ArşivmodernistlerMuhtelif YazarlarMustafa ÖztürkTarihselcilik

KUR’ÂN, ALLAH SÖZÜDÜR!..

İlâhiyat Profesörü Mustafa Öztürk, son aylarda sık sık aykırı görüşleriyle karşımıza çıkan bir akademisyen.

Tarihselci görüşün oldukça sivri bir kalemi ve hatibi olan yazarın, internette dolaşan görüşleri, bu kez Kur’ân’ın mâhiyeti etrafındaydı. İddialarını şuradan özetle okuyabilirsiniz: https://dintahripcileri.com/mustafa-ozturkten-kuran-ve-resulullah-hakkinda-haddi-asan-iddialar/

Ezcümle Öztürk, Kur’ân’ın Allah Rasûlü’ne küllî mânâlar olarak indiğini, Peygamber’in oradan üretimler yaparak âyetleri oluşturduğunu söylemekte.

Neticede, ehl-i kitaba bakış, cihada bakış, Mekkî ve Medenî dönemdeki üslup ve temalardaki değişim gibi hususları bununla alâkalandırıyor.

Ortalık karışınca Mustafa Öztürk, Karar gazetesindeki köşesinde bir cevap yazısı kaleme almış. (Karar, 15 Aralık 2018)

Bu yazısı da satır satır tekzibi hak ediyor:

Başlayalım:

1. BELLİ BİR GRUP DEĞİL NEREDEYSE BÜTÜN MÜ’MİNLER!

Diyor ki:

“Malum, belli bir dinî grup epey zamandan beridir bizi mutlaka saf dışı edilmesi gereken bir düşman olarak gözüne kestirmiş ve organize halde hücuma geçmiş durumdadır.”

Hayır, internette dalga dalga yayılan tenkitler “bir dînî grup” denilemeyecek kadar geniş zümrelerden yükselmektedir. Sadece benim tespitlerimle, din işleri yüksek kurulu uzmanından, ihtisas kursu öğreticisine, imam-hatip ve ilâhiyat hocalarından sûfîlere kadar çok geniş zümreler bu iktibaslara hayretle itiraz yükseltmişlerdir. Öztürk, böyle durumlarda kendisiyle, Cübbeli vb. grupların uğraştığını söyleyerek, itirazları istihfaf etmeyi seviyor. Hattâ iki yıl evvel, yine bu köşesinde, Nakşibendîlere «gundi, köylü» yakıştırmasında bulunmuştu. Fakat bu sefer, gerçekten çok geniş bir toplum kesiminden kendisine itiraz vâki olmaktadır.

2. BİR TEK İKTİBAS DEĞİL, BİRÇOK KİTABIN!

Diyor ki:

“Son hücum, birkaç sene önce düzenlenen Cihad sempozyumuna ait kitaptaki irticali müzakereler arasında yer alan konuşmamın önünü arkasını kesip “Tarihselci Mustafa Öztürk Tevbe Suresini İnkâr Ediyor” başlığıyla sosyal medyada yayımlama ve linç kampanyası başlatma tarzındadır. İrticali konuşma sırasında insan meramını tam anlatamayabilir veya maksadını aşar tarzda anlaşılabilecek ifadeler kullanabilir; ancak bu tür ifadelerden hareketle bir müslümanı “ayet/sure inkârcısı” diye yaftalamak insaf ölçüsüyle bağdaştırılabilir bir tavır değildir.”

Hâlbuki tepki ve infialler, sadece irticâlî bir konuşmaya yönelik değildir. Kendisi tarafından kaleme alınmış, Kur’ân, Vahiy, Nüzul ve (s. 226), Kur’ân Kıssalarının Dili (s. 56) adlı kitaplarından yapılan fotoğraflı iktibaslar da tepkilere yol açmıştır.

3. LAFIZ ve MÂNÂ MUGALATASI

Yazısının devamında Öztürk, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunun tartışılamayacağını fakat vahyin mahiyeti hususunda görüşünün farklı olduğunu söylüyor. Buna destek olarak da bilhassa Hanefî âlimlerinin görüşlerini sıralıyor.

Halbuki, tarihimizdeki kelâm-ı nefsî, halku’l-Kur’ân gibi tartışmalar, son derece nazarî ve derin tartışmalardır. Pratik bir tarafının olmadığı birçok âlimce dile getirilmiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın ezelî oluşu, kelâm sıfatının ezelde var olup olmaması, buna göre, Kur’ân’ın mahluk olup olmadığı, Mutezile’nin Mihne zulmüne de mevzu teşkil eden, teorik bir münakaşadır.

Kendi iddialarının bu meselelerle alâkası yoktur. Kur’an mahluktur diyenler dahî, Öztürk’ün dediği gibi, neticeleri (âyetler) Allah’tan bağımsız küllî bir mânâ vahyinden bahsetmezler.

Öztürk; Kur’ân’daki meselâ cihadı emreden, Allâh’ın gazap etmesinden bahseden âyetleri, “insanlık hâlleri gibi değişkendir” diyerek Allah’a isnad edilemez buluyor. Peki buna delil olarak, vahyin lâfız değil mânâ olarak geldiği görüşünü niye ileri sürüyor?

Allâh’ın gazap etmesi, bir mânâ değil midir?

Lâfız, harf, ses gibi unsurlar evet dilden dile değişir, İbranî peygamber İbranice, Arap peygamber Arapça olarak okur.

Fakat Gazab bir “mânâ” değil midir? Cihad bir mânâ değil midir?

Bu ne biçim bir mugalata?

Öztürk, mânâyı da Allah’tan uzak tutup, Peygamber’e nisbet etmekte, fakat Kur’ân’ın vahiy olduğunu inkâr etmek demek olan bu görüşünün arkasında duramayacağı için, lafız-mânâ tartışmalarının arkasına saklanmaktadır.

Özetle;

Kur’ân, Peygamber Efendimiz’in kalbine Arapça lafız, ses, harf olarak değil, mânâ olarak nâzil olmuştur, diyen azınlık bir grup var ise de, onların kastettiği husus; âyetlerin dil ve ses gibi beşerî ve dünyevî unsurlarından tecrid edilmiş mânâsının Allah’tan olduğunu söylemeleridir.

Öztürk ise, meselâ “Yahudilerle cihadı emreden âyeti, Allah’a nisbet etmemeliyiz!” demektedir. Bu bir mânâdır. “Câhidû” lafız olarak Arapçadır, ses olarak cim, elif, hâ ve dâl gibi harflerle telâffuz edilmektedir. Fakat bu anlam Allah’tandır. Cihâdı emreden Allah’tır!..

4. NÜZUL ŞEKLİ, LAFZEN VAHYE DELİLDİR!..

Öztürk, Kur’ân’ın nüzul şeklini de görüşüne delil yapmaya çalışmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim, 23 senede yaşanan hâdiseler, karşılaşılan problemler ve sorulan suallerle bağlantılı olarak, tedrîc, nesih gibi bir sistem takip ederek nâzil olmuştur. Aynı zamanda sadece Kureyş’e hitap etmediği için, ahruf-i seb’ayı da gözetmiştir.

Nüzul şekli, vahyin mâhiyetinin lafza peygamber tarafından büründürülen mânâ olduğuna nasıl delil olabilir? Hiçbir şekilde. Nitekim önceki vahiyler tek seferde nâzil olduğu hâlde, onlar arasında da nesih gerçekleşmiştir.

Vahyin hâdiselerle bağlantılı inmesi, lafzıyla vahiy için niçin imkânsız olsun?

Öztürk, yazısında şöyle diyor:

“Bu konudaki görüşümü belirtmeden önce, söz konusu kampanyada bahsi geçen Tevbe 9/29. ayetle ilgili olarak İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr, Katâde gibi müfessirlerin şu izahlarını aktarmak, sahabe ve tâbiîn dönemlerinde ne kadar cesur yorumlar yapıldığını anlamak bakımından faydalı olabilir: Tevbe 9/28. ayette müşriklerin Mescid-i Haram’a girmeleri yasaklanınca müslümanlar özellikle hac mevsimindeki ticari düzenlerinin bozulup geçim zorluğu yaşayacakları endişesine kapıldılar. Bunun üzerine Ehl-i kitapla savaşıp onlardan cizye alma hükmünü içeren ayet (Tevbe 9/29) indirildi ve cizye geliriyle müslümanların ekonomik kaygıları giderildi (Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI. 400-403).”

Buna benzer bir misal de biz verelim:

Nisâ 95’inci âyet ilk nâzil olduğunda, âmâ sahâbî İbn-i Ümmü Mektum üzülüyor. Sonra âyet “gayru uli’d-darar” -özür sahibi olmaksızın- kaydıyla tekrar nâzil oluyor:

“Mü’minlerden -özür sahibi olmaksızın- (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır…”

Cenâb-ı Hak, vahyi 23 yıla yayarak zaten sürekli bu bağı canlı tutmuştur.

Şimdi bu hâdiseler, vahyin Peygamber’in zihninde gerçekleştiğini mi gösterir?

Hâlbuki aynı Peygamber, İfk hâdisesinde, yani Hazret-i Âişe’ye iftira atıldığında vahiy alamamış, haftalarca beklemiştir. Sonunda âyetler nâzil olduğunda, Hazret-i Âişe dahî, kendisi hakkında âyetlerin inmesine hayret etmiş, bu dönemde Allah Rasûlü’nün açık şekilde kendisinden taraf olmamasına hafifçe gücenmiştir.

Yine -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’e Ashâb-ı Kehf sorulduğunda vahyin ineceğine güvenerek “Yarın bildiririm.” demiş, fakat iki hafta “İstisnâ : inşâallah demek” terbiyesine maruz bırakılarak, kendisine vahiy gelmemiştir.

Yine Peygamber Efendimiz, Bedir esirlerini fidye karşılığında serbest bırakınca, sert bir itab âyeti inmişti. Peygamberimiz oturup hüngür hüngür ağlamıştır.

Bu maddenin hulâsası: Kur’ân’ın parçalı şekilde nüzul şekli, onun lafız değil de mânâ şeklinde nâzil olduğuna delil olamaz. Belki tam tersine misaller, âyetlerin bizzat lafız ve mânâ ile nâzil olduğunu destekler.

5. TARİHSELCİLİK BU!

Mesele, bir tek ilâhiyatçının vahiy anlayışı değildir. Bu tarihselci vahiy anlayışının neticesidir. Nitekim Öztürk’ün arkadaşı İlhami Güler’in cümlesi şöyle:

“O [Kur’ân], Allâh’ın insan aklı, insan aracılığı (Hz. Muhammed) ve insan dili (Arapça) ile insana (Araplara) hitabıdır.” (Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu, s. 68)

Bunu vurgulamamızın sebebi şu: Mesele sadece Mustafa Öztürk meselesi değil, bu anlayışa sahip ve temayül duyan herkes, bu küfrâlûd noktaya çekilecektir.

6. AĞACIN ZİHNİ Mİ VAR?

Vahyin, mânâ vahyinden ibaret olmadığına, Hazret-i Musa’nın Cenâb-ı Hak ile konuşması da bir delil olarak zikredilebilir. Zira, Hazret-i Musa’ya, âyet-i kerîmelerin beyanıyla (Tâhâ, 12; el-Kasas, 30; en-Nâziât, 16) Tuvâ Vadisinde, bir mübarek ağaçtan seslenildi.

Şimdi tebessüm ederek soralım:

Vahiy ağaca indi de ağaç mı mânâyı İbranice’ye çevirdi?

Eğer bu konuşma, bizzat teklîm değilse, diğer vahiylerde iddia edildiği şekilde, içe mânânın doğuşu ise, niçin «kellemallah» olarak ayrı ve mümtaz bir isimlendirme mevcuttur? Ayrıca âyetlerde hâricî bir sese delâlet eden “Nidâ” fiili geçmektedir. Bu ses, Hazret-i Musa’nın kalbinde / zihninde / beyninde deşifre edilip sadece onun tarafından duyulmuş olsa dahî, o sesin; o beyin / o kalp tarafından üretilmediği kesindir. Hariçten geldiği bizzat bildirilmektedir.

7. BİRAZ ANLAYIŞ!..

Öztürk, Hanefî İmamların görüşlerini naklederken de, Kur’ân’ın önceki kitaplarda var olduğuna işaret eden âyetleri görüşüne delil olarak getiriyor. Dolayısıyla, “Arapça olan Kur’ân, önceki İbranice, Süryanice olan kitaplarda ancak mânâ olarak bulunabilir, öyleyse Kur’ân mânâdır, lafız değil.”

Tercümeyle namaz bahsinde ileri sürülen bu delilin, yine Öztürk’ün iddia ettiği küllî mânâ vahyiyle alâkası yoktur. Burada kastedilenin, Kur’ân’daki temel esaslar olan tevhid, nübüvvet, mead gibi esaslar olduğu gayet açıktır. Kur’ân-ı Kerim’de bütün ilâhî kitapların, levh-i mahfuz mânâsında tek bir Ana Kitap’tan geldiği bildirilir. (el-Burûc, 21-22; el-Vâkıa, 77-79)

8. SEMÂVÎ KİTAPLAR ARASI İTTİFAKLAR

Fakat, Kur’ân-ı Kerim’deki bazı âyetler bilhassa önceki kitaplarda geçmektedir ve günümüzdeki kitaplarda dahî tahriften korunmuş olarak mevcut kalmıştır.

Meselâ:

“Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da şöyle yazmıştık: «Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır.»” (el-Enbiyâ, 105)

“Sâlihler yeryüzünü miras alacak ve orada sonsuza kadar yaşayacak” (Mezmurlar, 37/29)

Böyle örneklerin varlığı; Kur’ân’ın -hâşâ- peygamber zihninin üretimi olmadığının bir başka delilidir. Çünkü Öztürk’ün iddiası doğru kabul edilecek olsa, iki ayrı insanın (Davud ve Muhammed aleyhimesselâm) küllî mânâdan istifadelerini, aynı lafızlara büründürmeleri muhtemel midir?

Hakikat çok daha net:

Vahyi, lafız ve mânâ olarak peygamberlerinin kalbine inzâl eden Cenâb-ı Hak, Davud’a indirdiği vahyi, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e de indirmiştir, hem de bunu daha önce de bildirmiştim, buyurarak.

9. TAHÂVÎ’YE İFTİRA

Mustafa Öztürk, yazısında yine görüşüne destek bulmak için, Kur’ân-ı Kerim’in yedi harf üzerine inmesi hakikatini de istismar etmek gayesiyle şöyle diyor:

“Ahruf-i seb’a hadisleri Kur’an’ın okunuşunda lafızdan ziyade mananın ön plana çıktığını göstermektedir ki bu da kısaca “mana merkezli okuma” (el-kırâ’a bi’l-ma’nâ) demektir. Nitekim Hanefî âlim Tahâvî’ye göre Kureyşliler çoğunlukla yazı alışkanlığına sahip olmadıkları, bu yüzden Kur’an ayetlerini kendilerine tebliğ edildiği veçhile yazmak ve aynı zamanda hafızada tutmakta zorlandıkları için, kendilerine anlam merkezli okuma ruhsatı tanınmıştır (Tahâvî, Şerhü Müşkili’l-Âsâr, VIII. 118)”

Klâsiktir ama yine söyleyelim: Bektaşî, niçin namaz kılmıyorsun diyenlere, Kur’ân’da “Namaza yaklaşmayın!” deniyor demiş. “Sarhoş iken” şeklindeki âyetin devamını ise meğer görmemiş.

İktibasta işine geldiği gibi keyfî yaklaşımlar, ahlâksızlıktır ve iktibas yapılan âlimlere iftiradır.

Siz okuyucularımız, yukarıda Öztürk’ün iktibasından, Tahâvî’nin ne dediğini anladınız?

Kur’ân’da anlam merkezli okuma ruhsatı varmış. Peygamber nasıl söylerse söylesin, muhatapları kelimelerini eş anlamlılarıyla değiştirip okuyabilirlermiş. Demek ki Kur’ân, lafız değil mânâ imiş…

Halbuki Şerhu Müşkili’l-Âsâr’da meselenin devamı var ve netice hiç de Öztürk’ü desteklemiyor:

Ebû Cafer Tahâvî, şöyle diyor:

“Bu (mânâ değişikliğine yol açmadan lafız değişikliklerine izin verilmesi), onların zarureti ve ihtiyacı dolayısıyla Allah’tan onlara tanınmış bir genişlik idi. Peygamber’e nâzil olan, ancak tek bir lafızla inmiş olsa da (onlara bu ruhsat verilmişti.)

Bu görüşü, şu rivâyet de destekler:

İbn-i Abbas, Rasulullah’ın kendisine şöyle buyurduğunu anlattı:

Cebrail beni, tek bir harf üzerine okuttu. Ben ona müracaat ettim. Artırmak istedim o da artırdı. Yedi harfe kadar.”

İbn-i Şihâb der ki: “Bu yedi harfin, helâl ve haramda ihtilâfa yol açmayacak tek hususlarda cârî olduğu bana ulaşmıştır.”

Tahavî der ki:

“İnsanlar için, harfler hususundaki bu yedi (genişliği), onların Kur’ân’ı almaktaki acziyetleri sebebiyle idi. Zamanla içlerinden yazı öğrenenler çoğaldı. Lehçeleri Allah Rasûlü’nün lisanına döndü. (İntibak etti, uydu) Böylece Kur’ân’ı nâzil olduğu lafızlarla ezberlemeye güç yetirdiler. Böyle olunca, onun (indiği lafızların) hilâfına okumalarına izin ortadan kalktı. Anlaşıldı ki, bu yedi harf (ruhsatı), bunu gerekli kılan bir zaruretten dolayı, hususî bir vakit için geçerli olmuştur. Sonra bu zaruret ortadan kalktı. Bu yedi harf hükmü de kalktı ve Kur’ân’ın okunması, tek harf üzerine döndü.” (Tahâvî, Şerhü Müşkili’l-Âsâr, VIII. 124-125)

Demek ki, Tahâvî’nin dediği, başlangıçta gösterilen bir kolaylıktan ibaret.

Buradan hareketle, Kur’ân’ın lafızla değil, mânâ ile indiği ve gerek Peygamber’in gerekse ilk muhataplarının onu, mânâya uyduktan sonra istedikleri gibi nakledebildikleri ve bunun devamlı olduğu gibi görüşler çıkarılması mümkün değil.

İmam Tahâvî;

  • Kur’ân’ın tek bir harf üzerine nâzil olduğunu,
  • Yazı olmaması, lehçe birliği sağlanamaması, eğitim güçlüğü gibi zaruretlerle bir süre için, Kur’ân’ı namazda vs. okuyacak kişilere haramı-helâli etkilemeyecek derecede müteradif kullanmalarına ruhsat tanındığını, sonra bu ruhsatın kaldırıldığını bildiriyor.

Öztürk ise, Kur’ân’ın Allah Rasûlü’nün kalbine küllî mânâlar olarak indiğini, tikel lafızlara ise Peygamber tarafından büründürüldüğünü iddia ediyor. Hattâ bu hususta, Peygamberimiz’i suçlayıcı ifadeler dahî kullanıyor.

Bu ikisi çok farklı hususlar.

10. HIRİSTİYÂNÎ BİR DOKTRİN

Daima söylüyoruz:

Tarihselcilik, bir ehl-i kitap projesidir. Oryantalizmin empoze ettiği, Papa’nın bizzat müslümanlara telkin ettiği bir metottur.

Öztürk’ün dile getirdiği tarzda bir vahiy anlayışı, özellikle hıristiyânîdir.

Pavlos’un mektuplarındaki şu ifadelere bakınız:

“Görüşüm budur ve bende Tanrı Ruhu bulunduğunu düşünerek yazıyorum.” (Korintlilere Mektup 1)

Hıristiyan tarihinde, bu yaklaşımla, Hazret-i İsa’nın bir asır sonra kulaktan dolma nakillerle yazılanlar, konsillerde kararlaştırılanlar, Papaların sözleri, vs. mukaddes kitap olarak kabul edilmiştir.

Hâlbuki bizde, deliller değerlendirmesinde, nakil ve akıl, nass ve içtihad kesin hatlarla birbirinden ayrılır. Nebîlere gelen vahiyle, velilerin mazhar olabilecekleri ilhamlar da birbirinden tamamen ayrı mütalaa edilir. İkincisinin hiçbir bağlayıcılığı olmaz.

11. HADİSLERDEKİ ÜSLÛP?

Peygamber Efendimiz’in yüzlerce sahih hadîs-i şerîfi bize ulaşmıştır. Bunlardaki üslûp, peygamberâne bir güzellikte olmakla birlikte, Kur’ân-ı Kerim’in üstün nazmı ve belâgati ile mukayese kabul etmez. Benzerlik de taşımaz. Eğer Kur’ân, Hazret-i Peygamber’in zihninin ürünü olsa idi, Kur’ân ile hadisler arasında bu denli bir fark olmaması gerekirdi.

Öztürk’ün tarif ettiği yaklaşım ancak, «Kudsî Hadisler» için geçerli olabilir. Zira bunlar, tam olarak “mânâ Allah’tan lâfız Peygamber’den” olarak tarif edilmektedir.

12. O’NU UYDURDU MU DİYORLAR?

Öztürk’ün bahsettiği şeyin, vahyin lafız değil mânâ olarak gelmesi meselesi olmadığı artık anlaşılmış olmalıdır. Öztürk’ün bahsettiği şekilde bir vahiy, bir şairin söyleyebileceği bir ilham, bir liderin ileri sürebileceği bir mantık, Pavlus’un bahsettiği gibi bir ruhtan tefrik edilemez. Hattâ bir filozofa da aklı Allah verdiğine göre, onun aklına gelen, gönlüne doğan şeyler de hâşâ bir nevi vahiy midir? Sümme hâşâ!..

Maalesef, Tarihselci anlayış bizi oraya çekmek istiyor. Yani Mutezile’den bazı sivri isimlerin iddia ettiği gibi, akıl ile nassı ve nübüvveti birbirine muadil saymaya doğru…

Kur’ân’a karşı müşrikler dâimâ, “Onu Muhammed (as) uydurdu, Allah’a iftira etti!” diyorlardı. Ona «şair, kâhin, mecnun» dediklerinde Kur’ân bu iddiaları şiddetle reddediyordu. Hâkka Sûresi’nin 44-47’nci âyetlerinin meâlini Öztürk’ün tercümesinden okuyalım:

“Şayet Peygamber birtakım sözler uydurup bize isnat edecek olsaydı biz onun takatini derhâl keser, sonra da can damarını koparıverirdik. O zaman hiçbiriniz buna engel olamazdı.”

Öztürk, bu muhtevadaki âyetler karşısında iddiasından vazgeçmez ise, Peygamber Efendimiz hakkında müşriklerle ağız birliğine düşmüş ve Efendimiz’i samimiyetsizlikle suçlamış olacağının farkında mıdır?

Öztürk’ün iddiasının, bu iftiraların paralelinde olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü, müşrikler, “Allah bunu mu göndermiş?”, “Allah hiçbir şey indirmemiştir!” diye inkâr ediyorlardı. Öztürk de;

“(Bu âyetlerdeki değişken siyaseti vs.) Allah’a isnad edersek, Allah’ın ahlâkîliği gündeme gelir.” gibi sözler söyleyerek, Kur’ân’ı Allah’a isnat etmenin, O’na iftira olacağını söylüyor. O hâlde, “Ben ancak bana vahyolunana tâbi oluyorum!” diyen Hâtemü’l-Enbiyâ -aleyhisselâm- Allâh’a iftira etmiş oluyor!

Hâşâ sümme hâşâ!..

13. Son sözüm biraz ağır olacak.

Öztürk diyor ki:

“Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu İslam dairesi içinde tartışmaya açık bir konu değildir.”

Sayın Öztürk, eğer tartışmaya açık olmayan mevzulardaki tavrınız bu ise, tartışmaya açık noktalardaki hâlinizi tahmin dahî etmek istemiyorum.

Bir kardeşiniz olarak söylüyorum ki;

Îmânınızı, teslîmiyetinizi, Müslümanlığınızı yeniden gözden geçirmenizde fayda değil zaruret vardır. Sadece bir kesim değil, hemen her kesim daha önce cennet hakkında, şimdi Kur’ân’ın mahiyeti, üslûbu ve hükümleri hakkında söyledikleriniz karşısında, îman salâbeti duygusuyla irkilmiştir. Dünyevî ve uhrevî âkıbetinizin, müteveffâ soyadaşınız gibi olmaması için, ne olur, Kur’ân-ı Azîmuşşânı, zihninize tebelleş ettiğiniz şeytanî süslerden, oryantalist fikirlerden arınmış olarak yeniden okuyunuz ve ona yeniden îman ediniz.

Selâm hidâyete tâbi olanlaradır.

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

15 Aralık 2018

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu