Hayrettin Karaman

Hocası Ahmed Davudoğlu’nun Dilinden Hayrettin Karaman

Hayrettin Karaman’in Marifetleri

Tavşanın suyunun suyunun suyu kabilinden olmak üzere -talebemizden, bugün Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyesi bulunan- Hayreddin Karaman da karşımıza çıkıyor.

Geçenlerde Büyük Gazete’de dolambaçlı bir makale neşrederek, aklınca bana cevap verdi. Fakat o cevabı kısa görmüş olacak ki: ‘Ahmed Davudoğlu hocaya mufassal cevabımız yakında neşredilecektir’ diye ilân etti. Bekliyoruz; yazı daha çıkmadı. Yalnız henüz vakit geçmeden kendiine hatırlatalım ki, şu hususlara dikkat etsin:
1- Dolambaçlı ibarelerle okuyucuyu şaşırtmayın, îki kere iki dört edercesine açık ve dobra dobra konuşsun! Bana verdiği cevapta dolambaçlı yoldan yürüyerek: “Nikâhın camilerde kıyılması şart değildir” demişti. Bu söz bana cevap teşkil etmez, çünkü ben nikâhın camilerde kıyılması şarttır dememiştim. Ulemanın sözlerini nakletmiş: “Nikâh bir ibadet olduğu için camilerde kıyılması, abdestli bulunulması, Cuma gününe tesadüf ettirilmesi sünnetttir” demiştim. Sünnettir sözüne şart değildir diye cevap vermek doğru değildir. Böyle kaçamak lâkırdıları asla kabul edemem. Bana Ehl-i Sünnet ulemasından tek bir âlimin nikâh ibadet değildir dediğini nakletsin! Bu zat şayet sünnetle şart arasındaki farkı biliyorsa bu sözü ile demagoji yapıyor

Nesil dergisinin l Nisan 1977 tarihli nüshasındaki yazısında: “Hiçbir yerde nikâh dinî değildir demedik…” diyor. Bu söz, yukarıda naklettiğimiz sözünü nakzeder. Sonra devamla: “Müslümanların her davranışı, İslâm’ın içindedir, dinîdir” diyor. Evet ama, bu davranışların arasında fark vardır. Bir Müslumanın başkalarına eziyet vermesin diye yoldan bir taşı atması da bir davranıştır ve sevaptır. Fakat hiçbir vakit nikâhın ibadet oluşu ile nikâhın camide abdestle kıyılması ile kıyas edilemez. Çünkü taşı atmak müstehap ve mendub, nikâhın camide kıyılması ise sünnettir. Binaenaleyh nikâhı gelişi güzel müstehap ve mendublar arasına katmak bir demagojidir. Yine o yazıda: “Bizim dediğimiz şudur:

İslâm’da, Hıristiyanlıkta olduğu gibi dinî nikâhı din adamının takdis etmesi, nikâhın camide kıyılması gerekmez. Böyle şartlar yoktur. İslâm, nikâhın sahih olması için şartlar koymuştur. Bu şartlar nerede gerçekleşirse orada İslamî evlenme yapılmış olur. Aranacak olan İslâm’ın koyduğu şartlardır. Bunların bulunmasıdır. Bu mevzuda kitabımızdan nakledilenler eksik nakledilmiştir ve yanlış anlaşılmıştır. Ahmed Davudoğlu hocanın beyanatına karşı mufassal cevabım yakında neşredilecektir” diyor.

Sen nikâhını ister kilisede, istersen havrada kıydır Hayreddin Efendi. Ona karışanlayız. Yalnız böyle karmakarışık sözlerle Müslümanları şaşırtma! Şimdi diyelim ki; zatınız, Hıristiyanların nikâhı ile İslâm’ın nikâhını mukayase etmişsiniz de İslâm’da ruhbâniyet yoktur demek istemişsiniz. Biz de noksan nakledildiği için yanlış hüküm vermişiz. Fakat iş bununla bitmiyor ki! Siz nikâhı ufak tefek hayırlı işler derecesine indiriylorsunuz. Bizim dediğimiz manada hiçbir yerde nikâh bir ibadettir demiyorsunuz. Bu büyük bir hatadır. Peygamberin -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Nikâh benim sünnetirndir; her kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” “Bu nikâhı ilân edin; onu mescitlerde kıyın; ve onun için defler çalın!” ve emsali hadislerine aykırı düşer.

“İslâm nikâhının sahih olması için şartlar koymuştur. Bu şartlar nerede gerçekleşirse orada İslamî evlenme yapılmış olur” diyorsunuz. Bana öyle geliyor ki, siz bunlardan başka bir şey bilmiyorsunuz, bilseniz: “Nikâhın rüknü var arkadaş! Arkadaş sözüme kımayın, sevinin! Çünkü yazınızda hocanız olduğumu gizlemek için ‘Ahmed Davudoğlu hocaya’ tabirini kullanıyorsunuz. Terbiyeli bir talebenin hocası hakkında ‘Davudoğlu Hocama’ demesi icap ettiğini bilirdik. Ama sizin kullandığınız bu nekre ve tahkirâmiz tabiri şimdiye kadar duymamıştık!

Evet, nikâhın bir rüknü vardır ki, asıl nikâhı meydana getiren odur. Rükün olmasa bütün şartların bulunması hiçbir mana ifade etmez.

Nikâh yok demektir. Nikâhın rüknü kızın: “sana vardım”; oğlanın da: “seni aldım” diyerek icap ve kabul yapmalarıdır. Şer’an bu sigaların ikisi de mazi yahut hiç olmazsa biri mazi biri müstakbel olması şarttır. Bu bapta fıkıh kitaplarımızda uzun izahat vardır. Siz bunlardan hiçbir yerde tek kelime ile olsun bahsetmiyorsunuz. Sırası gelince Hanefî mezhebinden olduğunuzu söylüyorsunuz. Hanefî mezhebinin bütün fıkıh kitaplarında bunlardan uzun uzadıya bahsediliyor. Bu baptaki derin sükûtunuzun sebebi nedir? Lütfen beyan edin!

2- Verilecek cevaplar mutlaka muteber Hanefî kitaplarından nakledilsin! Kendi içtihatlarına kafiyen itibarımız yoktur.

3- Muteber kitaplardan muradımız: el-Mebsûd-Fethu’l-Kadir-, İbn-i Âbidin, Dürer ve el-İhtiyâr gibi Hanefî kitaplarıdır.

4- İbn-i Teymiyye, İbni’l-Kayyim, Muhammed b. Abdülvehhâb, Şeykânî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mevdûdî ve emsalinin sözlerinden bahsetmesin. Çünkü bunlardan hiçbirinin sözü bizi ilzam etmez.
Hayreddin Karaman’ın taifesi de boş durmadı. Bana çeşitli tehdit mektupları yazdılar. Kapağında resmimbulunan bir gazeteyi, bana göndermek suretiyle hafif yollu muahezelerde bulunanlar başka… Sizi barıştıralım diyerek aracılık yapmağa kalkışanlar başka… Hatta şahsen tanıdığım yaşlı bir meczup, bana altı tabak sayfası mektup yazmış, neler söylüyor neler…

Peki ne yapmıştım ben? Ne mi, Hayreddin Karaman’ın hatadan ziyade cürüm demeğe seza olan yanlışlıklarım yüzüne vurmuştum. Gerçi onları kızdırmağa bu da yeter! Fakat benim bir yerde: “Bu ne cinnet!” tabirini kullanmam yok mu! İşte başta şefleri olmak üzere bütün taifeyi alarma geçiren bu sözdür. Allah korusun, ya başka hocalar gibi alışkanlığım olsa da ağzımdan şeddeli bir essek kelimesi çıkıverse, hâlim nice olurdu bilmem!..

Bir hocanın, kızdığı yahut şaka yapmak istediği vakit talebesine eşek demesi, görülmemiş, işitilmemiş bir şey değildir. Mısır’da bu kelime o kadar çok kullanılır ki, üniversite hocaları bile ondan kendilerini alamazlar.

Hayreddin Karaman, İzmir Yüksek İslâm Enstitüsünde hoca iken, hayranlarından biri İstanbul’a geldi. Mühendismiş; beni ve daha bir iki hoca efendiyi İzmir’e davet ediyor. Hayreddin Karaman Efendi ile bir açık oturum yaparak, kimin haklı, kimin haksız olduğunu meydana çıkarrnalıymışız. Bir hocanın münazara için talebesinin ayağına çağrıldığını da ömrümde ilk defa görmüş oldum.

Ben gitmeyince, Karaman bunu kendi lehine bir puan saydı. Çıkardıkları Nesil dergisinin bir sayısında Mısırlı Reşid Rıza’mn kitabını sadeleştirmesi münasebetiyle kendisini ayıplayanlara cevap verirken ateş püskürüyordu.

Efendim, Reşid Rıza’mn “Telfîk-i Mezâhib” adlı eseri Türkçeye tercüme edildiği vakit kimse ses çıkarmamış, çünkü o zaman âlimler varmış, şimdi ise bir sürü yarasa kılıklı zavallılar kitap yazarak, röportaj yaparak, makaleler neşrederek itirazda bulunuyorlarmış.

Bu yarasa sürüsünün içinde hiç şüphesiz ben de varım. Belki sürünün başındayım. Çünkü reformcular hakkında hem kitap yazdım, hem röportaj yaptım, hem de makale neşrettim.

İşte o cevabında Karaman bize meydan okuyor “Kendilerine güvenirlerse çıksınlar karşımıza!” diyordu.
Demek ki; bir talebe, hem de milleti irşad iddiasıyla ortaya çıkan -kendi tabirlerince melekler kadar masum- bir talebe, hocasına bu derece açık meydan okuyabiliyor. Onu kendi huzuruna münazaraya davet edebiliyormuş!.. Doğrudan doğruya değilse bile dolaylı olarak hocasına yarasa diyebiliyormuş! Böyle masumluğa pes doğrusu.

Türkçemizde meşhur bir söz vardır: “Çırak ustayı geçer” derler. Bir talebenin hocasını geçtiği görülmemiş bir şey değildir. Bunu herkes bilir. Bu hâl hoca için küçüklük değil, bilakis büyüklüktür. O kıymetli talebeyi yetiştirmekle iftihar eder, herkes kendisine hayır duada bulunur. Keşke bizim Karaman’ımız da böyle talebelerden olsa; heyhat!..

O, bir üstadına hocam bile diyemeyecek kadar kibirli, hocasını yarasa sürüsüne katacak kadar edep ve terbiye garibi!.. “Kendilerine güvenirlerse çıksın karşımıza!” diyebilecek kadar cesur!.. Bu hâl bize Arapça bir cümleyi hatırlattı: “Küllü cesûrin câhilûn” derler. Her cesur cahildir manasına gelir.

Acaba bir gün tesadüfen Karaman’la karşılaşsak bana ne yapar dersiniz! Olsa olsa bazı sualler sorar. Ben de bilirsem cevaplarını verir, cevaplarımın kitaplardaki yerini kendisine gösteririm. Nitekim enstitüde talebe iken “Hülle” meselesinde bana itiraz etmiş; söylediklerimi doğru bulmamıştı. Kendisine: “Ben bunları kendi fikrim olarak söylemiyorum; kitapta böyle yazıyor” dediğimde, yine itiraz etmiş: “Böyle yerlerde biz içtihat etmeliyiz” demişti. Bunun üzerine: “Ben müçtehit değilim, içtihadı inşaallah siz yaparsınız, benim vazifem söylediklerimin doğru olduğunu size ispat etmektir” diyerek sınıftan çıkmış: odamdan Dürer kitabını alarak kendisine göndermiş, kitaptaki yerini yüksek sesle okumasını bir talebe vasıtasıyla tembih etmiştim. Okudu mu, okumadı mı bilmiyorum.

Bana sorduklarını bilmezsem; “Ben bu sualin cevabını hatırlamıyorum” derim. Bu bana hiç ağır gelmez. Bilakis fazilet kazandırır. Ulemamızın mütalâaları da bu merkezdedir. Uzun söze ne hacet, İmam-ı Mâlik Hazretlerine 40 sual sorulmuş da yalnız 4’üne cevap vermiş; 36’sına “Bilmiyorum” diye mukabele etmiştir. Dört mezhebin büyük müçtehitlerinden biri ve Mâliki mezhebinin imamı olan bu zat, 36 meseleye bilmiyorum cevabını verirse bize ne kalır? Bu hadise Hazret-i İmamın şanını düşürmüş müdür? Hâşâ! Bilakis yükseltmiştir. Çünkü Hazretin din babında ne derece ihtiyatlı ve takva sahibi olduğunu gösterir.

İmam-ı Mâlik Hazretleri o suallerin cevaplarını veremeyecek kimselerden değildi, ancak meseleler içtihat gerektiriyordu. O anda ise içtihada imkân yoktu. Bu sebeple bilmiyorum diye cevap vermişti, unutmamalı ki İmam-ı A’zam Hazretleri içtihadı bir meseleyi halletmek için koca bir ulema meclisinde bazen bir ay uğraşırdı.

Hayreddin Karaman’a hatırlatırım, senelerce evvel kendisinden Muhammed Abduh’un haklı, İmam-ı A’zam’ın haksız olduğunu gösteren bir tek mesele getirmesini istemiştim; cevap hâlâ gelmedi. Ben de hâlâ bekliyorum, evvelâ onu getirsin de başka meselelere sonra geçsin. Karşılaştığınız mecliste benim de kendisine bir şeyler sorabileceğimi ihtimalden uzak tutmasın.

Ben bir veya iki sualden fazla bir şey sormam, ancak sualimin cevabını Hanefî kitaplarından göstermesini isterim. Bu ciheti şimdiden kaydetsin!

Kendime güvenmeye gelince: İtiraf edeyim ki; ben Karaman’ın huzuruna çıkmaktan korkuyorum, ama ilmî cihetten mağlûp olurum diye değil! Bu baptaki âdetimi yukanda arz ettim. Ben neticenen kaba kuvvete müncer olmasından korkarım. Çünkü artık ihtiyarım, eski güç ve kuvvetim kalmadı.

ÖRNEKLER

Muhterem Okuyucularım! Burada size Hayreddin Efendinin bazı marifetlerinden örnekler vereceğim; hüküm ve karar sizindir.

1- Hayreddin Efendi, bugün nişan merasimlerinde takılan alyansz yüzüklerin erkeklere de mubah olduğuna dair fetva vermiştir. Bu mevzudaki yazısında şöyle diyor: “Bize sorulan nişan yüzüğü idi ve şu cevabı verdik: Ziynet olarak değil de bir nişan ve sembol olarak kullanıldığı için bazı âlimler tecviz etmişlerdir. Bugün umumiyetle kullanıldığına göre bu fetvadan istifade edilebilr. Bu hükmün kaynağı için bak, İbn-i Âbidin, Reddû’l-Muhtar, Kahire 1307, cilt: 5, sayfa: 238, 245, 251.

Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, ikinci baskı, Cilt: 4, sayfa: 288.

Hayreddin Karaman yalan söylüyor, îbn-i Âbidin’e baktık, öyle bir fetvadan eser yok. Benim “Kuyruklu yalan” tabirimden fazla gocunmuş olacak ki, rakı ve bira meselesinde: “Kuyruklu yalan dedikleri bu olsa gerektir” diyor. Hayır, kuyruklu yalan o değil, işte budur. Göstereyim: Cilt 5, sayfa 238, diyor bu yalandır. 245 ve 251 ‘inci sayfalarsa o yalanın kuyruğudur. Çünkü bu sayfaların hiçbirinde alyans yüzük fetvası diye bir şey yoktur. Az aşağıda İbn-i Âbidin’in yüzük hakkındaki beyanatını nakledeceğim. Ancak; evvelâ Karaman’m burada açık açık kendini gösteren kaçamak yolunu ve demagojisini gözler önüne sereceğim: “Bize sorulan nişan yüzüğü idi” deyip geçiyor. Acaba “Nişanda yüzük takmak caiz midir?” şeklinde mi soruldu, yoksa “Nişanlarda takılan alyans yüzükler erkeklere mubah olur mu?” denildi. Bundan hiç bahsedilmiyor. Ama ben bahsedeceğim, çünkü: Hadise bana daha o zaman intikal etmişti. Kendisine nişanda erkeğin alyans yüzük takıp takamayacağı sorulmuştu. Hatta Karaman fetvasında: “Belva-yı Âmm’dır” tabirini kullanmış, ben de kendisine gönderdiğim haberde: “Şarap daha belva-yı âmm’dır; işe ondan başlasın” demiştim.

Alyans yüzüklerin gümüşten yapılmadığını bilmeyen yoktur. Bunlar erkekler için altından yapılırlar. Karaman fetvasına kaynak olarak îbn-i Âbidin’in 5’inci cildini göstermiş. Kitabın 1307’de Kahire’de basıldığını ve aranılacak sayfalarını numaralan ile bildirmiş, fakat meselenin hangi bahsinde olduğunu söylememiştir.

Hâlbuki asıl mühim olan bu idi. Bundan maksadı yalanını ört bas etmektir. O bilir ki, milletimizin yüzde doksan dokuz buçuğu zaten Arapçadan bir şey anlamaz. Yüzde yarımı bilirse de kaynağını Karaman gösterdiği için ona inanır, fazla araştırmaya lüzum görmez. Mamafih ne olur, ne olmaz kabilinden evvelâ ortaya İbn-i Âbidin’in 1307 tarihinde Kahire’de basılan nadir nüshasını atmıştır. Biz bu nüshayı birkaç arkadaşa arattırdık. İstanbul kütüphanelerinin Süleymaniye ve Bâyezid gibi meşhurlarında bulamadılar, ötekilerinde aramaktan da biz vazgeçtik. Karaman basım tarihi, basıldığı yer, kitabın cildi ve sayfalan gibi bir sürü boş lâkırdı ile okuyucuyu aldatacağına “İbn-i Âbidin’in hazır ve ibâha bahsine bak” deyiverse yetip artardı. Fıkıhla az çok meşgul olanlar, bu meselenin her fıkıh kitabında aynı bahiste geçtiğini zaten bilirler.

Şimdi gelelim İbn-i Âbidin’in beyanatına:

İbn-i Âbidin, Reddü’l-Muhtar’ın şerhi olduğu için ikisinin beyanatını ayrı ayrı nakledeceğim. Reddü’l-Muhtar’da aynen şöyle denilmektedir: “Erkek altın ve gümüşü mutlak surette ziynet olarak kullanamaz, ancak yüzük yapabilir, kemer ve kılıç kınını onunla, yani gümüşle süsleyebilir.” Buradaki “onunla” zamirinin gümüşe raci olduğunu Dürer sahibi Molla Hüsrev, İbn-i Âbidin ve emsali ulema hassaten beyan etmişlerdir. İbn-i Âbidin şöyle diyor: “İmam Mahbûbî’nin beyanına göre gümüş yüzük bakında ulema ‘Bununla böbürlenmeyi kast ederse mekruh olur, yüzük olarak kullanmayı veya benzeri bir şeyi kastederse mekruh değildir’ demişlerdir. Lâkin aşağıda izah edileceği veçhile, yüzük takınmağa ihtiyacı olmayan bir kimsenin, yüzük taşımaması efdaldir. Zahirine bakılırsa, böbürlenmeksizin ziynet için takınmak mekruh değildir.”

Reddü’l-Muhtar, yüzük meselesine şöyle devam ediyor: “Erkek gümüşten başka yüzük taşıyamaz, çünkü gümüşte başka madenlere ihtiyaç kalmaz, binaenaleyh başkaları haramdır. Meselâ; taş, altın, demir, pirinç, bakır, cam vesaire hep haramdır. İmam Serahsî, yeşim ve akik yüzük taşımanın caiz olduğunu doğrulamış; Molla Hüsrev ise bilumum taşlardan yüzük yapılabileceğini söylemiştir.”

“Gümüşten başka madenlerden yüzük takınmak haramdır” cümlesini izah ederken İbn-i Âbidin şunları söylüyor: “Çünkü Tahavî, Imrân bin Husayn ile Ebû Hüreyre’ye istinaden: ‘Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- altın yüzük taşımayı yasak etti’ dediklerini rivayet etmiştir. Sünen sahipleri dahi Abdullah bin Büreyre’ye istinaden, onun da babasından naklettiği şu hadisi rivayet etmişlerdir: “Peygambere -sallallahu aleyhi ve sellem- bir adam geldi. Parmağında şebehten bir yüzük vardı. Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona: ‘Acep neden sende put kokusu duyuyorum?’ dedi. Adam derhal yüzüğü attı. Bilahare tekrar geldi. Elinde demirden bir yüzük vardı, bu sefer: ‘Acep sende neden cehennemliklerin ziynetini grüyorum?’ buyurdular. Adam hemen onu da attı ve: ‘Ya Resûlullah! Yüzüğümü neden yaptırayım?’ diye sordu. ‘Onu gümüşten yaptır. Tam bir mıskal de olmasın’ buyurdular.

Bundan anlaşılır ki altın, demir ve pirinç haramdır. Yeşim de hükmen bunlara katılmıştır. Zira bazen yeşimden dahi put yapılır, bu sebeple o, nâssan yasak edilen şebehe benzer. Şebeh san bakırdır. Cevhere’de; ‘Demir, pirinç, bakır ve kurşun hem erkeklere, hem kadınlara mekruhtur’ deniliyor.”
İbn-i Âbidin’in yüzük hakkındaki izahatı burada sona erdi. Şayet Hayreddin Karaman bu beyanata muhalif iddiasını ispata muktedir ise, lütfen bizim yaptığımız gibi satır satır tercüme etmek suretiyle gözümüzün önüne sersin.

Profesör Kâmil Miras’m fetvasına gelince:

O da tamamen indîdir. Kimseyi ilzam etmez. Mamafih okuyucuların merakını gidermek, Profesörün istinat ettiği delillerin çürüklüğünü göstermek için onu da nakledelim. Şöyle diyor:

“Muharrir-i âcize göre altından mamul nişan halkasının istimali atideki esbap ve delâile istinaden mubahtır.

a) Yukarıda izah ettiğimi veçhile, altın yüzük istimalinin hem hillin hem de hürmetini ifade eden ve ikisi Bera’ İbn-i Âzib -radıyallahu anh-‘e muttasıl olan iki sahih rivayet vardır. İkisi ile de fukaha amel ve istidlal eylemişlerdir. Şu kadar ki, hürmeti ifade eden rivayet daha kuvvetlidir. Ve iltizam edenler daha çoktur. Fakat aşağıdaki sebeplerin inzimamı ile nişan halkası hakkında Bera’ Hazretlerinin hilli müt’id olan hadisi tercih edilebilir.

b) İnıam-ı Muhammed Tefâhur kast edilmeyerek altın ve gümüş kaplarla tezeyyün caizdir. Bundan nimeti ilâhiyeyi izhar vardır diyor. Nişan yüzüğü de tefahür için değil, hiç şüphesi teberrük için ve bir hatıra olarak takılmaktadır. İmam-ı Şafiî’de mevzuubahsimiz olan hadisteki nehyi velev ki, kadiminde olsun nehyi tenzih addetmesi de medar-ı istinat olabilir.

c) Fukaha erkeklerin esas itibariyle gümüş yüzük kullanmalarını bile bir zaruret ve bir lüzum üzerine mubahtır; bunun haricinde eser-i belâhattır diyorlar. Nişan yüzükleri istimalinde örfe müstenid bir zaruret bulunduğu ise muhakkatır.

d) Altın istimalindeki hizmetin menâtı şer’îsi bunun vesile-i israf ve vesile-i tefâhur olmasıdır.
Asr-ı hazırda altın madeninin bolluğu sebebiyle bir halkanın kıymeti iştiraiye ve iktisadiyesi israf addedilecek bir hâlde değildir. Bu sebeple de nişan halkaları vesile-i tefâhur olmaktan çıkmıştır. O mücered vesile-i teberruktur. İki akit nişan yüzükleriyle tarih-i hayatlarını unvan-ı mefahiri olan fatiha-i akillerini hatırlarlar. Nikâhtaki gaye-i şer’iye düşünülürse, yeni bir aile yuvası kurmanın bir nişane-i mefhareti olduğu için bununla belki de müsâb olurlar.”

Profesörün izahatı da burada bitti.

Delil diye gösterdiği şeylerin kendisini ilzamdan başka hiçbir işe yaramayacağını her okuyan anlayacağı için fetvasına indî demekle yetindik. Bu bapta söze lüzum görmedik.

Altın yüzük bakında Hidâye şerhi “el-înâye”den şöyle deniliyor: “Ulemadan bazıları altın yüzük takınmayı tecviz etmişlerdir. Çünkü Bera’ bin Âzib -radıyallahu anh-‘den rivayet olunduğuna göre, kendisi bir altın yüzük takınmış ve ‘Bunu bana Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- taktı’ demiştir. Aklî dellileri de şudur: Altın ve gümüş kullanmak aynı derecede yasak edilmişlerdir. Gümüşten, azlığı ve örnek olması dolayısıyla yüzük caiz olup, elbisedeki çizgi mesabesinde sayılınca altından da caiz olmak gerekir. Cevap: Bu hadis İbn-i Ömer -radıyallahu anh- hadisiyle neshedilmiştir. İbn-i Ömer ‘Resûlulah -sallallahu aleyhi ve sellem- altın yüzük takınmayı yasak etti’ demiştir. Rivayet olunduğuna göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- altın bir yüzük takınmış, hemen halk da altın yüzük edinmişler, bunun üzerine Resûllulah -sallallahu aleyhi ve sellem- o yüzüğü atarak ‘Bunu ebediyen takmam buyurmuşlar’ halk da altın yüzüklerini atmışlardır.”

İnâye’nin sözü de burada sona erer.

2- Hayreddin Karaman, l Nisan 1977 tarihli Nesil dergisindeki “Zarurî Bir Açıklama” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Rakı ve biranın azı içilebilir demişiz. Kuyruklu yalan dedikleri bu olsa gerektir. Kişide Allah korkusu olmasa her şeyi söyler ve yapar… Biz tam aksini söyledik ve dedik ki: Bir iki müçtehit şarap dışındaki bazı müskiratın az miktarda içilebileceğini söylemişlerse de, bu cumhurun görüşüne, İslâm’ın ruhuna, şer’î delillere aykırıdır. Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.”

Bu sözlere biz de inanmak isterdik, şayet Karaman Efendi cürm-i meşhud hâlinde yakalanmasaydı! Hayreddin Karaman İslâm’da birlik ve fıkıh mezhepleri üzerine yazılı olarak yaptığı ve kendi el yazısı ile tashih ettiği bir röportajında: “Keza Hanefî mezhebine göre şarap dışındaki sarhoş edici içkilerden az miktarda içmek caizdir. Şafiî mezhebine göre değildir” diyor.

Röportaj elimizdedir.

Nesil dergisindeki yazısının son cümlesi doğrudur. Fakat röportajdaki: “Şarap dışındaki sarhoş edici içkilerden az miktarda içmek caizdir” sözü ne oluyor, sorarım. Bu bir kuyruklu yalan değil midir? Bu meselede Allah’tan korkmak kime düşer, Karaman’a mı yoksa ona itiraz eden gazeteciye mi?.. Lütfen cevap versin.

işte görüyorsunuz muhterem okuyucularım. Kişide Allah korkusu olmazsa her şeyi yapıyor, hatta mezhep namına yalan da söyleyebiliyor!.. Evvelâ gözünü yumarak rastgele konuşuyor, sonra başı dara gelince: “Efendim, biz öyle demedik” diye inkâr ediyor, yahut: “Biz şöyle demek istedik” şeklinde tevile kaçıyor.

Cemâleddin-i Efgânî’lerin yolundan gidenlere reformcu diyenlerden biri de benim. Bunlann başkalarından temayüz ettikleri hususiyetlerinden biri kolaylıkla yalan söyleyebilmeleridir. Başlan sıkışınca da kolaylıkla tevile kaçarlar. Meselâ, Sultan Hamid merhumun maskara diye vasıflandırdığı Cemâleddin-i Efgânî “İslâmiyet vardığı yerde ilmi boğmuştur” diyebilmiştir. Bu yalandır. Hakikat tam tersinedir. Yâni İslâmiyet vardığı yerde ilme teşvik etmiştir. Çünkü İslâm’ın ilk emir “Oku!” diye başlar.
Mısırlı tilmizi Muhammmed Abduh, bir sürü Buharı hadisini inkâr etmiş: “Bunlar uydurmadır” demiştir. Bu da yalandır. Reşid Rıza ei-Menar’da Efgânî’nin ve Muhammed Abduh’un masonluktan döndüklerini iddia etmiş, Allah bilir ya, bu da yalan olsa gerektir. Çünkü ondan başka bu iddiayı kimse yapmamıştır. Ben Mısır’da beş buçuk sene kaldım. Abduh’u sevenlerle de sevmeyenlerle de görüştüm. Hiçbiri onun masonluktan döndüğünü iddia etmez, onu bu meselede aldandığını söylerlerdi. Hatta Abduh’u sevenlerden bir zatın Ezher mecmuasında bir makalesi vardır. Abduh’un masonluğundan esefle bahsetmiş, fakat döndüğünü söylememiştir. Karaman’da bu mecmuanın kolesiyonu vardır. İsterse arar bulur.

3- Hayredin Karaman l Nisan 1977 tarihli Nesil dergisinde şöyle diyor: “Bizim dinimizin reforma ihtiyacı yoktur; çünkü bozulmamıştır; bizce bozulan Müslümanlardır. Islâhattan maksadımız, dini değil, kendimizi düzeltmektir. Onun da yolu Ehl-i Sünnet Müslümanlığına dönmek, gerçek Müslüman olmaktır.”

Biz de deriz ki: Bu sözler, baş sıkısında müracaat ettikleri teviller kabilindendir. Islâhattan maksattan Müslümanları düzeltmekmiş… Sen bu lâfları yalnız kendi taifenin efradına kabul ettirebilirsin evlât!.. Biz kabul edemeyiz, çünkü gerek Efgânî’nin gerekse Abduh’un Mısır’da dillerden düşmeyen sıfatları büyük din ıslahatçıları olmalarıdır. Onlar evvelâ dini ıslâha kalkışmışlardır, Müslümanlara sonra sıra gelecektir. Bu makûleden olmak üzere Efgânî kelâm ilmine düşman kesilmiş; tilmizinin tilmizi, Muhammed Mustafa el-Merağî fıkhı dinden saymamış: “Fıkıh din demek değildir, o fukahamn sözleridir” demiştir. İlm-i Kelâmı ve fıkhı ortadan kaldırmak apaçık dinde bir reformdur. Bir an için bunların atıldığını farz edelim, Müslümanlara ne kalır, siz söyleyin!

Hayreddin Efendiye şunu da soralım! Türkiye’deki Müslümanlar Ehi-i Sünnet mezhebinden çıkmışlar mıdır? Çıktılarsa hangi mezhepte bulunuyorlar? Evet çıkmışlardır der ve buna kendilerini misal gösterirse, bir diyeceğimiz kalmaz, fakat türlü cevaba kalkışırsa kabul edemeyiz. Zira Türkiye’de Müslümanların Alevîlerden maadası Ehl-i Sünnet mezhebindendir.

4- Hayreddin Efendi, Nesil dergisinin l Ocak 1977 tarihli nüshasında şöyle diyor: “Bizim müdafaa etiğimiz görüş şudur: Bir Müslüman, bütün ömrü boyunca tek mezhebe bağlı kalabilir, bu caizdir. Ancak ihtiyaç duyarsa başka mezheplerden de istifade edebilir.” Hele bak! Bu söz doğru ise aramızda hiçbir ihtilâf yok demektir. Ama biz bunu da zaruret icabı başvurdukları kaçamak yollardan biri görüyoruz. Hakikatte bu sözler Hayreddinlerin değil, Ehl-i Sünnet ulemasınmdır. Ve ifratla tefrit arasında en mutedil görüldüğü için müteâhhirîn ulemanın ekserisi kabul etmiş; ‘Baş sıkısında muhalif mezheple amel caizdir” demişlerdir.

Mesele bütün mufassal Hanefî kitaplarında, bilhassa Tarikat-ı Muhammediye Şerh-i “el-Berika”da tafsilatıyla izah edilmiştir. Bunlar olmasa Hayreddin Efendinin kendi görüşleriymiş gibi gösterdiği sözlerini kabul edebilirdik.

Bir Hanefînin, Şafiî imamı arkasında namaz kılması, Şâfıînin Hânefîye uyması, muhalif mezheple amel değil midir? Bunları Hayreddin Efendi icat etmedi ki, yeni bir buluşmuş gibi böbürlene böbürlene bize izaha hakkı olsun.

Sonra dikkat edilirse bütün Karaman taifesinin ağızlarında bir görüş lâkırdısıdır almış yürümüştür. Hâlbuki dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Haret-i Âli -radıyallahu anh- “Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerine değil, altlarına meshederdim” demiştir. İmam A’zam Efendimizin dahi “Din görüşle olsaydı, ben miras meselesinde kadınla erkeği müsavî tutardım” dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehitlerin içtihatları muteberdir. İçtihat ise bir görüş değil istimbattır.

5- Hayreddin Karaman açmağa çalıştığı yeni çığın propaganda için Anadolu’da turlar yapmış, oralardaki sohbetlerinden birinde konuşmasını teybe almışlar, anlattıkları şu: “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- ilmi talep etmek erkek, kadm her Müslümana farzdır buyurmuştur. Benim liseye gidecek bir kızım var. Şimdiden bu hadis-i şerife uyarak kızımı liseye göndereyim mi? Fakat gönderirsem, orada başını açacaklar. Kadınlara başlarını açmak menedilmiştir diyerek göndermeyeyim mi? İşte bu çözülmesi gereken bir problemdir arkadaşlar!..”

Dinleyenlerin bu nutuk karşısında ne tavır takındıklarına dair rivayet yok, ben ise bunu merak ederdim. Herhalde toplantıda kendi taifesine mensup olanlardan başka kimse yokmuş; bir kişi bari olsaydı mutlaka kadın, erkek her Müslümana farz olan ilmin hangi ilim olduğunu Hayreddin Efendiye sorardı. Demagoji işte böyle olur. Hadis-i şerifteki ilmi umumî manaya alır; seni beni kandırmağa çalışır. Fakat ehl-i insaf olanlar düşünsünler! Onu umumî manaya almanın imkânı var mıdır? Umumî manada ilim; fıkıh, kelâm tefsir, hadis, mantık, tıp, hukuk, matematik, eczacılık, sosyoloji vesaire bütün ulûm ve fünûna şamildir. Her Müslümana bu ilimler farzdır dersek buna imkân var mıdır?.. Öyle ise hadisten murat nedir? Hadisten murat; ilmihaldir. Evet, ilmihalini, yâni namazını, orucunu, vesaire ibadetlerini herkesi ayrı ayrı alâkadar eden emirleri nehilleri erkek, kadın her ferdin bilmesi farzdır. Buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Ulemamız, farzlann iki kısım olduğunu, birine Farz-ı Ayn, diğerine Farz-ı Kifâye denildiğini bize açık açık beyan etmiş; Farz-ı Ayn’a misal namaz, oruç gibi ibadetleri, Farz-ı Kifâye’ye misal de cenaze namazı kılmak, tabip ve mühendis yetiştirmek gibi şeyleri göstermişlerdir. Bunlar Müslüman çocuklarına ilkokul sıralarında öğretilir. Acaba ilkokuldan bu yana çok zaman geçtiği için Karaman bunları unuttu mu dersiniz? Buna imkân yoktur. Olmadığına göre Hayreddin Efendi demagoji yapmış demektir.

6- Hayreddin Karaman, başı dara gelince kendisinin İmam-ı A’zam mezhebinde olduğunu söylüyor, fakat benim kulağıma gelen bütün icraatı onun aksinedir. Gezdiği yerde İmam-ı A’zam’in hata ettiğini, bilmem kimin onun hakkında 17 hadisten başka hadisle amel etmemiştir dediğini söylüyormuş. Hatta geçen sene Bolu’da yaptıkları müftüler seminerinde bu yüzden bazı müftülerle aralarında münakaşa olmuş, seminerin sonunda Karaman, müftü efendilere hakkını helâl etmeyeceğini söylemiş, hâl böyle olunca, onun İmam-ı A’zam mezhebinde olduğunda şüphe edenlerin hakkı yok mu? Ben olsam İmam-ı A’zam efendimizden söz edilince ilk hatırıma geien şey onu kırk sene yatsının abdestiyle sabah namazını kılması olurdu. Bundan sonra da “Ben İmam-ı A’zam mezhebindenim” dersem kimse şüpheye düşmezdi.

Karaman’ın tutumuna bakılırsa İmam-ı A’zam mezhebinde değil, kendisinin bir İmam-ı A’zam olduğu anlaşılıyor. Arkadaşlarının onun hakkında yaptıkları propaganda müthiş!.. Bu zat o kadar büyük, düşünceleri o kadar muntazam imiş ki, onu anlayabilecek kimse bu memlekette pek az bulunabilirmiş. Bir dostum anlattı. Hayreddin Karaman’ın izinden giden biriyle görüşmüş. Konuşurken, adam ortaya bir sual atmış. Dostum da cevabın verimş. Bu sefer adamcağızın gözleri yuvalarından uğramış ve kemal-i hayretle “Sen nereden biliyorsun bunun cevabını” demiş. Dostum “Efendim, ben de yüksek din okulu mezunuyum” diyecek olsa da muhatabı asla kabul etmemiş ve: “Olamaz! Bu meselenin cevabını bu memlekette Hayreddin Karaman’dan başka bilecek yoktur!” diyerek çekip gitmiş.

Karaman, l Nisan 1977 tarihli Nesil dergisinde “İbn-i Teymiyyeci, Efgânîci ve Abduhcu imişiz!” diyor. Ve bu sözlerin tamamen uydurma ve iftira olduğunu söylüyor. İnandık efendim, öyledir. Bittabi bu kadar büyük bir adam başkasına tâbi, yâni mukallit olacak değil ya, o müçtehittir!.. Siz onun “Hiçbir /aman müçtehidiz demedik” sözüne bakmayın. Onu (evazuundan söylemiştir. Taifesi ona büyük müçtehit payesi vermiş midir? Ona bakın!..

Karaman’ın büyüklüğü şuradan da bellidir ki, kitabında Mısırlı Şeyh Muhammed Abduh’a müctehid-i mutlak, Reşid Rıza’ya müctehid-i fil-mezhep ve diğer hayranlarına derece derece unvanlar ihsan etmiştir. Doğrusu bu meratip tevziatını görünce, benimde tımarhanedeki delilerin bir hikâyesi aklıma geldi.

Delileri hava almak için bahçeye salmışlar. Başhekim de karşıdan seyredermiş. Zavallıların kimisi kumandan oluyor, kimisi hükümdar… Derken içlerinden biri büyük bir ağacın altına lök gibi bağdaş kurarak oturmuş, öyle azametli görünüyormuş ki, öteki deliler yanına yaklaşmaya korkuyorlarmış. Nihayet içlerinden biri telâşla gelerek huzurunda elpençe divan durmuş ve maruzata başlamış: “Efendim! Filânca peygamberliğini ilân ediyor, görülmüş şey değil, olur mu böyle rezalet!” demiş. Oturanın buna verdiği cevap ne olmuş bilir misiniz? “Ben öyle peygamber göndermedim, canımı sıkmasın, onun külünü havaya savururum!” demiş.

Anlaşılıyor ki, oturan büyük de -hâşâ-Allah’mış. Peygamberlik ihsanı ona mahsus bir hak imiş!..
Bu husustaki sözü de burada kesiyorum.

Bu Konuda Ayrıntılı Bilgi İçin :

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu