Tasavvuf

Ehliyetsiz ‘Şeyh’lerin Durumu: Ehil olmadan irşada kalkışanların uhrevi durumları nedir?

Yahûdîler dediler ki: Hıristiyanların, dayandıkları bir şeyleri yoktur.” Hıristiyanlar da: Yahûdîlerin, dayandıkları bir şey yoktur.” dediler. Hâlbuki onlar da kitabı okuyorlar, onlar da hiçbir şey bilmeyenler de aynı sözü söylediler. Artık, Allah, bu ihtilâf ettikleri şey hakkında kıyâmet günü aralarında hükmünü verecektir.” (Bakara s. 113)
İyi bilmelisin ki her grup ve her fırka, kendilerinde olanla öğünür durur. Bu durum, yalnız sapık fırkalara mahsûs değildir; aksine bir sûfi ile diğer sûfi, şeyh ile şeyh ve âlimle diğer âlim arasında da cereyân eder. Binaenaleyh, her grubun karşı tarafı hata ile suçlaması, devam eder gider. En iyisi, hidâyete tâbî olmaktır.
Büyüklerden biri demiştir ki; kim nefis terbiyesi yapmadan, dünya ve âhireti tanımadan, sırf basit dünya menfaati için gönül sâhibi ve irşâd ehli olduğunu iddiâ ederse bunun cezâsı:
Resûlullah (s.a.v.)’ın Mi’râc Gecesi gördüğü kadınların cezasının kat kat fazlası olacaktır ki; bu kadınlar, makaslarla göğüslerini kesmektedirler. Efendimiz (s.a.v.):
“Bunlar kimdir?” diye sorduğunda, Cibrîl (a.s.):
“Bunlar, zinâ yoluyla çocuk dünyaya getirenlerdir.” diye cevab vermiştir.
Buna dayanarak delîlsiz dava bâtıldır. Delîlsiz iddiânın sâhibi, hem kendi sapmış hem de başkalarını sapıtmış olur. (Mânevî yoldan kendisine böyle bir vazife verilmediği hâlde) Şeyhlik iddiâ eden; zinâ yapan kadına benzer, onun hevâsına tâbi olan da veled-i zinâ gibidir. Böylece, ehil bir terbiye edicisi olmadığından veled-i zinâ, hükmen helâk olmuş demektir. Bid’ata tâbi olmanın neticesi bi’dat ve küfürden başka bir şey değildir.

VELÂYET MAKAMINI İSTİSMÂR

Evliyâullah’ın ve mürşid-i kâmil olan şeyhlerin insanlar, tarafından sevildiğini ve sayıldığını gören; bazı kişiler, manevîyat ve irşad makamını istismâr ettiler.

Kendileri, gerçek manâda evliyâ ve mürşid-i kâmil olmadıkları halde; evliyâlık ve şeyhlik iddia ettiler.

Şeyhlik postuna oturdular.

Evliyâlık tasladılar.

Helak oldular.

Evliyâullâh’tan dolayı üç kişi, sapıtabilir:

1-Evliyâullâh’a eziyet eden, düşman ve evliya’yı sevmeyenler.

2-Evliyâullâh’ı olduğu derecesinden ziyâde bir makama çıkaran sevgide çok aşırı gidenler.

3-Evliyâullâh olmadığı halde, insanlara

-“Ben şeyhim!”,

“Ben evliyâyım!” ve

“Ben ermiş insanım” diyen veya bu havâyı vererek ya da böyle bir imâ’da bulunarak, halkı çevresine toplayan ve onların gerçek mürşid-i kâmili bulmalarına mâni olan, müteşâyih ve şeyhlik taslayan maddeperest kişiler “aduvvullâh” (Allâh’ın düşmanları)dır.

Onların iman ve nikahlarından korkulur. Çünkü ermediği ve evliyâ olmadığı halde şu veya bu sebeple şeyhlik taslayanlar, dini ve halkın temiz duygularını istismâr eden mal, makam, mevki, şöhret, çıraklık ve dünyalık peşinde koşanlardır.

Gerçek bir evliyâ olmadan herhangi bir sebeple ben evliyâyım ve mürşidim diyenlerin âhirette görecekleri azab zinâkâr kadınların azabından daha çetin ve daha kötü olacaktır. Bu tür şeyhlerin müridleri de veledi zinâdır. Terbiyeleri mümkün olmayan sokak çocuklarıdır. Cümlesine yazıklar olsun! Allâh hidâyet nasip etsin

Evliyâlık İddia Etmek

Evliyâullah, Allâhü Teâlâ hazretlerinin yüce ahlakı üzere olan kişiler olduklarından, her yerde en çok sevilen, sayılan ve takdir gören kişilerdir.

Evliyâullah, her zaman cazibe merkezidirler.

Evliyâullah, insanları hep kendilerine çektiler.

İnsanlar, Allâhü Teâlâ hazretlerinin sevgili bir dostunu bulup ondan dua isteme yolunu araştırdılar.

Halkın, evliyâullaha olan alâkasını ve bağlılığını bilen bazı kötü niyetli insanlar, toplumda evliyâlık taslamaya başladılar.

Riyâkârlık ettiler.

Kendilerine evliyâullah süsü verdiler.

Sarık, cübbe, yeşil renkli elbiseler ve benzeri kisvelerle kendilerine halktan ayırdılar.

Ahiret ameliyle dünyevî çıkar elde etmeye başladılar.

Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdu:

مَنْ طَلَبَ الدُنْيَا بِعَمَلِ الَآخِرَةِ طُمِسَ وَجْهُهُ وَمُحِقَ ذِكْرُهُ وَأُثْبِتَ إِسْمُهُ فِي النَّارِ

Kim ahiret amel (ve işi) ile dünya (malı kazanmayı) dilerse yüzünün güzelliği değişir, onun zikri (ve virdi) silinir. Ve ismi cehennem ateşinde sabit kılınır.[1]

Evliyâlık Makamı

Beyâzid-i Bestâmî (k.s.) hazretleri buyurlar:

Bir zaman; “Artık ben, zamânın en büyük evliyâsıyım.” düşüncesi kalbime geldi.

Hemen buna pişman olup gönlüm hüzünle doldu.

Şaşkınlık içerisinde Horasan yolunu tuttum.

Bir müddet gittikten sonra; “Allahü teâlâ hazretleri, beni, kendime getirecek birini bana gönderinceye kadar buradan ayrılmayacağım.” diye niyet ettim ve orada üç gün bekledim.

Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen biri geldi.

“Nereden geliyorsun?” dedim.

“Sen niyet ettiğin zaman üç bin fersah uzakta idim.

Oradan geliyorum.

Kalbini koru.

“Zamânın en büyüğü benim.” gibi düşünceleri hatırına getirme!” dedi ve kayboldu.

Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâ hazretlerine yalvardım.

“Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur.” diye ilhâm olundu.

Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim.

Bundan sonra bana;

“Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere;

“Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı.

Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Aslâ izin alamazsınız.” diye bildirildi. [2]

Havada Uçan Dervişi İrşad Etti

Behâeddîn Buhârî hazretleri Kâbe’yi ziyârete giderken, Horasan’a uğramıştı.

Orada Hâce Müeyyiddîn adında bir zâtın evinde misâfir olup, birkaç gün kaldı.

Bu sırada bir gün, Kârubanî saray mesîresine gitmişlerdi.

Orada huzûruna bir derviş geldi.

Dervişe iltifât edip;

“Bunlar bizim sevdiklerimizdendir, fakat bizi tanımazlar.” dedi.

Sonra o dervişi yanına alıp, misâfir kalmakta olduğu eve götürdü.

Ev sâhibi yemek koyunca, ev sâhibine;

“Bugün şehrimizdeki Allah dostlarından birini bulup getirdim. Müsâade ederseniz bizimle birlikte yemek yesin.” dedi.

Ev sâhibi;

“Hay hay efendim, emrediniz, sofraya gelsin.” dedi.

Bunun üzerine o derviş de sofraya oturdu.

Yemekten sonra sohbete başladılar.

O derviş ile tarîkat hâllerinden ve hakîkat sırlarından bahsettiler.

Bir müddet sohbetten sonra, o derviş müsâade isteyip, gitmek üzere kalktı.

Oradan, havada uçarak ayrılıp gitti.

Behâeddîn Buhârî, dervişin bu hâline tebessüm edip;

“Bu kolay iştir.” buyurdu.

Yatsı namazı vaktinde, o derviş tekrar geldi.

Behâeddîn Buhârî ona uçarak ayrılıp gitmesini sorarak;

“Allah dostlarının yanında böyle işler mûteber değildir.

Allahü teâlâ bâzı kullarına öyle sırlar ihsân etti ki, bu sırlardan birini insanlara gösterse, halk perişân ve mahvolur.” buyurdu.

Derviş zât;

“Ben, kırk beş seneden beri denizlerde ve karada dolaşırım, söylediğiniz gibi tasarruf sâhibi bir zât bulamadım.

On defâ Kâbe’yi, on defâ da Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret ettim.

Bahsettiğiniz sırlardan hiç birinin kokusunu duymadım.” dedi.

Behâeddîn Buhârî hazretleri o dervişe;

“Bir an bana teslîm olursan, sana nice sırları koklamak nasîb olur ve âlemde öyle kimse olup olmadığını anlarsın.” buyurdu.

Derviş;

“Peki” deyip teslîm oldu.

Yanına oturdu.

Şâh-ı Nakşibend (k.s.) hazretleri, şehâdet parmağı ile dervişe dokundu.

Derviş kendinden geçip yere yıkılıverdi.

Nefesi dahi kesildi. Bir müddet öylece kaldı.

Sonra şehâdet parmağını dervişin alnına dokundurdu.

Derviş kendine gelip kelime-i şehâdet getirerek kalktı, özür ve af dileyerek;

“Câhillik ettim. Sizin gibi Allah’ın sevgili bir kulunun huzûrunda edepsizlik ettim.

Uygunsuz sözler söyledim.

Kerem ve ihsân ediniz, küstahlığıma bakmayıp, beni bağışlayınız ve terbiye ediniz.

Bunca zamandır gezip dolaştım ve hep sizin gibi kemâl ehli bir büyük âlim aradım.

Şimdi himmetiniz bereketiyle aradığımı buldum.” dedi.

Bunun üzerine Şâh-ı Nakşibend (k.s.) hazretleri;

“Bu mertebeye erişmek için, Allahü teâlânın rızâsına uygun amel işlemek ve O’nun sevgili bir kuluna teslîm olmak lâzımdır.” buyurdu.

Derviş dedi ki:

“Emriniz başım üstüne, emir buyurun, hizmetinizde Kâbe’ye gideyim.”

“Sen on defâ Kâbe’ye gitmişsin.” buyurunca;

“Sizinle gitmeyi arzu ediyorum.” dedi.

Dervişe dedi ki:

“Senin için hayırlı olan şudur:

Sen Herat’a git ve bize bağlılığını sürdür.

Derviş söz dinleyip, Herat’a gitti. [3]

Evliyâ Olduğunu İddia Etti

Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) hazretlerinin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapıldı.

Şeyhlik iddia etti.

Evliyâullahtan olduğunu söyledi.

“Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı.” deyip kendi başına bir yere çekildi.

Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir rüyâ gördü.

Rüyâsında, bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini gördü.

Bu rüyâyı hakîkat zannedip, kibiri daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı.

Onlar da Cüneyd-i Bağdâdî’ye arzettiklerinde, Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anlatılan kimsenin yanına gitti.

Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış, Ona;

“Seni bu gece Cennet’e götürürlerse, Cennet’e vardığında üç defâ Lâ havle oku.” buyurdu.

Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet’e götürdüler.

O kimse Cennet’e vardığında üç defâ Lâ havle okudu.

Gördüklerini ve kendisinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu.

Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü.

Uyandığında gördüklerini hatırladı ve içine düştüğü hatâyı anladı.

Çok pişman olup tövbe etti ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip, talebeler arasındaki yerini aldı.

Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:

“Herkese bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel’ûn şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur. [4]

İddia Sahibinin Sonu

İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) hazretleri, Ruhul-Beyan tefsirinde anlattı:

(Erdiğini) iddia eden bir murid:

-“Şeyhim, bu tarikattaki makâmı, elde ettiğim manevî dereceleri, halifeliğe lâyık olduğumu ve irşâd makamına tayin edilmeye hakkettiğimi bilmektedir. Fakat şeyhime ne oluyor ki, benim icâzetimi vermiyor!” dedi.

Şeyhi onun bu konuşmasını işitince, birkaç gün hizmetlerde kullandı.

Bu sofuda hizmetten tembellik zâhir oldu.

Şevk ve tam bir gayretle hizmet edemedi.

Şeyh onun halini gördü.

Şeyh, muridin icâzete lâyık olmadığını söylerek şöyle buyurdu:

-“Halka (yaratılmışlara) hizmet etmeye gücü yetmeyen bir kişi, Hâlik Teâlâ hazretlerine (yüce yaratıcıya) nasıl hizmet etmeye kaadir olabilir?”

Bak! O büyük üstad nasıl, halka hizmet etmeyi Hâlik Teâlâ hazretlerine hizmet etmenin sebeblerinden kıldığını gör!

Allâh’a vâsıl olmanın yolu da böyledir…[5]

Şeytanın Maskarası Olan Sahte Şeyhler ve Câhil Müritleri

Harbutî (k.s.) hazretleri buyurdu:

قَدْ وُرِدَ لِكُلِّ قَامٍ هَادٍ وَلَكِنْ وُجُودِ هَذَا الشَّخْصِ إِنَّمَا هُوَ بِمَحْضِ عِنَايَةِ اللّٰهِ وَتَوْفِيقِهِ

وَقَدْ آلَ الْأَمْرُ فِي هَذَ الزَّمَانِ إِلَي مَنْ لَمْ يَكُنْ مُرِيدًا قَطُّ يَدْعِي الشَّيْخُوخَةَ وَيُجِيزُبِهَا لِإِنْتِشَارِ ذِكْرِهِ وَشُهْرَتِهِ وَكَثْرَتِ مُرِيدِهِ وَقَدْ جَعَلُوا هَذَا الشَّانُ الْعَظِيمِ لُعْبَةُ الصِّبْيَانِ وَ ضَحَكَةُ الشَّيَاطِينِ حَيْثُ يَتَرَاوَثُونَهُ وَاِذَا مَاتَ وَاحِدٌ مِنْهُمْ يَجْلِسُونَ ابْنَهُ مَقَامَهُ صَغِيرًا اَوْكَانَ كَبِيرًا وَيَلْبِسُونَهُ الْخِرْقَةَ وَيَبَرَّكُونَ بِهِ وَيَنْزِلُونَهُ مَنَازِلَ الشُّيُوخَ فَهَذِهِ مُصِيبَةٌ قَدْ عَمَّتْ وَلَعَلَّ هَذِهِ الطَّرِيقَةَ قَدْ تَمَّتْ وَانْدَرَسَتْ آثَارُهَا وَاللّٰهُ أَعْلَمُ بِأَخْبَارِهَا

-“Her kavmi hidâyete davet eden bir mürşidi vardır. Lakin bu şahsın (mürşid-i kâmilin) varlığı, sadece ve sadece Allâhü Teâlâ hazretlerinin inâyeti ve tevfikı (başarı vermesi) iledir.

Bizim bu zamanımızda gerçekten durum çok değişti. Bu zamanda asla mürid olan kimselerin, kimselerin şeyhlik iddia ediyorlar. Adı ve şöhreti yayıldığı ve müridleri çok olduğu için şeyhlik iddiasıyla (halktan) çırağlık alıyor.

(Bu zamanın câhil insanları) bu şanı çok yüce olan (velâyet ve şeyhlik) makamanı çocukların oyuncağı ve şeytanların (bile kendisine) güldüğü gülünç bir hale getirdiler.

Öyleki velâyet ve şeyhlik makamına verâset yoluyla sahip oluyorlar.

Kendilerinden biri öldüğü zaman, ister küçük veya ister büyük olsun hemen onun bir oğlunu yerine geçiriyorlar. (Ölen kimsenin küçük veya ömrünü hep kötülükte harcamış ya da takvâ ve ihlastan yoksun câhil oğluna) tasavvuf hırkasını giydiriyorlar. Ve onu şeylerin yerine oturtturuyorlar.

İşte bu durum gerçekten büyük bir musîbettir.

Yayın bir haldedir.

Bu durum (ölenin yerine oğlunun getirilme adeti, tasavvufî ömrünü ve işlevini) tamamlayan tarikatlarda cereyan ediyor.

(Ve daha doğrusu) eserleri (nurları) sönmüş (ve inkıtâ’ya uğramış) olan tarikatlarda vardır.

Onların haberlerinin doğrusunu Allâhü Teâlâ hazretleri, bilir.[6]

Sahte Şeyhler Deccâldir

Şeyh Ali Dede Efendi (k.s.) hazretleri, “Es’iletü’l-Hikem” isimli kitabında buyurdular:

-“Deccallar ve Deccalların ümmet arasında zuhûru hakkında varid olan Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin hadis-i şeriflerinde hiç şüphesiz ilim ehlinin katında muhakkak ki Deccallar, halkı saptıran imamlar (önderler, reisler ve şeyhler)dir. Hiç şüphesiz bu zamanın tasavvuf ehli ve müteşâyihleridir. (Şeyh olduklarını söyleyen, gerçek evliyâ olmadan baba ve dedelerinin şeyhliğiyle şeyhlik iddia edenler zamanın deccallarıdır.) Bu asrımızda deccal olan mutasavvıf ve şeyhleri müşâhede etmekteyiz. O deccâl şeyhler nerede olurlarsa olsunlar; Allâhü Teâlâ hazretleri onları katletsin ve kahretsin!”

Müteşâyihe İbretle Bakmak Lazım

Müteşâyihlerin bu hakikat ve beyanlardan ibret almaları gerekir. Şeyh olduklarını söyleyen ve halkı çevresine toplayan kişilerin bundan ders almaları lazımdır. Gerçekten herkes kendisini çok iyi bilmektedir. Bu gün, dedelerinden birinin büyük evliya, alim, sofu veya mürşid-i kâmil olmasını ileri sürerek, dedesinin ocağına oturduğunu iddia ederek; şeyhlik kisvesini bürünüp halkı çevresine toplayan kişiler, “Deccâl” olmamak için, sahte evliyâlık ve şeyhlikten dolayı tevbe ve istiğfâr etmelidirler. Çünkü herkes kendi kendisini bilir.

Tanır.

Kendisinin manevî derecesini bilir.

Madde hırsından manâya dönmelidirler…

Şeyhtir, ocaktır ve evliyâ’dır, babaları ve dedeleri şöyle büyük insanlardı diyerek sahte şeyhlere bağlanan câhil ve saf Müslümanlar da bu hadisede büyük dersler vardır. Onların evliyâ zannettikleri kişiler, hakikatte deccâl’dir. Allâh’ın düşmanıdır. Ne büyük tehlike! Allâhü Teâlâ bizleri, deccâl olan müteşâyihlerin şerrinden ve fitnesinden muhâfaza etsin!

[1] Kenzu’l-Ummal: 6275,

[2] Tabakât-us-Sûfiyye; s. 67; Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s. 33; Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s. 89; Vefeyât-ül-A’yân; c. 2, s. 531; Sıfat-us-Safve; c. 4, s. 89; Nefehât-ül-Üns; s.109; Tezkiret-ül-Evliyâ; s. 86; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c. 3, s.105;

[3] Makâmât-ı Muhammed Behâeddîn Nakşibend (Selâhüddîn ibni Mübârek el-Buhârî); Reşahât Aynü’l-Hayat; s. 78; Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s. 144; Nefehât-ül-Üns; s. 418; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.16-55

[4]Tabakât-us-Sûfiyye; s.155; Hilyet-ül-Evliyâ; c. 10, s. 255; Sıfat-us-Safve; c. 2, s. 270; Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s. 98; Tezkiret-ül-Evliyâ; s. 223; Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s. 383; Nefehât-ül-Üns; s. 81; Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s. 81; Tabakât-ül-Evliyâ; s.127; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.121;

[5] Ruhu’l-Beyan tefsirinden Büyük Dini Hikayeler, s. 96,

[6] Şerhü Kasîdeti’l-Bürde, s. 6, Ömer bin Ahmed El-Harbûtî, Âmire matbaası- İstanbul-1266

(Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, MİSVAK NEŞRİYAT, İstanbul, 2014)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu