Bedri Gencer

İslami bisiklet değil fıtri bisiklet!

Malum, can çıkmadan huy çıkmazmış. Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) tarafından 8 Eylül 2012 tarihinde düzenlenen “Teknoloji, Medeniyet ve Değerler-II’’ konulu beyin fırtınasında cereyan eden kritik tartışmaları yansıtma biçimiyle basınımız, müzmin dezenformasyonun yeni bir örneğini daha verdi. Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bilim adamlarının araştırılmasına ömürlerini verdiği İslâm dünyasında teknoloji transferi gibi hayatî konuların bir “İslâmî bisiklet” deyimine indirgenerek karikatürize edilmesi, herhalde ancak Türkiye’de görülebilirdi. Bu tutum, aslında Türkiye’de hep şikâyet edilen entelektüel üretimdeki kısırlığın fikrin intikal kanallarındaki tıkanıklıktan kaynaklandığını bir kez daha gösteriyor. Malum, insanımız artık kitap okumadığı, basın da ciddî bir tartışmaya elvermediği için üniversite mensupları, kimilerince fildişi kulesi olarak görülen soyut, kısır bir dünyada yaşamaya mahkûm hale geliyor. Gülten Akın’ın dediği gibi, “Ah, kimsenin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.” Aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu iş, medya ve üniversite camiasından bir grup, daha sonra bir sempozyuma dönüşecek söz konusu beyin fırtınasında vaktin elverdiği ölçüde “Teknoloji, Medeniyet ve Değerler” gibi kritik konular hakkında fikir alış-verişinde bulunmuşlardı. Burada Prof. Alparslan Açıkgenç, teknoloji transferi konusuna ideolojik yaklaşımları karikatürize etmek için kullanılan “İslâmî bisiklet” deyimine sadece kendi tutumunu daha çarpıcı, esprili bir şekilde ifade etmek için atıf yapmıştı. Benim konuşmam ise basında yansıtıldığının tam aksine “İslâmî teknoloji” gibi ideolojik söylemlerin kökten reddini içeriyordu. Ancak “her şerden bir hayır doğar” fehvasınca bu tutum, yanlışı düzeltmek için bu ağır konunun bir şekilde kısır güncele batmış kamuoyunun gündemine gelerek tartışılmasına vesile oldu. Özellikle İslâm dünyasında teknoloji eleştirisine ilişkin tartışmalarda hüküm süren karışıklık, teknolojinin özünü oluşturduğu modernitenin modernizmle ilişkisini belirleme ve modernizmi geleneksel dünya görüşü ile karşılaştırma zorluğundan kaynaklanıyor. Modern düşünce/inanç tarzı olarak tanımlanabilecek modernizm, Aydınlanma düşüncesi (bilimi ve felsefesi), modern hayat tarzı olarak tanımlanan modernlik ise başlıca teknolojiden oluşuyor. Buna göre modernizm eleştirisi modernlik eleştirisine, bu da teknoloji eleştirisine odaklanacaktır. Burada eleştiri eksenini oluşturacak ayırım nettir aslında; şematikleştirerek söyleyecek olursak aslî/arızî, fıtrî/gayr-i fıtrî, hikemî/gayr-i hikemî ayırımlarına tekabül eden geleneksel/modern ayırımı.

İlerlemeye karşıtlık ithamı

Kısaca ‘aslî’ diyebileceğimiz fıtrî ve hikemî olan gelenekselden kopuş olarak modernleşme, evrensel bir olguyu ifade eder. Bu bâriz kopuş durumunda kaldığı sürece modernleşmeyi bir arıza, anomali olarak teşhis ve tenkit etmek zor değildir. XVIII. asrın sonlarında edeb ve hikmet adına modern Aydınlanmacı dünya görüşüne başkaldıran Almanya’da Humboldt, Goethe ve Schiller, İngiltere’de Wordsworth ve Coleridge gibi figürlerin temsil ettiği romantisizm tarafından mükemmelen yapıldığı gibi. Rasyonalistik Aydınlanma’ya verilen bu güçlü romantisistik tepkinin postmodernizmin öncüsü olarak önemi, ancak yaşadığımız postmodern çağda yapılan yeni araştırmalarla keşf edilebilmiştir (Beiser 1992, Izenberg 2001, Stauffer 2005).

Ancak Arapça’da “el-Hukmü li’l-ğâlibi” (hüküm galibindir) sözünün belirttiği gibi XIX. asırdan itibaren Batı, kendi arızî (modern) gelişmesini aslînin (geleneksel) yerine geçirerek evrenselleştirmek için amansız bir kültür=ideoloji mücadelesine (kulturkampf) girişti. Bu, geleneksel/modern şeklindeki aslî yatay ayırımı gölgede bırakan, bu ayırıma dayalı eleştiri eksenini kaydıran bir sun’î, dikey ideolojik ayırıma vücut verdi: İleri/geriye tekabül eden Batılı/öteki (İslâmî vs.) ayırımına. Mesele, buradaki Batılı/ötekinin kim olduğunun tespitiydi. XIX. asırda Sanayi Devrimi ile zirveye çıkan modernlik, Protestanlığın eseriydi; yani alelıtlak Batı denen modern Batı, Protestan Batı idi. Bizim gösterdiğimiz gibi (Gencer 2012), XIX. asırda Protestanlık, Sanayi Devrimi ile modernleşmenin zirvesine çıktıktan sonra Katoliklik ile Protestanlık arasındaki tireyi oluşturan Cizvitliğin ürettiği civilisation (medeniyet) kavramını progress (ilerleme) ile ikame etti ve yakın ve uzak ötekisi olarak Katoliklik ile İslâm’ı mâni’-i terakkî (ilerlemeye engel) oldukları ithamıyla bertaraf etti.

Başlangıçta Katolik ile Müslüman aydınlar, bu ithama karşı, Protestanlığın eseri Batı medeniyetinin maddî/manevî kısımları arasındaki fayda/maliyet hesabı gibi argümanlara dayalı olarak temelde aynı mantıkla karşılık verdiler. Zamanla Katolik-ilhamlı aydınlar, özellikle Protestanlığın ilerlemeyle özdeşleştirdiği ve özünü teknolojinin oluşturduğu modernliği kökten eleştirmeyi sürdürdüler. İlginçtir ki Hegel’den Tillich’e Protestan aydınlar, Katolisizme bitişik modernizmi güçlü bir şekilde eleştirmeyi sürdürürken tam aksine Katoliklikten etkilenen aydınlar Protestanlığa bitişik moderniteyi eleştirmişlerdir. Çağımızda Georg Simmel’den başlayarak Jacques Ellul, Lewis Mumford, Marshall McLuhan, Ivan Illich, E. F. Schumacher, hatta Michel Foucault ve çağımızın en önemli kültür sosyologu sayılan Pierre Bourdieu gibi modern teknolojinin en yaman eleştirmenlerinin ilerlemeye (teknoloji) engel sayılan Katolik öğretiden etkilenmiş olmaları bir tesadüf değildir (Cooper 2006). Katolikliğin kalbi Fransa’nın çocuğu Foucault, istisnaî konumuyla bir Protestan gibi modernizmi, bir Katolik gibi moderniteyi eleştirmiştir.

Katoliklik, Protestan Batı’nın yakın (din-içi) ötekisi olduğu için Katolik aydınlar, Katolikleştirmek gibi ideolojik saplantılara düşmeden modern teknolojiyi temelde insan doğasına aykırı olduğu gerekçesiyle adamakıllı eleştirmişlerdir. Ancak Protestan Batı’nın uzak (din-dışı) ötekisi olarak İslâm’a yönelttiği “ilerlemeye karşıtlık” ithamı, özellikle sömürge-mağduru Müslüman ülkelerin aydınlarını Batı medeniyetini ve unsurlarını İslâmîleştirme gibi ideolojik bir saplantıya düşürdü (Gencer 2012). XIX. asırda başlıca Cizvit Ernest Renan’ın yaygınlaştırdığı bu slogana karşı ayağa kalkan Müslüman aydınlar, “düşmana kendi silahlarıyla karşı koyma” anlamına gelen klasik misilleme düsturuyla İslâm’ın mâni’-i terakkî olmadığını ispatlamaya giriştiler. Çağımızda dinin aslî, sahih telakkisini bozan İslâm ile başlayan tüm tabirler, bu şekilde doğdu: İslâm dini, İslâm medeniyeti, İslâm ahlakı, devleti, hukuku, ekonomisi, edebiyatı, sosyolojisi, teknolojisi vs.

Arapça’daki “ed-dînü vâhidün dâimün” (din, birdir, dâimdir) sözünün de belirttiği gibi, geleneksel anlayışa göre İslâm dini bile plüralizm=sekülerizm kokan modern bir tabirdir; İslâm ahlakı gibi. Çünkü ahlak, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi dinler ve felsefelere göre değişmeyen evrensel bir öze sahiptir. Yalancılığa, cimriliğe, hırsızlığa cevaz veren bir din yoktur. Dinlerde değişen ahlakın içeriği değil, onu gerçekleştirmek için gönderilen hukuk=şeriattır. Buna göre Yahudi, Hıristiyan, İslâm ahlakından değil, Yahudi, Hıristiyan, İslâm şeriatından söz edilebilir.

“İslâm medeniyeti”nin ana unsurları olarak İslâm bilimi ve İslâm teknolojisi kavramları, bilimi, teknolojiyi İslâmîleştirme ütopyası da bu kısır misilleme mantığından doğmuştur. Hâlbuki Batı dünyasında Katolik-ilhamlı aydınlar, Max Weber’in Batılı modernliği tanımlamak için yaptığı “meşruiyet/akliyet (legitimacy/rationality)” ayırımına istinaden teknolojinin modernlik açısından anlamını daha iyi anlayarak eleştirmişlerdir. Kısaca meşruiyet, adalet gibi ana amaçların teknik gibi araçları belirlemesi, akliyet ise tam aksine araçların amaçları belirler hale gelmesi demektir. Zamanla Batıda teknoloji, adalet gibi ulvî amaçların kılavuzluğundan, çığırından çıkarak insanlığın gidişatını belirler, fıtratını, hatta bizzat varlığını tehdit eder hale gelmiştir. Fıtrat, modern kültür eleştirisinde anahtar kavramdır. Kur’ân-ı Kerîm’de de geçen fıtrat, genelde ilk tabiat, çağımızda Bourdieu’nın habitus kavramıyla hatırlattığı ‘âdet ise ikinci tabiat olarak tanımlanabilir. Mutasyon kavramının da belirttiği gibi insan tabiatının değişen şartlara kendini uyarlama kabiliyetinin bir derecesi vardır. Ancak sürekli kanser gibi hastalıklar üreten modern teknoloji, mutasyon sınırlarını aşarak sonunda ilk tabiat olarak fıtratı tamamıyla yok edecek bir noktaya ulaşmıştır. Batı dillerinde fıtrat kelimesinin karşılığı olmadığı için fıtrî, genelde hümanistik kavramıyla anlatılmaktadır; humanistic economy, sociology, technology deyimlerinde olduğu gibi.

Fıtrî, gayr-i fıtrî ayırımı

Bizde ise XIX. asırdaki Protestan kültür savaşından kalma İslâmîleştirme takıntısından dolayı teknoloji bu kadar soğukkanlı ve köklü bir şekilde eleştirilemedi. Örneğin ‘80 öncesi bir Müslüman yazarın “Televizyonlu odadan televizyonsuz odaya geçmek hicrettir” sözünün yansıttığı gibi televizyon, daha çok İslâmî bir perspektiften yayın içeriğinin İslâmî olup olmaması, günaha düşürmesi bakımından değerlendiriliyordu. Bu İslâmîleştirme mantığıyla bilhassa özel televizyonların çıktığı devirde televizyonların sahip ve yöneticilerinin İslâmî kaygılara sahip Müslümanlardan olmasının televizyonu bir “İslâmî televizyon” kılmaya yeteceği sanıldı. Ancak zamanla anlaşıldı ki televizyonun insana verdiği zarar, Müslümanı soktuğu günahla kıyas bile edilemezdi.

Mesele, televizyon gibi ürünlerin içeriğinden ziyade bizzat teknolojisinin insan fıtratına aykırı olmasıydı; nasıl ki sigaranın zararı kişilere göre değişmiyorsa televizyonun da değişmezdi. Özellikle Batı’da yapılan çok sayıda bilimsel araştırma, televizyonun insanların, özellikle de çocukların bilişsel fakültelerini tahrip ettiğini açıkça ortaya koydu. Aynı mekanik İslâmîleştirme mantığıyla riskli bazı gıdaların Müslüman, muhafazakâr girişimcilerce üretilmesinin onları İslâmî kılmaya yeteceği sanıldı. Bu mantıkla pekâlâ “İslâmî kola, İslâmî bira, İslâmî sigara (!)” da üretilebilirdi. Gözden kaçırılan gerçek, sigara veya cep telefonu gibi insan fıtratına aykırı ürünlerin zararının kişilere göre değişmeyeceği idi; fayda veya zararı, Yahudi, Hıristiyan, Müslüman herkes için geçerliydi. Türkiye’de son 40 yıl içinde yaşanan baş döndürücü hızda değişme, hayat tarzımızı kökten değiştirirken teknolojiye karşı tutumuzu da etkiledi. ‘70 ve 80’li yıllarda tesbihin bid’at olup olmadığını tartışan Müslümanlar, şimdi Çin-yapımı zikir-matikleri rahatça kullanıyorlar. Teknolojiyle ilgili bu tür bid’at sorgulamaları artık tarih oldu. Hayat tarzımızın fıtrata, sünnete uygun olup olmadığını sorgulamayı bıraktık, sadece müftülere sorarak İslâmî olup olmadığını sorgular hale geldik. Bu ise bizleri krizi daha da arttıran bir kısır döngüye soktu. Gerçek hayatımızda Müslümanlığın, dindarlığın kalıbı olarak nebevî sünnetten, fıtrattan uzaklaştıkça kimlik krizimiz artıyor, bu arttıkça da hayatımıza yön veren teknolojiyi mekanik bir tarzda İslâmîleştirme güdümüz artıyor, böyle bir şey mümkün olmadığı için de dinimize ve kimliğimize daha da yabancılaşmış hale geliyoruz.

Duraksamadan kavrayış olmaz

Modern teknolojinin amansız tasallutuna karşılık geçerli ideolojik din ve modernlik algılamamız, birçok konuda olduğu teknoloji konusunda da soğukkanlı bir düşünüşü, tedebbürü önlüyor. Gerçekten bugün toplumumuz çılgınca gelişen teknolojinin öyle bir kapanına girmiş durumda ki bu tür sorgulamaları yapamaz geldi. Eskiler, “tevakkuf olmadan vukuf olmaz”, yani “duraksama olmadan tam duruş, kavrayış olmaz” demişler. Bugünse teknoloji, insana “dur, düşün” yerine, tam aksine adeta “durma, düşünme” diyen bir tempoda gelişiyor. Bunu özellikle AVM’lerin son derece rafine, sinsi dizayn tarzında en çarpıcı şekilde görmek mümkündür. AVM’lerde ses ve görüntü, renkler ve hava, insanı adeta bir alışveriş tapınağındaymışçasına sersemce sürükleyecek, zaman ve mekân duyusunu kaybettirecek, içinde kaybolacak şekilde dizayn edilmiştir. Dünyada Doğulu ülkeler içinde sadece Japonya, Batı’ya gerçek bir misilleme yaparak onun teknolojisinin daha gelişmişini üretebileceğini göstermiştir. Türkiye ve İslâm dünyası ise ne bunun gibi gayr-i fıtrî de olsa ileri, ne de fıtrî bir teknoloji üretme noktasına gelmiştir. En kötüsü biz, sadece insan doğasına aykırı modern teknolojinin en hızlı pasif tüketicisi konumundayız. Bu acıklı durumdan çıkabilmek için yapmamız gereken ilk şey, bir bilinç yenilenmesine giderek insanî, fıtrî, sünnî olanın zaten İslâmî olduğunu, ayrıca bir İslâmî olmadığını kavramaktır.

bedrigencer@gmail.com

KAYNAKÇA

Beiser, Frederick C. (1992) Enlightenment, Revolution and Romanticism : The Genesis of Modern German Political Thought, 1790-1800. Cambridge : Harvard UP.

Cooper, Thomas (2006) “The Medium is the Mass: Marshall McLuhan’s Catholicism and catholicisms,” Journal of Media and Religion 5/3: 161-173.

Gencer, Bedri (2012) İslâm’da Modernleşme, 1839-1939. Ankara: Doğu Batı.

Izenberg, Gerald N. (2001) Impossible Individuality: Romanticism, Revolution, and the Origins of Modern Selfhood, 1787-1802. Princeton: Princeton UP.

Stauffer, Andrew M. (2005) Anger, Revolution, and Romanticism. Cambridge : Cambridge UP.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu