Peygamberimiz’i ve İslam büyüklerini ziyaret ve onlarla tevessül…
Her sözüne itimat edilecek, kendisine salât ü selam getirilecek ve kendisiyle tevessül edilecek ilk kişi şüphesiz ki Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Allah indindeki derecesi de bütün yaratılanların derecesinin üstündedir. Onun için hem sevgili Peygamberimiz’le hem O’na tâbî olduğu için yüksek derecelere eren mübâret zatlarla kıyamete kadar tevessül edilebilir.
Tevessül, -bilindiği gibi- mübârek bir zatı vesile edinerek Allah’tan istekte bulunmaktır. Tevessül, hayatta olan kimselerle de olur vefat etmiş kimselerle de. Çünkü Peygamberler ve sâlihler vefat etmekle, Allah indindeki dereceleri yok olmaz. Sadece peygamberleri vesile edinip onların vesilesiyle Allah’tan istemenin câiz olduğunu, başkalarıyla tevessülün ise câiz olmadığını söylemek isabetli olmaz.
Buhârî’nin Enes radıyallâhü anh’den rivâyet ettiği bir hadisi şerifte bildiriliyor:
Peygamberimiz’in vefatından sonraydı. Kıtlık vardı. Hazreti Ömer, Peygamberimiz’in amcası Hazreti Abbas ile tevessül etmiş ve şöyle duâ etmişti: Yâ rabbi! Biz sana Resûlün Muhammed aleyhisselam ile tevüssül ederdik. Sen de size yağmur ihsan ederdin. Şimdi ise senin peygamberinin amcası ile sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsan buyur.”
Bunun üzerine bol miktarda yağmur yağmıştı.
Daha sonraki zamanlarda da asırlarca, ihtiyaçların giderilmesi için kabirlerdeki salih zatlarla tevessül edilmeye devam edildi. Zira müslümanlar inanırlar ki, Allah’ın bu has kullarının, rableri indinde bir değerleri olup bu kullar Allah ile kulları arasında vasıtadırlar.
Yukarıdaki hadisi şerifi delil getirerek, sadece hayatta olanlarla tevessül edilir, vefat edenlerle edilmez demek doğru olmaz. Nitekim müslümanlar İslam âlemindeki büyük zatların kabirlerini devamlı ziyaret etmekte, bu ziyaretlerle bereket ummakta, nitekim bekledikleri bereketlere de kavuşmaktadırlar. Çünkü Peygamberimiz gibi sâlihlerin bereketleri de hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.
Bir müslümanı ziyaret etmenin sevap olduğunu izaha lüzum olmasa gerektir. Sıradan bir müslümanı ziyaret etmenin mânevî mükâfatı olursa, Peygamberleri ve sâlihleri ziyaret etmenin haydi haydiye mükâfatı olacaktır. Nitekim Allah dostlarını ziyaretin sevap olduğunu bütün müslümanlar bilmektedirler. Bildikleri için de hayatta olmadığı için Peygamberimiz’in kabr-i şeriflerini, Allah dostu olarak bilip tanıdıkları zatların da kendilerini ziyarete giderler.
Allah dostlarının hayatlarıyla vefatları arasında hiç bir fark olmadığı da malum. Bunu düşününce, mübârek zatların kabirlerini ziyaret etmenin sevap ve fazileti de kendiliğinden anlaşılmış olucaktır.
Sâlihlerin kabirlerini ziyaret etmek, orada duâ etmek, onlardan şefaat istemek, dinin önderi âlimler tarafından kabul edilen şeylerdendir.
Bu ziyaretlerde alçak gönüllü ve acziyet içinde olunmalıdır. Kendisinin muhtaç ve âciz bir kul olduğu hatırdan çıkarılmaz. Günahların bağışlanması ve hacetlerin verilmesi için ziyaret edilen zat ile tevessül edilir. Onların rûhaniyeti ile Allah’ın rahmeti dilenir. Mâneviyat erbabı islam büyükleri, kendilerini vesile edinenleri geri çevirmezler. Onların ziyaretine gidenler boş gitseler dolu dönerler.
Vefat etmiş olsa da, ziyaret edilen İslam büyüklerinin ziyaret edenleri bildiğini unutmamak lâzımdır. Peygamberimiz, “Mü’min Allah’ın –kendisine bahşettiği- nuru ile bakar. Allah’ın nurunu da hiç bir şey perdeleyemez” buyuruyor. Bu kabiliyet hayatta olan mü’minler içindir. Kalbinde nur olan mü’min hayattayken böyle olursa, âhirete intikal ettiğinde nasıl olacağını düşünmek lâzımdır.
Bu biliş ve farkında oluş sadece ziyaret zamanına mahsus değildir. Nitekim hiç bir gün yoktur ki ümmetinin yaptıkları sabah-akşam Peygamberimiz’e arz edilmemiş olsun. Bunu ey iyi bilenler de yine bildiğimiz İslam büyükleridir. Onların halleri bizim için birer ölçüdür. Buna bir misal verelim:
Mâlikî mezhebinin imamı İmam Mâlik Hazretleri Resûlüllah’ı ziyaret için Medine’ye geldiğinde, binmesi için kendisine bir katır getirilmişti. Çünkü yürüyemiyordu. İmam Mâlik bu katıra binmedi ve şöyle dedi:
“Resûlüllah’ın mübârek ayaklarıyla bastığı bir yeri katırın ayaklarıyla çiğnemek bana l ayık değildir.”
Böylece Medine’ye Peygamberimiz’in kabri şeriflerine kadar iki ayağına elleriyle dayanarak zorla yürüyüp gitmişti.
Medine’ye Mescid-i Nebevî’ye geldiğinde, Resûlüllah’a doğru mu yoksa kıbleye doğru mu dönülmesi gerektiği sorulmuş, İmam Mâlik, “O senin ve baban Âdem Aleyhisselam’ın vesilesidir. Nasıl olupta yüzünü ondan başka bir tarafa çevireceksin?”
Peygamberlerle sâlih zatlar arasında, kendilerinden şefaat istemek ve onları vesile edinmek hususunda fark yoktur. Hepsi de câizdir. Peygamberlerle onlar arasında sadece mânevî derece farkı vardır. Peygamberlerin sâlih zatlardan üstünlüğünü bütün müslümanlar bilirler. Yine bilirler ki, peygamber olmayan hiç bir kimse peygamber derecesine ulaşamaz.
Hem Ibni Kemal diye anılan Şeyhulislam Kemalpaşazâde’nin 40 Hadis’inde hem de Sadrettin Konevî’nın 40 Hadis’inde geçen bir hadisi şerifin mânası şöyle:
Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.
Bilhassa zamanımızda bazılarının buna hadis değildir, uydurmadır şeklindeki itirazları biliniyor. Ancak, bu itiraz sadece kendilerini bağlar. Bu itirazla kârları da bahsedilen mânevî yardımdan mahrum kalmaktan ibaret olur.
Kaldı ki, eserlerine bunu hadis kaydıyla alan zatlar, beynel ulemâ, ilimleri müsellem olan kimselerdir. Bir mâneviyat büyüğü olan Sadrettin Konevî Hazretleri olsun, Osmanlının en şâşâlı devrinde kendisine şeyhulislamlık makamı tevdî edilen İbni Kemalpaşa olsun, bu zatların yazdıklarına itiraz etmeden önce kendileri hakkında biraz değil, uzun müddet düşünmek icap eder.
Bununla ne demek istediğimizi yani şeyhulislamlığın ne derece büyük bir ilim istediğini biraz açmaya çalışalım:
İstanbul’daki Süleymânıye câmiinin ismini ve şanını, görmeyenler bile bilirler. Osmanlılar zamanında Süleymâniye’ye imam olabilmenin şartları o kadar ağırdı ki, bu şartlar tahminlerin üstündeydi. Ömer Nasuhi Bilmen gibi âlimleri hariç tutacak olursak, diyebiliriz ki, bugünün Diyanet İşleri Başkanları o zamanda yaşasalardı Süleymaniye câmiine imam olmaları çok çok çok zor olurdu…
Bunun üzerine şunu da bilelim: Süleymâniye’den üstte Ayasofya imamlığı var. Ondan sonra İstanbul kadılığı, ondan sonra Anadolu kazaskerliği, ondan sonra Rumeli kazaskerliği, ondan sonra da Şeyhulislamlık var…
İbni Kemal Paşa rahmetülllâhi aleyh öyle âlim bir zat ki, Osmanlı Devleti’nin yükselme devrinde şeyhulislamlık yapmıştır. Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz ifadesinin kitabına hadis kaydıyla alan işte böyle bir âlimdir…
Bu zatın maddî ilim cihetinden durumu bu. Bir de mânevî tarafı var. Kendisi zülcenâheyn/iki kanatlı idi. Müftissekaleyn idi. Hem insanlara hem cinlere fetvâ veren bir zattı. Türbesi Edirnekapı’dadır. Allah bizleri şefatına nâil eylesin. Âmîn…
Sadrettin Konevî Hazretleri ise Osmanlılardan önce yaşamıştır. Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin övey oğludur. Şeyhulislam değildir ama, o da iki kanatlıdır. O da bir mâneviyat erbabıdır. Hem maddî hem mânevî ilimlerde ummandır…
Kaldı ki, Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz sözü hadistir diyen sadece bu iki zat da değildir. Mâneviyat büyüklerinin hiç biri, bu söz hadis değildir dememiştir.
Bunu inkar edenler, mâneviyatı da inkâr eden, inkâr ettiği için mâneviyat yoluna süluk etmeyen, etmediği için de kalbine bir damla olsun nur ve feyiz damlamamış olanlardır. Allah hidayet versin…
Islam itikadına göre, Allah’ın yarattıkları içinde en üstün varlık Peygamberimiz’dir. Peygamberimiz (s.a.v.) gökteki arş, kürs ve beyti ma’murdan ve yerdeki Kâbe-i Muazzama’dan efdaldir. Onun mübârek vücudunun bulunduğu yerin yani Medine’nin toprağı şifadır.
Evi/kabri ile minberinin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. O mekân cennete naklolunacaktır. Aynı zamanda orada yapılan her hayırlı iş ve yapılan ibâdet sahibine cennette bir bahçe kazandırır.