Ali Eren

Allah, (c.c.) âyette Habîbini azarlıyor mu?..

İnsanlar; inananlar ve inanmayanlar, imanlılar ve imansızlar, diğer bir ifade ile kâfirler ve müslümanlar olarak ikiye ayrılır.

Hazreti Allah Celle Celâlühû’nün sevdiği kimseler, sadece inananlar ise de insan için sadece inanmak kâfi olmayıp ibâdet etmek de gerekiyor.

Hatta sadece ibâdet de kâfi olmayıp, ibâdetlerin makbul olması için ihlâs ve samimiyetle yapılmış olması şart.

İşte ebedî kurtuluşun ilk şartı bu. Yani ihlâs ve samimiyetle ibâdet etmek.

Bunun arkasından mânevî derecelerde yükselmek gelir…

İhlâs ve samimiyetle Allah’a ibâdet edenler, farz ve vâciplerden başka nâfile ibâdetlere de devam ederlerse, nâfile ibâdetleri yapmayanlara göre daha yüksek dereceler elde ederler.

Hatta ihlâs sâhipleri arasında da derece farkları olacağından, herkes ihlâsı derecesinde sevap kazanır.

Kimin ihlâsı fazlaysa, onun alacağı sevap ona göre, derecesi de o derece yüksek olur.

Kişi, ibâdet ve ihlâsı nisbetinde belli bir dereceye gelince, mânevî dostluk makamına erişir.

Artık o bir Allah dostudur.

Biz böyle kimselere velî diyoruz.

Velî kelimesinin çoğulu “evliyâ”dır.

Türkçede birden fazla, Arapçada da ikiden fazla kişiye evliyâ denir. Halk tek kişiye de evliyâ dediği ve bu kelime dilimize artık iyice yerleştiği için, tek kişi hakkında da “Evliyâ” demek yanlış sayılmaz. Çünkü, “Galat-ı meşhûre lügat-ı fesîhadan evlâdır.”

Halk bazen velilere/evliyâya ermiş de diyor. Bu da yerinde bir kelime. Allah dostluğuna ermiş demek…

Evliyâ ve ermiş zatlar, Allah tarafından sevildikleri için, Allah (c.c.) sevdiği bu kimseleri halka da sevdiriyor.

Müslümanlar, böyle zatlara hayattayken gereken hürmeti gösterdikleri gibi, vefatlarından sonra da unutmayıp türbelerini ziyaret ediyor, onlardan şefaat ve himmet istiyorlar…

Velilerin/evliyânın şüphesiz ki hepsi aynı derecede değildir. Aralarında derece farkları vardır.

Tasavvuf lisanında, ilk evliyâlık mertebesine velâyet-i suğrâ, yüksek evliyâlık meretebesine velâyet-i kübrâ, daha yüksek evliyâlık mertebesine ise velâyet-i ulyâ deniliyor…

Çok yüksek mertebelere eren zatlar, Kutbul irşad, Kutbul aktab diye anılırlar ki, böyle zatlar azın azıdır.  Her asırda, böyle makamlara ulaşan zatlar elbette vardır.

Bu mânevî mertebelerin sahipleri, dünyadayken cennet hayatı yaşayan mübârek kimseler olup peygamberlerden sonra Allah’ın en bahtiyar kullarıdırlar.

Tasavvuf ve tarikata muarız olanlar hoş karşılamasalar da bizim duamız şudur:

Allah bizi öyle zatların şefaatından mahrum etmesin. Bizi onlarla beraber haşretsin ve bize âhirette onların sancağı altında toplanmayı nasip etsin. Âmîn.

İslam Ehl-i sünnet inancına göre, evliyâ olarak andığımız Allah dostlarının en yüksek derecede olanları, Peygamberimiz’in ashabıdır. Ashabın derecesine, onlardan sonra gelen hiçbir kimse ulaşamaz.

Hiç bir evliyâ da, derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, peygamber derecesine ulaşamaz.

İnsan çalışmakla evliyâ olabilir, ama peygamber olamaz.

Çünkü, peygamberlik çalışmakla değil sadece Allah’ın tayiniyledir.

Peygamberlik makamı, böyle çalışmakla elde edilmesi mümkün olmayan yüce ve yüksek bir makamdır.

Peygamberler arasında da derece farkları vardır. Rabbimiz Teâlâ onların bazısını bazısından üstün kıldığını haber veriyor. (Bakara sûresi, âyet: 253)

Derecesi en üstün olan peygamberler “Ulül azm” denilen peygamberlerdir. (Ahkâf sûresi, âyet:35)

Bunlar, İbni Abbas radıyallâhü anh Hazretleri’nin beyanına göre beş Peygamber olup Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed Aleyhimüsselam hazırâtıdır.

Bu peygamberlerin içinde en üstün makamın yani Makâm-ı Mahmûd’un sahibi olan da Habîbullah, Allah’ın sevgilisi olan Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri’dir… (Allah celle celâlühû şefaatından mahrum etmesin. Âmîn)

Onun makamından daha üstün bir makam olmadığı gibi, yaratılanlar içinde onun makamından daha yüksek bir makam da düşünülemez..

Şimdi yukarıdan beri anlattıklarımızı sıralayarak şöyle bir özetlemeye geçebiliriz:

En altta inançsızlar, yani kâfirler var. Bunların hiçbir üstünlükleri ve dereceleri yoktur. Onlar için derece değil dereke (sıfırın altı – cehennem çukuru) vardır.

İnanç sahipleri ise kademe kademe, derece derece şöyle sıralanıyor:

Îbâdet edenler,

İbâdetlerini ihlasla yapanlar,

İhlasta ileri olanlar,

Îhlas ve samimiyetle ibâdet ve kulluk etmekle beraber nâfile ibâdetleri de yapanlar,

Farz, vâcib, sünnet ve nâfile ibâdetlerde, hayır ve hasenatta ileri giderek evliyalık derecesine ulaşanlar,

Derecesi yüksek veliler,

Peygamberler,

Ulül azm peygamberler,

Ve son peygamber, Habîbullah/Allah’ın sevgilisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri…

Yani, insanlığın ve yaratılmışların en ucu, zirvesi, Allah’ın Habîbi/sevgilisi…

Allah (c.c.) O’nu o kadar sevmekte ve değer vermekte ki, Kelâm-ı Kadîm’inde onu bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildiriyor. (Enbiyâ sûresi, âyet: 107)

O’na itaat etmeyi, kendisine itaat kabul ediyor. (Nisâ sûresi, âyet:80)

Onun kendiliğinden konuşmadığını, tebliğ ettiği âyetlerin sadece vahiy olduğunu bildiriyor. (Necm sûresi, âyet: 3-4)

Bu gerçeklere rağmen, müslümanlar içinde gördüğümüz bazı kimseler, Peygamberimiz’in Müslümanlar tarafından lüzumundan fazla yüceltildiğini söyleyebilmekte ve Hazreti Allah’ın Peygamberimiz’i azarladığını yazabilmektedirler.

Müslümanlar Peygamberimiz’i son derece sevmeyipt de ne yapsınlar?

Lâ ilâhe illallah Muhammedür resûlüllah diyerek, adını Allah’ın ismiyle beraber andıkları zatı, Allah’dan sonra ikinci varlık olarak sevmesinler mi?

Ama bazı kimseler nedense, Müslümanların Peygamberimiz’i bu derece fazla sevmelerinden pek fazla rahatsız oluyorlar. İlim sahibi olmayanların ilk nazarda anlayamayacakları âyetleri ele alarak, Müslümanların zihinlerini bulandırmaya çalışıyorlar.

Bu kimselerin gayesi, “Allah’ın, Peygamberimiz’i azarladığını söyleyerek” Peygamberimiz’i Müslümanların zihninde küçük düşürmek değilse, nedir?

Halbuki, onların “Allah, Peygamberi azarlıyor” dedikleri âyetlerde, Peygamberimiz’i azarlama değil, ikaz ve hatırlatmalar var. Hatta azarlama var dedikleri bazı âyetlerde onların söylediklerinin tam tersi bir mânâ bile mevcut.

Bunu misallendirelim. Böyle diyenler kimler?

Peygamberimiz’in, Allah (c.c.) tarafından azarlandığını yazanlardan biri, ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu.

İslamoğlu, adı geçen kitabının 216. sahifesinde, “Tevbe sûresinin 43. âyetinde Peygamberimiz’in azarlandığını” söylüyor. Oysa mesele onun söylediği gibi değil, hatta tam tersi.

İslamoğlu’nun, Peygamberimiz’in azarlandığını söylediği âyetin meâlini görelim. O âyette Peygamberimiz’e hitaben şöyle buyuruluyor:

“Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?” (Elmalı Tefsiri, c: 4, sa: 349 sadeleştirme)

Mesele şu: Tebük Seferi’ne çıkılacaktır. Bazıları Peygamberimiz’e gelip, harbe gitmemek için mazeretlerini beyan ediyorlar. Peygamberimiz de onların söylediklerinin doğru olup olmadığını araştırmadan onlara izin veriyor. Âyet bu meseleyle ilgili.

Bu âyette, İslamoğlu’nun söylediği gibi Peygamberimiz’i azarlama falan yok. Ama bunu biz söylemeyelim de kendisinin eserlerinde sık sık kaynak olarak gösterdiği Tefsir-i Kebir müellifi Fahreddin Razî söylesin.

İslamoğlu’nun “Peygamberi’i azarlıyor” dediği Tevbe sûresinin 43. âyetinin tefsirinde Tefsir-i Kebir bakın ne diyor:

“Bu, Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber’i iyice ta’zim edip (büyüklüğünü gösterip) yücelttiğine delâlet eder. Bu tıpkı, bir adamın kendi nezdinde çok kıymetli olan birisine, “Hay Allah affedesice, benim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; benim bu sözüme karşı senin cevabın nedir? Allah sana âfiyet versin, sen benim kadrimi bilemedin” demesi gibidir. Binâenaleyh, bu kimsenin bu sözünden maksadı, o kimseyi iyice tebcil etmekten (yüceltmekten) başka bir şey değildir.”

İslamoğlu’nun ileri sürdüğü mesele yeni bir şey değildir. Tarihte, onun gibi “Peygamberimiz’in Allah tarafından azarlandığını” söyleyenler olmuştur. Fakat Tefsir-i Kebir’de Fahreddin Râzî Hazretleri onlara gereken cevabı veriyor. O cevaplar aynı âyetin ( Tevbe 43) tefsirinde zikrediliyor.

Eserlerinde iki de bir Tefsir-i Kebir’e atıf yapan Bay İslamoğlu, mesele Peygamberimiz’in azarlanması olunca, Tefsir-i Kebir’in ne dediğine hiç itibar etmiyor.

İslamoğlu, Hazreti Allah’ın Peygamberimiz’i azarladığını söylese de, ehl-i sünnet âlimleri tam tersini söylüyorlar. Meselâ büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen, bahse konu âyetin ifadesinin, Peygamberimiz’i azarlama değil aksine iltifat olduğunu söylüyor. Ömer Nasuhi’nin ifadesi şöyle:

“…Bu bir iltifattır ve söze başlamak mukaddimesidir.” (Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, c: 3, sa: 1273)

Ârifan’ın bir önceki sayısındaki yazımızda, ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarının; tasavvuf ve tarikat erbabını suçladığını söylemiştik.  Yazar, “Tasavvuf ve tarikat erbabının Hazreti Resûlüllah’ı örnek almak yerine, ona sadece bir masal kahramanı gibi hayranlık duyduklarını” söylüyordu. (Sa: 206)

Bu açık bir iftiradır, bunu geçelim.

Biz onun bu iftiraları atarken kendisiyle nasıl ters düşüp gülünç hale geldiğine bakalım.

Yazara göre, Peygamber’e hayran olmak değil onu örnek almak lâzımmış. Yine yazara göre, bu mesele Kur’an’a ve Peygamberimiz’e sorulsa, “Örnek alınması” gerektiği cevabı alınırmış. (Sa: 206)

Bunu yazan İslamoğlu, bundan birkaç sahife sonra ne yapıyor biliyor musunuz? Peygamberimiz’den bahsederken, bunun tam tersini söylüyor.

İşte birkaç sahife sonra kitabına koyduğu başlık:

Hayranlık Verici Bir Ahlâk (alâ hulukin azîm) (Sahife: 224)

Şimdi ona dönüp sormayalım mı?

Sayın İslamoğlu! Peygamberimiz’e hayran olmayı, onu örnek olmaya engel görüyordunuz. Peki bu “Hayranlık Verici Bir Ahlâk” başlığı ne?

Bu başlığa bizim itirazımız yok da, size ne oluyor? Ne bu kendi kendinizle ters düşmek?

Yoksa kitabınıza bu başlığı sizden habersiz başkaları mı koydu?

Siz birbirine uymayan şeyler yapmazsınız da. (!)

 

BU NE TEVAZU(!) BÖYLE

Adamın biri, pehlivan falan olmadığı halde kendisini büyük bir pehlivan görür, bunu da etrafa kabul ettirmek istermiş. Bunun için büyük pehlivanları nasıl yendiğini anlatmaya çalışacak ama bunu anlatmaya kalksa, kimsenin kendisini dinlemeyeceğini ve mühimsemeyeceğini de biliyormuş. O da kendince bir plan yapmış ve onu uygulamış.

Ortaya bir pehlivan lafı atıp meşhur pehlivanları övmeye başlamış. Anlattıkları doğru olduğu için halk da kendisini dinliyormuş.

Anlata anlata nihayet baş pehlivana gelmiş. Onun anlatırken, “Gerçekten büyük pehlivanmış hepsini yendi” dedikten sonra şöyle söylemiş:

Onu da ben yendim…

Gördünüz mü kurnazlığı?

En başta, “Ben baş pehlivanı yendim” dese kimse dinlemeyecekti… O da ne yapsın? Garibim kendisini öne çıkarmak için işte böyle bir kurnazlık düşünmüş.

Şimdi de İslamoğlu’nu dinleyelim ve iki hadise arasındaki paralelliğe bakalım.

İslamoğlu şöyle diyor:

“Hz. Peygamber’in muhteşem bir ahlâk üzere olduğunu söyleyen âyetin içinde bulunduğu Kalem sûresi, Süyûtî gibi Kur’an ilimleri otoritelerine göre ilk inen beş âyetin ardından indirilen ikinci sûredir. Ne ki bizim kanaatımız, bu sûrenin Müddessir’den sonra üçüncü sûre olarak indiği yönündedir.” (Sa: 224)

Şimdi kurnazlığa bakın.

Söylediği gibi, İmam Süyûtî gerçekten Kur’an ilimlerinde otorite. İslamoğlu önce onun Kur’an ilimlerinde otorite olduğunu söylüyor. Sonra sözü bu otorite âlimin söylediğinin isabetsiz olduğuna getirip, “Bizim kanaatımız” diyerek kendi kanaatını ortaya koyuyor.

Demek istiyor ki, “Evet, Süyûtî Kur’an ilimlerinde otoritedir. Ama ben daha otoriteyim. O öyle söylese de yanılıyor. O öyle söylüyorsa da ben böyle söylüyorum. Kur’an ilimlerinde otorite olan Süyûtî’ye göre öyle ise bana göre de böyle” diyor.

Âlim dediğin, işte böyle tevâzû sahibi olmalı değil mi değerli okuyucular.

Bu derece tevâzû da fazla yani. Bu tevâzû karşısında insanın gözleri yaşarıyor…

Ancaaak!

Sayın İslamoğlu kusura bakmasın ama, kendisinin aslında İmam Süyûtî’yi Kur’an ilimlerinde otorite olarak kabul etmediğini ortaya koyacağım.

Evet onu otorite olarak kabul etmiyor. Sadece basamak olarak kullanıp kendisini ortaya koyuyor.

Fî tarihinde, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz meselesini de nereden çıkarıyorlar!” diye bir yazı yazdı.

O sırada ikimiz de aynı gazetede yazıyorduk. Kendisine derhal gereken cevabı verdim. O  da, İmam Süyûtî’yi Kur’an ilimlerinde otorite kabul ettiğini söyleyerek, o zatın El-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an isimli eserinden bir yeri delil getirerek bana cevap vermeye kalkıştı.

Halbuki, İmam Süyûtî orada, “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın câiz olduğunu” değil “Abdestsiz olarak ezbere Kur’an okumanın câiz olduğunu” yazıyordu.

Zaten bizim ona bir itirazımız yoktu. Çünkü abdestsiz olarak ezbere Kur’an okunabilirdi.

Aramızdaki mesele ise, “Abdestsiz olarak ezbere Kur’an okumanın câiz olup olmadığı”değil, “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunulup dokunulamayacağı” idi.

Süyûtî’nin, delil olarak sunduğu El-İtkan kitabında ise “Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz olarak dokunmanın haram olduğu” açıkça yazılıydı.

Kitabın cild ve sahife numarasını bildirerek kendisine cevap verdim…

Kendisinin Kur’an ilimlerinde otorite olarak kabul ettiği İmam Süyûtî’, onun söylediğinin tam tersini söylüyordu.

Bu durumda, “Madem Süyûtî öyle yazıyor, öyleyse doğrudur. Çünkü o Kur’an ilimlerinde otoritedir” deyip kabul etmesi icap etmez miydi?

Etmedi…

Hâlâ da etmiyor…

“El elden üstündür tâ arşa kadar” denildiği gibi, galiba o da “Otorite otoriteden üstündür” diyerek kendisini acaba İmam Süyûtî’den üstün mü görüyor ki onun dediğini kabule yanaşmıyor.

Şimdi bu tavır ilmî dürüstlük mü oluyor?..

Tabii ki bunun cevabı Sayın İslamoğlu’na düşer…

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu