Hayrettin Karaman

Hayızlı Kadının Tavafı Meselesi – Hüseyin Avni

Sayın Hayrettin Karaman Bey, bir yazısında yine icmâ’ edilen bir İslâmî hükmü yırtmış, atmıştır: Hanefî, Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî âlimlerin ittifak ettikleri, hayızlı kadın tavâf yapamaz, yaparsa haccı sahîh olmaz veya bazılarına göre sahîh olsa da büyük bir cinâyet işlemiş olmakla büyük baş hayvanı kurban keser hükmünü, yine zarûret ve maslahat maymuncuğu ile bir köhne odaya kilitlemiş, yapabilir odasının kapısını açmıştır.
Bunda da yine İbnü Teymiyye ve gölgesi İbnü’l-Kayyım’ı körü körüne taklîd etmiştir.[1] Böylece İbahiyye Mezhebini biraz daha takviye etmiştir. Bütün hak mezheb imamları, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbnü Hanbel ve onların yolunda giden müctehid ve fakihler rahimehu-mullâh yanlışta söz birliği ettiler(!), İbnü Teymiyye ve fotokopisi İbnü’l-Kayyim ise doğruyu buldular(!).. Sayın Karaman da -şu şâzz görüş canının istediğiyle aynı olduğu için- onlara uydu. Biz burada O‘nun bu fetvâsını ele alıp tahlîl edeceğiz.[2]

Müctehidler müctehidi(!) Sayın Karaman, canı isterse, istediği zaman en büyük müctehidlerin -değil yalnız kaldıkları ictihadlarını- tamamının icmâ’ını bile bir yana atar; istediği şâzz görüşü seçip beyan edebilir. İstediği zaman da onların ictihadlarından birini bilir bilmez, anlar anlamaz, kavunun erginini keleğinden ayırmaktan da beter bir usûlle seçip bazen diğerlerini ilmî ağırlıklarına bakmadan, bazen de bakamadan bir yana atıverir. Çünkü kitâblardakiler, -görüşüne uymazsa- kat’î naslar ve som hâkîkatler bile olsalar O’nun için mühim değildirler; uyduktan sonra da şâzz bile olsa inkâr edilemez hüccetlerdir.
Îman sâhibi olan kimse dînin hükümlerinin değişmesi diye bir şeyi hiçbir şekilde aklına bile getiremez; ama sayın Karaman temel bir felsefe olarak bunu kabullenebiliyor. Dînin hükümleri, isteyenin ve gücü yetenin istediği zaman buruşturup çöp sepetine fırlattığı ve başkalarını yaparak piyasaya sürdüğü benzer beşeri kanunlar mıdır ki, değişsinler.

Karaman, İbnü’l-Kayyım’ın, (zamanların, yerlerin, hallerin, niyyetlerin ve âdetlerin teğay-yur ve ihtilâfına/değişik olmasına göre fetvâların başka ve farklı olması hakkında bir bölüm) diye attığı başlığı,[3] (Adetlerin, niyetlerin, durumların, mekânların ve zamanların değişmesi sebebiyle dînin hükümlerinin değişmesi) şeklinde, belki kendi felsefesine uyan bir tarzda ve dikkatsizce -belki de dikkatlice- yanlış anlaşılacak bir biçimde tercüme ediyor. Böylece dîni, canının istediği kalıba sokmakta beis görmeyen dünyaperest, maddeci bir anlayışın canlanması ve kabul görmesinin önü açılmış oluyor.
Dîn, hükümlerini, değişik niyet, hal, zaman ve mekanlara göre başta farklı olarak koymuştur. Sonradan beşer tarafından bunların değiştirilmesine imkân ve fırsat bırakmamıştır. Örf ile alakalı bir takım sınırlı değişiklikler baştaki sâbit belli hükümlerin değiştirilmesi değil, o hükümlerin Şer’î müsaade çerçevesindeki bir takım şeklî tezâhürleridir. (Hükümlerin değişik olması) ifâdesinin ilim sâhiblerince kabûl edilebilir biçimi ve muhtevâsı bu şeklî farklı oluşlardır. Dînin örfe ayırdığı bu dar sahâyı örfün dışına taşırmak, dînle oynamak ve zındıklıktan başka bir şey değildir. Üç günlük dünya hayatında bir kuruş bile etmeyen dünyalık hedefleri gözeterek böyle bir yola girmekle, dîni sulandırarak yok etmek isteyen dîn düşmanlarının gözdesi, hatta maşası olunabilir, ama bilhassa şu kelimenin tam manasıyla süflî iş, Allah celle celâlühû’nun dayanılmaz azabını hak etmeye değer mi? Statikliğin mukabili/alternatifi sululuk ve sulandırmak, sonunda da gazlaştırıp buharlaşmak ve buharlaştırıp yok etmek midir? Yâhud, yerinde duramamak, kıpır kıpırlık veya zıpır zıpırlık mıdır? Yazıklar olsun…
Dört mezhebin müctehid-lerinin dediklerini bir yana atan İbnü Teymiyye’nin ve İbnü’l-Kayyim’in ve onların kör taklidçile-rinin işe yaramayan şâzz ictihad-larının ne kıymeti-i harbiyesi olabilir? Ama, günümüz Müslümanlarının büyük bir kısmının kılavuzları kargalar… Olanlar da işte bundan oluyor…
Hayızlı iken tavâf etmeye gelince… Bu bahsi Allâme Muhaddis Yûsuf el-Bennûrî’nin Tirmizî Şerhi Meârifu’s-Sünen’inden isti-fâdeyle hulâsa etmeye çalışacağız. Sözünü ettiğimiz yerdeki ma’lûmât ayrı bir tahkîke ihtiyâc bırakmayacak mükemmelliktedir. Me’ hazların da çoğu O’na âiddir:

Bu, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve dört mezheb müctehidine göre yasaktır. Haramlığında hiçbir aykırı ictihâd da yoktur. Üç mezhebe göre tahâret (abdestsizlikten, cünüblükten, hayızdan ve nifastan temizlenmek) tavâfın sıhhat şartı olub, taharetsiz farz tavâf sahîh ve kabûl olmaz. Ebû Hanîfe mezhebine göre ise, şart olmayıp vâcib olduğundan bu tavâfı taharetsiz yapmak haram veya tahrîmen mekrûh olmakla beraber sahîh-dir; lâkin, işlenen cinâyet’in cezası olarak abdestsizin bir koyunu, diğerlerinin de bir deveyi kesmesi lâzımdır.. Yani, taharetsiz tavâf bütün müctehidlere göre meş-rû’ değil, günahtır. Hiçbir müctehid bunu câiz görmez. Bu hüküm de değişmez. Tavâf-ı İfâze’den önce hayız gören kadının hayızdan temizlenmeyi beklemesi ve sonra tavâf etmesi lâzımdır.

İbnü Teymiyye Fetâvâ’sında[4] hulâsâ olarak şöyle diyor: İfâze Tavâfı’ndan evvel hayız gören kadın temizleninceye kadar bekler ve mümkünse temizlenip öyle tavâf eder. Bu, yollar emînse ve beklemek emir ve kâfile cihetinden mümkün olduğu zamandır. Şu zamanlarda (İbnü Teymiyye’ nin zamanı) birçok kadın değişik sebeblerle beklemek imkânı bulamamaktadırlar. Bu yüzden, bu mes’ele umûmî belvâ (hemen hemen herkesi kaplayan bir imtihân, musîbet) halini aldı. Bu sebeble şu kadın hayızlı iken tavâf yapar; Ebû Hanîfe ve kendisinden yapılan iki rivâyetten birine göre Ahmed İbnü Hanbel’in mezhebine göre bunu bir büyükbaş hayvan kesmekle de telâfî eder. (İbnü Teymiyye’den Nakil Son Buldu.)

İbnü Kudâme, bu mes’elede el-Muğnî’sinde şöyle diyor: “Hadesten ve necâsetten temizlenmek ve setr-i avret, Ahmed den gelen meşhûr rivâyette tavâfın sahîh olmasının şartlarıdır. Bu, Mâlik ve Şafiî’nin de kavlidir. Ahmed’den, tahâretin şart olmadığı, Tavâf-ı Ziyâreti tahâret-siz yaptığında Mekke’de bulunduğu müddetçe onu iade edeceği, memleketine çıktığı takdirde ise bir kurbanla telâfî edeceği de rivâyet edilmiştir. Ebû Hanîfe de bunlardan hiçbirinin şart olmadığını söyledi.” [5]

Bedâî de şöyle dedi: “Ha-desten, cünüblükten, hayızdan ve nifastan temizlenmek tavâfın câizliği için şart değildir. Bunlar bize göre farz da değildirler. Aksine vâcibdirler. Onlarsız tavâf câiz olur. Abdestsiz ise, bir koyun kesmesi vâcibdir. Cünüb ise bir bedene/büyük baş hayvan kesmesi vâcibdir…”[6] (El-Bedâî’den Nakil Bitti.)

El-Hidâye’de ve metninde (El-Bidâye’de) abdestsiz olarak Ku-dûm ve Vedâ’ Tavâfı yaptığında sadakanın vâcib olacağını, Ziyâ-ret Tavâfını abdestsiz yaptığında bir koyun, cünüb olduğunda da bedene kurban etmenin vâcib olacağını zikretmiştir. Ben (Ben-nûrî) de diyorum ki; hayızlı ve lohusa kadın da cünüb hükmündedir. (Allâme Bedruddîn el-Aynî) Umde’de[7] bunu dedi.[8] (Yûsuf el-Bennûrî’den Nakil Son Buldu.)

Görülüyor ki, İbnü’l-Kayyım, Şeyhi İbnü Teymiyye’den biraz daha ileri gidib kurban kesmek bile gerekmez diyor; ve bu ictihâdını dînin genel hükümlerine(!) ve bir takım müthiş kıyâslara dayandırırken müctehidlerin kıyâsları ile evcilik oynarcasına müctehidçilik oynayan çocukların çocuksu kıyâslarını sergiliyor.

Karaman, İbnü’l-Kayyim’den uzun uzun nakiller yapıyor. Bunları bazen tam, bazen de “özetle” veriyor. Bu özetle verişinin maksadını biz yakînen bilemeyiz. Onu Allah ve kendisi bilir. Lâkin, O’ndan naklederken “Hanefîler ve Hanbelîlere göre tavaf için temiz (olmak) namazın şartı gibi bir şart değildir; kurban kesilerek telafi edilebilecek bir ödevdir (vâcib)“ demesi insanı düşündürüyor. Burada affedilmez bir hata veya “İlim ahlâkı” ile bir arada bulunamayacak ilim hıyâneti var. Tahâret Ahmed İbnü Hanbel’e ve Hanbelîlere göre şarttır.

(وفي رواية عن احمد)/“Ve fî rivâyetin an Ahmed…”/”Ahmed den gelen (zayıf bir) rivâyette de şart değil vâcibdir.” Nitekim İbnü Kudâme ve diğer Hanbelîler bu hakîkati açıkça söylemektedirler. Nitekim el-Muğnî’den yapılan nakil yukarıda geçti. Hattâ İbnü’l-Kayyım bile “Ahmed’den yapılan iki rivâyet-ten birinde” ifâdesini kullanmaktadır. Sonra da bu (şart değil vâcibdir) rivâyetinin “O’ndan yapılan enass/en sağlam rivâyet olduğu”nu gelişi güzel olarak ifâde ediyorsa da, bu ibâreden -hiçbir ilim ve akıl sâhibine göre- “Hanbelîlere göre şart değil vâcibdir” manâsı çıkmaz; bu onlara yapılan açık bir iftirâdır. Evet, “özet” yapılabilir; ancak bu ma’nâyı ihlâl etmeyecek şekilde olursa câiz, değilse kasıdlı olduğu takdîrde affedilmez bir ilim hatâsı, aksi halde “bühtân” olur. Sonra vâcib mekteb talebelerine verilen bir “ödev” değil, mutlaka yapılması gereken, terki günâh olan, ama inkârı kişiyi kâfir yapmayacak “ictihâdî bir farz” demektir. Mes’elenin ağırlığını yok edecek bir kurbağa veya Ecevit dili îcâbı olarak “ödev” kelimesinin seçilmesindeki maksadını Allah’a havâle ediyoruz.

Karaman İbnü’l-Kayyım’dan şu nakli yapıyor:

İbnü’l-Kayyım şöyle diyor: “Diğer ibadetlerde nasıl yerine getirilmesi imkânsız veya zor olan şartlar ve kısımlar düşüyor, muaf hale geliyor, geri kalan (mümkin olan kısmı) yapılıyorsa, Hac’da da bu durumda temizlenme şartı kalkar ve kadın hayızlı olarak tavâfını yapar, kasden bir eksiklik veya aykırı davranış bulunmadığı için kurban kesmesi de gerekmez. Dînin genel kuralları bizi bu sonuca ulaştırmak-tadır.”
Bu çözüme göre, hayızlının hem mescide girmesine, hem de temizlenmeden tavâf etmesine imkan veriliyor, halbuki bunlar Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz tarafından yasaklanmıştır şeklindeki i’tirâzın cevabı şudur: Hayızlı kadın güvenlik vb. mecbûrî hallerde veya girip orada beklemeden öteye geçme niyetiyle mescide girebilir. Burada da tavâf zarûreti için mescide girer. Tavâf için temizlenmenin şart olması husûsunda -başta açıklandığı gibi- ihtilâf vardır. Hayızlı olarak tavâf eder ve bir kurban keser, diyenlere göre temizlenme tavâfın sıhhat şartı olmuyor. Burada temizlik kasten terk edilmiyor. Bir mazeretten dolayı terk ediliyor. Bekleme imkânı olmadığı için de Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin yasağına aykırı hareket edilmiyor. Bu çözümde Şerîat’ın dışına çıkılmıyor. Şerîat’ın -normal şartlara ait olan- bir kuralı diğer kuralları ile birlikte değerlendirilerek sınırlandırılıyor, mes’-ele bundan ibarettir.[9] (Karaman’dan Nakil Bitti.) Şuradaki naklin tırnaksız kısmının kime âid olduğu pek belli değilse de İbnü’l-Kayyım’ın ifâdelerinde öz olarak vardır ve Karaman’ın kabûllendiği bir netîcedir. İbnü Teymiyye’nin ve gölgesi İbnü’l-Kayyım’ın bütün bir Ümmet’e karşı sarf ettikleri hezeyânlarını bir yana bırakıp Karaman’ın dediklerini ele alalım.

Biz de diyoruz ki:

Nereden başlasak ki? Bunlar naylon müctehidlerin mesnedsiz kıyâslarıdır… Çünkü,

Bir: Diğer ibadetlerdeki imkânsız veya zor olan şartların hepsi değil, bir kısmı düşüyor. Kimisinin halefi geliyor, kimisi de gerçekten düşüyor, ama bunları gene nasslar gösteriyor. Gelişi güzel mantık yürütmeler ve saçma kıyâslamalar değil.

İki: “Kasten bir aykırı davranış bulunmadığı için kurban kesmesi gerekmez” demek, kasıtsızlık her mes’ûliyyeti kaldırır demekse bu koca bir kara câhilliktir. Zîrâ kasıtsızlık birçok noktada mes’uliyyeti hiç düşürmese, bazı noktalarda ise kısmen düşürse de tamamen düşürmez; bazen de günahı düşürse bile, cezayı düşürmez.

Allâme Muhaddis Bennûrî, Allâme Muhaddis Keşmîrî’den naklettiğine göre, büyük Muhaddis ve Müctehid İmâm Tahâvî Şerhu Meâni’l-Âsâr’ında, hâsılı/özü ve hulâsası şu ifadeler olan sözleri söyledi: Şerîat bir şeyi namazda câiz gördüğü vakit o şey namazı bozmaz. Bu haccda böyle değildir. Çünkü hacc vazîfelerinde niceleri vardır ki, zarûret îcâbı mübah olurlar. Ama onlar yüzünden, dünya hükümlerinde cezâlar vâcib olur. Nitekim, başında rahatsızlık olan kimseye başını traş etmesi mübah kılınmıştır. Bununla beraber ona fidye de vâcib kılınmıştır. Allah sübhânehû ve teâlâ şöyle buyurdu: (Artık kim sizden hasta olur veya başından bir rahatsızlığı olursa, o takdirde oruç tutmaktan, yâhud sadakadan veya nüsük(koyun kurban etmek)’den bir fidye vardır.)[10] Ve nitekim muhsar olana nasıl ihramdan çıkmak mübâh kılındı ise de gelecek sene kaza ona vâcib (farz) olur.

Şeyhimiz (Keşmîrî) şöyle dedi: Bu son derece güçlü bir sözdür. Artık sübût buldu ki, anlatılmak istenen cezanın olmadığı değil, günahın olmadığıdır… İmâm Tahâvî,[11] İhramlı kimsenin giyeceği elbiseler babında ihramlıya yasak olan şeylerin mübahlığı cümlesinden olarak birçok misaller anlattı. (Tahâvî’-nin) söylediklerinden bir takımları şunlardır: “Gördük ki, ihram, ihramdan önce mübâh olan bir takım şeyleri yasaklamaktadır. Entâri, sarıklar, ayakkabılar, şalvarlar ve bornozlar bunlardandır. Mecbur kalıp da sıcaklık duyarak başını kapatan veya soğuk duyup da elbisesini giyen, işlenmesi mübâh olan bir işi işlemiştir ve bununla beraber ona keffâret lazım gelir…

(Tahâvî) yine aynı kitabın, Haccda, Ihsâr’a maruz kalan[12] kimse babında[13] şöyle dedi: Sonra Allah azze ve celle, kendinden önce gelen sebebler ve içinde işlenen sebeblerle namazı farz kıldığı kimseye şu şeyde ondan engellendiğinde ma’ziret/mazeret koymuştur. Su bulunmaması halinde teyemmümü, elbise bulunmaması halinde de çıplak kılmayı koymuştur. Kıbleden engellenen için kıbleden başka tarafa doğru namaz kılmayı koymuştur… Bu, Tahâvî’nin sözünün kısaltılmış hâlidir.[14] (Yûsuf el-Bennûrî’den Nakil Bitti.)

Şu halde elde olmayan ma’ziret/mazeret, sâir ibadetlerde bazen günahı, çoğu kez de hem günahı hem de cezayı gerektirse de bu Hacc’da tam tersinedir. Bakara 196. âyet bunu açıkça ifâde etmektedir. Öyleyse ortada fârika rağmen bir batıl kıyâs vardır.

İmâm Tahâvî, Şerhu Meânî’l-Âsâr’ında, Selef’den, elde olmayan sebeblerle meydana gelecek eksikliklerden dolayı bir takım dünyevî cezâların verileceğini, bazen de Hacc veya Umre’nin tekrâr edilmesi lâzım geldiğini naklediyor: Düşmanın hacc ibadetlerinden, tavâftan engellediği kimse (muhsar)’nin ihramdan çıkması mübah ise de, âyetle anlatıldığına göre noksanı mümkün olabilen Hedy kurbanı ile telâfi eder.

Haccac b. Amr: “Kimin ayağı topal hale gelir veya kırılır da yürüyemez hale gelirse, ona ihramdan çıkması helâl olur. Üzerine başka bir hacc lazımdır.”

Kimileri bunun zâhirine bakarak ihramdan çıkmak için hedy kurbanı kesmeyi şart koymadıysalar da, başkaları onlara karşı çıkarak bunun ancak hedy kurbanı kestikten sonra olabileceğini söylediler ve buna dair Musevver b. Mahreme, Abdullah b. Ömer radıyallâhu anhumâ’dan yaptıkları rivayetleri getirdiler.
“Muhsar olursanız, mümkün olan Hedy kurbanı kesmek vardır (vâcibdir.)”

Alkame’den: Bir arkadaşımızı umre için ihramdayken yılan soktu. Bu bize meşakkatli geldi. Abdullah b. Mes’ûd ile karşılaştık. (arkadaşımızın) işini ona söyledik; O şöyle dedi. “Bir hedy kurbanı gönderir. Arkadaşlarıyla anlaşır. Onun namına o hedy boğazlanınca o ihramdan çıkar.”

Abdurrahman b. Yezid’den: Abdullah (İbnü Mes’ûd), (yılan soktuğu için vazîfesini ikmâl edemeyen için) “sonra onun üzerinde gelecek senede bir umre vardır” dedi.

İbnü Ömer radıyallâhu anhü-ma’dan şöyle dediği rivâyet edildi: “Muhsar/hac vazîfelerini yapmaktan engellenen kişi tavâfı ve Safâ ile Merve arasındaki Sa’y’ı yapmadıkça ihramdan çıkamaz. Eğer elbise giymeye, ilaç kullanmaya mecbûr kalırsa bunları yapar ve fidye verir.”[15]

Üç: Cünübün mecbûriyet halinde mescide girebileceği nassla sâbittir. Hacc’da ise mecbûriyet halinde de olsa ihramlıya yasak işler işlendiğinde belli cezaların gerekliliği âyet ve hadîslerle sâbittir. Öyleyse ikisi hüküm bakımından ayrı şeylerdir. Buna rağmen bunları birbirine kıyâs etmek câhilliktir. Çünki bu iş sonradan ortaya çıkan bir şey değildir ki, Ümmet’in âlimleri kıyâsla da olsa şu hükmü açıklamış olmasınlar. Böyle olmadığı gibi tam tersi bir ictihâd beyân etmişlerdir. O halde dört mezheb müctehidlerinin çoğuna (Cumhûru, Şafiî, Mâlikî ve meşhûr rivâyette Hanbelî âlimlerine) göre hayızlı olarak yapılan Tavâf-i İfâze geçersizdir; dolayısıyla da Hacc geçersizdir. Hanefîlere göre ise, günah olmakla beraber sahîhdir; ama işlenen bir cinâyet olduğu için bir büyük baş hayvan kesmek lâzımdır.
Bunların dışında bir kanaat dört meczhebin Mürekkeb İcmâ’ı ile bâtıldır.

Dört: Ortada ilim hıyâneti vardır. Şöyle ki; “tavâf için temizlenmenin şart olması husûsunda ihtilâf vardır” sözü ilim sâhibi olmayanları ve bilhassa aklı kıt olanları büyük ihtimâlle aldatır. Çünki “şart olmamak” ifâdesi hem eksiktir, hem de avâmın dilindeki manasıyla yanlış anlaşılmaya müsâiddir. Eksiktir; çünki,“Şart değil”, ise de “vâcibdir; terki günahtır, cezâyı îcâb ettirir.” İkinci kısım kesilmekle ilim ehli olmayanlar şaşırtılıyor. Yanlış anlaşılmaya müsâiddir; çünki, avâm, “şart olmama”yı “olmasa da olur, Şer’î bir mahzûru yoktur” şeklinde anlar.

Bir de, Hanefîler’in “tahâret şart değil, vâcibdir” demelerinden kalkılarak yanlış netîcelere varmamak lâzımdır. Hanefîler, iddiâ edildiği gibi hayızlı olarak tavâf eder ve bir kurban keser, demiyorlar; Böyle bir isnâd onlara yapılan bir bühtândır/iftirâdır. Onlar, hayızlı olarak tavâf ederse, cinâyet işlemiş olur ve bir kurban keser, diyorlar. Altı çizilen iki ibâreye dikkatle bakılırsa, ortada hâince bir aldatmacanın, değilse, kötü bir câhilliğin olduğu açıkça görülecektir…

Beş: Karaman abdestsizin, cünübün ve hayızlının Mushaf’a dokunabileceğini İbnü Hazm’dan harâretle naklederken,[16] nedense bu mes’elede böyle yapmıyor. Çünkü İbnü Hazm burada, bulunan nass sebebiyle hayızlının tavâf yapamayacağını açıkça söylemektedir.[17]

Netîce

Hâsılı, Hayızlı kadın, sâbit ve sahîh nasslara ve Hak mezheble-rin âlimlerinin tamâmına göre tavâf yapamaz. Yaparsa, Çoğuna göre hem haccı kabûl olmaz hem haram işlemiş olur. Bir kısmına (Hanefîler’e) göre de haccı sahîh olsa da cinâyet işlenmiş olur. Şu husûstaki icmâ’ı bir yana atıp, Ümmet’i İbnü Teymiyye ve İbnü’l-Kayyım’a uydurmak ilim hâinliğidir. Mes’elenin zarûret yanının olmadığı, yukarıdaki Merfû’ ve Mevkûf rivâyetlerde ve İslâm ulemâsının sözlerinde geçmişti. Üstelik sözü edilen müşkilâta, dönüşleri -en çok bir hafta geciktirmekle- çare bulunabilir. Hal böyle iken burada -değil hakîkî zarûret’ten- maymuncuk hâline getirilen zarûret’ten bile bahsedilemez. Diyânet’in veya şirketlerin kasasına biraz daha fazla paranın girebilme sebebi ve gerekçesi, hangi dîn, ilim ve akıl ölçülerine ile zarûret i’lân edilebiliyor?. Biraz daha fazla kazanmanın bir zarûret olduğu Makyavelli’nin kitâbından başka hangi kitâbda yazıyor?. Kimsenin Müslümanların dîni ile oynamaya hakkı yoktur. İllâ da bir şeylerle oynamak arzûsunda olanlar, gitsinler bir tenhâ yerde Müslümanları alâkadar etmeyecek şeylerle, kendilerine âid nesnelerle oynasınlar; bu onların bileceği bir husûsdur…

[1] Hayrettin Karaman: Gerçek Hayat, 14 Haziran 2005, sayı 260.
[2] Gerçi O, bize gönderdiği bir yazısında, ben ise sizi ve hocanızı -ilim ahlakı bakımından- beni anlayacak, tartacak, değerlendirecek seviyede görmüyorum, diyor. Bu sözü, ne acıdır ki, kat’î bir doğrudur… Çünkü hakkı görmek için kör veya şaşı olmayan bir göze de ihtiyâç vardır… Musîbet işte buradadır… Görmemek üç sebeble olur: Birincisi körlük veya şaşılık, ikincisi, görülecek şeyle göz arasında göstermeyecek perde bulunması, üçüncüsü de görülecek bir şeyin gerçekte sâbit olmaması… Görenler Allah için konuşsun… Biz ilim ve ahlakda kemâl ve hattâ vasat seviye iddiâsında olacak kadar -hamd olsun- câhil ve ahlaksız değiliz. Hakîkî ilim ve ahlâk nümûnelerinin şaşırtıcı seviyelerini kitâblarda okurken ve bizzât görürken bu dediğimizin aksi düşünülemez. Ancak, sallanarak yürüyüp hezeyân nev’inden sözler söyleyen sarhoşun sarhoşluğunu anlamak için, Adlî Tıp Mütehassısı, ölüm derecesinde kıvranan bir hastanın hastalığını bilebilmek için de Tabîb-i Hâzık olmaya her halde ihtiyâc yoktur. O’nun istiğnâsı, isbât edilen hakîkatler karşısında yanlışta ısrârı, haklı tenkîdler sebebiyle nefsânî infiâli ve nakillerinde bilerek veya bilmeden vâki’ telbis/karıştırma üslûbu kendi ilim ve ahlâkının mi’yârı ve terâzisidir; bizim ayrıca bir şey söylememiz fazla olur…
[3] İ’lâm, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye Beyrut, 3/11
[4] [Fetâvâ: 26/225], Meârifu’s-Sünen
[5] [İbn-i Kudâme, el-Muğnî: 3/377], Meârifu’s-Sünen
[6] [Bedâî 2/129], Meârifu’s-Sünen
[7] [Allâme Bedruddîn el-Aynî, Umde: 4-546/ 2-81], Meârifu’s-Sünen
[8] Yûsuf el-Bennûrî, Meârifu’s-Sünen: 6/357-358
[9] Hayrettin Karaman, Gerçek Hayat, 14 Haziran 2005, sayı 260
[10] Bakara 196
[11] İmâm Tahâvî, Şerh-i Meâni’l-Âsâr: 1/32
[12] Hacc ibadetini yapmaktan düşman, hastalık vb. sebeblerle engellenen.
[13] İmâm Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr: 1-367
[14] Yûsuf el-Bennûrî, Meârifu’s-Sünen: 6/214-215
[15] Geniş bilgi için, Şerhu Meânî’l-Âsâr’ın Ihsâr bahsine mürâcaat edilsin; bunlar oradan seçilmiştir:1/453-455 (Pakistan, Mültân baskısı)
[16] Bu bahsi de ileride -inşâellâh- ele alacağız.
[17] İbnü Hazm, el-Muhallâ:7/180

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu