Hadisleri Hafife Alanlar

Yahûdîler’in İslâm’ın Temellerini Tahrip Gayretleri Ve Mevzu Hadisler- Prof Dr. Durmuş Ali Kayapınar

Goldzıher’ın (ö: 1921): ‘ Hadîs’in büyük bir kısmı, ne İslâm ‘in tufûlet; çocukluk devresinin bir eseri, ne de O ‘nun ilk günlerinde ortaya konan aslî bir vesikası değil; aksine İslam ‘in gelişme (yani Emevî ve Abbasî) devirlerinde müslümanlar tarafından uydurulan O’nun inkişâfını sağlayan uydurma sözlerden ibarettir.’ Şeklinde iddiasının iç yüzünü anlayabilmek için biraz tarihin gerçeklerine eğilmek gerekmektedir.
YAHUDILER’IN RASULULLAH S.A.V DEVRİNDE İSLÂM’I TAHRİP VE İMHA GAYRETLERİ
Tabii ki Yahudiler Rasûlüllah S.A.V’in sağlığında Kur’an-ı Kerîm’ın metninin tahrifi ve Hadîs-ı Şerîfler’in vaz’ı yanı uydurma olduğu iddialarını ortaya atmazlardı. Daha Hz. Peygamber hayatta iken bütün arap yarımadası İslâm Devleti’nın hudutları içme girmişti.t Medine devrinde bile Yahûdî “Beni Kurayza” kabilesi: “Elleri ve dilleri ile Müslümanlara zaraR vereceklerine, Rasûlüllah ve Ashabı ‘na taarruz etmeyeceklerine, ettikleri takdirde Rasûlüllah ‘la yaptıkları anlaşma gereği, mal ve canlarının mubah sayılacağını kabulle karşılayacaklarına.. ” söz vermiş olmalarına rağmen; RasûlüUah S.A.’i öldürmek için defalarca tuzak kurmuşlar ve Müslümanları imhâ etmek için müşrik ve münafıklarla gizli anlaşmalar yapmışlardı. Hendek Muharebesi’nde de, tam “İslâm Düşmanlarınım dört bir taraftan Medine üzerine çullandıkları bir sırada, yapmış oldukları anlaşmayı bozdular. Kâfirlerle savaş durumunda olan müslümanları müthiş bir korku ve endişeye gark ettiler. O kadar ki, bazı sahabeler: “Medine’deki mahallelerimiz düşmana yakındır” diyerek, harbi bırakıp gen dönmek için RasûlüUah S.A.den izin istemek zorunda kaldılar.

O zaman onlar, hem üstünüzden, hem altınızdan size gelmişlerdi… O zaman gözleryılmış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı… “âyet-i kerîme’sı bu durumu dile getirmektedir.
Yahudiler, müslümanlara hatta Rasûlüllah S.A.’e selâm verirken bile “es-Selâmü Aleyküm” yerine, fark ettirmeden: “Üzerinize zehir yağsın da geberin” anlamına gelen: “es-Sâmü Aleyküm” ifadesini kullanma cür’etin gösterdiler.
Bedir Muharebesinden dönerken bir Yahûdî karısı peygamberimizi kızarmış bir oğlak eti ile zehirlemek istedi. O an için karnı aç olan peygamberimiz eti yemek için elini uzatınca Allah Teâlâ bu kızarmış oğlağı dört ayağı üzerine kaldırdı ve dile getirdi. Oğlak Rasûlüllah S.A.’e: “-Yâ Rasülallah! Beni yeme.
Ben zehirlenmişim.’ dedi. Hanımlarına varana kadar müslümanları çirkin sözlerle hicvettiler. Müslümanları birbirine düşürmek için her türlü hîle ve desiseye başvurdular. ‘ Müslüman görünerek İslâm Ordusu’ndan muharipleri geri çevirmek ve bozgunculuk yapmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.209 Defalarca Rasûlüllah’ı öldürmek için sûıkastler düzenlediler.210 Casusluk faaliyetlerinde bulundular.211 Âlimleri bile kötü maksatlarla müslüman olarak Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle: “Kitaplılardan (Yahudilerden) bir zümre münafık Yahudilere, (mü’minlere indirilmiş olan âyetleri). “Gündüzün evvelinde îmân, âhirinde inkâr ediniz! Belki onlar dinlerinden dönerleri” diyerek ılım adamlığı ve bilimsellik (!) adına en sinsi tertiplere başvurdular. islâm aleyhine müşrik ve münafıklarla işbirliği, .anlaşmalar ve silah ve mühimmat yardımları yapmakla yetinmeyip, onlarla omuz omuza vererek müslümanlara karşı savaştılar. 214 Müşriklerle birleşerek müslümanlara ânı gece baskınları yapıp arkalarından vurmaya kalkıştılar. Hâsılı Hz. Muhammed’ın onlara, müşriklere nazaran çok daha müsamahakâr davranmasına rağmen, onlar bunu hep istismar ettiler; akla hayâle gelmedik her türlü kötülüğü, hîleyı, sahtekârlığı, düzenbazlığı, ıftirâvı, bozgunculuğu, tezvir, tahrîb ve tahrifi yapmaktan gen durmadılar.
Belki de “Benî Kurayza” Rasûlüllah S.A.’in haklarında vereceği hükme razı olup da, kendi istekleriyle Sa’d b. Muâz’ı, haklarında kendi kitaplarıyla, hükmetmek üzere Rasûlüllah (s.a.v.)’le aralarına hakem olarak sokmasalardı, Rasûlüllah S.A. onların da Yahûdî “Benî Kaynukâ” ve “Beni Nadîr” kabileleri gibi canlarına ve mallarına dokunmayacak ve Medine’den çıkıp gitmelerine müsâde edecekti.

Sırf kin, inad ve çekememezlıkleri yüzünden Hz. Muhammed S.A ‘in hak peygamber olduğunu bile bile kendi muharref ve ırkçı dinlerinde direnen Yahudiler, Medine ve civarından Hayber’e kaçtılar, İslâm onların peşlerini bırakmadı, orada da buldu… Suriye’ye kaçtılar, orada da buldu… Hâsılı, dünyanın neresine giderlerse gitsinler, hep peşlerinden geldi ve onların rahatlarını bozdu durdu.
Herhalde Yahudilerin, kendilerine Allah tarafından vaad edildiğini iddia ettikleri meşhur “Arz-1 Mev’ûd” haritasına Medine-i Münevvere’yi de dâhil etmelerindeki sır, ecdatlarının kısmen imhâ edilip, tamamen de sürüldükleri bu bölgeyi kendi öz vatanlarından biri savmalarından kaynaklansa gerektir. Onların bu “Arz-ı Mev’ûd” masalları içerisine, bizim Güneydoğu Anadolu ve Çukurova başta olmak üzere. Türkiye topraklarının büyük bir kısmı da dâhildir.

YAHÛDÎLER’İN HZ. MUHAMMED (S.A.V)’İN VEFATINDAN SONRA İSLÂM DÜNYASINDA GERÇEKLEŞTİRDİKLERİ BOZGUNCULUK VE İSLÂM’IN ANA KAYNAKLARINA YÖNELTTİKLERİ TAHRÎB VE İMHA FAALİYETLERİ

Hulefây-ı Râşidîn devrinde ise İslâm devletinin hudutları, bir taraftan Irak ve Suriye’yi de içine alarak Mısır ve Kuzey Afrika’ya, diğer taraftan İran ve Ermenistan dâhil, Hindistan’a kadar uzanmıştı. İslâm’ın bu yayılması, şüphesiz birçok imparatorlukların, krallıkların veya prensliklerin yıkılması pahasına gerçekleşmiş; yayıldığı ülkelerde müsamahası, adaleti ve getirdiği rahat hayat şartlarıyla, halkı dalgalar hâlinde kendisine cezbetmiş olsa bile, iktidarlarına son verdiği kudretli imparatorlukların şanlı liderleri; ve onların yandaş ve yardımcılarının kalplerinde kın ve intikam ateşlerinin alevlenmesine engel olamamıştır. Ancak bu intikamın gün geçtikçe kuvvetlenen İslâm Ordusu’na karşı silahlı bir mücâdele vererek alınmasını imkânsız gören bu yabancı unsurlar, kinlerini içlerinde gizleyerek, ya İslâm’a girdiler, ya müslüman göründüler ya da cizye vererek dinlerinde direndiler. Yalnız başta Yahudiler olmak üzere O’nu içten yıkmak için her fırsattan yararlanmayı asla ihmâl etmediler.

Kur’ân-ı Kerim’de, başta Yahûdîler olmak üzere, hırıstiyanlar, Sabitler, mecûsiler ve müşrikler olarak isimlen geçen bu değişik dm mensuplarından bir çoğu, islâm’ı kabul etmiş olmakla beraber zihinlerinden tık dinlerinin inanç kalıntılarını atamamışlar ve İslâm’ı bu inançların tesîrı altında anlamak zorunda kalmışlardır. Bunlardan bir kısmı ise, çeşitli sebeplerle İslâm’ı kabul etmişler, fakat hükümranlıklarına son veren bu dîne karşı içlerinde devamlı kın beslemekten kendilerini kurtaramamışlar, fırsat buldukça O’nu inanç ve îtıkâd yönünden yıkma gayretlerine girişmişlerdir. Müslümanların siyâsi, idâri ve içtimâi hayatlarında baş gösteren kritik durumları, dînî hayatlarında beliren fikir farklılıklarını ve ilmî hayatlarında ortaya çıkan bazı ihtilâf ve akımları, içlerinde gizledikleri eski saltanat günlerine, eski yurtlarına ve dinlerine dönme özlemlerinin gerçekleştirilmesi için elverişli birer ortam olarak değerlendirdiler.
Halîfe Osman İbni Affân’m (35/656) öldürülmesiyle başlayan ihtilâfların çıkışında, aslen Yahûdî olan Abdullah İbnı Sebe’in (40/660) büyük rol oynadığı tarihî bir gerçektir. Et-Taberî’nın kaydettiğine göre İbnü Sebe’ S an’a halkından olup, anası siyâhî bir köle idi. Hz. Osman zamanında müslüman olmuş, müslümanlar arasına girerek onları sapıklaştırmağa çalışmıştır. İşe önce Hicaz’dan başlayan İbnü Sebe’, oradan Basra’ya, sonra da Şam’a gelerek faaliyetlerine devam etmiştir. Ancak buralarda emellerini tam manâsıyla gerçekleştiremevip Hz. Muâvıye (60/680) tarafından Şam’dan çıkarılınca Mısır’a gitmiştir. Burada İsa’nın bir gün yeryüzüne tekrar döneceğinin iddia edildiği, hâlbuki Muhammed’in son peygamber olduğu ve isa’ya nisbetle onun yeryüzüne dönmeye daha çok hakkı bulunduğu; her peygamberin bir vasisi olduğu, Muhammed’in vasisinin de Ali’den başkasının olmayacağı gibi fikirleri yaymaya başlamıştır.21’217
İbnü Sebe’ (40/660) tıpkı Medine devrindeki önderi Ka’b bin Eşref (3/623) ve münafıkların reîsı Abdullah b. Übey bin Selûl (9/630) gibi İslâm itikadını yıkmak ıçm O’na tamamıyla zıt fikirler yaymaya çalışırken, siyâsî havayı da bulandırmayı ihmâl etmemiş ve esasen böyle bir hava içerisinde kendi fikirlerinin daha fazla yayılabileceğine büyük bir îmânla bağlanmıştır. O’na göre, madem ki Alı Peygamber’m vasisidir, o halde peygamberden sonra “İmamet”, “hilâfet” veya “Devlet Başkanlığı”, herkesten çok Ali’nin hakkıdır. Osman bu hakkı ondan gasbetmiştir. Dolayısıyla müsliimanların hemen harekete geçip bu hakkı sahibine iade etmeleri gerekir. Böyle bir hareket el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyü ani’l-münker hükmünün de bir gereğidir.
Ali ‘ye zulmedildi, hakkı gasbedildi. Peygamber S.A.’in ikicik torunu Hasen (50/670) ve Huseyn (61/680) katledildi. Öyleyse onların hakları ne pahasına olursa olsun korunmalı ve intikamları alınmalıdır…

Bu hak(!) ve intikamın alınması için her çâreye başvurmak caizdir. Zaten Peygamberlik de Ali’nin hakkıydı. Onu da Muhammed gasbetmişti. Şimdi de halifeliği gasbettıler. “Ali peygamberdir” Hatta haşa “Allah’tır”a. varan amansız ve ölçüsüz taşkınlıklardan yana görünüvermek ve Ğulât-ı Şî’a’dan yana tavır koymak; değil hadîs, âyet uydurmaya dahî imkân ve ortam sağlamış; yok “velayet sûresi”, “imamet sûresi”… Kur’ân’dan çıkarıldı, Kur’ân’ın orijinal nüshaları tahrif edildi, tahrîb edildi, yakıldı… iddiaları yanında hadîs uydurma iddiasının lafı dahî edilmese gerektir!…
Görülüyor ki, Goldzıher gibi Kur’ân’ın lafzı üzerinde tahribat yapma ve tahrifat iddiaları ortaya atma cesareti gösteremeyen o günki Yahûdî îbnti Sebe’, bu siyâsî ve sosyal kargaşadan yararlanmasını bilmiştir. Ka’b b. Eşref ve Übey bin Selûl gibi, Medine devri Yahudilerinin yardımcıları, nasıl Mekke ve cıvan müşrik ve münafıkları olmuşsa; İbnü Sebe’ ve Theodor Herzl gibi sonraki devir Yahudilerinin yardımcıları da bütün İslâm devlet ve imparatorluklarının içerisinde barınan kâfir, müşrik ve münafıklar ile; Goldzıher’m kendisim hırıstiyan müsteşriki göstermekte yarar gördüğü gibi, kendilerini müslüman göstermekte yarar gören mülhıdler, ateistler, zındıklar, ” Râvendîler,220 Mukanna’î’ler,221 Hurramî’ler222 ile; kendilerini müslüman gören ğulât-ı şî’a, haricîler, dürzîler. kaderıyyeciler, mürcıe ve mu’tezilecıler olmuştur.

Ne varkı tefrika yaratma işinde nasıl en çok Hz. Osman’ın öldürülmesi ile hakem ve Kerbelâ vak’alarmdan yararlanmışiarsa; hadîs uydurma işinde de en çok Gulât-ı Şî’a denilen aşırı alevîlerden yararlanmışlar ve Kur’ân ile Hadîs’m halk nazarında değerinin .düşürülmesinde de hâlen hırıstıyanlarla. diğer İslâm düşmanlarını, hattâ bağımlı müslümanları dahî yedeğe alarak aynı unsurları kullanmayı sürdürmektedirler.
Yalnız, âlet olarak kullanmaya çalıştıkları İmâm Zührî, Buhârî, Müslim vb. birer ihtiyat âbidesi, hafıza ve zabt mû cızesı, cerh ve nakd (tenkid) numunesi olarak İslâm’ın ana caddesi üzerinde yalçın kayalar gibi dimdik duran hasîn hadîs imamlarımız sayesinde bu Yahûdî ve İslâm düşmanlarının bütün bu gayretlen boşa gitmiş ve gitmeye mahkûmdur.
Elbette ki, kendisini gerçek yönüyle Yahûdî müsteşriki olarak göstermek yerine, hıristiyan müsteşriki olarak göstermeyi yeğleyen bir Yahu- dînin uydurduğu sözü müslümanların, peygamberlerinin sözü olarak kabul etmelerini beklemesi düşünülemezdi. Gayet tabii ki, bu durumda onların yapacağı şey, ya Goldziher’lerı gibi aslan postuna bürünerek kendi ürünlerini başka ısım ya da kisveler altında başka pazarlarda pazarlamak; yahutta yukarda kısmen belirlediğimiz onca fesat unsurlarını kendi amaçlarına araç yaparak, İslâm’ı yıkma ve Kur’ân ve Hadîs’i ortadan kaldırma uğrunda kullanmak olacaktı.
Böylelikle belki biricik inanç ve güç kaynakları Kurıân ve sünnet” ı yitiren veya Onlara layık oldukları önemi verme irâdesini kaybeden müslümanları kolayca bertaraf ederek ezelî kinlerini tatmîn, amansız intikamlarını te’mîn ve gasbedılmış yurtlarını ıstırdâd edebileceklerdi.
işte muhterem hocam Prof.Dr. Talat KOÇYIGIT’ın, onların Goldziher’lerinın şahsında şahsiyet ve niyetlerini belirleyen özlü, çok manalı ve az sözlü vecîz hükümleri:
“Netice îtıbâriyle Goldziher, siyâsi ihtilafların yol açtığı hadîs vaz’ının, Emevî halîfelerinin teşvikiyle başladığını, bazı haberleri tahrif ederek ısbât etmeye çalışmışsa da, bunun gerçekle bir ilgisi bulunmadığı aşikârdır. Daha önceki bahislerimizde de açıkladığımız gibi, nasıl aşırı derecedeki Alı taraftarları hadîs vaz’ını başlatmışlarsa ve Ali ile evlâdının vaz’ ışmde herhangi bir tahrik ve teşvikleri olmamışsa, Emevîler ve Abbasîler adına girişilen vaz’ hareketlerinde de, halîfelerin herhangi bir rolleri olmamıştır Keza gerçek hadîseri ve bilhassa ez-Zührî gibi hadis imamlarını bu işe karıştırmak da bir iftiradan ve İslâm ‘in mühim bir temelini yıkmak arzusundan başka bir mânâya gelmez.223
Görülüyor ki bu adamlar, müslümanlan yok edebilmek için, Kur’ân ve Sünnet’ın ortadan kaldırılmasının şart olduğunu anlamışlar. Bunu gerçekleştirebilmek için de meşru, gayr-ı meşru her yolu kullanmayı kafalarına kovmuşlar. Kendi “Arz-ı Mev’ûd” ve “dünya hâkimiyeti” hayalleri, ellerinden kaptırdıkları dünya cenneti toprakların, kıtaların, yurt ve yuvaların müslümanlardan geri alınması hülyaları, asırların intikamı, sayısız acı hâtıralann öcü sevdaları… gibi, asırlarca kalplerinde yıllanıp tortulaşmış, beyinlerinde cınnetleşmış, gırtlaklarında düğümlenmiş, dillerinde yılanlaşmış ve kalemlerinde cerâhetleşmış kara sevdâlanyla yola çıkmışlar; geniş İslâm Tarıhi’nin en ücra köşelerinden bulup çıkardıkları ve hiçbir ilmî değeri olmayan halk dedikodularını.
birbirine inad sarf edilmiş hak ve hakikat dışı. sâdece hasma galip gelmek için söylenmiş kîl-ü kâfin tarihin haşviyyâtına karışan döküntülerini toplayarak. Allah ve Rasûlü’nün koyduğu temel taşların! yerlerinden oynatıp yok etmek için malzeme yapmış ve bu uğurda her türlü yalanı, uydurmayı, iftirayı, düzenbazlık ve sahtekârlığı meşru saymışlardır. Maalesef bugün de aynı yolda ve aynı gayelerle sür’atle ilerlemektedirler. Bu menfur gayelerini gerçekleştirmek içm uzun İslâm Tarihi ve geniş İslâm dünyası içerisinde, iki yüzlülükleri sayesinde barınabilmiş, hatta O’nun nimetlerinden büyük ölçüde yararlanmış ve yararlanmakta olan ayrılıkçı unsurlar ve çifte standardlı dönmeler bazı olağan siyâsî, dînî ve duygusal olayları istismar ederek tarih boyu geniş İslâm âlemi içerisinde çoğu kez kendilerinin çıkardığı ya da çıkarttığı faciaları âlet ederek bazı müslümanlan İslâm’ın ana caddesinden ayırıp, apayrı bir uçuruma sürükleyebilmış ve sürüklemekte olan Yahûdî ve zındıklar, önce ya da soyca tertemiz müslümanken, sonra nasılsa birşeyler olmuş; beyninde, merkezlerini alt üst eden bir buhran, kalbinde, ufuklarını silen bir tufan kopmuş ve kanına asrın vebası cibilliyet bozukluğu yapan bir kan karışmış, kendi dalını kendi eliyle kesen ilim casusları; bazen de güçlü ve haklının gücüne güveninin verdiği îtıyâtsızlıkları sayesinde, gerekli malzemeyi bol bol bulabilmişlerdir. İşte bazı örnekleri:

“Rasûlüllâh Sallelâhü Aleyhi Vesellem buyurdu ki:
Muhakkak ki ben sizin aranızda Allah’ın Kitâbı’nı, evlâtlarımı ve Ehl-i Beytimi bırakmaktayım!…”
Ve Ebû Ca’fer buyurdu ki:
Onlar (Ehl-i Sünnet), Allah’ın Kitabını tahrif ettiler; Rasûlüllâh’ın evlâtları ve Ehl-i Beyti’ne gelince, onları da öldürdüler!…
(Şî’î Hadîsi)
Muhammed’ ıbni’l-Hasem’ s-Saffâr’ın Besâiru’d-Deracât’ı 8. cüz: Onyedıncı bâb.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu