Süleyman Ateş’in Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir Başlıklı Makalesinin Tenkidi
Muhammed Ali es-SÂBÛNÎ- (Türkçesi: Ömer Fâruk TOKAT)
Değerli kardeşim Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, Türkçe olarak yayınlanan İslâmî Araştırmalar dergisindeki “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir” başlıklı yazısını(1) çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle kardeşleri olan insanları savunma gayreti için kendisini kutluyorum
; Mezkur makâleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateş hiç bir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her mü’minin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için arzu ettiği değerli bir insânî taleptir. Çünkü bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve Hz. Âdem’in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle ifade eder: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının” (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ı selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.
Ancak sayın Ateş’in makalesinin başlığı insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir. Biz Müslümanlar olarak cennetin “tekelimizde” olduğunu hiç öne sürdük mü ki? Yoksa bu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?
Cennete girme hususunda “tekelci” bir yaklaşıma sâhip olanların Yahûdî ve Hıristiyanlar olduğunu Kur’ân-ı Kerim haber vermektedir: “ ‘Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek’ dediler.” (Bakara, 111). Yani Yahudîler yalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlar da yine yalnızca Hıristiyanlık dinine mensup olanların cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise her iki grubu da yalanlayarak “Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: ‘Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin’ de.” (Bakara, 111) buyurmaktadır. Yani Allah’ın cenneti diğer insanlara değil, yalnızca size tahsis ettiğine dair apaçık delil ve bürhanlarınızı getirin. Eğer “cennete Yahudi ve Hıristiyanlardan başka hiç kimse giremez” iddianızın doğru olduğunu düşünüyorsanız delilinizi gösterin buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim nassının da açıkladığı üzere, bu iddianın sâhipleri, Müslümanlar değil, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitaptır. Allah’a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cennetle ilgili bu “tekelci” iddiadan beriyiz.
Cennete Girmek İçin Kur’ânca Belirlenen Birtakım Şartlar Vardır
Şüphesiz Cennet kimsenin “tekelinde” ve mülkünde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğini sokabileceği, dilediğine de yasaklayabileceği özel bir alan değildir. Bilakis o Allah’ın (azze ve celle) elinde ve mülkündedir. Cennete girmenin Kur’ânca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerine getirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum olduğu üzere Kur’ân-ı Kerîmimiz güneşin gün ortası parlaklığı kadar açık ve nettir.
Dostumuz sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş, bu düşüncesiyle ilgili tutucu ve mutaassıp bir tavır sergilemeyerek sağlıklı ve sakin bir tartışmaya hazır olduğunu belirtirse sevinir ve müteşekkir oluruz. Bu tartışmada doğruya ulaşmaktan başka bir hedefimin olmadığını burada bâhusûs belirtmek isterim. Hedefimiz, doğruya ulaşmak ve Kitâb-ı Azîz’in getirdiği saf hakîkati hiçbir taassuba ve tutuculuğa mahal bırakmadan bulmak olsun.
Kur’ân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ’nın, gerek Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) ve hatta bütün peygamberlerin –Allah’ın salâtı hepsinin üzerine olsun– diliyle, cennete girmek için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sıralamak mümkündür: Allah’a, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği her şeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden, “işittik ve îmân ettik” teslimiyetiyle inanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îmân etti, müminler de (îmân ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmân ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır’ dediler.” (Bakara, 285).
Peygamberler arasında ayrım yapmanın manası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanmamaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette bunu şöyle açıklar: “O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne rasûllerini ve o kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o kimseler ki ‘rasûllerin bazısına îmân ederiz, bazısını reddederiz’ derler ve böylece îmân ile küfür arasında bir yol tutmak isterler. İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir.” (Nisâ, 150). Bütün müfessirlere göre bu âyet-i kerîme Yahûdi ve Hıristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ’ya îmân ederken Hz. İsâ ve Hz. Muhammed’i inkâr etmekte; Hıristiyanlar ise Hz. İsâ’ya îmân ederken Hz. Muhammed’i reddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ “İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir.” buyurarak onların hepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir.
Yahudî ve Hıristiyanların Kâfir Olduğu Kesin Âyetlerle Sâbittir
Yukarıda da belirttiğimiz üzere mezkur âyet-i kerîme dinsizlerle ve müşriklerle değil, ehl-i kitâb ile ilgilidir. Makâlenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş’e soruyoruz: Yahûdi ve Hıristiyanlar Hz. Muhammed’in peygamberliğine imân etmekte ve Kur’ân-ı Kerîm’e inanmakta mıdır? Eğer sayın Ateş’in bu soruya cevabı “evet”se Kur’ân-ı Kerîm’in onlarla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onların küfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten âyetleri nasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de îmân etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini (İslâm’ı) din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 29).
Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her rekatında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede “Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” âyeti vardır. Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem) buradaki “Gazaba uğrayanları” Yahûdiler; “sapkınları” ise Hıristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz. Peygamber’in bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez (bu hadis için İbn Kesîr’e bakınız). Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdi ve Hıristiyanları cehennem konusunda müşriklerle eş tutan bir çok âyet vardır: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.” (Beyyine, 6). Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)” (Nisâ, 156). Hıristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki, ‘Meryem oğlu Mesih, Allah’tır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide, 17); “And olsun ki, ‘Allah üçten biridir’ diyenler kâfir olmuştur.” (Mâide, 73). Yine Hıristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: “Yahudiler ve Hıristiyanlar ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?” (Mâide, 18).
Bütün bu âyet-i kerîmeler, Yahûdi ve Hıristiyanların küfür içinde olduğunu açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah’ı ve Rasûlü’nü yalanlayıp dururken ve hak dîni kabul etmezken biz onların îmân sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Üstelik Allah Teâlâ Hz. Îsâ’nın diliyle şöyle buyurur: “Oysa Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur’ dedi.” (Mâide, 72).
Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh’in çarmıha gerildiğine inanarak ve ona ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüz çevirdiler.
Kur’ân-ı Kerîm onların küfrettiğini, İsâ’yı ilahlaştırdıklarını veya Üzeyr’in Allah’ın oğlu olduğunu veya “üçün üçüncüsü” olduğunu öne sürerek Allah’a ortak koştuklarını anlatmaktadır.
Günümüz Yahudi ve Hıristiyanları içinde Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) peygamberliğine imân eden ve Kur’ânın doğruluğuna inananlar var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi, yoksa Zühre ya da Merih gibi bir yerde mi? Yahûdi veya Hıristiyan olup da Yahûdîlik veya Hıristiyanlık dinine bağlı kalan, Allah’ın cennete girmenin şartı olarak belirlediği bütün kitaplara ve peygamberlere îmân eden bir kişiyi bize gösterebilir misiniz ki onun ehl-i îmândan olduğunu kabul edelim? Eğer böyle biri yoksa bu meyanda söylenilen bütün sözler birtakım hayal ve rüyalar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Cennete girmek için Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi vesellem)’e îmân etmek ve ona tâbi olmak şarttır
Değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş’e demek isteriz ki, cennete girmenin olmazsa olmaz şartı, Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) îmân etmek ve Allah’tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Yoksa sayın Ateş’in –Allah onu affetsin– “Yahûdi ve Hıristiyanların Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem)’e, ona vahiy geldiğine ve getirdiklerinin hak olduğuna inanmaları durumunda kendi dinleri üzere ibadet etmeleri cennete girmeleri için yeterlidir. Dinlerini terk edip Hz. Peygamber’in dînine tâbi olmaları şart değildir” mealindeki iddiası olabildiğince problemli ve anlamsızdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere ne Hıristiyanlık inancının lideri Vatikan’daki “büyük Papa”, ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da haham, yani Yahûdi ve Hıristiyanlardan hiç kimse Peygamberimizin ve Kur’ân-ı Kerîm’in hak olduğuna inanmamaktadır. Bütün Yahûdi ve Hıristiyanlar Hz. Muhammed’in peygamberliğini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabîlinden bir an için onların Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’in peygamberliğine inandıklarını, Mesîh’in ilahlığını ve Allah’ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir; Mutlaka, Hâtemu’l-Enbiyâi ve’l-Murselîn olan Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) tâbi olmaları ve onun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir ki bu Allah Teâlâ’nın yüce kitâbında zorunlu kıldığı bir şarttır. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hıristiyanların öne sürdüğü gibi sadece Araplara değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir. Yahudi ve Hıristiyanlarla Hz. Peygamber’in risâletiyle ilgili tartışmalarımızda kendilerine apaçık deliller getirdiğimizde, “O Arapların peygamberidir, dolayısıyla ona tâbi olmak bize vâcip değildir.” derler. Ama biz şu an Müslümanlarla ve Müslümanlara tefsir ve diğer şer’î ilimler dersleri veren Prof. Dr. Süleyman Ateş’le karşı karşıyayız. Şimdi onlara soralım: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in risâleti Araplarla mı sınırlıdır yoksa bütün insanlığı bağlayan bir kapsayıcılık mı ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı çok açıktır; “Ey Rasûlüm! Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik.” (Sebe, 28); “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.” (A’râf, 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) peygamberliğinin umûmî olduğunu hiç kimse inkâr edemez. O halde Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmişse ona tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir? Yoksa Allah Teâlâ ona îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra ona muhâlefeti ve tâbi olmamayı mübah mı addetmiştir?!
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’e îmân etmeyi, onu desteklemeyi ve getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz (ahd ve mîsâk) almıştır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde, ‘Kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.” (Âl-i İmrân, 81) O halde, bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in dönemine yetişmeleri durumunda ona tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmet ve tâbilerinin Hz. Muhammed’in dînine tâbi olmakla mükellef olmadığını söylemek ne kadar gerçekçidir? Şüphesiz bu, garip bir durum ve çok tuhaf bir İslâm anlayışıdır.
Allah Teâlâ Yahûdi ve Hıristiyanların îmânının sahih olması için Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’e tâbi olmalarını zorunlu kılarak şöyle buyurur: “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o Rasûle, o ümmî Peygambere ittiba’ ederler.” (A’râf, 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. İsâ veya Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir? Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’dir. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil’de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed’den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil ona tâbi olmaktan söz ediyor. Tâbi olmak ise onun getirdiği şerîatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa zorunluluk ve ittibâ içermeyen îmânın anlamı yoktur. Bu aynı zamanda Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber’i tasdik etmenin şartlarından değil midir?! Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara, 137) Bu âyette de görüldüğü üzere hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) ve onun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.
İslâma ters düşen her din merdûddur
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’in getirdiği İslâm dînine ters düşen her dîni reddetmiş ve mensupları dinlerini yaşasalar bile o dinlerin kendi indinde makbul olmayıp merdûd olduğunu belirtmiştir. Çünkü Son Peygamber’in gelmesiyle bütün dinler son bulmuştur. Allah Teâlâ İslâm’ın dışındaki dinleri kesinlikle kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: “Her kim İslam’dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.” (Âl-i İmrân, 85). Allah Teâlâ bu âyette İslâm’dan başka din arayanların isyan, sapkınlık ve hüsran içinde olduğunu belirtir ve şöyle buyurur: “Allah katında din, şüphesiz İslam’dır.” (Âl-i İmrân, 19) Yani Allah’ın, Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) getirdiği İslâm dîninden başka, kabul ettiği bir din yoktur. İslâm lafzı mutlak olarak kullanıldığında onunla İslâm dîninden başka bir din kastedilmez. Nitekim şu âyet-i kerîmede bu çok açıktır: “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Mâide, 3) Şimdi akıl sahibi bir insan buradaki “İslâm” ile Hz. Nûh’un, Hz. İbrâhim’in, Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ’nın Allah’ın hükmüne teslim olmaları mânasında Müslümanlar olmaları ve tevhîdi getirmiş olmaları hasebiyle, getirdikleri dinlerin kastedildiğini söyleyebilir mi? Yoksa bu âyetteki “İslâm”dan maksat yalnızca Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) getirmiş olduğu din değil midir? Hiç kuşku yok ki, bu âyet-i kerîme Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlünün tamamlanmasından sonra İslâm ümmetini muhatap alarak inmiştir!
Allah Teâlâ ayrıca şöyle buyurur: “…ancak Müslüman olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102). Burada Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tevhîd mesajını getirdikleri için Yahûdilik ya da Hıristiyanlık dinleri üzere can vermemiz mi kastedilmektedir, yoksa âyet-i kerimede kastedilen, yalnızca İslâm dîni midir? Bütün bunlara rağmen değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş, herhangi bir semâvî dîne mensup olan kimsenin –kendi dîni üzere kalsa bile– cennetle müjdelendiğini nasıl söyleyebilmektedir? Cenâb-ı Allah böyle kimselerin hüsrân ve isyân içinde olduğuna ve cehennemde ebedî olarak kalacaklarına hükmetmişken sayın Ateş’in bu sözleri ne anlama gelmektedir?
Bu sözlerden hangisi doğrudur? “…o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.” (Âl-i İmrân, 85) buyuran Allah’ın sözü mü yoksa cennetin kapılarını sonuna kadar açan ve bütün dinlerin mensuplarına, “Kendi dîninize bağlı olarak yaşamanız sorun değil. Hâtemu’l-enbiyâi ve’l-murselîn’e tâbi olmasanız bile, buyurun cennete esenlikle ve selâmetle girin.” diyen Prof. Dr. Süleyman Ateş’in sözleri mi?! Doğrusu sayın Ateş’in bu aceleciliğine ve Kitab ve Sünnet’in kat’î nasslarına olan muhâlefetine şaşırmamak elde değil. Değerli dostumuza soruyoruz: Kendisi Hz. Peygamber’in sünnetini reddedenlerden midir yoksa ona inanan ve tasdik edenlerden mi? Ben şahsen sayın Ateş’in böyle bir soruya Sünnet’in Sâhibine (sallallâhualeyhivesellem) saygı göstererek ve hürmet sadedinde başını saygıyla eğerek mukabelede bulunanlardan olduğunu düşünüyorum. O halde İmâm-ı Müslim’in Sahîh’inde rivâyet ettiği, Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem)’in şu sözüne kulak verelim: “Nefsimi elinde tutan (Allah’a) kasem olsun ki, bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Hıristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.”
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ Yahudi ve Hıristiyanların inançlarını terk ederek İslâm dînine girmemeleri durumunda cehenneme gireceklerine hükmetmiştir. Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem), hak dîne tâbi olup, kendisinin peygamberliğine ve getirdiği kitâba îmân etmedikçe onların cehennemlik olduğunu açıklamıştır. O halde kafamıza göre ahkam keserek Yahûdi ve Hıristiyanların cennete gireceğini söylememiz ve Kitâp ve Sünnet’e muhâlefet etmemiz kesinlikle caiz değildir. Bütün insanların cennete girmesini arzu edebiliriz ancak cennetin anahtarları ne biz Müslümanların ne de keşiş ve ruhbânın elindedir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e muhâlefeti gazap ve öfkesine sebep addetmiştir: “O’nun (Peygamber’in) emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nûr, 63). Hz. Peygamberin emrine aykırı hareket edenler bile böyle anlatılmışken ona hiç inanmayan ve Allah –azze ve celle– den getirdiklerine tâbi olmayanların durumu nasıl olur?
İslâm üstündür; ona üstün gelinemez
İslâm semâvî mesajların en sonuncusudur. Allah Teâlâ bütün dinlerin kemâlâtını onda toplamış ve elçisi Hz. Muhammed (sallallâhualeyhivesellem)’i diğer bütün dinleri nesheden, hükmedici bir peygamber olarak gönderdiğini kesin nasslarla bildirmiştir: “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.” (Tevbe, 33). Âyet-i kerîmenin “Bütün dinlere üstün kılmak için” kısmının mânâsı Yahûdilik, Hıristiyanlık ve diğer dinlerin hepsinden üstün kılmak için anlamındadır.
Tefsîr âlimlerinin önde gelenlerinden Allâme Ebu’s-Su‛ûd, tefsîrinde der ki: Allah Teâlâ vaadini İslâm dinini üstün kılarak gerçekleştirmiştir. Şöyle ki, İslâm’ı son din yapmış ve onun dışındaki bütün dinleri mağlup ve makhûr kılmıştır (bkz. Tefsîru Ebî’s-Su‛ûd). Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurur: “Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici-hâkim’ olarak Kitab’ı (Kur’anı) indirdik.” (Mâide, 48). Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önceki kitaplara hükmeden ve onları denetleyen bir kitaptır. Nitekim hâfız İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde şöyle der: Kur’ân-ı Kerîm, önceki kitapların doğru ve muharref yerlerini denetleyen ve onlara şâhitlik eden bir kitaptır. Allah Teâlâ Yahûdi ve Hıristiyanların, kitaplarını tahrif ettiklerini şöyle anlatır: “Yahudilerden bir kısmı, (Allah’ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından saptırırlar.” (Nisâ, 46). Hıristiyanlarla ilgili de şöyle buyurur: “kendilerine zikredilen (Kitab’ın) önemli bir bölümünü unuttular.” (Mâide, 14). Yani İncil’in hükümlerinden bir çoğuyla amel etmeyi bıraktılar. “Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret bıraktık.” (Mâide, 14) O halde gerçek Tevrat nerededir ve kendisine sarılanı cennete götürecek asıl İncil nerededir?
Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) bi’setinden sonra bile olsa, semâvî dinlerden herhangi birine tâbi olan kimse Allah’ın azabından kurtuluyorsa Müslümanların da Kur’ânla amel etmeyi bırakmaları mümkün olur. Oruç emrini veya meselâ cihâd farîzasını bırakarak insanlara kıtâl ve cihâd gibi meşakkatli teklifler yüklemeyen İncil’e tâbi olmalarında bir sakınca görülmez. İncil’de geçen “Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir” sözüne göre amel ederek zevk u sefâ içinde yaşayabilirler ki bu görüş hiç bir Müslüman tarafından kabul edilmez.
Bakara âyetini tamamıyla yanlış anlamak
Değerli dostumuz Bakara âyetini yanlış anlamıştır. Âyet şöyledir: “Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir” (Bakara, 62). Sayın Ateş bu âyete bakarak herhangi bir semâvî dîne mensup olan herkesin cennete gireceğini zannetmektedir. Bundan dolayı dergideki mezkûr makalesinde “Bu Kur’ân, herhangi bir semâvî dîne mensup olan, Allah’a ve âhiret gününe inanan ve amel-i sâlih işleyen herkese cenneti müjdelemektedir.” demekte ve yukarıdaki âyeti bu iddiasına mesned kılmaktadır. Halbuki âyet-i kerîmeden böyle bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü âyet inanan grupları sıralayarak Hz. Mûsâ zamanında yaşayıp da kendisine îmân eden Yahûdîlerden, Hz. İsâ’nın zamanında kendisine îmân eden Hıristiyanlardan ve Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) peygamberliği döneminde kendisine inanan müminlerden söz etmektedir. Şüphesiz bu peygamberlere tâbi olanlar yaşadıkları dönem içinde peygamberlerini tasdik edip onlara tâbi olmuşlarsa cennete gireceklerdir. Ancak îmân etmeyenler cehenneme girecektir. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle anlatır: “İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti.” (Saf, 14). Bu yüzden Hz. Muhammed’in (sallallâhualeyhivesellem) bi’setinden sonra Hz. Mûsâ’ya veya Hz. İsâ’ya tâbî olmak ve onların kitaplarıyla amel etmek câiz değildir. Bilakis Kur’ân’a tâbi olmak ve bütün peygamberlere îmân etmek mutlaka gereklidir. Bu yüzden Hz. Peygamber Hz. Ömer’in Tevrat’tan bazı sayfalar okuduğunu gördüğünde kendisine kızmış ve şöyle demiştir: “Allah’a kasem olsun ki Musa hayatta olsaydı bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmazdı.” (hâfız İbn Kesîr’in tefsirine bkz.)
Sayın Ateş (Allah onu bağışlasın) aynı zamanda Mâide âyetini de yanlış anlamakta ve Hıristiyanlar, İslâm’a girmeyerek kendi dinlerine tâbi olmaya devam etseler bile Allah Teâlâ’nın kendilerini övdüğünü sanmakta ve âyetin kendisine delil olduğunu düşünmektedir. Yani Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) tâbi olmayarak kendi dînine bağlı kalan Hıristiyanların ehl-i îmândan olduğunu ileri sürmektedir. Âyet-i kerîme şöyledir: “Onlar içinde îmân edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da ‘Biz Hıristiyanlarız’ diyenleri bulacaksın.” (Mâide, 82). Şâyet sayın Ateş âyet-i kerîmeyi tamamlasaydı, onun Hıristiyanlardan belirli insanlar için indiğini görürdü; Şüphesiz âyet, Habeşistanlı bir grup Hıristiyanla ilgilidir. Habeşli bir grup Hıristiyan Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem) ile buluşup Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediklerinde çok müteessir olmuş, ağlamaya başlayarak Müslümanlıklarını ilan etmişlerdi. O denli ağlamışlardı ki sakalları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Daha sonra bu insanlar Müslümanlıklarını ilan ederek Necâşî’ye dönmüşlerdi. Âyet-i kerîmenin devamı şöyledir: “Bunun sebebi, onların içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve bunlar büyüklük taslamazlar. Peygambere indirilen Kur’anı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: ‘Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında yaz’.” (Mâide, 82-83) Bû âyet-i kerîmeler onların îmân edip Hz. Peygamber’i tasdik ettiklerini göstermiyor mu?!
Sayın Profesör’ün Hz. Peygamber’e tâbi olmayıp İslâm dînine girmeseler bile Hıristiyanların kendi dinleri üzere devam etmelerinin makbûliyeti ve cennete girecekleri şeklindeki iddiasına delil olarak Hz. Peygamber’in, anlaşmayı bozdukları için Benî Kurayza’ya Tevrat’la hükmettiği iddiası ise oldukça ilginçtir. İslâmî ilimlere derin vukûfiyeti olan bir hocanın mezkûr hâdiseyi böyle anlaması/aktarması doğrusu anlaşılabilir cinsten değildir! Öncelikle sayın Ateş’in bu iddiasının doğru olmadığını söylemek durumundayız. Zirâ bütün müfessir ve siyercilerin de ittifak ettiği üzere onlara Tevrât’ın hükmünce değil Hz. Sa‛d’ın hükmüne göre davranılmıştı; Hz. Sa‛d savaşçı erkeklerin öldürülmelerine, kadınların ve çocukların esir edilmelerine hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sa‛d’a: “Kuşkusuz sen, yüce Allah’ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin.” dedi (Tefsîru İbn Kesîr, Ahzâb Suresi).
Hz. Peygamber’in ehl-i kitâp konusunda Allah’ın emrine muhâlefet etmesi nasıl tasavvur olunabilir? Allah Teâlâ ehl-i kitapla ilgili olarak “(Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” (Mâide, 49) buyurduğu halde Hz. Peygamber’in bu emre aykırı hareket ederek onları Tevrat’la yargıladığını ileri sürmek nasıl bir şeydir? Bu âyete rağmen Hz. Peygamber’in Kur’ânı terk ederek onlara Tevrat’la hükmettiği nasıl söylenebilir?
“Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar” (Mâide, 43) âyet-i kerîmesine gelince, Allah Teâlâ burada Yahûdileri azarlamaktadır. Onların Tevrat’la hükmetmelerini onayladığını gösteren bir anlam bu âyetten çıkmaz. Aksine burada Yahûdîlerin bu davranışlarının ne kadar tuhaf olduğu vurgulanmaktadır. Zirâ onlar hak olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı bir kenara bırakarak peygamberliğine inanmadıkları halde, Hz. Muhammed’e (sallallâhualeyhivesellem) gelip aralarındaki anlaşmazlıkları çözmesini ve bir hükme bağlamasını istiyorlardı. Dolayısıyla âyetin anlamı şöyledir: “Yâ Muhammed! Nasıl oluyor da o Yahûdîler ne sana, ne de kitâbına îmân etmedikleri halde senin hakemliğine başvurur ve verdiğin hükme razı olurlar? Bu çok tuhaf değil mi? ‘Doğrusu onlar hiç bir şeye îmân eden kimseler değildirler.’ ” (Mâide, 43).
Necrân Hıristiyan heyeti hâdisesine gelince, Allah Rasûlü onların mescide girip kendi dinleri üzerine ibadet etmesine izin vermişti. Ancak buradan sayın Profesör’ün iddia ettiği üzere Hz. Peygamber’in onların haçlarını ve Allah’ın dışında bir şeye ibadet etmelerini onayladığı hükmünü çıkarmak mümkün müdür? Bu, tefsir kitaplarında zikredilen bir hadisedir ve hülâsa olarak şöyledir: Necrân Hıristiyanlarından bir grup Hz. Peygamber’le tartışmak üzere Medîne-i Münevvere’ye gelir. Boyunlarında haçlar asılıdır. Allah Rasûlü mescide girmelerine izin verir ve onları hoş karşılar. İbadet etmek için Hz. Peygamber’den izin isterler ve izin verir. Doğuya, Beytu’l-Makdis istikâmetine dönerek ibâdet ederler ve Hz. Peygamber’le tartışmaya başlarlar:
– Niçin Bizim sâhibimizle ilgili kötü sözler söylüyorsun?
– Onunla ilgili ne söylüyorum?
– Onun kul olduğunu söylüyorsun.
– Bu kötü söz müdür? O tabii ki Allah’ın kuludur.
– Bu nasıl olur? Hâlbuki o, ölüleri diriltiyor, dilsizleri, körleri ve abraşları iyileştiriyordu.
Bunun üzerine heyettekilerden kimisi Hz. İsâ’nın Allah olduğunu, bazıları da “üçün üçüncüsü” olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallâhualeyhivesellem):
– Siz bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz diridir, İsâ ise ölümlüdür?
– Evet biliyoruz.
– Peki bütün çocukların babasına benzediğini bilmiyor musunuz?
– Evet biliyoruz.
– Peki bilmiyor musunuz ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah Teâlâ’ya gizli olmaz. İsâ ise sadece Allah’ın kendisine bildirdiği şeyleri bilebilir?
– Hayır.
– Bilmez misiniz ki, Rabbimiz yemez, içmez ve def’-i hâcet eylemez. İsâ ise yer içer ve bütün insanlar gibi def’-i hâcet eyler?
– Evet biliyoruz.
– Öyleyse nasıl olur da İsâ iddia ettiğiniz gibi ilâh ya da ilâh’ın oğlu olabilir?
Necrân heyeti bu son soru karşısında susmuş ve yüz çevirerek inkar etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları mübâheleye (lanetleşmeye) çağırmıştı. Ancak onlar korkmuşlar ve mübâheleden kaçınmışlardı. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ Âl-i İmrân sûresinin şu âyetlerini indirdi: “Elif, Lâm, Mîm. Allah o İlahtır ki Kendinden başka ilah yoktur. Hay O’dur, kayyûm O’dur…Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: ‘Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim’.” Allah Rasûlü Necrân Hıristiyanlarını mübâheleye çağırmıştı. Davetin hikmetli üslubu böyledir. Yoksa sayın Profesör, mesela Papa boynunda haçıyla Şeyhu’l-İslâm’a gelse, Şeyhu’l-İslâm kendisine “Çık dışarı ey kâfir! Boynundaki haçı çıkarıp İslâm’a girmedikçe seninle tartışmam” demesini mi istemektedir? Bu Hz. Peygamber’in yapmadığı bir şey olup aynı zamanda insan aklının ve hikmetin gereği bir davranıştır. Ancak bu hâdiseden Hz. Peygamber’in onların bâtıl inancını onayladığına dair bir sonuç kesinlikle çıkmaz.
Sonuç olarak değerli dostumuz Profesör Dr. Süleyman Ateş’ten Allah’a küfredenlere rahmet konusunda ifrata düşmemesini diliyoruz. Zîra kendileri, Allah’ın kulları üzerine Allah’tan daha merhametli olamaz. Eğer Allah, onların hak dîn olan İslâm’a girmemeleri durumunda cehenneme gireceğine hükmetmişse, bir Âdemoğlunun kalkıp Allah’a muhâlefet ederek “kesinlikle cennete girmeliler” demesi mümkün olmadığı gibi, gücü dâhilinde de değildir. İnsanların en çok zararda olanı Allah’ın dîninden yüz çevirerek dînini dünya ile değiştirendir.
————————————————————
[1] “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir”, İslamî Araştırmalar, Yıl 1989, Cilt III, sayı 1.