kerâmet olur. Veliyyullah demek Allahu Teâla’yı ve O’nun sıfatlarını mümkün olabildiği kadar ârif olan, taatlara müdâvim, mâsiyetlerden ve dünyevî lezzet veşehvetlere dalmaktan müctenib ve bütün bunlarla beraber mensub olduğu peygamber uğrunda her şeyini feda etmiş bulunan bir zât demektir. Onun kerametinde peygamberlik dâvâsı yoktur. Bilakis peygamberin mu’cizesini te’yid ve isbat vardır.”(Kütübü Sitte Terc.c.4.S.164-166)

TASAVVUF KONUSUNDAKİ TARTIŞMALARA IŞIK TUTABİLECEK AYETLER

“Ve sana kitabı da hak olarak indirdik, kendisinden evvelki -semavî- kitabı tasdik edici ve üzerine bir koruyucu olmak üzere. Artık aralarında Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu -hükümler- ile hükmet. Ve sana gelen haktan -ayrılıp da- onların havalarına tâbi olma. Sizden her biriniz için -vaktiyle- bir şeriat, bir açık yol kılmıştık. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir ümmet kılmış olurdu. Fakat size vermiş olduğu şeyler de sizi imtihan etmek için -bir ümmet kılmadı- artık hayırlı işlere koşunuz. Nihâyet cümleten dönüşünüz Allah Teâlâ’yadır. Binaenaleyh nelerde ihtilâf etmiş olduğunuzu o size haber verecektir..”(Maide Suresi. Ayet: 48)

“Yoksa o kimse ki, gece saatlerinde -ibadete- devam eder, secde edici ve kıyamda durucu olarak ahiret azabından çekinir ve Rab’binin rahmetini diler, -bununla böyle olmayan eşit olur mu?.-Deki: Hiç bilenler ile bilmeyenler eşit olabilirler mi?. Ancak saf akıl sahipleri düşünüverir. -bundan ibret alırlar.” (Zümer Suresi. Ayet :9)

” Ve o kâfir olanlar der ki: Onun üzerine Rabb’inden bir mucize indirilmiş olmalı değil mi?. Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavim için bir hidâyetçi vardır.” (Raad Suresi. Ayet: 7)

“Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme ve ne bir rehbere ve ne de aydınlatan bir kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında mücalede bulunur.” (Hac Suresi. Ayt: 8)

” Görmediniz mi ki: Allah Teâlâ sizin için göklerdekini ve yerde olanı musahhar kılmıştır. Ve üzerinize zâhiren ve batınen nimetlerini pek geniş surette itmam buyurmuştur. Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme, ve ne de bir rehbere ve ne de aydınlatan bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadelede bulunur.” (Lokman Suresi.ayet: 20)

“Ve eğer onlar, o tarik (yol) üzerinde dosdoğru gitse idiler, elbette kendilerine bol bol su içirirdik.” (Cin Suresi. Ayet: 16)

“Onları bu hususta imtihana çekelim diye ve her kim Rab’binin zikrinden yüz çevirirse onu da pek meşakkatli bir azaba sevk eder.” (Cin Suresi. Ayet: 17)

“Şüphe yok ki: Bu, bir öğüttür, artık kim dilerse Rab’bine bir yol tutar.”(Müzemmil Suresi. Ayet: 19)

“Şüphe yok ki: İşte bu, bir öğüttür. Artık kim dilerse Rab’bine bir yol tutar.”(İnsan Suresi. Ayet:29)

” İşte bu, hak olan gündür, artık kim dilerse Rab’bine sığınacak bir yer edinsin.” (Nebe Suresi. Ayet: 39)

Değerli okurlarım, tasavvuf, tarikat, bir mizaç, bir meşrep, manevi bir zevk ve kader meselesidir. Tabii, her meslek erbabının hakikisi olduğu gibi taklitçisi ve sahtekarı da olmaktadır. Bugünkü, İslam dışı bazı tarikatçılara bakarak, gerçek ehli tarikat ve tasavvufu tenkit etmek, mesela; Hasan-i Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Ahmed Yesevi, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahauddin, Seyyid Ahmed Rufai, Mevlana Celaleddin-i Rumi, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Mevlana Halid-i Bağdadi ve onların temiz yolunda sünneti Resulullah üzere hareket ederek, İslam’ın özüne bid’atları karıştırmadan, yaşayan dindar insanları tenkit etmek karalamak büyük vebal olur sanırım.

Şimdi tarikat konusunda,” Asrımız tarikat asrı değil “dediği bilinen; buna rağmen tarafsız görüşünü bildiren asrımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Mektubat isimli kitabından “Tarikat”ile ilgili bölümü, bilgi edinilmesi açısından aşağıya alıyorum.

İLMİ LEDÜN VAR MIDIR,İLMİ ZAHİRDEN FARKI NEDİR?

Abdulaziz Bayındır diyor ki:

“İLM-İ LEDÜN-İLM-İ BATIN”
(Hızır Aleyhisselam!ın ilmi)

İlm-i ledün, Allah tarafından verildiği iddia edilen özel bir bilgi anlamında kullanılır. İlm-i batın da aynıdır.

Kimi şeyhlere böyle bir ilim verildiği iddia edilir. Bu iddia onların kutsallaştırılmasına yol açar.”(Kur’an ışığında Tarikatçılığa Bakış, s. 91).

Sayın Bayındır’a soruyoruz! İlm-i ledün Allah(c.c.) tarafından verilmiyorsa kim tarafından veriliyor (?)

Değerli okurlarım bu konuyu 1970 li yıllarda alim bir zatla aramızda geçen bir hatıramla izaha çalışacağım:

Malatyalı okurlarımın iyi tanıdığı,medrese mezunu olup o tarihte imamlık görevinde bulunan Sait Ertürk Hoca Efendi;o yıllarda Malatya şeker fabrikasında ziraat müdürü olup emekliye ayrıldıktan sonra halen Üsküdar’da oturmakta olan,eski dostumuz Mehmet Faruk Yılmaz Bey’le yaptıkları sohbette:Hoca Efendi”İlmi zahir ilmi batın diye bir şey yoktur.Her şey zahirdir.”Şeklindeki sözlerinden tereddüte düşmüş olan Faruk Bey telefonla beni arayarak endişesini bildirmişti. Birkaç gün sonra Hoca Efendi yanıma uğradığında: O sözleri kendine nakledip bunları söyleyip söylemediğini sordum. Allah’ın rahmetine kavuşmuş olan merhum Hoca Efendi evet öyledir dedi.Ve aramızda şu konuşma başladı ve O’na sordum:

“Hoca Efendi Musa (a.s) ile buluşan Hızırv(a.s)’ın ilmi zahiri miydi batini miydi?”

-“Zahiriydi”.

-“Peki Hz.Hızır’ın yabancı adamlara ait olan ve kendilerini saygılarından dolayı gemiye ücretsiz bindirdiği hadisi şeriflerde anlatılan o adamların hiç sebep yok iken acente gemilerini sakat etmesi, yolcuları riske ve gemi sahiplerini zarara sokması ayrıca:Sokakta arkadaşlarıyla oynamakta olan masum ve suçsuz bir çocuğu sebepsiz yere öldürmesi ilmi zahir miydi ilmi batin miydi?”

-“İlmi zahirdi”dedi.Tekrar sordum “şeriata uygun muydu yoksa aykırı mı idi? “(Hoca Efendi beni mat etmek için)

– “Şeriata uygundu”dedi.

– “Peki şeriata uygun ise bu olaylara niçin itiraz etti! Hz.Musa şeriati bilmiyormuydu?”

-“Hz.Musa şeriati biliyordu. Ama; Hz.Hızır hem şeriatı hemde serbepler ilmini biliyordu.”dedi.

-“Çok güzel dedim ve onun bu sözlerini bir kağıda yazarak imzasını açtım ve “Hoca Efendi şurayı imzalarmısınız dedim.”Hoca Efendi:

-“Hayır imzalamam”dedi.

-“Niçin” dedim.Hoca Efendi :

-“Çünkü Hz.Hızır Hz.Musa’dan büyük oldu”dedi.

-“İyi ya, onu siz büyüttünüz” dedim ve tekrar sordum: “Şimdi tekrar söyleyin şeriata uygun mu idi yoksa aykırım ı idi?” Hoca Efendi:

-“Şeriata aykırı idi. Hz.Musa onun için itiraz etti.”Dedi.

-“Peki Hoca Efendi size bir soru daha sorayım:

-Hz.Hızır’ın, zahiren şeriata aykırı olarak yaptığı o işler; Allah(c.c)ın rızasına uygun mu idi yoksa aykırı mı idi?” dedim. Hoca Efendi biraz sustuktan sonra çaresiz kalınca :
-“Sen benim hocamsın” diyerek; tevazu ve nezaketini gösterdive iddiasından vazgeçti.
Cenabı Allah bol bol rahmet eylesin ve kabri nur olsun.

Değerli okurlarım!
Elbette ilmi ledün vardır. Pek nadir olan erbabına malumdur.Bal vardır karşıdan gördüm çok tatlı imiş demekle ağız bal olmaz.
Kendini İsa, Mehdi ve Resul sananların zannettikleri gibi ; bu, herkesin sahip çıkacağı bir ilim bir makam değildir.
Onu tadan bilir.Bilen de söylemez.En doğrusunu ise Allah bilir.

İşte Ayetler :

“Ve hatırla, bir vakit ki, Musa genç arkadaşına demişti: Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut uzun bir müddet geçireceğim”.(Kehf Suresi, ayet: 60)

.” Vaktaki, iki denizin birleştikleri yere ulaştılar, balıklarını unuttular. O vakit -o balık- denizde bir yarığa doğru yolunu tutmuştu”.(Kehf Suresi, ayet: 61)

“Vaktaki geçip gittiler -Hazreti Musa- genç arkadaşına dedi ki: Bize kuşluk yemeğimizi getir, biz bu yolculuğumuzda muhakkak ki, yorgunluğa uğradık.”(Kehf Suresi, ayet: 62)

“O genç de- dedi ki: Gördün mü?. Kayaya çıktığımız vakit ben şüphe yok balığı unuttum. Onu söylemeği bana şeytandan başkası unutturmuş olmadı. O denizde yolunu şaşılacak bir şekilde tutmuştu.”.(Kehf Suresi, ayet: 63)

“Dedi ki: İşte bizim aramakta olduğumuz da bu ya, hemen izleri üzerine uyarak geri döndüler.”.(Kehf Suresi, ayet: 64)

“Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, ona kendi katımızdan bir rahmet vermiştik. Ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik.” .(Kehf Suresi, ayet: 65)

“Ona Musa dedi ki: Öğretilmiş olduğundan bana bir irşat vesilesi öğreti vermekliğin üzere sana tâbi olabilir miyim?”. .(Kehf Suresi, ayet: 66)

“Dedi ki: Şüphe yok sen benimle beraber sabra kâdir olamazsın.” .(Kehf Suresi, ayet: 67)

“Ve hakikatından tamamen haberdar olmadığın bir şeye karşı nasıl sabr edebilirsin?.” (Kehf Suresi, ayet: 68)

“Dedi ki: inşaallah beni elbette sabreder bulacaksın ve sana hiçbir emîrde âsi olmam.” .(Kehf Suresi, ayet: 69)

“Dedi ki: Eğer bana tâbi olacak isen artık bana hiçbir şeyden sual etme, ondan sana ben haber verinceye değin.” .(Kehf Suresi, ayet: 70)

“Bunun üzerine gidiverdiler. Ne zaman ki bir gemiye bindiler, o gemiyi yaraladı. Dedi ki: Onu yaraladın mı ki, ahalisini boğuveresin? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın”.(Kehf Suresi, ayet: 71)

“Dedi ki: Ben demedim mi ki: Şüphe yok sen benimle beraber sabra takat getiremezsin?” (Kehf Suresi, ayet: 72)

“Dedi ki: unuttuğum şey ile beni muaheze etme, bana bu isimden dolayı bir güçlük teklif eyleme.”. .(Kehf Suresi, ayet: 73)

“Yine gittiler, nihayet bir oğlan çocuğuna rastgeldileri an hemen onu öldürüverdi. Dedi ki: Bir tertemiz nefsi, bir nefs karşılığında olmaksızın öldürdün mü?. Muhakkak ki, pek kötü bir şey yapmış oldun.” (Kehf Suresi, ayet: 74)

“Dedi ki: Ben sana demedim mi ki, şüphe yok sen benimle beraber sabra takat getiremezsin.” .(Kehf Suresi, ayet: 75)

“Dedi ki: Bundan sonra sana bir şeyden sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Muhakkak ki, benim tarafımdan özre erişmiş oldun” (Kehf Suresi, ayet: 76)

“Sonra yine gittiler, bir belde ahalisine varınca onun ahalisinden yiyecek istediler. Onlar ise bunları misafir kabul etmekten kaçındılar. Derken orada bir duvar buldular ki, yıkılmak üzere idi. Onu hemen doğrultu verdi. Dedi ki: Eğer dileseydin bunu üzerine elbette bir ücret alıverirdin.” .(Kehf Suresi, ayet: 77)

“Dedi ki: İşte bu,benimle senin aramızın ayrılışıdır. Üzerine sabra muktedir olamadığın şeylerin izahını sana haber vereceğim.” .(Kehf Suresi, ayet: 78)

“Şöyle ki: Gemi, denizde çalışan bir takım zayıflara ait idi. Artık ben onu kusurlu yapmak istedim ve onların ötesinde bir hükümdar vardır ki, her -sağlam- gemiyi zulmederek alıvermektedir..” .(Kehf Suresi, ayet: 79)

“Oğlana gelince onun anası ile babası iki mümin kimselerdir. İmdi onları bir azgınlığa, bir küfre bürümesinden korktuk.” .(Kehf Suresi, ayet: 80)

“Artık biz istedik ki, Rableri onlara ondan temizlikce daha hayırlısını ve marhemetce daha yakınını bedel olarak versin.” .(Kehf Suresi, ay

“Duvara gelince şehirde iki yetim oğlanındı. Altında ise onlara ait bir hazine var idi. Babaları da iyi bir kimse idi. Artık Rabbi diledi ki: Onlar erginlik çağına ersinler de hazinelerin çıkarıversinler -bu- Rabbinden bir rahmet olarak -böyle yapılmıştır- Ve onu kendi reyimle yapmış olmadım. İşte bu, üzerine sabra takat getiremediğin şeyin izahıdır.” (Kehf Suresi, ayet: 82)

“Hz. Süleyman- Dedi ki: Ey ulular!. Hanginiz bana onun tahtını onların bana teslimiyet gösterip gelmelerinden evvel getirir”.(Neml Suresi, ayet: 38)

“Cin tâifesinden bir ifrit dedi ki: Ben onu daha sen makamından kalkmadan sana getiririm ve şüphe yok ki, ben ona elbette güç yetiririm ve bana güvenebilirsiniz. (Neml Suresi, ayet: 39)

“Yanında kitaptan bir ilm bulunan zat da dedi ki: Ben onu daha gözünü açıp kapamadan getiririm. Ne zamanki -Hz. Süleyman-onu -tahtı- yanında yerleşmiş olarak gördü, dedi ki: Bu Rabbimin lütufundandır, tâki beni imtihan etsin ki, şükür mü ederim yoksa nimete karşı nankörlük mü ederim ve her kim şükür ederse ancak kendi nefsi lehine şükür eder. Ve kim de nimete karşı nankörlükte bulunursa, şüphe yok ki, Rabbimin hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir”. (Neml Suresi, ayet:40)

HIZIR ALEYHİSSELÂM HAKKINDA BİR HADİS

(4345)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:”Hızır’ın Hızır diye isimlenmesi şuradan gelir. O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine oturmuştu. Deste, altında derhal yeşerdi.” [Buhârî, Enbiya 27; Tirmizî, Tefsir, Kehf (3150).]

AÇIKLAMA:

Dinimizde Hızır olarak bilinen zât peygamber midir, büyük bir veli midir, ihtilaflı bir şahsiyettir. Kur’ân-ı Kerîm’de ismen zikri geçmeksizin Hz. Musa ile olan macerası zikredilir. Kehf sûresinin 65-82. âyetleri arasında yer alan bu macerada zikredilen zâtın Hızır olduğunu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın hadislerinden öğreniyoruz.
Sadedinde olduğumuz hadis, Hızır’ın, bir ikram-ı İlâhi olarak üzerine oturduğu kuru otun yeşerdiğini, yeşillik manasına gelen hıdr kelimesinden iktibas olunarak, Hıdır (veya Hızır) dendiğini belirtiyor. Mamafih ferve kelimesinin otsuz arazi mânasına geldiğini de belirtirler. Bu durumda otsuz, çıplak bir araziye oturduğu zaman, kerâmeten orasının yeşerdiği anlaşılır. Şarihler her iki manayı da benimserler ve her iki mânayı te’yid edecek rivayetler kaydederler. Bilhassa namaz kıldığı yerin çevresinin yeşillendiği de tasrih edilmiştir.

Hızır lakabını almazdan önce ismi ne idi, babasının ismi nedir, ne kadar yaşamıştır, peygamber midir, velî midir, hep ihtilaf edilmiştir. Meselâ teklif edilen isimler arasında: Belya, İlyas Yesa’, Âmir vs. de var. Bir rivayete göre Hz. İbrahim’den önce yaşamıştır ve Hz. İbrahim’in dedesinin amcaoğludur. Bazı rivayetlerde Hz. İbrahim’den önce mi yaşadı, sonra mı ihtilafı vardır. Bir rivayette künyesi Ebu’l-Abbâs’tır. Bir rivayette, Hz. Âdem’in oğlu Kâbil’in oğludur.

Câfer-i Sadık’ın babasından yaptığı bir rivayete göre, Zülkarneyn’in meleklerden bir arkadaşı vardı. Ondan, ömürünü uzun kılacak bir çare göstermesini talep etti. Melek ona hayat gözesini gösterdi. Karanlık içerisindeydi. Hızır önünde olduğu halde oraya gitti. Suyu Hızır bulup içti, Zülkarneyn bulamadı. Kâ’bu’l-Ahbar’ın bir rivayetine göre, insanlardan dört peygamber diridir ve arz ahalisi için emândır: İkisi yeryüzündedir: Hızır, İlyas; ikisi semâdadır: Hz. İsa ve Hz. İdris.
Ehl-i ilim umumiyetle Hızır’ın nebî olduğunu söylemiş, ancak resul mü, değil mi ihtilaf etmiştir.

Kuşeyrî başta olmak üzere bir kısım âlimler de velî olduğunu söylemiştir. Sa’lebî tefsirinde, bütün ülemânın onun görünmeyen, hayat sahibi bir zât olduğunda ittifak ettiğini belirtir. Der ki: “Dendiğine göre, âhir zamanda Kur’ân-ı Kerîm’in refedilmesiyle vefat edecektir.” Hızır aleyhisselam’ın nebi olduğu görüşünü iltizam eden Kurtubî şöyle bir delil de beyan eder: “Cumhura göre nebidir. Âyet-i kerîme de buna şehadet eder. Zira Allah nebisi (Hz. Musa), mertebece kendinedn dûn olan kimseden ilim tahsil edecek değildir. Ayrıca bâtınla ilgili hükme sadece nebîler muttali olabilir.

“İbnu Salâh: “Cumhur-u ulemâya ve onlarla birlikte olan ammeye göre, Hızır hayattadır. Bazı hadisçiler bunu inkâr etmekle şaz bir görüş ortaya atmış olmaktadır.” Bu meselede Nevevî de İbnu Salâh gibi hükmetmiş ve ilaveten: “Sufiler ve ehl-i salâh arasında bu meselede ittifak vardır. Üstelik onların Hızır aleyhisselâm’ı görmeleri, onunla biraraya gelmeleriyle ilgili hikâyeleri sayılamayacak kadar çoktur” der.

İbnu Hacer, Hızır aleyhisselâm’ın hâl-i hazırda mevcut olmadığını söyleyenlerin Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebu Ca’fer İbnu’l-Münâdî, Ebu Ya’lâ İbnu’l-Ferra, Ebu Tâhir el-İbâdî, Ebu Bekr İbnu’l-Arabî ve bir grup başkasının olduğunu kaydeder ve bunların görüşlerine delil olarak, Aleyhissalâtu vesselam’ın hayatının sonlarında ifade buyurduğu şu hadisi ileri sürdüklerini belirtir:

“Bugün yaşayanlardan hiç kimse, yüz sene sonra yeryüzünde hayatta olmayacaktır.” Bu hadisi İbnu Abbâs’tan Buhârî rivayet etmiştir. Hiç bir sahîh haberde Hızır’ın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a geldiğine, onunla beraber olup savaştığına dair rivayet gelmemiştir. Halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bedir günü: “Allahım, bu birlik helak olursa artık sana yeryüzünde ibadet edilmeyecek” buyurmuştur. Eğer Hızır mevcut olsaydı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu kadar kesin bir nefiyde bulunmazdı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Allah, Musâ’ya rahmet buyursun; keşke sabretseydi de Hızır’la onun haberinden bize anlatsaydı, ne hoş olurdu” buyurmuştur. Eğer Hızır mevcut olsaydı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu temennisi hoş olmazdı. Onu yanına getirtir, o da bu kısım acib şeyler gösterirdi. Resûlullah o zaman kafirleri bilhassa Ehl-i Kitabı fazlaca imâna davet ediyordu (onun bu çeşit yardımına muhtaçtı).

İbnu Hacer, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın Hızır’la karşılaşmasına dair bir rivayetin varlığını, ancak zayıf olduğunu kaydeder. Ondan sonra Hızır’ın görüldüğüne dair rivayetlerden örnekler verir ve hepsinin zayıf olduğunu belirtir.Daha önce de kaydettiğimiz üzere, Bediüzzaman, Hızır ve İlyas aleyhimesselam’ın sağ olduklarını ve ikinci mertebe-i hayatta bulunduklarını, bizim gibi beşeriyat levâzımatıyla daimî mukayyed olmayıp bir vakitte pek çok yerlerde bulanabileceklerini, diledikleri takdirde bizim gibi yiyip içeceklerini ancak bizim gibi mecbur olmadıklarını belirtir.

TEVESSÜL VAR MIDIR? NASIL YAPILIR?

Değerli okurlarım; tarih boyunca, “tevessül” yani bir dileğin kabûl olması için Rabbimize karşı sevdiği bir dostunu veyahut müminlerin yaptığı güzel bir ameli vesile ederek onun hürmetine dileklerin kabûl olmasını Hazreti Allah’tan (c.c.) dilemektir.

Aşağıdaki ayeti kerimelerde Allah-u Azimüşşan Rabbınıza vesile arayın buyurmaktadır. Çünkü dilekleri, kabul ederek, istekleri yerine getirme gücü olan ancak Allah’dır.(c.c.) vesileler de hatırı için Allah’tan (c.c.) istenecek bir insan ya da hayırlı bir iştir. İnsana gelince o, ya Allah’ın sevdiği resulleri, velileri ve dostlarıdır. Hayatta olsunlar veya vefat etmiş bulunsunlar değişmemektedir. Veyahut salih insanların Allah (c.c.) için yapmış oldukları ve Allah (c.c.) tarafından kabul edilmiş hayırlı bir iş, bir iyilik kendileri için bir vesile olabilir.

Bununla beraber her kim olursa olsun, türbeden veya bir şahıstan direkt olarak bir şey istemesi; bana bir ev, yahut bir evlat ver demesi şirktir. Ama onlar hürmetine Allah’tan (c.c.) istemesi vesiledir ve güzeldir.
Bizzat Cenab-ı Allah (c.c.) bizleri vesile bulmaya teşvik etmektedir.

Ayrıca okuyacağımız ayeti kerimelerde de vesilenin neler olduğunu öğretiyor ve en büyük vesilenin tüm alemlere rahmet olarak gönderdiği, peygamberimiz efendimizi belirterek “biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” buyurarak; tüm inananlara onun vesile kılınmasını, onunla tevessül edilmesi ve onun hürmetine dua edilerek kendine yalvarılmasını telkin etmektedir.

İŞTE TEVESSÜL HAKKINDAKİ AYETLER

“Ey imân edenler!. Allah Teâlâ’dan korkunuz ve ona vesile arayınız ve onun yolunda cihadda bulununuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide Suresi ayet: 35)

“Bîz hiçbir Peygamber göndermedik. Ancak Allah Teâlâ’nın iz-niyle itaat edilmesi için gönderdik. Ve eğer onlar nefislerine zul-mettikleri zaman sana gelseler de Allah Teâlâ’dan mağfiret iste-seydiler ve onlara Peygamber de istiğfarda bulunsaydı elbette Allah Teâlâ’yı tövbeleri çok kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı.” (Nisa suresi ayet: 64)

“Şunu bil ki: Şüphe yok, Allah’tan başka ilâh yoktur ve günâhın için ve îmânlı erkekler ile imânlı kadınlar için mağfiret dile ve Allah, dolaştığınız yeri de, durduğunuz yeri de bilir.”(Muhammed suresi ayet: 19)

“Nitekim sizin içinizde sizden bir peygamber gönderdik ki size bizim ayetlerimizi okuyor ve sizleri tezkiye ediyor (Temizliyor) ve sizlere kitap ve hikmeti öğretiyor. Ve sizlere bilmedikleriniz şeyleri öğretiyor. Artık beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim. Ve bana şükrediniz, bana nankörlükte bulunmayınız.” (Bakara suresi ayet: 151-152)

“Onların mallarından bir sadaka al, onunla kendilerini temizlemiş, tezkiye etmiş olursun. Ve onlara dua et, şüphe yok ki, senin duan onlar için bir sükûnettir ve Allah Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir, bilicidir.” (Tevbe suresi ayet: 103)

“İmdi Allah Teâlâ’dan bir rahmet sebebiyledir ki, onlara yumuşak davrandın, ve eğer sen çirkin huylu, katı yürekli olsaydın, elbette etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için af talebinde bulun, ve onlar ile emr hususunda müşavere yap. Sonra azmettiğin zaman da Allah Teâlâ’ya tevekkül et. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tevekkül edenleri sever.” (Ali İmran suresi ayet: 159)

“Muhakkak müminler, onlardır ki, Allah’a ve resûlüne îmân etmişlerdir ve onun maiyetinde cemiyetli bir iş üzerinde bulundukları zaman da ondan izin istemedikçe gidivermiş olmazlar. İşte onlar, öyle kimselerdir ki, Allah’a ve Resulüne îmân ederler. Binaenaleyh bazı işleri için senden izin istedikleri zaman artık sen de onlardan dilediğine izin ve onlar için mağfiret iste,şüphe yok ki, Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Nur suresi ayet: 62)

“Ey Peygamber.. İman etmiş olan kadınlar, sana gelip de: Allah’a bir şeyi şerîk koşmamaları ve hırsızlık yapmayacakları ve zinada bulunmayacakları ve çocuklarını öldürmemeleri ve elleri ile ayakları arasında uyduracakları bir iftira ile gelmemeleri ve iyi iş işlemekte sana karşı gelmemeleri üzerine biatta bulunacakları zaman artık sen de onlar ile biatta bulun ve onlar için Allah’tan mağfiret dile, şüphe yok ki: Allah, gâfurdur, rahîmdir.” (Mümtehine suresi ayet: 12)

“Ve bir vakit dediler ki: Ey Allah!. Eğer senin tarafından hak olan bu ise hemen üzerinize gökten taşlar yağdır veya bize pek elemli bir azap getir.”
“Ve halbuki, sen onların aralarında bulundukça Allah Teâlâ onlara azap edecek değildir. Ve onlar istiğfarda bulundukları halde de Allah Teâlâ onları azaplandırıcı değildir.” (Enfal suresi ayet: 32-33)

TEVESSÜL İLE İLGİLİ DİĞER AYETLER

“O kendilerine taptıkları da Rablerine hangisi daha yakın olsun diye vesile ararlar ve onun rahmetini umarlar ve onun azabından korkarlar. Şüphe yok ki, Rabbin azabı sakınılmaya pek lâyıktır.” (İsra Suresi ayet: 57)

“Ve bedevîlerden öylesi de vardır ki. Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân eder ve harcayacağı şeyi Allah Teâlâ katında yakınlığa ve Peygamberin duâlarına _vesile_ edinir. Haberiniz olsun ki, onlar kendileri için bir yakınlıktır. Elbette Allah Teâlâ onları rahmetinin içine girdirecektir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ yarlığaycıdır, esirgeyicidir.” (Tevbe Suresi ayet: 99)

“De ki: Eğer Allah Teâlâ’yı seviyor iseniz bana uyunuz ki, Allah Teâlâ’da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.” (Al-i İmran Suresi.ayet:31)

“Her kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur. Ve her kim yüz çevirirse -aldırma- çünki seni onların üzerine muhafız göndermedik.”(Nisa Suresi. Ayet:80)

“Ve Allah’tan başka sana ne fâide ve ne de zarar veremiyecek olanlara ibâdet etme. Şayet edecek olursan şüphe yok ki, sen o takdirde zalimlerden olmuş olursun.” (Yunus Suresi ayet: 106)

Zira; menfaat ve mazarrata muktedir olmayan bir takım aciz mahlukata dua etmek ve onlardan bir şey istemek caiz olmaz. Çünkü; elinden hayır ve şer bir şey gelmeyen cemadata yalvarmakta bir fayda yoktur. Binaenaleyh; bu misilli acizlerden bir şey istemek mahall-i layıkının gayrıdan istimdad olduğu cihetle zulüm olduğundan bunu işleyen kimseler zalimlerden olur.

Fahr-i Razi ve Hazin’in beyanları vechile bundan evvelki ayette olduğu gibi bu ayette dahi hitap zahirde resulullah’a ise de hakikatta resulullahtan başkalarınadır. Zira; Allah’ın gayrı dan bir şey istemek; resulullah hakkında mütasavver değildir. Şu halde bu ayet-i celile putlara ibadet edip onlardan istimdad edenlere ta’rizdir. Yani; resulullah cümle mahlukatın efdali olduğu halde farz-ı muhal olarak böyle yolsuz bir muamele kendisinden sudur etse zalimler zümresine ilhakı muhakkak olunca diğerlerinin zalimler zümresine ilhak olunacağı evleviyetle sabit olur. Binaenaleyh; evliyaullahtan zannolunan kimselerin kabirlerinden istimdad etmek ve onlardan muavenet beklemek memnu, olduğuna bu ayet açıktan delalet eder. Şu halde bir çok cühelanın onların kabirlerini beklemeleri ve onlarda tasarruf var zannetmeleri ve herşeyi onlardan ümit etmeleri ve onların kabirlerine iltica ederek yalvarmaları batıl bir itikat ve faydasız yorgunluktan ibarettir hatta bu misilli ölmüş kimselerden istimdad edip onların ianeye iktidarları olduğunu itikad edenlerin uluhiyeti itikadıyla beraber putperestlik edenlerden farkları olamaz. Hatta bazıları öyle fena itikada giriftar olmuşlardır ki, ziyaretgah olan mahallerde metfun olan zata karşı rüku’ ve sücudla namaz kılmaya kadar cüret ederler. Halbuki namazda ta’zim; ancak Allahü Teala’ya mahsus olduğundan bu misilli tazimi Allah’ın gayrıya layık gören kimseler tekfir olunurlar. Amma mazannadan olan zatların kabirlerini ziyaret caiz olduğu gibi onların hürmetine Allahü Teala’ya dua ve Allah’tan istimdad etmek ve namaz kılarsa Allahü Teala’nın rızası için kılmak suretiyle kılmak meşrudur ve sevabı da vardır. Zira; İndallah makbul olan kimsenin ind-i üluhiyyette olan kurbiyetini vesile ittihaz ederek onun hürmetine Cenab-ı Hak’tan bir şey istemek ve ondan hiçbir şey beklemeksizin Allah’a dua etmek caizdir.

Amma açlığın defini ekmekte ve susuzluğun defini suda aramak gibi esbab-ı adiyeye tevessül etmek ihlasa mani değildir. Zira; Allahü Teala esbabı kendi halkedip ve ona müracaatla emrettiği için evbaba müracaat ayn-ı ibadettir. Binaenaleyh; insanlar maişet hususunda Cenab-ı Hakkın tayin ettiği esbab-ı meşruadan bazısına tevessül ederek Cenab-ı Haktan rızık istemek meşru ve menduhtur ve sair hususat-ı dünyeviyede dahi hal böyle olduğu gibi ahirette derecata nail olmak için şeriatın beyan ettiği feraizi, vacibatı, sünen ve adabı yerine getirmek, sair nevafil ve hayrata sa’yetmek de umur-u ahirette esbaba tevessül kabilindendir.

Bazı hastaların şifayı Cenab-ı Haktan isteyerek tekkeye müracaatla orada bulunan kimselerden efsun talep etmek ve muska (Dua)yazdırmak, o mahallin tuzundan ve ekmeğinden bir miktar yemek suretiyle o tekkede yatan kimsenin hürmetini Allah’tan şifanın husulüne vesile ittihaz etmek tedaviye ve mualeceye müracaat kabilinden olduğu cihetle bu misilli müracaatta beis yoktur. Zira; efsun meşru olduğu gibi ekmeğini yemek ve suyunu içmek de tabibin ilacını isti’mal etmiş gibidir. Binaenaleyh; şifasını Cenab-ı Haktan bilmek suretiyle esbaba tevessül meşrudur. Şu halde şifayı Cenab-ı Haktan istemek suretiyle tabibin ilacını içmekle tekkenin ekmeğini yemek ve suyunu içmek beyninde bir fark yoktur. (Hülasatül Beyan Fi Tefsiril Kur’an C.6 S. 2274-2275)

Tevessül mevzuunda, derince bir araştırmayı aşağıya alıyorum. Ve değerlendirilmesini sizlere bırakıyorum:

TEVESSÜL’ÜN LUGAT VE ISTILAHİ MANASI

A-TEVESSÜL’ÜN LUGAT MANASI

Vesile, derece, yakınlık, başkasına yaklaşmak için vasıta kılınan şey, şefaat, vuslat manalarına gelir. “Filanca Allah’a vesile etti” demek, kendisini Allah’a yaklaştıracak ameli yaptı demektir. Ayrıca vesile, cennette yüksek bir derecenin ve Efendimizin şefaatının adıdır. Tevessül ise bir amel vasıtası ile maksada yaklaşmak ve ulaşmaya çalışmaktır.([164])

B-TEVESSÜL’ÜN ISTILAHİ MANASI

Tevessül, Allah-u Teala’ya yaklaşmak, huzurunda manevi itibar ve derece bulmak yahut bir faydanın elde edilip zararın def edilmesiyle ihtiyacını gidermek için salih bir amel veya zatla Cenab-ı Hakk’a yakınlık sağlamaktır.([165])

Diğer bir tarife göre tevessül, herhangi bir arzusu veya isteği olan kişinin “Allah’ım! Şu sıkıntımın giderilmesi veya şu isteğimin gerçekleşmesi için falan zatın senin katındaki yeri, mevkii, hakkı, hürmeti adına (hatırına) senden istiyorum” diyerek dua edip ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arzetmesidir.([166])
Birçok müfessir, tevessülü bizzat yakınlaşmak ve yakın olmaya sebep olacak şeyleri aramak şeklinde tefsir etmişlerdir.([167])

Yukarıda tarif edilen ve ancak Allah Teala’nın razı olduğu şekil ve amellerle meşru olan vesilenin temelini, üç şey oluşturmaktadır:

1- Kendisine tevessül olunan zat ki O, in’am ve ihsan sahibi Allah Teala’dır.

2- Tevessül eden zat ki o, Allah Teala’nın yakınlığını isteyen yahut bir hayrın ele geçip bir şerrin def edilmesi ile ihtiyacının giderilmesini arzulayan zayıf aciz kuldur.

3- Kendisi ile tevessül olunan şey ki bu, kulun kendisi ile Allah Teala’ya yakınlık sağladığı salih ameller ve şahıslardır.

Yapılan tevessülün fayda vermesi ve kulun ihtiyacının giderilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

1- Allah Teala’ya vesile arayan kimsenin, vesileye ve faydasına inanan salih bir mü’min olması gerekir.

2- Kendisi ile Allah’a yaklaşmak için tevessül edilen amelin, Allah Teala’nın vesile için meşru kıldığı, rağbet ettiği bir amel olması gerekir.

3- Bu meşru amelin, Allah Resulünün öğrettiği şekilde Allah’a yakınlık için yapılması gerekir.

Buraya kadar saydığımız şartlardan dolayı mümin olmayan bir kimsenin yapacağı şeyler, asla Hakk’a yakınlık vesilesi olamaz. Nitekim bid’at ve haram olan amellerle vesile gerçekleşmediği gibi salih olmayan kimselerle de Allah’a yakınlık sağlanamaz. Arz ettiğimiz şartları taşıyan her vesile bütün zaman ve mekanlarda meşru ve mendubtur.([168])

İman ve salih amellerle Allah’a yaklaşılması konusunda İslam ümmetinin icma’ı vardır. İhtilaf ve münakaşaya sebep olan tevessül zatlarla yapılan tevessüldür. Aslında bu da ölçüleri çerçevesinde yapıldığında Allah Teala’nın teşvik ettiği salih amellere girmektedir. Çünkü başta peygamber efendilerimiz olmak üzere Allah katında yakınlık sağlamış bütün salihleri sevmek, onların halleriyle hallenmek, bereketlerinden istifade etmek, ilahi bir emir olup salih amellere girmektedir. Hayatta olan salihlerle Allah’a yaklaşmak, caiz ve vaki olduğu gibi ahirete irtihal etmiş, ruhları illiyyin makamına yükselmiş Âlî ruhlarla da tevessül caiz ve vakidir.

Vefat eden zatların ruhları, alem-i berzah’ta hayattadır. Ehl-i kabir kendilerini ziyaret edenleri tanırlar. Ayrıca birbirlerini ziyaret ederler. Hayatta olanlardan kötü bir haber duydukları zaman rahatsız olurlar. Bazı zamanlarda Allah’ın kudretiyle tasarrufta bulunup büyük işler yaparlar. Nimetlenir veya azap görürler. Hayattakilerin amelleri bu ruhlara gösterildiği zaman, iyi amel gördükleri an Allah’a hamd edip sevinirler ve o ameli işleyenlere sebat ve daha fazlası için dua ederler. Kötü bir amel gördükleri an şöyle dua ederler: “Allah’ım onları taat ve ibadete döndür. Bizi hidayete erdirdiğin gibi onları da hidayete erdir.” Bu ruhlar, amellerden başka diğer halleri de bilirler. Çünkü bu söylediğimiz şeyler, hadis-i şeriflerde mevcut olduğu icma-i ümmetle sabit olmuştur.([169]) Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: “ölü kendisini taşıyanı, yıkıyanı, kabre koyanı tanır.”([170]) Buhari’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: “ölen kimse defin edildikten sonra kendisini defneden cemaatin geri dönüşlerindeki ayak seslerini işitir.”([171]) buyurulmuştur.

Yine Buhari ve Müslim şöyle rivayet ediyor: “Peygamber (s.a.s) Bedir’de ölen kafirlerin cesetlerinin Kalib kuyusuna atılmalarını emretti. Onlar kuyuya atıldıktan birkaç gün sonra Rasul-i Ekrem (s.a.s) o kuyunun başına gelip, “ey falan oğlu falan…” diyerek bu kafirlerin teker teker baba adlarıyla beraber kendi isimlerini söyledi ve şöyle buyurdu: “Rabbimizin verdiği va’din doğru olduğunu gördünüzmü? Ben doğru olduğunu gördüm.” Bu hitap üzerine Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Bu leş haline gelen kimselere mi söylüyorsun? Onlar nasıl duyarlar?” Bunun üzerine peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Beni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki siz onlardan daha fazla işitemezsiniz.”([172]) Bu işitme sırf Bedir kafirlerine mahsus değildir.

Ölülerin, ziyaretçileri tanıyıp onlar için sevinmeleri babında, bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: “Bir adam tanıdığı bir kabrin yanından geçip selam verirse, kabir sahibi o kişinin selamını alıp onu tanır.” ([173])Tanımadığı bir kabrin yanından geçip selam verse mevta o selamı alır.([174])

Hz. Aişe (r.anha)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Bir adam, kişinin kabrini ziyaret edip yanında oturduğunda, o kendisini tanıyarak sevinir, verdiği selama karşılık verir ve bu hal kalkıncaya kadar devam eder.”([175])

Ölülerin birbirini ziyaret ve bir araya gelmeleri hakkında bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor:

“Ölülerinizin kefenlerini güzelleştiriniz. Onlara iyi kefen alınız. Çünkü onlarla iftihar edip birbirinin ziyaretine giderler.” ([176])

Mevtanın nimetlenmesi ve azap görmesi tevatür-ü manevi ile peygamber (s.a.s)’den rivayet edilmiştir: Ehl-i sünnet vel-cemaat kabirdeki nimet ve azabın varlığı ve hak oluşu hususunda ittifak etmişlerdir. Nimetlenen ve azap gören hem ruh hem cesettir. Çünkü masiyet ve taat her ikisi ile olmuştur.

Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “(Kabir azabının dehşetinden korkup) Ölülerinizi defnetmeyeceğinizden çekinmeseydim Allah-u Teala’nın kabir azabını sizlere de işittirmesi için dua edip yalvarırdım.”([177])

Buraya kadar anlatılanlardan ruhların kendilerine mahsus bir hayata devam ettikleri, birbirleriyle görüştükleri ve dünyada olup bitenlerden haberdar olmalarının mümkün olduğu anlaşılmıştır.

TEVESSÜL ÇEŞİTLERİ VE DELİLLERİ

“Kulun ne için yaratıldığını ve nereye gittiğini halikına ve mahlukata karşı kendisinden istenilenlerin neler olduğunu bilmesi ve bunları gerçekleştirecek meşru vesilelere yapışması gerekir. Böylece nefsinin lehine ve aleyhine olan hususları bilir ve ona göre amel eder.”([178])

İşte bu sebeple bir kişi “Medet ya şeyhim” dese, bu kişi bu sözü ile şunu söylemek ister: Benim şeyhim Allah’ın dostudur. Cenab-ı Hak, bu dostunun hürmetine duamı kabul edip beni muradıma nail eder. Kainatın yegane sahibi Allah’tır. Herşey O’nun emrine göre olur. Allah (c.c.)’dan başka herşey sebeptir. Mesela insan, “su içtim, susuzluğum gitti”, “ilaç, hastalığımı iyi etti”… vb. ifadeler kullanır. Bu ifadelerin hepsi mecazidir; Yoksa sebeplerin, müsebbib olarak telakki edilmesi söz konusu değildir. Esas susuzluğu gideren, iyi eden hasılı fail-i mutlak olan Allah Teala’dır.

Nasıl ki bu fiilleri konuştuğunuz zaman mecaz olarak konuşuyoruz, hakiki faili söylemiyoruz; bu misalde olduğu gibi “medet ya rasulallah” veya “medet ya şeyhim” demekten gaye, onların Allah katındaki kıymetleri ve dereceleri sebebi ile Allah-u Teala’nın yardımı ve yaratmasıdır. Aksi bir niyet ve düşünce yani sebeplere takılıp müsebbib-i hakiki olan Allah’tan gafil olmak, sapıklıktır.

Allah Teala’da ayet-i celilede şöyle buyurmaktadır:

“Ey İnsanlar! Allah’tan korkun, O’na (yaklaşmaya) vesile arayın”([179])

Ruhu’l Beyan tefsirinde bu ayet tefsir edilirken şöyle deniyor: “Ayetteki (vesile) kelimesinden murad, salih ameller olduğu gibi büyük zatlarda olabilir. Bu durumda vesileler, hakikat alimleriyle tarikat şeyhleridir. ([180])

Tefsir-i Celaleyn’in haşiyesi olan Savi tefsiri de aynı fikri söyleyip kuvvetlendirmekte ve şöyle devam etmektedir: “Kişiyi Allah’a yakınlaştıran herşey, ayette bahsi geçen vesileye dahildir. Nebileri ve velileri sevmek, Allah doslarını ziyaret etmek, Allah yolunda infakta bulunmak, çokça dua etmek, sıla-i rahim yapmak, Allah’ı çokça zikretmek ve benzeri şeyler bunlardandır. Buna göre ayetin maanası, sizi Allah’a yaklaştıran herşeye yapışınız, O’ndan uzaklaştıran herşeyi de terk ediniz demek olur. Durum böyle olunca müslümanların, Allah doslarını ziyaret etmelerini, bunun Allah’tan başkasına bir ibadet olduğunu zannederek onları küfür ile itham etmek, apaçık bir dalalet ve hüsrandır. Hayır, hayır! Gerçek, onların dediği gibi değildir. Allah doslarını ziyaret ve onlara muhabbet beslemek, Rasulullah (s.a.s)’in hakkında “Allah için sevmeyenin imanı yoktur.” buyurduğu Allah muhabbetine ve Allah-u Teala’ının “O’na vesile arayınız” buyurduğu vesileye girmektedir.”([181])

Hemen şunu belirtelim ki; kendine tabi olunan, amelleri taklit, emirleri tatbik edilen ve kalbi muhabbet, ruhi tebaiyyet alakasıyla kendisinden nur ve feyz alınan, daha doğrusu bu rahmete menbaa ve vesile yapılan kamil mürşitler, şu hadis-i şerifte anlatılan kimselerdir. Rasulullah (s.a.s) buyurmuştur ki: “Allah Teala şöyle buyurmaktadır. ‘ Her kim benim veli kullarımdan birine düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açarım. Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili birşeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafile ibatedleriyle de durmadan yaklaşır, nihayet onu severim. Kulumu sevince de onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa kendisini korur, himayeme alırım.”([182])

Fahruddin Razi, “Tefsir-i Kebir” de kerameti isbat ederken demiştir ki: “Allah’ın celal nuru, kul için bir kulak olunca, o kul, yakını işittiği gibi uzağıda işitir. Bu nur ona bir göz olunca, yakını gördüğü gibi uzağıda görür ve yine bu nur bir kul için el olunca; zora, kolaya, yanındakine, uzaktakine herşeye gücü yeter.”([183])

Bilindiği üzere müşrikler Kur’an’ın ilahi bir kitap olup olmadığını tespit etmek amacıyla gökten üzerlerine taş yağmasını veya acıklı bir azabın inmesini istemişler, buna mukabil Cenab-ı Hak ise şöyle buyurmuştur: “Halbuki sen aralarında iken Allah onlara azap verecek değildir.”([184]) Ayetten sarih olarak anlaşılacağı üzere müşriklerin büyük bir felakete düçar kılınmamasının sebebi aralarında Allah katında çok değerli olan Nebiyy-i Ekrem’in bulunmasıdır. Hazreti peygamber (s.a.s)’de insanların ilahi nusrete ve refaha, içlerindeki zayıfların sayesinde ulaşabildiklerini beyan etmişlerdir:

“Allah, bu ümmete ancak aralarında bulunan zayıfların duası, namazı ve ihlası sayesinde yardım eder.”([185])

Bir başka hadiste: “Zayıf sınıfı ihmal etmeyiniz. Çünkü siz zayıflar sayesinde rızıklandırılır ve ilahi yardıma mazhar kılınırsınız”([186]) denilmektedir.

Bir diğer hadiste Hz. Peygamber (s.a.s): “Hudû ve Huşû sahibi gençleriniz, otlayan hayvanlarınız, beli bükülmüş ihtiyarlarınız, emzikteki yavrularınız olmasaydı, üzerinize azab-ı ilahi gökten boşanırcasına dökülürdü.”([187])buyurur. Mevzuyla alakalı Buhari de geçen bir hadiste ise bazı savaşlarda sahabe, tabiîn veya etba’u tabiîn’den olan kişiler hürmetine o orduya zafer ihsan edildiği belirtilir.([188])
Meşru olan tevessülü birkaç başlık altında örnekleriyle birlikte incelemek, konunun daha açık şekilde anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

A-PEYGAMBER (S.A.S) İLE TEVESSÜL ÖRNEKLERİ

Hiç şüphesiz bizim, dünya ve ahirette Allah’a yaklaşmaya, O’na ihtiyaçlarımızı arzetmeye, sayesinde günahlarımızın bağışlanmasına, ilahi nimet ve ihsanlara ulaşmamıza en büyük vesile, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s)’dir. Biz Onun öğrettiği her amelle Allah’a yaklaşır, sevap kazanırız. Bu vesile ile günahlarımız dökülür, derecelerimiz yükselir, ihtiyaçlarımız giderilir ve Onun şefaatı ile ilahi rıza ve cennete kavuşuruz. Burada ise konumuza örnek olabilecek birkaç hadise zikredeceğiz. Efendimiz (s.a.s) ile, dünyaya teşrifinden önce, hayat-ı saadetlerinde ve ahirete irtihallerinden sonra Allah’a tevessül edilmiştir. Bununla ilgili haberler, pekçok mevsuk eserde nakledilmiştir. Bazı örneklerini aşağıda veriyoruz:

a) Dünyaya Teşrif Buyurmadan Önce Peygamber Efendimiz (s.a.s) İle Yapılmış Olan Tevessül Örnekleri:

Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre Adem (a.s.) cennetten çıkarılmasına sebep olan hatayı işledikten sonra affedilmesi için yaptığı duada Nebiyy-i Ekrem’in hakkı ile tevessülde bulunarak: “Allah’ım beni Muhammed’in hakkı için affeyle tevbemi kabul buyur” diye yalvarmış, Cenab-ı Hakk “Sen Muhammed’i nereden tanıyorsun” diye sorunca, Adem (a.s.), yaratıldığı zaman başını kaldırıp arşa baktığını, sütünlarında “La İlahe İllallah Muhammeden Rasulullah”cümlesini gördüğünü, ismi Allah’ın ismiyle yazılan birinin O’nun en sevdiği bir kul olması gerektiğini düşündüğünü ve bundan dolayı onun ismiyle tevessül ettiğini söylemiş. O da doğru söylediğini, ahir zaman Peygamberlerinin hakkı ile tevessülde bulunduğu için affedildiğini ve o olmasaydı kendisinin (Adem’i) de yaratılmayacağını bildirmiştir.([189])
Bazı müfessirler, Hz. Peygamberin nübüvvetinden önce Yahudilerin kendileriyle savaştıkları Araplara karşı, gelmesi beklenen ahir zaman peygamberi ile tevessülde bulunduklarını, dualarında onu vesile kılarak Cenab-ı Hak’tan yardım ve zafer istediklerini Bakara suresinin şu aytenin işaret ettiğini belirtmişlerdir: “Onlara (Yahudilere) Allah katından, beraberlerindekini tasdik eden kitap geldi (de bunu tanımadılar). Halbuki daha önce, o müşriklere karşı (Allah’tan) imdat diliyorlardı. (Tevrat’ta vasfını) bildikleri (peygamber) onlara gelince onu inkar ettiler. Artık Allah’ın laneti o kafirler üzerine olsun.”([190])

Kaynaklar Yahudilerin müşrik Araplarla savaştıklarında Tevrat’tan vasıflarını ve geleceğini öğrendikleri ahir zaman Peygamberi ile şu ifadelerle tevessülde bulunduklarını rivayet etmektedir:

“Allah’ım! Kitabımızda yazıldığını gördüğümüz Nebi’ni gönderde müşrikleri cezalandırıp öldürelim.”

“Allah’ım! Tevrat’ta tavsifini bulduğumuz ahir zamanda gelecek Peygamberlerinle sana tevessül ediyoruz, bize yardım et!”

“Allah’ım! Ümmi olan nebinle sana tevssülde bulunuyoruz, bize fetih ve zafer ihsan eyle!”([191])

Yahudilerin Hz. Peygamberle tevessülde bulunduklarını ifade eden bu rivayetler, onun zatı ile başka bir ifade ile onun Allah katındaki mertebesiyle tevessül ettikleri oldukça sarihtir. Allah katındaki mertebenin ise iman ve salih amellerden kaynaklandığı malumdur.([192])

b) Hayat-ı Saadetlerinde Peygamber Efendimiz (s.a.s) İle Yapılan Tevessül Örnekleri:

“Osman Bin Huneyf (r.a.) şöyle anlatmıştır: “Ama (gözleri görmeyen) bir adam, bir gün peygamber’e (s.a.s) gelip şöyle dedi: “Ya Resulallah (s.a.s) gözlerim görmüyor. Siz dua edin benim bu gözlerim iyi olsun.” Bunun üzerine efendimiz (s.a.s), “istersen dua edeyim, istersen sabret. Ama sabretmen senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ama gözlerinin görmemesinin kendisine çok ağır geldiğini ve açılması için dua etmesini istedi. O zaman peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: “Öyleyse git, güzel bir abdest al, sonra iki rekat namaz kıl, akabinde şöyle dua eyle: Ya Rabbi, ben senden diliyorum, rahmet peygamber’in (s.a.s) ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed (s.a.s), ben seninle, Rabbına yöneliyorum, ta ki gözlerim açılsın. Ya Rabbi! Onun şefaatini benim hakkımda kabul eyle ve benimde kendim için yaptığım duayı kabul et.” Osman bin Huneyf (r.a.) şöyle diyor: “Bu zat gitti, biz daha Resulallah’ın (s.a.s) huzurundan ayrılmamıştık, tekrar geldi. Baktık ki gözleri iyi olmuş.”([193])

Zat ile tevessülü benimseyen alimler, hadisin kendi iddialarına delil teşkil ettiğini, öğretilen duanın Salih bir zatın Allah katındaki mertebesiyle tevessülü ihtiva ettiğini, çünkü Hz. Peygamberin kendisi bu şahıs için dua etmediğini, aksi takdirde a’maya dua öğretilmesinin manasız olacağını ileri sürmüşlerdir.

Yukarıdaki hadis için İmam Şevkani demiştir ki: “Kanaatime göre tevessülün sadece resulullah ile yapılabileceğini, başkası ile yapılamayacağını söylemek iki şeyden dolayı sağlam bir hüküm değildir:

1- Bu hususta Sahabe-i Kiram arasında icma vaki olmuş değildir.

2- Fazilet ve ilim sahibi kimselerle Allah’a tevessül etmek, onların şahıslarıyla değil, Salih amel ve üstün meziyetleri sebebiyledir. Çünkü fazilet sahibi, bu hale ancak Salih amelleriyle ulaşmıştır.([194])

Rivayete göre Hz. Peygamber’in (s.a.s) huzuruna o anda hüküm süren şiddetli kuraklıktan şikayet eden bir adam gelir ve yağmur yağması için Allah’a dua etmesini ister. O da minbere çıkıp dua eder ve duanın akabinde yağmur yağar. Bir müddet sonra ise bir gurup halk yine Resulullah’a (s.a.s) gelerek yağmurun haddinden fazla yağması sebebiyle sıkıntıya düştüklerini ve neredeyse helak olacaklarını, bu sebeple yağmurun durması için dua etmesini talep ederler. Hz. Peygamber (s.a.s) dua eder etmez yağmur bulutları açılarak şehrin etrafına doğru yayılır. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem (s.a.s) bir hayli tebessüm eder ve: “Aşk olsun Ebu Talip’e!! Şimdi burada olsaydı çok sevinirdi. Onun söylediği şiiri bize kim söyleyebilir?” der. Hz.Ali (k.v.) ayağa kalkarak “Ya Resulullah! Bana öyle geliyor ki siz şu şiiri kastediyorsunuz:

“Hürmetine bulutlardan yağmur beklenilen bir zat terk edilir miymiş?
Öyle bir iyilik sever ki, yetimler eline bakar, dullar ona güvenir.”

Hz.Ali (k.v.) bu şiirden birkaç beyit daha okuduktan sonra Kinane kabilesinden biri kalkar ve şu beyitle başlayan bir şiir okur:

“İlahi! Hamd olsun ki Nebiyy-i Ekrem’in yüzü suyu hürmetine bize yağmur verdin.”

Resulallah (s.a.s) okunan şiiri çok beğendiğini söyler. Abdullah bin Ömer’in (r.a.) de Ebu Talip’in yukarıdaki şiirini sık sık tekrarladığını ve Resulallah (s.a.s) yağmur duası için minbere çıktığında bir sahabenin de bu şiiri devamlı okuduğundan bahsedilir.([195])

c) Ahirete İrtihalinden Sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İle Yapılan Tevessül Örnekleri:

Enes bin Malik’ten rivayet edildiğine göre Hz. Ali’nin annesi Fatıma binti Esed vefat ettiğinde kabrine defnedilirken Hz. Peygamber (s.a.s), affedilmesi için Allah’a yalvarmış ve duasını şu cümlelerle bitirmiştir: “Peygamber’inin ve benden önceki peygamberlerin hakkı için annem Fatıma binti Es’ed’i affet, ona kelime-i şehadet-i telkin et ve kendisine kabir rahatlığı ver! Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.”([196])

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.s), hem kendisiyle, hem de kendisinden önceki peygamberlerle tevessül edip Allah’u Teala’ya yönelmekte ve yalvarmaktadır.

Abdurrahman bin Sa’d (r.a.) şöyle anlatmıştır: İbn-i Ömer (r.a.) ile beraber oturuyordum. Ayağı birden kasıldı.

“Ya Eba Abdirrahman, ayağına ne oldu?” dedim.

“Kramp girdi” dedi.

“En çok sevdiğinin adını an da iyi olsun” dedim. İbn-i Ömer:

“Ya Muhammed!” diye nida etti. Ayağı hemen düzeldi.([197])

Çeşitli fıkıh kitaplarında namaz konusunda şöyle denir: “Namaz kılan kişi” “Et-tahiyyatü” okuduğu zaman “Es-selamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakatühü” dediği zaman şöyle mülahaza etsin: Sanki Peygamber’in (s.a.s) karşısındadır. O’na hitap ediyor ve aynı zamanda itikat etsin ki; peygamber (s.a.s) onun selamını işitip onu cevaplandırır.([198])

Emir-ül Mü’minin Ebu Cafer El-Mansur ile İmam-ı Malik Peygamber’in (s.a.s) camiinde münazara ettiler. İmam-ı Malik (r.a) Emir-ül Mü’minin’e şöyle dedi: ‘Bu camide sesini fazla yükseltme, Cenab-ı Hak bazı kişileri terbiye etmek için şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Sesinizi Peygamber’in sesinden fazla yükselmeyin, birbirinize çağırır gibi ona çağırmayın. Haberiniz olmadan ameliniz boşa çıkar.([199])

Cenab-ı Hak bazı kişileri methederek şöyle buyuruyor:

“Gerçekten Allah’ın peygamberi yanında seslerini kısanlar, bunlar o kimselerdir ki, Allah kalplerini takva için imtihan etmiştir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.”([200])

Cenab-ı Hak bazı kişileri de kötüleyerek şöyle buyuruyor:

“(Peygamber’e (s.a.s) ait) odaların önünde sana çağıranlar var ya, onların çoğu aklı ermeyenlerdir.”([201])

Peygamber (s.a.s) hayatta iken nasıl hürmet ve saygı lazım ise vefatından sonrada aynı şekilde hürmet ve saygı lazımdır.

İmam-ı Malik (r.a.) bu bilgileri Emir-ul Mü’minun Cafer El-Mansur’a anlatınca, Emir-ul Mü’minin anlatılanları kabul edip imama şöyle sordu: Ya Eba Abdullah, Kıbleye mi dönüp dua edeyim? Yoksa kabri şerife mi? İmam dedi: Sen nasıl yüzünü O’ndan çeviriyorsun? Halbuki O, hem senin hem de pederin Adem’in ta kıyamete kadar vesilesidir. Bunun içindir ki O’na yönel, O’ndan şefaat dile, ta ki O da sana şefaat etsin.’ Bu sözleri söyleyen imam sonra şu ayeti okudu:

“Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman, sana gelseydiler, kendileri için Allah’tan afv isteseydiler ve rasul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Cenab-ı Hakkı tövbeleri ziyade kabul edici, merhametli bulacaklardı.”([202])

Buradan da anlaşıldığına göre İmam-ı Malik’in (r.a.) bu sözleri Adem (a.s) hakkında rivayet ettiğimiz hadis-i şerif’i hakkında kuvvetlendiriyor.([203])

Hz. Osman’ın (r.a) hilafeti döneminde, ihtiyaç sahibi bir kişi bu ihtiyacından mütevellid, Hz. Osman (r.a.) ile görüşmek için uzun süre yanına gidip geliyor, fakat Hz. Osman (r.a.), ona aldırış etmiyor ve ihtiyacını görmüyor. Bir gün Osman b. Huneyf (r.a.) ile karşılaştı ve durumunu ona şikayet etti. O da kendisine: “Git, güzel bir abdest al. Sonra iki rekat namaz kıl ve Cenab-ı Hakka şöyle dua eyle: “Allah’ım Rahmet peygamberi olan Muhammed (s.a.s) ile sana yöneliyorum. O’nun hatırı ile senden diliyorum. Ya Muhammed, ben seninle Rabbına yöneliyorum. Bu ihtiyacım hallolsun.” de sonra da hacetini Allah’a arz et.” dedi. Adam da kendisine söyleneni yaptı. Sonra Hz. Osman’a (r.a.) gitti. Kapıcı gelip adamın elinden tuttu ve onu huzura çıkardı. Hz. Osman (r.a.) bu zata dedi ki: “Gel yanıma otur, ihtiyacın nedir.” Bu zat diyor: Hz. Osman (r.a.) ihtiyacımı yerine getirip bana dedi: “Kusura bakma, şimdiye kadar hiç ihtiyacını hatırlamadım, onun için geç kaldı. Ne zaman ihtiyacın olursa sen hemen gel, ihtiyacını hallederim.”

Osman bin Huneyf (r.a.) diyor ki: ‘Bu zat işi tamam olduktan sonra gelip, bana teşekkür ederek, “Allah seni hayırla mükafatlandırsın; sen benim hakkında onunla konuşuncaya kadar ihtiyacımı görüp benimle ilgilenmiyordu” dedi. Osman bin Huneyf de: “Allah’a yemin olsun ki onunla senin hakkında hiçbir şey konuşmuş değilim” deyip yukarıda zikri geçen şu hadiseyi anlattı: “Ama (gözleri görmeyen) bir adam, bir gün peygamber’e (s.a.s) gelip şöyle dedi: “Ya Resulallah (s.a.s) gözlerim görmüyor. Siz dua edin benim bu gözlerim iyi olsun.” Bunun üzerine efendimiz (s.a.s), “istersen dua edeyim, istersen sabret. Ama sabretmen senin için daha hayırlıdır”buyurdu. Ama gözlerinin görmemesinin kendisine çok ağır geldiğini ve açılması için dua etmesini istedi. O zaman peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: “Öyleyse git, güzel bir abdest al, sonra iki rekat namaz kıl, akabinde şöyle dua eyle: Ya Rabbi, ben senden diliyorum, rahmet peygamber’in (s.a.s) ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed (s.a.s), ben seninle, Rabbına yöneliyorum, ta ki gözlerim açılsın. Ya Rabbi! Onun şefaatini benim hakkımda kabul eyle ve benimde kendim için yaptığım duayı kabul et.” Osman bin Huneyf (r.a.) şöyle diyor: “Bu zat gitti, biz daha Resulallah’ın (s.a.s) huzurundan ayrılmamıştık, tekrar geldi. Baktık ki gözleri iyi olmuştu.([204])

Pek çok ilim ehli tarafından nakledilen bir haberde El-‘Utbi şöyle demiştir: Resulullahın (s.a.s) kabri yanında oturuyordum. Bir Arabi geldi ve “Es-Selamu Aleyke Ya Resulallah! Allah Teala’nın şöyle buyurduğunu işittim: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi Allah’tan bağışlanmayı dileselerdi, Rasul de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyade affedici, esirgeyici bulurlardı.”([205]) işte günahlarımdan istiğfar ederek, Rabbime seni şefaatçı edinerek sana geldim” dedi ve şu mealdeki şiiri söyledi:

“Ey bu topraklarda yatanların en hayırlısı ve en büyüğü! Senin güzel kokun ve bereketinle bu vadi ve tepeler hoş oldu. Senin bulunduğun ve içinde her derde deva ile cömertlik ve kerem bulunan bu kabre canım kurban olsun.”

Bu şiiri okuduktan sonra dönüp gitti. O anda beni bir uyku bastı. Rüyamda, resulullah’ı (s.a.s) gördüm. Bana: “Ya Utbi, Arabi’ye yetiş ve kendisine, Allah’ın onu affettiğini müjdele” dedi.([206])

Hz. Ali’den (k.v) şu hadise nakledilmiştir: Biz rasulullah’ı (s.a.s) defnettikten sonra yanımıza bir Arabi geldi. Kendisini rasulullah’ın (s.a.s) toprağına atarak toprağından başına saçmaya başladı ve şöyle dedi:

“Ya resulallah! Sen söyledin, biz de sözünü işittik. Sen Allah’tan alıp anlattın, bizde senden öğrendik. Allah, sana indirdiği ayetlerin birinde şöyle buyurdu: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, resul de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyade affedici, esirgeyici bulurlardı.”([207]) Ben de nefsime zulmettim, sana geldim. Benim için istiğfar et!” Bunun akabinde resulullah’ın (s.a.s) kabrinden “Allah seni affetti”diye bir ses geldi.([208])

d) Ahirette Peygamber (s.a.s) İle Tevessül:

Ebu Hureyre, Ebu Said ve Huzeyfe’den (r.anhum) ve başka bir çok tarikten rivayet edilen hadis-i şeriflerde: kıyamet günü mahşerin dehşetinden kurtulmak isteyen bütün insanlar, babaları Adem’den (a.s.) başlayıp bütün Ulu’l-Azm peygamberlere giderek, Allah Teala’nın kendilerini bu halden kurtarması için şefaat etmelerini talep edecekler. Her biri kendisinin buna liyakatli olmadığını, kendisini meşgul edecek bir derdi bulunduğunu, bu işe en ehil ve ehliyetli olanın Hz. Muhammed (s.a.s) olduğunu ve O’na gitmelerini tavsiye edecekler. İnsanlar da efendimize (s.a.s) gelip durumu arz edecekler. Efendimiz de (s.a.s) Allah Teala’dan izin isteyip secdeye kapanarak O’na hamd edecek, Cenab-ı Hak kendisine: “Ya Muhammed! Başını kaldır. Söyle, sözün dinlenecek. İste, isteğin verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek.” buyuracak. Bunun üzerine Resulallah (s.a.s), “Ya Rabbi! Ümmetim, ümmetim”diyecek. Kendisine “kalbinde zerre kadar imanı olanı, cehennemden çıkar!” denilecek. O da zerre kadar imanı olanı cehennemden çıkarıp cennete sevk edecek. Böylece bütün insanların en zor gününde, en büyük müşküllerini ortadan kaldırmak için Allah’ın izni inayetiyle vesile olacaktır.([209])

B- SALİH KULLAR İLE TEVESSÜL ÖRNEKLERİ:

Enes b.Malik’ten (r.a) rivayet edildiğine göre ikinci halife döneminde Müslümanlar kuraklık yüzenden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldikleri zaman halife Ömer (r.a.), Abbas bin Abdulmuttalib’i (r.a.) vesile kılarak Allah’tan yağmur talebinde bulunur ve şöyle der: ““Allah’ım! Bizler daha önce peygamberimizi vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise peygamberimizin amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz, bize yağmur ihsan et!” Enes bin Malik (r.a.), Hz. Ömer’in (r.a.) bu dualardan sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini belirtir.”([210])

Buhari şerhlerinde bu hadis ile ilgili aşağıdaki açıklamalara yer verilmektedir:

“İstiska hadislerinde kaydedildiğine göre halife Hz. Ömer (r.a.), dua etmesi için Hz. Abbas’a (r.a.) ricada bulunmadan önce insanlara: “Resulullah (s.a.s), bir evladın, kendi babasına verdiği değer ve önem kadar Abbas’a (r.a.) değer verirdi” demek suretiyle onların, Abbas’a (r.a.) tabii olmalarını ve başlarına gelecek musibetlerin defi için onu vesile kılmalarını tavsiye eder, sonra bizzat Abbas’ tan (r.a.) dua etmesini isterdi. O da kendisinin, Hz. Peygambere (s.a.s) olan nesep yakınlığı ve onun nezdindeki mertebesi sebebiyle kendisiyle tevessülde bulunulduğunu belirterek duasına başlardı.”

Zat ile tevessülü savunanlar Hz. Ömer’in (r.a.), bu olaylarda Abbas’ın (r.a.) duasıyla değil de zatıyla tevessülde bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Ömer’in (r.a.) daha üstün olduğu halde Hz. Peygamberin (s.a.s) zatıyla değil de Abbas’ın (r.a.) zatıyla tevessülde bulunmasının hikmetini ise şöyle izah ederler:
Halife Ömer (r.a.) böyle davranmakla, Hz. Peygamber’den (s.a.s) başka Salih insanları ve özellikle peygambere (s.a.s) yakınlığı bulunan kişileri vesile edinerek istiska yapılabileceği hususuna işaret etmek istemiştir.

Hz. Peygamberin (s.a.s) amcası ile istiskada bulunmak, kendisiyle istiskada bulunmak gibidir. Çünkü Ömer (r.a.) “Abbas b. Abdülmuttalib ile” dememiş, “senin peygamberinin amcasıyla tevessülde bulunuyoruz” demiştir. Böylece asıl şeref resulullah’a (a.s.) raci olmaktadır.

Hz. Ömer (r.a.), çevresinde bulunan veya duasından haberdar olan Müslümanların içinde, imanları henüz pekişmemiş bulunanlarından endişe etmiş olabilir. Çünkü onlar resulullah’ la (a.s.) tevessülde bulunduktan sonra yağmur yağmadığı takdirde onun tesiri ve dolayısıyla hak peygamber oluşu noktasında şüpheye düşmüş olabilirlerdi.

Hz. Ömer (r.a) böyle davranmak suretiyle Müslümanlara vesilenin mahiyetini anlatmak istemiş ve Kur’an’da emredilen tevessülün sadece Salih amelleri değil Salih zatlarla tevessülü de ihtiva ettiğini belirtmek istemiştir.

Bu şekilde davranan Hz.Ömer (r.a.), Ehl-i Beyt’in faziletini vurgulamak istemiştir.

Hz. Ömer’in (r.a.) Abbas’la (r.a.) tevessülde bulunması, Rasulullah’ın (a.s.) ona gösterdiği hürmete kendisinin de riayet etmesinden kaynaklanmıştır. O, böyle davranmakla peygambere (s.a.s) ittiba etmiştir.

Salih zatların Allah nezdinde ki mertebesiyle tevessülde bulunmanın caiz olduğunu savunanlardan Muhammed Zahid Kevseri, bu hadisin kendi görüşlerini desteklediğini ileri sürerek şöyle demektedir:

“Hz. Ömer’in (r.a.) bu uygulaması, Resulullah’ın (a.s.) hayatta olan hısım ve akrabasıyla tevessülde bulunmanın cevazına delil teşkil etmektedir. Hz. Ömer’in (r.a.), Abbas (r.a.) için: “başınıza musibet geldiğinde onu (Abbas’ı) Allah’a karşı vesile edin!” ifadesi, “ondan dua isteyin” manasına gelmez. Çünkü Ömer (r.a.), bu cümleyi onun dua etmesini istedikten sonra söylemiştir. Dolayısıyla bu ifade “Onunla Allah’a tevessül edin!” manasına gelir ki bu da Salih zatların mertebesiyle tevessüle delalet eder.([211])

Görüldüğü üzere Kevseri de bu olayda zat ile tevessülde bulunulduğunu kabul etmekte ve Hz.Ömer’in (r.a.), Abbas’ın (r.a.) duasıyla tevessülde bulunmadığını ve bunu iddia etmenin yanlış olduğunu ileri sürmektedir. Kevseri, Hz. Ömer’in (r.a.), Resulallah’ın (s.a.s) zatıyla tevessülü terk edip Abbas’ın (r.a.) zatıyla tevessülde bulunuşunu da şöyle yorumluyor: “Bu olay daha faziletli biri mevcut olduğu halde, ondan daha az faziletli biriyle tevessül etmenin caiz olduğunu gösterir. Çünkü Hz. Ömer’in (r.a.) ifadesinde “Peygamberimizin amcası” tabiri geçmektedir ki, bu Abbas’ın (r.a), Hz. Peygamberle (s.a.s) olan hısımlığına ve onun resulullah (a.s.) üzerindeki değerine işaret etmektedir”.

Hz. Abbas’ın (r.a.) tercih edilişi, fazilet ve takvasının yanında rasul-i Ekrem’e (s.a.s) olan nesep yakınlığı önemli rol oynamıştır. Bu husus Hz. Abbas’ın (r.a.) dua metinlerinde de kendini gösterir: “(Allah’ım!)… bu insanlar peygamberinin bana verdiği değerden dolayı benim vasıtamla sana yönelmişler.”

İslam bilginleri halife Hz. Ömer’in (r.a.) yukarıda söz konusu edilen uygulamasına dayanarak musibetler anında ehl-i beyt ve ehl-i takvanın Allah’a şefaatçi kılınabileceklerini kabul etmişlerdir.([212])

Bilindiği gibi Kur’an’da Hz. Musa ile Hızır olduğu kabul edilen şahsın birlikte yaptıkları bir gemi yolculuğundan bahsedilir. Yolculuk esnasında bir şehire uğrarlar ve Hızır burada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Musa hikmetini sorduğunda o şöyle der: “duvara gelince; bu duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aittir. Duvarın altında çocuklar için saklı bulunan bir define vardı. Babaları da Salih bir kişi idi. Rabbin bu iki çocuğun, rüştlerine ermelerini ve definelerini çıkarmalarını, senin Rabbinden bir rahmet olarak diledi.”([213])

Bu ayet zat ile tevessüle delil olarak ileri sürülmüştür. Ayette Cenab-ı Hakkın, çocukların babasının Salih bir kimse olmasını, onlara rahmetle muamele etmesinin sebeplerinden biri olarak zikrettiği belirtilerek bunun da zat ile tevessülü ispat ettiği iddia edilmiştir.

İbn Kesir’e göre ayet iyi insanların nesillerinin yer yüzünde kesilmeden devam edeceğini ve ibadetlerinden hasıl olan bereket ve şefaatten zürriyetlerini dünya ve ahirette istifade edeceklerine, bu vesileyle akrabalarının da cennette üst derecelere yükseleceklerine işaret etmektedir. Nitekim müfessirler babalarının Salih olması sebebiyle bu iki çocuğa Allah’ın ikramda bulunduğunu kabul etmişlerdir. Babalarının Salih olması nedeniyle iki yetim çocuğa gösterilen merhamet, Hz. Ömer’in de dikkatini çekmiş, insanların susuzluktan kıvrandığı bir kuraklık esnasında yanına Abbas’ı alıp ahalinin önünde minbere çıkmış, bileğinden, tutup onu ayağa kaldırmış ve kendisi de gözlerini semaya dikerek şu ifadelerle duasına başlamıştır: “İlahi! Biz, peygamberinin amcası ile tevessül ederek sana yaklaşmak “takarrub” istiyoruz. Kitab-ı Keriminde “Duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aitti ve onun altında, bu çocuklara mahsus bir hazine vardı, çocukların babası da Salih biriydi” buyurdun. Buyruğun haktır, doğrudur. Haber verdiğin bu iki yetimi babalarının Salih olmasından dolayı korudun. Peygamberinin de hatırını amcası dolayısıyla hoş et! Zira onu vesile edinerek ve günahlarımızın bağışlanmasını dileyerek sana yaklaşıyoruz.”([214])

Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Sizden birinizin çölde devesi kaçarsa şöyle desin: “Ya ibadellah! (Ey Allah’ın kulları) benim devemi tutun! Zira Cenab-ı Hakk’ın yerde hazır kulları vardır. Onun devesini ona tutarlar.”([215])

İmam-ı Nebevi diyor ki: benim büyük şeyhim vardı. O bana şöyle dedi: benim bir sefer binitim kaçmıştı. Bende bu hadis-i şerifi biliyordum. Ona göre hareket ettim, binitim durdu.

İmam-ı Nebevi yine şöyle naklediyor:” ben bir gün bir cemaat ile beraberdim. Onların binitleri kaçtı cemaat binitleri yakalamaktan aciz kaldı. Bende onlara, bildiğim bu hadisi şerifi söyledim, hiçbir sebep yok iken binit durdu.([216])

Ebu Zur’a Eş-Şeybani anlatıyor:

Yezid bin Muaviye zamanında uzun bir müddet yağmur yağmadı. Bunun üzerine yağmur duasına çıktılar fakat ne bulut geldi nede yağmur yağdı. Yezid b. Muaviye, Dahhak bin El-Esved’e dönüp “kalkın! Bizim için yağmur isteyin!” dedi. O da kalkıp kollarını ardına kadar açıp başını da iyice geriye yatırıp şöyle dedi: “Allah’ım! Bunlar benim vesilemle senden yağmur diliyorlar. Onlara yağdır!”

O daha duasını bitirmemişti ki yağmur üzerlerine yağıverdi. Neredeyse yağmura batacaklardı.([217])

Hz. Muaviye (r.a.), Yezid bin El Esved El-Cureşi’yi (r.a.) Şamlılar için vesile ederek yağmur duasında bulunmuş, şöyle demiştir: “Allah’ım! En hayırlımız ve en faziletlimiz vesilesiyle senden yardım diliyoruz.”

Hemen o vakit daha evlerine varmadan yağmur yağmaya başlamıştır.([218])

Ebu Said El-Hudri’den; Resulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

“Evinden çıkıp namaza giden ve şöyle diyene Allah Teala rahmetiyle yönelir ve yetmişbin melek kendisi için istiğfar diler: “Allah’ım! Sana yalvaranlar hakkı için, bu yürüyüşümün hakkı için senden niyaz ediyorum. (sana malum olduğu üzere) Ben azgınlık, şımarıklık, riya ve gösteriş içerisinde çıkmadım. Gadabından korkarak rızanı arzulayarak çıktım. Beni cehennem azabından korumanı ve günahlarımı mağfiret etmeni diliyorum. Günahları senden başkası mağfiret etmez.”([219])

Kıtlık dönemlerinde Hz.Ömer’in (r.a.) yaptığı gibi halife Ebu Bekirde (r.a.) irtidat eden kabilelere karşı ordu hazırlığında, onlara cesaret vermek amacıyla Abbas’(r.a) yanına almış ve “Ya Abbas! Sen Allah’tan yardım iste, ben de “amin” diyeyim, umuyorum ki, Nebiyy-i Ekrem’e olan yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz.” demiştir.([220])

Allame İbnu Hacer el-Mekki, “Bi’l-Hayrati’l-Hısan fi Menakıbı’l-İmam Ebi Hanife en-Nu’man” adlı eserinin yirmibeşinci bölümünde şöyle demiştir.

“İmam Şafii,Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebu Hanife’nin türbesine gelir,ziyaret eder,kendisine selam verir,sonra Allah Teala’ya,ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.

İmam Ahmet bin Hanbel,İmam Şafii ile tevessülde bulunuyordu.Oğlu Abdullah buna hayret edip babasına durumu sorunca, İmam Ahmed (rah.):Şüphesiz İmam Şafii,insanlar için güneş, beden için afiyet gibidir” demiştir.

İmam Şafii’ye, Mağriblilerin İmam Malik ile tevessülde bulundukları haberi ulaşınca, bunu hoş görüp, onları nehyetmemiştir.

İmam Ebu’l Hasen eş-Şazeli demiştir ki: “Kimin Allah Teala’ya arzedecek bir ihtiyacı olur ve giderilmesini isterse, İmam Gazali ile tevessül edip, ihtiyacını Cenab-ı Hakk’a arz etsin.”([221])

C-SALİHLERİN DUASI İLE TEVESSÜL ÖRNEKLERİ:

Salih kişilerden dua talebinde bulunarak tevessül edilebilir.

Hz. Ömer (r.a.) şöyle anlatmıştır: Umre yapmak için Resulallah’ dan (a.s.) izin istedim. İzin verdi ve:

“Kardeşim dua ederken bizi de unutma!”buyurdu.Bütün dünya bana verilseydi, beni bu kadar sevindirmezdi.([222])

Ebu Ümame el-Bahili anlatıyor: Bir defasında Rasulallah(s.a.s) yanımıza gelmişti. Bizim için dua etmesini istedik. “Allah’ım bize mağfiret eyle, merhamet et. Bizden hoşnut ol. Dualarımızı kabul et. Bizi cennete sok. Cehennemden kurtar. Her yönümüzle bizi ıslah et.” Diye dua etti. Biz biraz daha dua etmesini isteyince:Sizin için gerekli olan her şeyi söyledim” buyurdu.([223])

Talha b.Ubeydullah (r.a.) anlatıyor: “Adamın biri bir gün elbiselerini çıkarmış kendini kızgın kumlar üzerine atarak kendi kendine: “Ey gece cest gündüz miskin olan adam! Cehennemin ateşini tat!”diyordu. Böyle kumlarda yatıp yuvarlanırken, birden ilerde bir ağacın altında gölgelenmekte olan Rasulallah’ı (s.a.s.) gördü. Hemen yanına giderek: “Nefsim beni mağlub etti” dedi.Rasulallah (s.a.s.): “Şunu bil ki,semanın kapıları sana açılmış,meleklerde seninle iftihar etmişler” dedi.Sonra yanındaki ashabına dönerek: “Kardeşimizden, size dua etmesini isteyin” buyurdu.Bunun üzerine ashabtan biri: “Benim için dua et” dedi. Rasulallah (s.a.s.): “Hepsi için dua et” buyurdu. Bunun üzerine adam şöyle dua etti:

“Allah’ım takvayı onların azığı yap. İşlerini doğruya götür.” Bu defa Resulallah(s.a.s.): “Allah’ım bu kulunu doğruya yönelt” diye dua edince adam: “Varacakları yer cennet olsun” diyerek duasını bitirdi.([224])

Hz.Ömer(r.a.), Üveys el-Karani’ye (r.a.): “Allah’tan benim için af dile” dedi.

“Ben sana nasıl Allah’tan af dileyebilirim. Sen Resulallah’ın arkadaşısın” cevabını verdi. Hz.Ömer (r.a.) ise:

“Resulallah’ın (a.s.), tabilerin en hayırlısı Üveys denilen adamdır, buyurduğunu işitim” diye karşılık verdi.

Bir başka rivayette ise Rasulallah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

“Sizden kim onunla karşılaşırsa,söylesin sizin için af dilesin.”([225])

Enes bin Malik(r.a.) anlatıyor: Ben Basra yakınlarındaki zaviyede kalırken bazıları bana gelerek:

“Kardeşlerin, kendilerine dua edesin diye ta Basra’dan kalkıp yanına geldiler” dediler. Ben de onlara şöyle dua ettim:

“Allah’ım bize mağfiret et. Bize merhamet eyle. Bize dünyada iyilik ver. Ahirette iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.”

Onlar biraz daha dua etmemi isteyince aynı duayı tekrarladım ve:

“Eğer bu duada istediklerim size verilirse dünya ve ahirette en hayırlısı verilmiş olur” dedim.([226])

D-AMELLERLE TEVESSÜL

Salih zatlarla tevessül edilebileceği gibi Salih amellerle de tevessül edilebilir.

İbn-i Ömer (r.a.), Nebi’in (s.a.s.), şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: “Beni İsrail’den üç kişi (yolda) yürüyorlarken onları (şiddetli) bir yağmur tuttu. (yakınlarında bulunan) Bir dağdaki mağaraya sığındılar. Dağdan büyük bir kaya parçası mağaranın ağzına yuvarlandı; (çıkış deliğini) üzerlerine kapattı. Bu hal karşısında aralarından birisi diğerlerine şöyle dedi: Hayatınızda Allah için yapmış olduğunuz amellerinize bakınız; onların hürmeti bereketine, Allah’a (c.c.) dua ediniz; umulur ki Allah Teala taşı aralayıp (sizden bu sıkıntıyı giderir). (Bu niyetle) birisi, şöyle dua edip, amelini dile getirdi:

-Ey Allah’ım! Benim yanımda hayli yaşlanmış anam ve babam vardı, bir de henüz küçük olan çocuklarım. Onları geçindirmek için hayvan otlatırdım. Akşam yanlarına dönünce hayvanları sağar (elimdeki sütü) çocuklarımdan önce anne ve babama içirirdim. Bir gün vaktinde gelmeyip geciktim; ta geceye kaldım. Geldiğimde, onları uyur buldum. Daha önce olduğu gibi hayvanlarımı sağdım. Onları uykularından uyandırmayı kerih görüp, uyanmalarına kadar, elimde sütle baş uçlarında bekledim. Bu arada çocuklar, açlıktan ayaklarımızın dibinde ağlaşıyorlardı. Anne ve babamdan önce, onlara, süt vermeyi de uygun görmedim. Bu haldeyken sabah oldu. Ya Rabbi! Eğer bu amelimi, senin rızan için yapmışsam, bize şu kapalı yerden bir delik açta semayı görelim. Bunun üzerine mağaranın ağzını kapatan kaya biraz aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi.

Diğeri şöyle dua etti:

-Ey Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. İnsanlar içinde en çok sevdiğim o idi. Ondan. Bana yaklaşmasını istedim. O da bundan kaçındı. Nihayet, bir kıtlık senesinde sıkıntıya düştü, ihtiyacı için bana geldi.

Kendisine, bana teslim olması için yüz dinar verdim. O da kabul etti. Kendisine yaklaşıp temasta bulunacakken bana: “Ey Allah’ın kulu! Allah’tan kork; nikahsız olarak bekaretime ilişme!.” dedi. Bende (derhal bırakıp) gittim. Ya Rabbi! Bunu sırf senin rızan için yapmışsam, (bu amelim hürmetine) bize şu kapalı yerden bir delik aç! (Allah Teala taşı) biraz daha açtı. (Diğer bir rivayette: fakat çıkacak gibi değildi.)

[ Son kısım başka bir rivayette şöyle anlatılıyor:

Ondan bana yanaşmasını istedim. O bundan kaçındı. Nihayet bir kıtlık senesi gelip çattı. (İhtiyaçlarını görmek için) bana, (para istemeye) geldi. Bende kendini bana teslim olması karşılığında yüzyirmi altın vereceğimi söyledim. O da kabul etti. Sonunda ona sahip olmuştum. Zina için yaklaşınca: “Allah’tan kork! Nikahsız olarak bekaretimi bozma” dedi. Bende hemen vazgeçip kalktım. Halbuki o, bana insanların en sevgilisi idi. Verdiğim altınları da ona bıraktım…]

Üçüncüleri ise şöyle dua etti:

-”Ey Allah’ım! (iş yerinde) ücretle işçi çalıştırdım. (Bir işçim, bir gün) işini tamamlayınca (bana gelip): “Hakkım olan ücretimi ver!” dedi. Ben de (ücretini) kendisine arz ettim. (O da her nedense), ücretini almayıp gitti. Ona ait bu ücreti (onun namına) çalıştırıp durdum. Hatta ondan birçok mal elde ettim. Bir müddet sonra o işçim dönüp geldi ve “Allah’tan kork! (o gittiğim günkü ücretimi ver!)” dedi. Ben de “şu gördüğün inek ve sürü senindir. Hepsini al götür” dedim. (O zaman) o (hayret edip): “Allah’tan kork!” benimle alay etme” dedi. Ben de: “gerçekten seninle alay etmiyorum (onlar senindir) al (götür) dedim. O da (hepsini) aldı (gitti).

“İlahi! Gerçekten ben bu amelimi senin rızan için yapmışsam, şu mağaranın ağzındaki kalan kısmı da aç” dedi. (Bunun üzerine) Allah Teala mağaranın ağzını tamamen açtı; yürüyerek çıktılar. “([227])

E-ALLAH TEALA’NIN İSİM VE SIFATLARI (ESMA-İ HÜSNA) İLE TEVESSÜL

Kur’an-ı Kerim ve hadis kitaplarının “dua ve zikir” bölümleri incelendiğinde tevessülün bu nevi’den büyük yer tuttuğu görülür.

Esma-i Hüsna ile tevessül ederek ibadet edenler için İbn-u Kayyim, “ibadet açısından insanların en kamil olanları” tabirini kullanmakta ve şöyle demektedir: “Bu yol, en kamil olanların yoludur. Bu, Kur’an’dan neşet etmiş bir yoldur.”([228])

Bir ayet-i Kerimede şöyle buyuruluyor. “En güzel isimler Allah’a aittir; o halde O’na bu isimler ile dua edin.”([229])

Fahreddin Razi (k.s.) Esma-i Hüsna ile ilgili ayetin tefsirinde şöyle diyor: “Ayet, kulun Rabbine sadece Esma-i Hüsna ile dua etmesine delalet etmektedir. Bu isimlerin manasını bilmediği takdirde dua pek faydalı ve kamil olmaz. Allah Teala’nın bu mukaddes sıfatlarla mevsuf olduğu bilindikten sonra kulun bu isim ve sıfatlarla O’na dua etmesi doğru ve güzeldir.

Kul Rabbine bu isimlerle dua ederken Rububiyetin izzetini ve kendi kulluğunun noksanlığını göz önünde bulundurması gerekir. Ancak bu şekilde düşünerek dua ederse, duası güzel ve yaptığı zikir kıymetli olur. Aksi takdirde faydası az olur.

Örneğin, mü’min namaza başlarken “Allahü Ekber” dediğinde kalben, kendi nefsinde, bedeninde aklında ve hislerinde bulunan Allah’ın hikmetinin eserlerini düşünmesi gerekir. Bu esnada kul, Allah’ın canlı-cansız bütün yarattıklarını, gökleri, arş, kürsi ve bütün mevcudatı kapsayacak şekilde, akıl ve zihninin ulaşabileceği en ileri noktadaki hikmetleri, tefekkür etmelidir. Mü’min, “Allah” lafzıyla bütün bu nesneleri yok iken var eden bir zata; “Ekber”sözüyle de O’nun bu varlıkların tamamından büyük olduğuna işaret eder. İşte bu şekilde ibadet ettiği zaman yukarıdaki ayetin ihtiva ettiği esrarın bir kısmına ulaşır.([230])

Kulun arzuları hangi yönde ise zikir ettiği isimler de o yönde değişik olmaktadır. Misal olarak şu ayetler gösterilebilir:

“İbrahim ile İsmail, Kabe’nin temellerini yükseltirken: Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işiten ve kemaliyle bilensin. Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da yalnız sana teslim olan bir ümmet yetiştir! Bize ibadet yollarımızı göster, tövbemizi kabul et! Çünkü tövbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla esirgeyen ancak sensin. Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, Kitabı ve hikmeti öğreten, onları (şirkten) iyice temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz yegane galip ve tam hikmet sahibi sensin.([231])

“O vakit İbrahim: Rabbim! Burasını (Mekke) emniyetli bir şehir yap ve ahalisinden Allah’a ve ahiret gününe inananları (yemiş, hububat gibi) mahsullerle rızıklandır, diye dua etti.”([232])

“Onlar (Talut’a bağlı bulunan mü’minler) Calut ve askerlerine karşı çarpışmak üzere çıktıkları zaman niyaz edip şöyle dediler: Rabbimiz! Üzerimize (yağmur gibi) sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver (er meydanından kaydırma) ve bu kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.!”([233])

“İmran’ın hanımı: Ya Rab! Karnımda olanı, sadece sana hizmet etmek üzere adadım, benden kabul buyur! Doğrusu hakkıyla işiten ve bilen ancak sensin, demişti.”([234])

Yaşlandığı halde henüz çocuk sahibi olamayan Hz. Zekeriya: “Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen varislerin en hayırlısısın (ve ente hayru’l-i varisin)”([235]) diyerek dua etmiş ve duası kabul olunarak Yahya isminde ileride peygamber olacak bir çocuk ihsan etmiştir.

Hastalığa yakalanan Hz. Eyyub (a.s.): “Bana hastalık isabet etmiştir, halbuki sen merhametlilerin en merhametlisisin (ve ente erhamu’r-rahim)”([236]) şeklinde “rabbine seslenmiş” ve duası kabul edilmiştir.

Hz. Şuayb’ın (a.s.) iman etmeyen kavmi, onu ve ona inananları kendi dinlerine dönmeye zorladıkları zaman o şöyle dua etmiştir: “Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında sen hak olana hükmet! Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın (ve ente hayru’l-fatihin).”([237]) Peygamberlerinin duasının kabul edilmesi dolayısıyla bu kavim korkunç bir zelzele ile helak olmuştur.

Kalplerinin mutmain olması için mucize olarak gökten bir sofra indirilmesini talep eden havarileri bu istekleri karşısında Hz. İsa (a.s.): “Ey Allah’ım! Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere ve bizden sonra geleceklere bayram ve senden bir ayet olacak gökten bir sofra indir ve bizi rızıklandır! Sen rızık verenlerin en hayırlısısın”([238]) diye dua etmiştir.

Bu usulde kul, ihtiyacına cevap verecek ilahi isimleri zikretmekte ve sonra durumunu ve ihtiyaçlarını Allah’a arz etmektedir: “Sen mevlamızsın (ente Mevlana). O halde kafirler topluluğuna karşı bize yardım et!”([239])

Yaptığı hatadan dolayı pişman olan Hz. Musa (a.s.) Allah’a şöyle yalvarır: “Sen bizim velimizsin (ente veliyyuna). O halde bizi bağışla ve bize merhamet et! Sen bağışlayanların en hayırlısısın.”([240])

Bazen da doğrudan O’nun sıfatları zikredilerek tevessülde bulunulmaktadır: “Bizi rahmetinle o kafirlerin kavminden kurtar.!”([241])

Hz. Süleyman’da (a.s.) şöyle dua etmiştir: “Beni rahmetinle Salih kullarının arasına dahil et.”([242])
(Kur’an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül S.65-95)

İYİ AMELLE YAPILAN TEVESSÜL

* MAĞARA ASHABININ KISSASI

1. (4995)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı.

Aralarında:

“Sizi bu kayadan, salih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağınız dualar kurtarabilir!” dediler.

Bunun üzerine birincisi şöyle dedi:

“Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım.

Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü:

“Ey Allahım! Bunu senin rızan için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!

“Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.

İkinci şahıs şöyle dedi:

“Ey Allahım! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada:

“Allah’ın mührünü, gayr-ı meşru olarak bozman sana haramdır!” dedi.

Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim.

Ey Allahım, eğer bunları senin rızayı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar.

“Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.Üçüncü şahıs dedi ki:

“Ey Allahım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi [bir farak pirinçten ibaret olan] ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve:

“Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!” dedi. Ben de:

“Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür!” dedim. Adam:

“Ey Abdullah, benimle alay etme!” dedi. Ben tekrar:

“Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!” diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü.

“Ey Allahım, eğer bunu senin rızan için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!” dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler.” [Buhârî, Enbiya 50, Büyû 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, (2743); Ebu Davud, Büyû’ 29, (3387).]

AÇIKLAMA:

1- Hadisin bazı vecihlerinde, bu üç yolcu, yaya giderken yağmura tutulurlar ve bu sebeple mağaraya iltica ederler. Sadedinde olduğumuz veçhinde, gece sebebiyle mağaraya girdikleri ifade edilmektedir. İkisinin birleşmesi mümkündür, akşam vakti yağmura tutulmuş olabilirler.

2- Hikâyede, İslam’ın ahlak-ı hasenesinden üç ahlakın Allah indinde makbuliyeti ifade edilmektedir.

1) Annebabaya hürmet, onların hukukuna riayet.
2) Allah rızası için insanların iffetlerine riayet.
3) Başkasının hakkına riayet… Başkasının maddî menfaatini kendi menfaati derecesinde gözetmek, hileye yer vermemek. Bu amelleri makbul kılan husus da, bunların ihlasla yani Allah rızası için yapılmış olmasıdır. Dolayısiyle, hadis, amelde ihlasın ehemmiyetine, tebliğde müstesna bir yer vermektedir.

3- Sadedinde olduğumuz rivayette ücretin miktarı kaydedilmiyor. Fakat, bazı rivayetlerde bu bir farak pirinç olarak belirtilmiştir. Hatta bir başka rivayette yer alan açıklayıcı bir ziyade, hem miktar hususunda, hem de işçilerden birinin ücretini almayış sebebi hususunda bize bilgi sunmaktadır: “Ben bir grup insan tuttum, her birine yarım dirhem yevmiye verecektim. İşleri bitince herkese ücretini verdim.

Biri: “Vallahi ben iki kişilik iş yaptım, bana bir dirhem vermezsen ücretini almayacağım” dedi ve almadan çekip gitti. İşte ben bu yarım dirhemi nemalandırdım.

“Bir farak pirincin, o günün piyasasında yarım dirhem değerinde olabileceğini belirttikten sonra, nemalandırılmaya tabi tutularak koyun, deve, sığır sürülerine ulaşılan bu taban sermayenin, günümüzdeki karşılığını bulmaya çalışırsak şu sonuca varırız: Bir farak, üç sa’ miktarında bir ölçektir. Bir sa’ ise 2,120 ile 2,650 litre arasında değişen bir hacim miktarı. Öyle ise bir farak 6,360 ile 7,950 litre arasında değişen bir ölçek olmaktadır. Daha yuvarlak hesapla 6,5 litre ile 8 litre arasında bir hacim tutmaktadır. Bir litre pirincin 888 gram kadar olduğu(8) gözönüne alınırsa, mezkur yarım dirhemlik pirincin yaklaşık 6 veya 7 kilo civarında olduğu anlaşılır.

Bazı rivayetlerde işçiye on bin dirhemlik para ödediği, yani verdiği deve, koyun, sığır vesairelerin bu değere ulaştığı belirtilmiştir. Hadisin muhtelif vecihleri gözönüne alınınca, mezkur zatın, işçisinin parasını önce ziraatle, sonra hayvancılık vs. ile nemalandırdığı anlatılmaktadır: Ekmiş, satmış satınalmış, doğurtmuş vs. Yani ticaret ve istihsal çeşitlerinden pek çoğuna başvurmuştur.

4- Hadis, sıkıntılı ve belalı anlarda salih amelleri zikrederek Allah’a iltica ve duanın müstehab olduğunu ifade eder. Bazı fakihler, yağmur namazında da aynı tarzda dua etmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.

5- Hadiste dikkat çeken bir edeb, üç şahıstan hiçbiri, zikrettiği amelin salih olduğu hususunda cezmetmemesidir. Her biri “bu amelim rızana uygunsa”, “senin rızan için idiyse..” gibi amelin değerlendirilmesini meşiet-i İlahiyeye bırakan ihtiyatî ifadelere yer vermişlerdir. Hatta birinci konuşan zatın sarfettiği; “Ey Allahım, bunu senin rızan için yaptığımı biliyorsun…” şeklindeki -itikad açısından- mahzurlu ifadenin de bu endişeye baktığı belirtilmiştir. Yani o sözün sahibi, ameli hususunda mütereddittir; bu ameli Allah katında makbul mü, değil mi? Şöyle demek istemiştir: “Eğer bu amelim makbulse şu duamı kabul buyur.”

6- Hadis, günahı bir noktada terketmenin, o noktaya kadar olan evveliyatını affettireceğini de ifade eder; Amcasının kızına, son anda teması terketmesi, o ana kadarki günahlarını affettirdi ki, bu “terk”le yaptığı dua makbul oldu.

7- Tevbenin makbul olması halinde, geçmişi affettireceği de hadiste ifade edilmektedir.

8- İşçi ve patron tarafından bilinen belli bir miktar yiyecek mukabili ücretli tutmak caizdir.

9- Salih kimselerin keramete mazhar olması haktır.

10- Emaneti edada büyük fazilet vardır.

11- Fakihler, hadiste fuzuli şahsın bey’inde cevaz bulmuşlardır.

12- Bazı alimler, “Emaneti taşıyan (müstevde’) emanet malla ticaret yaparsa, kâr mal sahibine aittir” demiştir. Çoğunluk bu konuda başka görüşler ileri sürmüştür. “Mal, emaneti taşıyanın zimmetinde olduğu takdirde, izinsiz tasarrufta bulunsa, malın zimmeti üzerindedir, ticaret yaptığı takdirde kâr kendinin olur.” Ebu Hanife “Kâr onun, ancak tasadduk eder” demiştir. Başka görüşler de var.

13- Geçmiş milletlerde cereyan eden hadiseler, dinleyenlerin ibret almaları için anlatılabilir. (Kütübü Sitte C.14 S.244)

* ÜVEYS EL-KARANÎ

(4552)- Üseyr İbnu Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh)’a Yemenlilerin takviye kuvveti geldikçe her defasında onlara:

“Aranızda Üveys İbnu Âmir var mı?” diye sorardı. Nihayet Üveys İbnu Âmir’e rastladı. Aralarında şu konuşma geçti:

“Sen Üveys İbnu Âmir misin?”

“Evet!”

“Murad’dan, sonra da Karan’dan?”

“Evet!”

“Sende alaca hastalığı vardı, bir dirhem kadar bir yer hariç tamamını atlattın, deği mi?”

“Evet!”

“Senin bir annen olacak?”

“Evet!”

“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan işittim. Şöyle diyordu: “Size, önce Muradî sonra da Karanî olan Üveys İbnu Âmir, Yemen imdat kuvvetiyle gelecek. Onun alaca hastalığı vardı, dirhem kadar yer hariç atlattı. Onun bir annesi var. O annesine karşı saygılıdır. O, (bir şey için) yemin edecek olsa Allah (dilediğini yerine getirmek suretiyle) onun yeminden halâs eder. Eğer ondan kendin için istiğfar talep edebilirsen et.

“Benim için istiğfar ediver” dedi. O da istiğfar ediverdi. Bunun üzerine

Hz. Ömer ona:

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

“Kûfe’ye!”

“Senin için vâlisine mektup yazayım mı?”

“Ben (hususî muamele istemem, herkesle bir olmayı), avamdan biri olmayı tercih ederim.

“Ravi der ki: “Müteakip sene Kûfe’nin eşrafından biri hacc yaptı ve Ömer’le karşılaştı. Ona Üveys rahimehullah’ı sordu.

“Ben onu, dedi, evi perişan, eşyası az bir halde bıraktım!

“Hz. Ömer, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan işittiğini ona da söyledi. Adam hacc’dan dönünce Üveys’e geldi ve:

“Benim için istiğfar ediver!” dedi.

“Sen hayırlı bir seferden yeni döndün, sen benim için istiğfar et” dedi ve:

“Ömer’e mi rastladın?” diye sordu.

“Evet!” dedi. Bunun üzerine Üveys ona da istiğfarda bulundu. Böylece halk onun ne olduğunu anladı. Bir müddet sonra da (Kûfe’yi terkedip) geri gitti, (rahimehullah).” [Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 225, (2542).]

AÇIKLAMA:
1- Üveys İbnu Âmir el-Karanî, halkımız tarafından Veysel Karanî olarak bilinen zâttır. İsmi, zaman içerisinde biraz değişikliğe uğramış.

2-Tâbiîn’in büyüklerindendir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sağlığında müslüman olmuştur. Annesine olan saygısı Resûlullah’la karşılaşmasına mâni olmuştur. Bu hususta menkîbeleri var.

Resûlullah onu önceden haber vermiş, “Tabiîn’in en hayırlısıdır, duası makbuldür, gören, ondan istiğfar edivermesini talep etsin” şeklinde takdirlerini ifade etmiştir. Zühdü ile şöhret bulmuştur. Üstü başı öylesine perişan haldedir ki, arzettiği garâbet sebebiyle dikkatleri üzerine çekmiş, birçoklarının istihzasına sebep olmuştur. Hacc sırasında Hz. Ömer’in karşılaşıp Üveys hakkında bilgi sorduğu kimsenin de onunla alay edenlerden olduğu, Üsdü’l-Gâbe’nin rivayetinde belirtilir. Hatta o zât, Hz. Ömer’den Resûlullah’ın Üveys hakkındaki söylediklerini işitince, Kûfe’ye dönüşte, kendi evine uğramadan Üveys’e uğrar ve kendisi için istiğfar talep edivermesi ricasında bulunur. Üveys, bir daha alay etmeyeceği ve Hz. Ömer’den işittiğini kimseye söylemeyeceği hususlarında söz alarak, istiğfar ediverir.

Yine Üsdü’l-Gâbe’nin bazı rivayetlerinde görüldüğü üzere, sonradan kedisine bir bürde giydirildiği halde, onunla alay etmekten vazgeçilmez. Görenler “Üveys kim, bu bürdeyi giymek kim!” diye alay ederler. Resulullah’tan merfu bir rivayete göre: “Ümmetimde öyleleri var ki, mescide ve musallaya elbise bulamadığı için gelemezler. Hayaları sebebiyle halktan da isteyemezler. İşte böylelerinden biri de Üveys el-Karanî’dir” buyurmuştur.

Üveys, Sıffin savaşında Hz. Ali’nin cephesinde savaşmış ve bu savaşta şehid olmuştur, (rahimehullah).
Sadedinde olduğumuz hadis, Üveys’in Allah’a yakınlığı ermiş hal sahibi bir zât olduğunu, ancak halini halktan gizlemeye itina gösterdiğini ifade etmektedir. Salih kimselerden istiğfar taleb etmek müstehaptır; talep eden, Hz. Ömer gibi mertebece öbüründen üstün bile olsa. Hadis ayrıca anne ve babaya itaatin, iyi muamelenin kişiye kazandıracağı yüce mertebeye de delil olmaktadır. (Kütübü Sitte C 13 S.117-120)

HADİS:

Yine Ebu Hureyre radiyallahu anh’den “Nebi (s.a.s) şöyle buyurdu” dediği rivayet olunmuştur:

“Saçları dağınık, keçelenmiş, tozlanmış ve kapılardan kovulmuş nice kimseler vardır ki, Allah’ın lutfunu umarak, bir şey hakkında, “şöyle olacak” diye yemin etse, Allah onun yeminini yerine getirir duasını kabul eder.” (Müslim. Riyaz Us’Salihin C.1 S.298)

HADİS:

Ebu Hureyre (r.a.) dan rivayete göre, Rasul-i Ekrem (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Allah’u Teala, “Her kim benim veli kullarıma düşmanlık ederse, muhakkak ben ona savaş açarım. Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden bana daha sevimli bir amel ve ibadetle yaklaşamamıştır. Kulum bana nafile ibadetle de durmadan yaklaşır; nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık ben o kulumun işiteceği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey dilerse, onu verir; bana sığınırsa, muhakkak onu himaye ederim.” buyurdu. (Buhari Riyaz Us’ Salihin Terc.C.1 S.417)

Değerli okurlarım böyle olduğunu hüsnü zan ile kabul ettiğimiz bir zat varsa ; niçin o Allah dostunu ziyaret ettiğimizde ya Rabbi, bu zat hürmetine bize hayırlar ver bizleri affet diyerek,O zatı vesile etmeyelim!

HADİS:

Ebu Said El Hudri r.a.’den rivayete göre, Resul-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Cenaze tabuta konupta erkekler onu omuzları üzerine yüklendiği zaman, cenaze iyi bir kişi ise: “Beni (gideceğim yere) ulaştırın, ulaştırın” der. Cenaze eğer fena bir kimse ise: “Eyvah! Bu cenazeyi nereye götürüyorsunuz?” der. Onun sesini insanlardan başka herşey duyar: eğer insan bu sesi duysa idi bayılıp düşerdi.” (Buhari. Riyaz Us’Salihin C.1 S.482)

HADİS:

(4420)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Abbas (radıyallahu anh)’a dedi ki:

“Ey amcam, pazartesi sabahı bana sen ve oğlun beraber gelin size dua edivereyim. Allah bu dua bereketine, sana da oğluna da hayırlar halketsin!”

İbnu Abbâs devamla der ki: “Abbâs gitti, biz de beraberinde gittik. (Resulullah) hepimize bir kîsa örttü; sonra da şöyle dua buyurdu:

“Allahım! Abbas’ı ve oğlunu mağfiretine erdir, öyle bir mağfiret ki zahiri batınî bütün günahlarına ulaşıp temizlesin, hiçbir günah hariç kalmasın. Allahım, ona çocuğu sebebiyle ikram et.” [Tirmizî, Menakıb, (37 66).]

Rezin bir rivayette şu ziyadeyi kaydetti: “Hilafeti onun neslinde baki kıl.”(Kütübü sitte terc.C.12.sayfa:484-485)

Bu hadisi şerifte görüldüğü gibi: Resulullah: Amcası Abbas’a dua ederken; amcasının oğlu İbni Abbas’ı; vesile kılmış; Yani oğlu hümetine babası Abbas’a hayırlar vermesini istemiştir.

SON SÖZ

“Kur’an’daki Asıl İslam Bu” serisinden, bu üçüncü kitabı yazabilmemi nasip eden Rabbime sonsuz hamdü senalar olsun. Bütün alemlere Rahmet olarak gönderdiği, Resulü Kibriyası ve tüm insanlığın efendisi peygamberimiz efendimiz Muhammed Mustafa’ya (s.a.s), güzide ev halkına, Ehl-i Beytine ve Ashab-ı Kiramına sonsuz salat-ü selamlar. Ayrıca tüm insanlığa nihayetsiz kurtuluşlar, ve sapkınlar ile bütün insanlığa da hidayetler olsun. Amin.

18.09.2002 İSTANBUL Avni (Avnullah) ÖZMANSUR
Araştırmacı-Düşünür-Yazar

KAYNAKLAR

1-Kur’an-ı Kerim.
2-Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme Ve Şerhi(18 Cilt) İbrahim Canan,Ankara: Akçağ Basım-Pazarlama A:Ş: No:38, 1998.
3-M.Asım Köksal, İslam Tarihi (18 Cilt) İstanbul: Şamil yayınevi, 1987.
4-İbrahim Halebi, İzahlı Mülteka-El Ebhur (4cilt) Tercemesi, Mustafa Uysal, İstanbul:1968.
5-Ebu Cafer Muhammed B.Cerir Et-Taberi,Tarihi Taberi Tercemesi,Terc. Mustafa Can,Konya Can Kitabevi, 2b, (3cilt).
6-Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul:Eser Neşriyat 1979 (9 Cilt).
7-İbni Hacer El Heytemi, Ez’zevacir An İktirafil-Kebair (İslamde Heleller Ve Haramlar) Terc. Ahmet Serdaroğlu, Lutfi Şentürk, İstanbul : Kayıhan Yayınları, No: 15, 1970 (2cilt).
8-Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi, İstanbul: Tuğra Neşriyat, 1985.
9-Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslamiyye Ve İstilahatı Fıkhiyye Kamusu Bilmen Yayınevi 1968 (8cilt) İstanbul.
10-Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi Ve Tefsiri, Akçağ Yayınları (8cilt) Ankara: 1991.
11-Seyyid Kutub, Fizilal-İl-Kur’an, Hikmet Yayınevi, Mütercim: M.Emin Saraç, Bekir Karlığa, İ.Hakkı Şengüler İstanbul: (16 Cilt).
12- İmam’ı Rabbani Ahmet Faruki Serhendi, Mektubat Tercemesi,H.H.Işık, Sönmez Neşriyat İstanbul: 1968.
13-İmam-ı Buhari.Tecrid-i Sarih Muhtasarı, Mütercim Konyalı Mehmet Vehbi.Babialide Sabah Neşriyat: İstanbul (4cilt) 1996.
14-Konyalı Mehmet Vehbi, Ahkam-ı Kur’an’iyye, Bahar Yayınları İstanbul: 1966.
15-Sülemi Ve Tasavvufi Tefsiri Dr.Süleyman Ateş, Sönmez Neşriyat İstanbul: 1969.
16-Hasan Karakaya: Vd. Kur’an-ı Kerim Ve Türkçe Meali, 5.Baskı Hikmet Neşriyat A.Ş. İstanbul: 1990.
17-Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim Ve Yüce Meali, Ankara: Kılıç Kitabevi, 1985.
18-Ömer Özsoy Ve İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an Açıklamalı Fecr Yayınevi, No:44 1997.
19-Ali Özek Ve Diğerleri, Kur’an-ı Kerim Ve Türkçe Açıklamalı Meali, Kral Faht Mushaf-ı Şerif Basım Kurumu.1992.
20-İmam Taberi Tefsiri,Ümit Yayıncılık,No:1 Terc.Mehmet Keskin (6 Cilt).
21-Türkçe Sözlük,Şamil Yayınevi “A.Salih Erüz,Kahraman Aksakal” İstanbul, 1984.
22-M.Fuat Abdülbaki, Mevzularına Göre Ayet-i Kerimeler ve Mealleri. Terc.Bekir Karliğa, Şamil Yayınevi, İstanbul (2 Cilt).
23-H.Basri Çantay, Kur’an-I Hakim Meali Kerim, 4. B. Ahmet Said Matbaası, İstanbul, 1962 (3 Cilt).
24-Konyalı Mehmet Vehbi,Hülasatü’l-Beyan Fi Tefsirü’l Kur’an Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1966 (15 Cilt).
25-Yaşar Nuri Öztürk, Kur’andaki İslam, Yeni Boyut, 7. Baskı, İstanbul, 1994.
26-Muhammed Fuad Abdülbaki, El Lü’lüü Ve’l-Mercan, Terc.İsmail Kaya, İsmail Hakkı Uca, Seriyye Kitabevi, Konya, 1979 (3 Cilt).
27-Sahih-İ Buhari Muhtasarı Tecrid-İ Sarih Terc. Ve Şerhi, Babanzade Ahmet Naim–Kamil Miras, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 12 Cilt.
28-İmam Gazali, İhyai Ulumu’d-Din Terc.Ali Arslan.. B. Arslan Yayınları, İstanbul, 1978, 10 Cilt.
29-M.Avni (Avnullah) Özmansur, Gerçek Yönleriyle Hazreti Adem Ve Havva, Altınkalem Yayınları, Nurdan Damlalar Serisi-1, Ankara, 1991.
30-M.Avni (Avnullah) Özmansur, Kur’anın Ve Peygamberi mizin Çağımızı Aşan Mesajları, Nurdan Damlalar Serisi-2, Altınkalem Yayınları, Ankara, 1991.
3l-M.Avni (Avnullah) Özmansur, Başsız Şehid, Altınkalem Yayınları, Nurdan Damlalar Serisi-3, Ankara, 1995.
32-Seyyid Mansur Ali Nasıf El-Hüseyni Eş-Şafi,Et-Tacü’l Camiu Li’l Usul Fi Ehadisi’r-Resul, Terc.Bekir Sadak, İstanbul, Fecir Neşriyat, 1980.
33-Sünen-İ Tirmizi Terc.Müterc.Osman Zeki Mollamehmet oğlu (Soyyiğit), Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, 6 Cilt.
34-Kur’an Kelimelerinin Anahtarı, Terc. Mahmut Çanga, Timaş Yayınevi, İstanbul, 1986.
35-Hasan Karakaya Ve Diğerleri, Kur’an-I Kerim Ve Türkçe Meali, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1981.
36-Ali Arslan, Kur’an-I Kerim ve Meali, Arslan Yayınevi, 1991, İstanbul.
37-A.Fuad Abdülbaki, Mevzularına Göre Ayet-i Kerimeler ve Mealleri, Şamil Yayınevi, İstanbul.
38-Şeyhü’l-İslam Burhaneddin Ebu’l Hasan Ali B. Ebubekir Mergınani, Terc.Ahmet Meylani, El Hidaye Tercümesi, 4 Cilt, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1986.
39-Hüseyin Cisri Efendi, Terc. Manastırlı İsmail Hakkı, Risalei Hamidiye Terc. Bahar Yayınevi, İstanbul, 1980.
40-Yrd. Doç. Dr. Ahmet Önkal, Resulullah’ın İslama Davet Metodu, Esra Yayıncılık, Konya, 1989.
41-Sir Muhammed İkbal, Cavidname, İş Bankası Yayınları, Ankara, 1958.
42-Yusuf El Kardavi, Terc.Mustafa Varlı, İslamda Helal Ve Haram, Hilal Yayınları, Ankara.
43-Prof.Muhammed Ebu Zehra, Terc.Osman Keskioğlu, Ebu Hanife, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1976.
44-Prof.Muhammed Hamidullah, İslama Giriş, Terc. Kemal Kuşçu, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1961.
45-Prof.Dr. Ahmet Eş-Şerebasi, Terc.Naim Erdoğan,75 Kudsi Hadisin Terc. Ve Şerhi, Çile Yayınları, İstanbul, 1981.
46-Abdülkerim Ceyli, Terc. Abdülkadir Akçiçek, İnsan-I Kamil, 2 Cilt, Üçdal Neşriyat, İstanbul,1971.
47-Muhyiddin-İ Arabi, Terc. Selahaddin Alpay, Futuhat-I Mekkiye, Sada Yayınevi, İstanbul, 1971.
48-Mehmet Emre, Zamanımızın Meselelerine Açıklamalı Fetvalar, 2 Cilt, Çile Yayınları, İstanbul, 1987.
49-Usul-İ Hadis Ve Mezuat-I Aliyyü’l Kari Tercümesi, Terc. Ahmet Serdaroğlu, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1964.
50-Muhyiddin-İ Nevevi, Riyazu’s-Salihin Min Kelami Seyyidi ‘L Mürselin, 3 Cilt, Terc. Kıvamü’d-Din Burslan-H.Hüsnü Erdem, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1964.
51-Abdülkadir Geylani, İlahi Armağan, Terc. Abdülkadir Akçiçek, Rahmet Yayınları, İstanbul, 1968.
52- İslami Bölgeler Ansiklopedisi, Komisyon, 3 Cilt, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1993.
53-Abdullah Yeğin Ve Diğerleri,Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lugat, Türdav Yayıncılık, İstanbul, 1967.
54-Prof. Dr. Hasan Erel ve Diğerleri,Türkçe Sözlük, (2cilt) Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1988
55-Kitab-I Mukaddes-Eski Ve Yeni Ahid (Tevrat Ve İncil), Kitab-I Mukaddes Şirketi, İstanbul,1958.
56-Barnabas İncili, Terc.Mehmet Yıldız, Kültür Basın Yayın Birliği, İstanbul.
57-İmam Şarani, Terc.Halil Günaydın, Muhtasaru Tezkireti’l Kurtubi, Ölüm-Kıyamet-Ahiret Ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1980.
58-İmam Gazali, Kimyayı Saadet, Terc. A.Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1971.

________________________________________
[1] İmân ve İslam, Mevlâna Halid-i Bağdadi, s.35.
[2] Buhari, Müslim, Tirmizi; Tac Terc., C. 3, H. No: 790-791.
[3] Tirmizi, Tac Terc., Hadis No: 796.
[4] İsra, 79.
[5] Ahzab,21.
[6] A’lâ, 6.
[7] Zafer Dergisi, 97/3-8.
[8] Zafer Dergisi, 97/3-8.
[9]Fâtır, 39.
[10] Fetih, 1,2,3.
[11] Duhâ, 1,2,3,4,5.
[12] A’raf, 157.
[13] Tevbe, 128.
[14] İmân ve İslâm Terc., Mevlâna Halid-i Bağdadi, S. 33.
[15] Nisa, 65.
[16] Kalem, 3-4.
[17] Bakara, 151.
[18] Bakara, 144.
[19] Hucurat, 13.
[20] Ahzab, 56.
[21] İmân ve İslam, Mevlâna Halid-i Bağdadi, s.35; Hacc, 18.
[22] Âl-i İmran, 31.
[23] Tevbe, 24.
[24] Âl-i İmran, 164.
[25] Nisa, 80.
[26] A’raf, 158.
[27] a)Sebe, 28
b)Müslim, Ebu Davud, Tirmizi;
c)Tirmizi
d)Tirmizi, Tac Terc., C.3, H. No: 773, 774, 775,
e)Buhari, Müslim, Tirmizi.
f)Tirmizi.
g)Tirmizi, Tac Terc., H.No: 776, 777.
h)Tirmizi, Tac Terc., H.No: 778, 779.
[28] Bakara, 97.
[29] Nisa, 47.
[30] a)Nahl, 89
b)En’am, 38
c)En’am, 59.
[31] Fussilet, 11.
[32] Neml, 59.
[33] Necm, 1,2,3,4.
[34] Enbiya, 30.
[35] a)Fussilet, 10.
b)Enbiya, 44; Ra’d, 41; Kur’ân Işığında Göklerin Fethi, s. 75-76.
[36] Ra’d, 4.
[37] Hicr, 26.
[38] Zümer, 5.
[39] Enbiya, 32; Kur’ân En Büyük Mucize, 107.

[40] Camius Sağir, Hadis N:1620; Ramuzu’l-Ehadis Şerhi Levami, C. 1, S. 562; Mecmau’z-Zevaid, C. 7, S. 328.
[41] Neml, 88; Kur’ân En Büyük Mucize, S. 115-116.
[42] Yasin, 37-40; Tarık, 11.
[43] Zuhruf, 11; 15/21; Kur’ân En Büyük Mucize, S. 147.
[44] İsra, 82.
[45] İnşikak, 19, 20, 21; Kur’ân Işığında Göklerin Fethi, S. 135-137.
[46] Tirmizi; Kitabu-d Deavat. El-Edebu-l Müfred: Metin shf:230; Kur’ân Işığında Göklerin Fethi, S. 115.
[47] Zafer Dergisi, 78/3, 4,5.
[48] Taberi Tefsiri, C. 30, s.119; Kur’an Işığında Göklerin Fethi, S. 130, 131.
[49] a)İnşikak, 17,-25.
b)İnşikak, 18, 19, 20; Kur’ân En Büyük Mucize, S. 139.
[50] a)Nahl, 79;
b)En’am, 125; Kur’ân Işığında Göklerin Fethi, S. 94, 95, 96; İsra, 9.
[51] Seb’e, 2, 12; Hadid, 4; En’am, 125; Hac, 31; Kur’an Işığında Göklerin Fethi, S. 119, 120, 121.
[52] Nisa, 78.
[53] Nebe, 13; Yunus, 5; Furkan, 61; Şems, 1,2; İsra, 12; Merhum Elmalılı Hamdi YAZIR’ın “Hak Dini Kur’ân Dili” tefsirinden; Kur’an Işığında Göklerin Fethi, S. 105-110.
[54] Kur’ân En Büyük Mucize, S. 122, 123.
[55] Zafer Dergisi, 106/4.
[56] Târık, 5; Zafer Dergisi, 102/6, 7, 8.
[57] Yunus, 90, 92.
[58] Zafer Dergisi, 77/3, 5.
[59] Şura, 61-67.
[60] Neml, 16, 17.
[61] Enbiya, 79, 80.
[62] Enbiya, 81, 82.
[63] Kehf, 9-26.
[64] Zafer Dergisi, 101/7, 8; Camiu’s-Sağir, C. 11, S. 206.
[65] Âl-i İmran, 190-192; Elmalılı Hamdi yazır Tefsiri, C. 2, S. 1256.
[66] İlim ve İmân Kitabı, Tahkik: Nasır Arnavut Hoca, S. 128.
[67] Tecrid-i Sarih Terc. C. 2, H. No: 100.
[68] Furkan, 53.
[69] Rahman, 19-20.
[70] Neml, 87; Enbiya, 19-20; Ra’d, 15; Mülk, 16, 17.
[71] Şuara, 29; Kur’ân En Büyük Mucize, S. 135-137.
[72] Zariyat, 7; Yunus, 22; Enbiya, 31; Zariyat, 7; Kur’an Işığında Göklerin Fethi, S. 117, 118.
[73] Rahman, 33
[74] Rahman, 33-35; Kur’an Işığında Göklerin Fethi, S. 123, 124.
[75] Rahman, 17, 18.
[76] Hac, 47.
[77] İsra, 88.
[78] Koziref, US Department of commence Joint Publication Service 4; Hand Adam driv SW. Washington DC. 20443.; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Tekvir Suresi Tefsiri, s. 5644, 5615-5617; Seyyid kutub, Fizilal-il kur’an, Vakıa Suresi, s.262, 263, Mearic suresiTefsiri, s. 229; Yasin suresi, s.266-267; Tekvir Suresi, 81.
[79] Zariat, 49; Yasin, 36.
[80] Hicr, 22.
[81] En’am, 38.
[82] Fussilet, 12; Enbiya, 79; Hac, 18; İsra, 44; Mülk, 3; Rahman, 5; Nur, 41.
[83] Buhari, Tirmizi, Nesei; Tac, C. 3, H. No: 883.
[84] Duhan, 24; Şuara, 60-66.
[85] Enbiya, 69.
[86] Bakara, 74.
[87] Hud, 38-44.
[88] Meryem, 56-57.
[89] Buhari, Müslim; el-Lü’lüü ve’l-Mercan terc. C. 1, H. No: 95.
[90] Buhari ve Müslim, el-Lü’lüü ve’l-Mercan terc. C. 1, H. No: 96.
[91] Yuhanna, 14/28, 29, 30; Yuhanna, 16/7-13; Sebe, 28; Yuhanna, 16/17-20.
[92] Nisa, 157.
[93] Zuhruf, 61.
[94] Tirmizi, Tâc terc. C. 3, H.No: 782.
[95] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[96] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[97] Nisa, 43.
[98] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[99] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[100] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[101] Cin, 27.
[102] Âl-i İmran, 110; Mü’minûn, 1-11.
[103] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[104] Buhari, Müslim; Riyazu’s-Salihin, c. 3, H.No: 1476; Riyazu’s-Salihin, c. 3, H.No: 1477.
[105] Buhari, Nevevi, İlahi hadisler, S. 31.
[106] Kevser, 1.
[107] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[108] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[109] Tac Terc., c. 3, H.No:777.
[110] Ahzab, 40.
[111] Mevzuatü Aliyyül Kâri Terc. S. 99.
[112] Kadir, 3.
[113] Hicr, 9.
[114] Fussilet, 42.
[115] Tecrid-i sarih Terc. C. 4. H.No: 213.
[116] Tecrid-i sarih Terc. C. 4. H.No: 213.
[117] Tecrid-i Sarih terc. C. 2. H.No: 223.
[118] Lübabü’l-Menasik ve Şerhi, 287; Zâdü’l-Meâd, C. 1, S. 304; Tecrid-i Sarih Terc. C. 4. H.No: 184-185.
[119] Lübabü’l-Menasik ve Şerhi, 287; Zâdü’l-Meâd, C. 1, S. 304; Tecrid-i Sarih Terc. C. 4. H.No: 184-185.
[120] Müslim; Tâc Terc. C. 3, H.No: 859.
[121] Müslim; Tâc Terc. C. 3, H.No: 859.
[122] Tirmizi.
[123] Tirmizi, Tâc Terc. C. 3, H:No: 774, 775, 779.
[124] Tâc Terc. C. 3, H.No: 773.
[125] Necm, 3.
[126] Kamer, 1,2,3; Buhari, Müslim, el-Lü’lüü ve’l-Mercan, C. 3, H.No: 1784-1786.
[127] Müslim, Tâc Terc. C. 3, H.No: 884.
[128] Buhari, Müslim, el-Lü’lüü ve’l-Mercan, C.3, H.no: 1468.
[129] İnşirah, 1,2,3,4.
[130] A’raf, 157.
[131] Ahzab, 6.
[132] Buhari, Müslim, Ebû Davud, Tirmizi, Tâc terc. C. 3, H.No: 802.
[133] Necm, 3.
[134] Şuara, 219; Buhari, Müslim, el-Lü’lüü ve’l-Mercan Terc. C. 1, H.No: 245, 246.
[135] Ahzab, 56.
[136] Fetih, 10.
[137] Enfal, 17.
[138] Enfal, 17.
[139] Zümer, 53.
[140] Zümer, 53.
[141] Enfal, 32-33
[142] Enbiya, 107.
[143] Tevbe, 128.
[144] Hucurat, 2.
[145] Feth, 2,3,4.
[146] Tecrid-i Sarih Terc. C. 10. S. 76.
[147] Cin, 26, 27.
[148] Buhari ve Müslim; el-Lü’lüü ve’l-Mercan C. 3. H.No: 1836.
[149] Tevbe, 24; İncil-Bamaba, fasıl, 96. Cümle, 8.
[150] Tirmizi, Ebu Davud; Ebu Davud, Tirmizi; Tâc Terc. C. 5, H.No: 770-771.
[151] Ahzab, 46.
[152] İsra, 1.
[153] Tecrid-i Sarih Terc. C. 10. S. 73-74.
[154] Tecrid-i Sarih Terc. C. 10. S. 1551.
[155] Tecrid-i Sarih Terc. C. 10. S. 73-75.
[156] Necm, 9.
[157] Tecrid-i Sarih Terc. C. 10. S. 73-74.
[158] Necm, 11.
[159] Necm, 9.
[160] Tecrid-i Sarih Terc. C.10. S.73-75; Tecrid-i Sarih Terc. C.10. S.74-75.
[161] Necm, 18.
[162] Tirmizi.
[163] Bakara, 154.
[164] İbn.Manzur, Lisanu’l-Arab, XI/724-725.
[165] El- Cezairi Ebu Bekr, Akidetü’l-Mü’min,123.
[166] Ali Ataç, Kelam ve Tasavvuf Açısından Tevessül, 3.(Rifai,et-tavassul,177’den naklen)
[167] İbn. Kesir, Tefsir, II/52; Kurtubi, el-cami’,VI/159; Alusi, Ruhu’l-Meani,VI/124; Bursevi, Ruhu’l-Beyan, II/387.
[168] Dilaver Selvi, İslam’da Velayet ve Keramet, 173-174.
[169] Geniş Bilgi İçin Bkz: Gazali, İhya, IV/710-720; İbn Kayyim el- Cevziyye, Kitabu’r-Ruh, 21-147; Zebidi, İthafu’s- Seade, XIV/312-328.
[170] Ahmed, Müsned, IV/126, Hadis No: 11600; Geniş Bilgi İçin bknz; İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh, 233-248.
[171] Buhari, Cenaiz, 67.
[172] Bkz. Buhari, Meğazi, babu katli Ebi Cehl.
[173] Münavi, Feyzu’l-Kadir, V/487.
[174] Zebidi, İthafu’s-Saade, XIV/275.
[175] Zebidi, İthafu’s-Saade, XIV/275.
[176] Bkz. Suyuti, El-Leali, II/439-41.
[177] Müslim, Cennet, 67; Nesai, Cenaiz, 114.
[178] İbrahim Hilmi El-Kadiri, Medaricu’l Hakika, 6.
[179] Maide, 5/35.
[180] Bursevi, Ruhu’l-Beyan, II/388.
[181] Savi, Haşiye, II/182.
[182] Buhari, Rikak, 38; İbnu Mace, Fiten, 16.
[183] Razi, Tefsir-i Kebir, XXI/89-91; Ayrıca bkz: Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri (İbnu Kesir Tercümesi), IX/4946-4949.
[184] Enfal, 8/33.
[185] Nesai, Cihad, 43.
[186] Nesai, Cihad, 43.
[187] Şevkani, Neylu’l-Evtar, IV/2-3.
[188] Ayni, Undetu’l-Kari, VI/13.
[189] Beyhaki, Delail, V/488,499; Taberani, El-Mu’Cemu’s-Sağir, II/82,83; Kadi İyaz, Şifa, I/338; Heysemi, Mecma’u’z-Zevaid, VIII/253.
[190] Bakara, 2/89.
[191] Hakim, Müstedrek,II/263; İbn Kesir, Tefsir, I/143, Kurtubi, El-Cami, I/28.
[192] Bkz. Alusi, I/320.
[193] Bkz. İbn Mace, İkame, 189.
[194] Ducevi, Makalat Fi’t-Tevessül (Kitabu Beğiyyeti’l-Vacid Sonunda), 11.
[195] Ayni, Umdetu’l-Kari, VI/12; Ali Ataş, Kelam ve Tasavvus Açısından Tevessül, 54,55.
[196] Ebu Nuaym, Hilye, III/121.
[197] İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra, IV/154.
[198] Gazali, İhya, I/255; Suhreverdi, Avarif, (İhyanın Ekinde), 263.
[199] Hucurat, 49/2.
[200] Hucurat, 49/3.
[201] Hucurat, 49/4.
[202] Nisa, 4/64.
[203] Kadı İyaz, Şifa, II/41.
[204] Bkz. İbnu Mace, İkame, 189; Munziri, et-Terğib, I/473-475.
[205] Nisa, 4/64.
[206] İbn. Kesir, Tefsir, II/306.
[207] Nisa, 4/64.
[208] Suyuti, el-Havi, II/482.
[209] Buhari, Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Tirmizi, Kıyame, 15; İbn Mace, Zühd, 37; Daremi, Mukaddime, 8.
[210] Buhari, İstiska, 3; Ayni, Umtedü’l Kari, VI/13.
[211] Ayni, Umtedü’l Kari, VI/13; Ali Ataç, Kelam ve Tasavvuf Açısından Tevessül, 36-38.
[212] Ali Ataç, Kelam ve Tasavvuf Açısından Tevessül, 38-39.
[213] Kehf, 18/82.
[214] Ali Ataç, Kelam ve Tasavvuf Açısından Tevessül, 53-54.
[215] Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir,X/267.
[216] Nevevi, Ezkar, s.201.
[217] Mevsuatu Resaili İbn Ebi’d Dünya, Kitabu Mucabe’d-Da’va, IV/88.
[218] İbnu’s Salah, Ulumu’l Hadis, 368.
[219] İbnu Mace, Mesacid, Babü’l Meşy İle’s Salat, H. No: 788.
[220] Ayni, Umtedü’l-Kari, VI/13.
[221] Nebhani, Şevahidü’l-Hak, 166.
[222] Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, III/336.
[223] Ali el-Muttaki el-Hindi, Kenzu’l Ummal, I/291.
[224] Ali el-Muttaki el-Hindi, Kenzu’l Ummal, I/290; Benzeri Rivayetler İçin Bak: Taberani; Mecmeuz Zevaid, X/185; Ali el-Muttaki el Hindi, Kenzu’l Ummal, I/308.

[225] İbni Sa’d, VI/163; İbn Hacer, el-İsabe, I/220.
[226] Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, III/337.
[227] Buhari, Edeb, 5; Müslim, Zikr, 27; Ahmed, Müsned, II/116.
[228] İbni Kayyim, Medaric, I/237.
[229] A’raf, 7/180.
[230] Razi, Tefsir, XV, 70-71.
[231] Bakara, 2/127-129.
[232] Bakara, 2/126.
[233] Bakara, 2/250.
[234] Al-u İmran, 3/35.
[235] Enbiya, 21/89.
[236] Enbiya, 21/83.
[237] Araf, 7/89.
[238] Maide, 5/114.
[239] Bakara, 2/286.
[240] Araf, 7/155.
[241] Yunus, 10/86.
[242] Neml, 27/19.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu