Dinlerarası Diyalog

Diyalogda Tarihi Alt Yapı – Prof. Dr. Yümni Sezen

Tarihi Altyapının Hıristiyan Cephesi

1-Pavlus (Saint Paul)-Hıristiyanlık ve Diyalog
Mevcut Hıristiyanlık ve Pavlus bilinmeden, hıristiyanlarla diyalogdan bahsetmek, afakî bir iş olur. Pavlus, mevcut Hıristiyanlık ve bugüne kadar geçirdiği süreç çok iyi bilinmelidir ki kiminle diyalog kurmak istediğimiz anlaşılabilsin. Pavlus da tanınmadan Hıristiyanlığı tanımak ve anlamak mümkün değildir20.
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”] Hıristiyan tarafta diyalogun alt yapısında, Pavlus’un öğreti ve telkinlerini buluruz. Kitab-ı Mukaddes’te diyaloga açık olmayan öğretiler, açık olabilecek gibi anlaşılanlardan çok fazladır. Her şey tanrı-insan veya insan-tanrı (İsa) etrafında dönmektedir. “Günümüz Hıristiyanlığı, Hz. İsa’nın getirdiği nizamdan çok, Pavlus’un yorumlarıdır. Pavlus’un telkinleri Allah’ı değil, İsa Mesih’i ağırlık merkezi olarak almıştır.”21 Diyalog modeli Hz. İsa’nın kendisi olarak anlaşılmaktadır. Bu bakımdan hıristiyanlarla diyalog kurmak isteyenler, İsa etrafında dönüp dolaşmak mecburiyetindedir. Belki bu durum anlaşılmış olduğundan, müslüman diyalogcular, “Hz. İsa’nın etrafında bütünleşelim” demişlerdir .
Aranıp bulunamayacak duruma gelmiş olan Pavlus öncesi dönemde silik ve etkisiz izlerle karşılaşabiliriz. Hz. İsa’dan sonra doğduğu bilinen Pavlus, İsa’yı görmediği halde, Şam yolculuğunda İsa’nın hayalini gördüğünü iddia ettiği için “seçilmiş havari” olarak kabul edilmiştir. Pavlus, isa’dan 30-40 sene sonra Şam’a giderken, karşısına çıktığını iddia ettiği İsa hayalinden edindiği bilgi ile, mevcut Hıristiyanlığı şekillendirmiştir.
Saul (Pavlus) “Ve yolda giderken Şam’a yaklaştığı zaman vaki oldu ki, gökten bir nur ansızın çevresinde parladı. Ve yere düşüp bir sesin kendisine: Saul, Saul, niçin bana eza ediyorsun? dediğini işitti. O da: Ya Rab, sen kimsin? dedi. Ve o dedi: Ben eza ettiğin İsa’yım. Fakat kalk ve şehre gir, ve ne etmen gerekir sana söylenecek. Onunla yolculuk eden adamların nutku tutulup durdular, sesi işitiyorlar, fakat kimseyi göremiyorlardı.” “Ve Rab ona(Hananya adlı şakirde) bir rii’yette, dedi: Kalk, doğru denilen sokağa git ve Yahuda’nın evinde adı Saul olan Tarsuslu’yu ara…”23
Yeni Ahitte Pavlus’un başından geçenler, ayrıntılarına kadar anlatılır. İsa’yı Rab durumuna getiren Pavlus’tur. İncillerin ilk yazımı, iki havari dahil, İsa’dan 50 sene sonra olduğuna ve diğer İncil yazarları isa’yı hiç görmediklerine göre, İncil yazımları da. Pavlus’un Hıristiyanlığı şekillendirmesinden sonradır. En önemli incil yazarı Luka, Pavlus’un öğrencisidir . Luka diğer İncilleri inceleyerek İncil
21-Pavlus için bkz. Şinasi Gündüz, Pavlus: Hıristiyanlığın Mimarı. Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, 263. Suat Yıldırım, Aksiyon Dergisi, Hz. Isa Özel Sayısı, 8 Aralık 2003, sayı: 470, s. 45.
İlk dönemde Hıristiyan ve Hıristiyanlık terimleri yer almaz. Bu terimler ilk defa Hz. İsa’dan 20-30 sene sonra Antakya’da kullanılmıştır. İndiler Hz. İsa’nın hayat hikâyesi niteliğindedir. Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, 262
23 Yeni Ahit, Resullerin İşleri, 9/3-6, 7.

yazmıştır. Pavlus’un mektupları, Kitab-ı Mukad-des’te İndilere dahil olarak yer almaktadır. Bugün 274 sayfalık Yeni Ahit’in (İncil) 156 sayfası, 35 sayfa Resullerin İşleri olmak üzere, mektuplara aittir. Geriye kalan 4 İncil toplamı (Matta, Markos, Luka, Yuhanna’ya göre) 118 sayfadır. Özellikle 156 sayfa incelendiğinde, Hıristiyanlığın Pavlus tarafından kurulduğu açıkça anlaşılır, indilerde İsa adı Allah adından fazla geçer. Incillerdeki “Ben ve Baba biriz” ifadesi, isa’nın Allah ile olan durumunu tipik bir şekilde anlatmış oluyor.
Pavlus’un Hıristiyanlık’taki durumu vahiy alan Resul (elçi) dür. Kendini bu duruma getirebilmesi için İsa’yı Rab’lik derecesine yükseltti. Gördüğünü iddia ettiği hayal üzerine geliştirdiği efsane de bu istikametteydi. Artık Hıristiyanlık’taki (İsevilik’teki) İsa, Allah’ın değil, Pavlus’un İsa’sıdır ve Rab’dir; çelişki ve karmaşa da olsa, aynı zamanda Mesih’tir, Oğul’dur ve ona Kutsal Ruh gelmiştir. Pavlus ise İsa’nın yani Rabbin elçisidir. Bütün bilgileri ona Mesih İsa vermiştir. Baba-Oğul, Kutsal Ruh, Meryem, Rab, Mesih karışıklığı ve karmaşası, Pavlus’un araya girmesinden, onun yorumundan kaynaklanır. Tabiatıyla daha temelde, gerçek Hz. İsa’nın sözlerinin zamanında ve sağlam şekilde kaydedilmemiş olması, buna sebep olmaktadır. Yaşamış olan, yani tarihî gerçek İsa ile Pavlus’un İsa’sı birbirine uymaz. Bu uyumsuzluğu Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde insanlığa bildirmiştir.
Hz. İsa’nın kimliği bizzat İndilerde bir karmaşa içindedir. “Allah’ın Oğlu”, “İnsanoğlu”, “Rab”, “Kral”, “Yahudilerin Kralı”,”Mesih”, “Allah’ın Kuzusu”, “Yusuf Oğlu”*, “Davud Oğlu”, “Âdem Oğlu”, “Peygamber”, “Kudretli bir Peygamber”, hepsi İsa için kullanılmaktadır25. Zıtlıklar ve karmaşa apaçıktır. Üstelik yine İndilerde Hz. İsa için bir taraftan babasız ve Kutsal Ruhla ilkah edildiği bildirilirken, diğer taraftan inançsızlara ve kötü niyetlilere fırsat verecek şekilde, Meryem’le Yusuf’un nişanlı olarak yaşadıkları yer almaktadır, Daha ötesi, Hz. İsa’dan bahsedilirken, nişanlı Meryem ve Yusuf kastedilerek, “anası ve babası” tabiri kullanılmaktadır26.
Meryem’in nişanlısı Yusuf. “5 Günay Tümeı-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, 277.
26 Luka,2/41-52.

Hıristiyan ulema, İncil o kadar önemli değil, İsa’nın kendisi önemlidir, dinin binası onunla olur, diyorlar. Fakat Pavlus aynı şeyi söylemiyor. “Ey kardeşler, size müjdelediğim ve kabul edip orada durduğunuz İncil’i size bildiriyorum. Eğer size müjdelediğim sözü (İncil kelimesinin anlamıdır) kuvvetle tutarsanız, boş yere iman ettiğiniz halde, onun vasıtası ile de kurtulursunuz…”27
Pavlus, Baba’nın vasıtasıyla kendisinin Rab İsa Mesih’in Resulü olduğunu, Yeni Ahitte, Galatyalıjara mektubunda belirmiştir. “Ne insanlardan, ne de insan vasıtası ile değil, ancak İsa Mesih ve onu ölülerden kıyam ettiren Baba Allah vasıtasıyla Resul olan Pavlus….”28
Pavlus böylece, Baba Allah’ın iradesiyle Oğul Allah’ın Resulü olmuştur. “Ve onlara İbrani dilinde söylediğini işittikleri zaman, daha ziyade sustular ve dedi: Ben Kilikya Tarsus’unda doğmuş bir yahudiyim… Şam’a yaklaşmakta iken, öğleye yakın, gökten büyük bir nur ansızın, çevremde parladı, yere düştüm ve bir ses bana: Saul, Saul (Pavlus), niçin bana eza ediyorsun? dediğini işittim. Ben de kimsin ya Rab? diye cevap verdim. O da bana dedi: Ben eza ettiğin Nasıra’lı İsa’yım…29
27 Korintoslulara 1. Mektup, 15/1-2.
2” Galatyalılara Mektup, 1/3.
29 Resullerin İşleri, 22/2-8.
“Tomas ona dedi: Ya Rab, nereye gidiyorsun bilmiyoruz, yolu nasıl biliriz? İsa ona dedi: Yol ve Hakikat ve Hayat benim. Ben vasıta olmadıkça, Baha’ya kimse gelmez. Eğer beni tanımış olsaydınız, Babamı da tanımış olurdunuz. Şimdiden onu biliyorsunuz ve gördünüz. Filipus ona dedi: Ya Rab, Babayı bize göster ve bize o yeter. İsa ona dedi: Bu kadar zaman sizinle beraberim de beni tanımadın mı ey Filipus? Beni görmüş olan Babayı görmüş olur, sen nasıl Babayı bize göster diyorsun. İman etmiyor musun ki ben Babadayım, Baba da bendedir… Bana iman edin, ben Baha’dayım, Baba da bendedir…”32 Görüldüğü gibi burada Allah ile İsa aynı olmuştur.
“Ve İsa’yı gördükleri zaman, ona secde kıldılar, fakat bazıları şüphe ettiler. İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hâkimiyet bana verildi…”33
12 Yuhanna 14/5-11.
33-Matta 28/17-18.
Pavlus, insanla Allah münasebetinde, kul-Allah münasebetini reddetmiş, Oğul-Baba münasebetini koymuştur. Çünkü ona göre “kulluk” korku ifade eder. “Çünkü Allah’ın ruhu ile sevk edilenlerin hepsi Allah’ın oğullarıdırlar. Çünkü yine korku için kulluk ruhunu almadınız, fakat oğulluk ruhunu aldınız ve onunla: Baba, baba diye çağırınız. Allah’ın evladı olduğunuza Ruh kendisi bizim ruhumuzla beraber şahadet eder. Ve eğer evlat isek, hem de varisleriz…”34 “Çünkü hepiniz iman vasıtasıyla Mesih İsa’da Allah’ın oğullarısınız.”35
Böylece oğul kavramı bütün insanlara verilmiştir. Allah’ın oğullan kavramı yeni Ahit’in her tarafında geçer36.
Günahın kaynağını, yani aslî suç kavramını, Hz. Âdem’in itaatsizliğine kadar götüren de Pavlus’tur. Bunu da Yahudi bilgin-lerinden almıştı ama bu görüş Yahudiler arasında hıristiyanlar kadar taraftar bulamamıştı..Aslî suçtan arınma şekli olan vaftizi getiren de Pavlus’tur37.
Batılı araştırıcılar da Pavlus hakkında kanaat birliğine varamamışlardır ama, gerçek Hıristiyanlıkla onun arasına giren şüphelere dikkat çekmişlerdir. Pavlus, kimine göre İsa’nın mesajını ile ten bir misyoner, kimine göre “tarihi İsa’nın mesajını şu veya bu şekilde bozan kişi”38dir.
34-Pavlus’un Romalılara Mektubu 8/14-17.
34-Galatyalılara Mektup 3/26.
35-Matta 5/9, 45; 8/12; Luka 20/36; Yuhanna 11/52; Yuhanna’m 1.Mektubu 3/2 gibi
36-Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihî, 263.
37-Şinasi Gündüz, Pavlus: Hristiyanlığm Mimarı, 21-22. Pavlus’un Korintoslulara 1. Mektubu, 9/16-23
38-Şinasi Gündüz, Pavlus: Hri.ıtiyanlığm Mimarı, 21-22

Pavlus’un taktiği, İslam’ın metodundan çok farklıdır. Pavlus, karşısındakinin inancı ne olursa olsun, onun özünün Hıristiyanlıkla aynı olduğu teolojik peşin hükmünden hareketle işe başlıyordu ve her yolu mubah sayıyordu. O zaman Atinalıların inanç sistemlerini bildiği halde onlara, farkında olmasalar da gerçek Tanrıya taptıklarını söylemiştir. Yani kendisinin Atina halkına bilmeseler de as-lında onların hıristiyan olduklarını söylemeye ve bilinmeyen tanrıya isim vermeye geldiğini42 söylemiştir.
Daha sonra hıristiyan ruhbanca İslâmiyet için de aynı şey düşünülecek, İslâmiyet İsa’nın kısmî bir yansıması kabul edilecek, bu yorum, diyalog için olumlu bir zemin olarak kullanılacaktır. Müslümanların, onları Kitap Ehli ve özünde aynı, tek kelimede birleşirlerse ve dinleri tasaffi ederse (saflaşır ve aslına dönerse) her şey hallolacak diye görmeleri, karşı tarafın bunun tersi olarak aynı bakış açısına sahip olmaları gibidir. İki taraf da, karşıdakinin aslına ve özüne dönmesini isteme gibi niyet, ama kendi açılarından iyi niyet taşıdıkları halde, buna “mevcuda saygı ve hoşgörü” adını vermeleri, diyalogu sadece vasıta kılmanın niteliğini değiştirmez’ görünüyor.
Şurası önemlidir ki, Müslüman diyalogcuların muhatap aldıkları genellikle halk değil, ruhban olmaktadır. Diyalogu yaparken yukarıda anlatmaya çalıştığımız bir Hıristiyanlık ve buna bağlı bir misyonerlik karşı sında olduğumuz unutulmamalıdır. Artık Kitap Ehli vasfı olan böyle bir dinin mensuplarının ve ruhbanının, İslam karşısındaki diğer şirk mensuplarından ve yetkililerinden bir farkı ve hele ayrıcalığı kalmamıştır, Herhangi bir din mensubuna ne saygı ve hoşgörü göstereceksek, ne bir fazla ne bir eksik Hıristi-yanlarada gösterebiliriz. 42-Khodry’den naklen Mustafa Alıcı, Müslüman-Hıristiyan Diyalogu, 86.
2-Hıristiyanlık ve Misyonerlik Sürecinde Önemli Dönemler
Pavlus ile 20. yy. arasında geçen zaman; Hıristiyanlığın ilahiyat, bilim ile ilişki, reformlar, devrimler, siyasî ve idarî macera, diğer din ve toplumlarla ilişkiler bakımından, iniş çıkışlarla, kanlı mücadelelerle, dine tepkiler ve dinden uzaklaşmalarla doludur.
Hıristiyanlık dünyasının Müslümanlarla ilişkileri, özel bir öneme ve özel bir birikime maliktir. Tarih boyunca hıristiyanlarca İslam ya toptan reddedilmiş ve ona düşmanlık gösterilmiş, ya Hıristiyanlıkla uyuşan noktaları kabul edilmiş, kabul edilenler de Hıristiyanlığın uzantısı ve yansıması olarak görülmüş, gerisi sahte ve uydurma olarak nitelendirilmiştir. Onlara göre İslam, gerçek Vahye dayanmayan, oradan buradan devşirme bir dindir. Belki Hıristiyanlık’tan bir sapmadır. Şeytan Hıristiyanlığı yıkmak için Hz. Muhammed’e Kur’an denilen kitabı öğretmiş de olabilir. Dolayısıyla Hz. Muhammed bir peygamber değil, aksine Mesih düş-manı bir deccaldir. İslam’ı ve diğer dinleri dışlayıcılık ve aşağıla-yıcılık yanında, Hz. İsa’ya yakınlık ve uzaklıkları oranında, Hıristiyanlığın onları içine aldığı veya kendi kurtuluşlarında bağımsız bıraktığı yolunda’kanaatler de mevcuttur ama, bütün kanaatlerde açık yahut gizli şekilde İsa’ya iman etmek şartı yer alır43.
İslam’a düşmanlık, düşmanlığın azaldığı nadir dönemlere nazaran daha çok şiddetli dönemler göstererek, bugüne gelmiştir.
43-Mahmut Aydın, Monologdan Diyaloga, 59-72.
Haçlı seferleri bu dönemlerin başta gelenlerindendir. Hıristiyanlık’ta reform (Protestanlık) hareketi, düşmanlığı azalfacak yerde arttırmıştır. Luther’e göre Hıristiyanlığın baş düşmanı Müslümanlık ve bilhassa onu temsilde öne geçen Türklerdir. Tek tanrıcı olmakla beraber, İsa Mesih’in ilahlığını reddettiği ve kurtuluşun İsa’da tecelli eden ilahi merhameti ve inayeti öngörmediği için Müslümanlık kötüdür. Kur’an yalanlarla dolu ve şeytan tarafından yazdırılmış bir kitaptır. Luther Kur’an’ı okumadığı halde eski hıristiyanlann kanaatini tekrarlamıştır. Luther’e göre Türkler, Tanrı’nın hıristiyanlara vermiş olduğu bir cezadır. Milletlerin en kötüsüdür. Mesih düşmanı deccalin bedenidirler .
Hıristiyan dünyası için İslamiyet ve bilhassa Türkler’in İslam dünyası safına geçmesi, en önemli dünya olayı ve dünya değişimidir. İslâmiyet’ten sonra Hıristiyanlık büyük güç kaybetmiş, özel-likle Türkler’in sahneye çıkışıyla büyük darbeler yemiştir. Üstelik Müslüman Türkler’in, hıristiyan memleketlerin ortalarına kadar girişi ve oralarda uzun süre kalışı, hıristiyanları, başta Türkler olmak üzere Müslümanlara karşı korku ve dehşete kaptırmıştır,. Bugün, bu durumu, iki dinin birbirini anlamasına engel olan ve önyargıyı arttıran gelişmeler olarak nitelendiren, müslüman diyalog-cular tarafından yapılmış talihsiz, hatta dehşete düşürücü yorumlar vardır45. Ileriki bölümlerde bunun üzerinde tekrar duracağız. Tarih hükmünü icra etmiş, İslamiyet yayılmaya devam etmiştir. Bu durum onları sürekli çareler aramaya itmiştir. 175 yıl gibi uzun süren haçlı seferlerinde dökülen kanlar, insanlığın hafızasından silinmemiştir. Arkasından, 1789 Fransız ihtilali dahil olmak üzere, reformlar ve dine karşı gelişen fikirler ve faaliyetler, kiliseyi ve misyonerliği yeni arayışlara itmiştir. Avrupa’da giderek dinsizliğin artması da yeni arayışlara ve hıristiyan olmayan ülkelerden taze kan aramaya iten sebeplerdendir.
İslamiyet’in hızlı yayılma dönemleri, hıristiyanların İslam’a olumsuz baktıkları dönemlerdir. Yayılmanın azaldığı dönemler, aksine müslümanlara daha olumlu baktıkları dönemlerdir. Buradan savaş daha etkili oldu anlamını mı çıkarmalıyız? Savaşları bir tarafa atamayız ama, meseleyi sadece bununla izah etmek yanıltıcı olur. Teknoloji üstünlüğünün el değiştirmesi, bunun moral bozukluğu yaratması, şahsiyeti bozması ve direniş gücünü kırması bakımlarından müslümanlar zarar görmüştür. Müslümanlar için gerek yayılmanın yavaşlaması, gerek müslümanlann bizzat kendilerinin bozulması, en tehlikeli dönemler olan yumuşamanın arttığı dönemlere rastlar. Bunun psikolojik sebebi, müslümanlann gevşemiş, hıristiyanların da kendilerine destek bulmuş olmalarıdır. Teknik ve medeniyet onların lehine dönmüştür. Hıristiyanlık her ne kadar kendi içinde çıkmazlara girmişse de, taze kan aramada, misyonerlik gibi kendine daha rahat bir yol bulmuştur. Diyalog da bu yolun en uygun şeklini teşkil etti.
Yumuşama dönemlerinde hıristiyanların önemli mimarları zuhur etti. Bunların en önemlilerinden biri Louis Massignon’dur. Ateizme dönen, sonra tekrar hıristiyan olan Massignon, misyonerlere tavsiyeleriyle meşhurdur. Şöyle diyor: “…Müslümanların millî ve manevî değerlerini Batı medeniyeti potasında eriterek kendi mize benzettik… derin bir boşluğa düşürdük. Bundan sonra siz misyonerlerin işi daha kolaylaştı. Maaş bağlayarak, vize va’di, yurt dışında iş imkânı ile, hatta cinselliği kullanarak, müslümanları hıristiyan yapınız…”46
Massignon, Kari Rahner ve benzerlerinin telkin ve tavsiyeleriyle Vatikan, metot değişikliğine ihtiyaç duymuş “resmi diyalog” sürecini başlatmıştır.

45-Bkz., Aksiyon Dergisi, Hz. İsa Özel Sayısı, 44-45.
46-/SAV, “Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, İlmi Toplantı”, 17-18 Nisan, 2004, 379 (Prof. Dr. Zeki Arslantürk’ün Müzakere Metninden); M. Necati Özfatura, “Misyonerlerin İttifakı”, ■Türkiye Gazetesi, 26 Aralık 2003.
Artık kurtuluş herkes için söz konusudur, ancak, bunlar içten içe Hıristiyanlığa aktarılarak mümkündür. Yeni diyalog döneminde İslamiyet hâlâ “diğer dinler” çerçevesi içindedir ve fakat Hıristiyanlık unsurlarından (Meryem, İsa, Kutsal Ruh, Kitap Ehli gibi) fazlaca bahsettiği için özel bir yere sahiptir. “İçinde hıristiyan hakikati yansıtmıştır ve bu bakımdan geçerliliği, Hıristiyanlığa bağlı dinî bir geçerliliktir.”47
1960’lı yıllardan sonra gelişen ve kendine tarihi tabanlar da bulmaya çalışan diyalog faaliyeti, böylece misyonerlik için yeni bir metot ve yeni bir üslup olacaktır.
Artık sahne arkası aynı ama sahnede diyalog vardır. Fakat bu diyalog daha çok ihtiyacı olduğu halde kendi toplumuna yönelici olmamış, kendi dışını hedef almıştır. Diyalogun müslümanlara dönük ilk maksadı, hıristiyanların müslümanlaşmasını önlemektir. Onları hıristiyanlaştırmak ise bir kazanç ve esas maksat olmakladır.
Şurası tarihi bir gerçektir ki, İslam dünyasının yüksek medeniyet dönemleri, İslam dinamizminin arttığı dönemlerdir. Batı medeniyeti ise, kültürleşmiş Hıristiyanlığı hariç tutarsak, Hıristiyanlığa karşı tepkilerin arttığı dönemde oluşmuştur. Bunun farkında olan Hıristiyan ruhban, kendi yerini koruma telaşına düşmüştür. Hoşgörü, diyalog ve bu gibi yeni metot ve tavırlarla kendilerine taze kan aramaktadırlar.
1960’lı yılların dinlerarası diyalog dönemine böyle girilmiştir. Mevcut diyalogu iyi anlamak için, bu tarihten sonrasını mercek altına almak gerekiyor.
1962’den önce dinlerle ilgili olarak diyalog kelimesi yoktur. Diyalog kavramının, öncesine baktığımız zaman, kilisenin bütün faaliyetleri, sekreteryalar, toplantılar, kuruluşlar, konsiller, yayınlar, raporlar şeklindedir ve hepsi yeni bir metodun arayışına giden bir alt yapıyı oluşturur ve bir süreci ifade eder. 1962’den 1965’e kadar üç yıllık bir çalışma sonucu, Katolik kilisesi yeni bir safhaya girmiştir. 1965’te n. Vatikan Konsili ile diyalog kelimesi kullanılmaya başlamıştır. Vatikan’da diyalog merakının ciddiye dönüşü, 1960’lı yıllara rastlar. Diyalog sempatik bir metottur ve misyonerliği diyalogla örtülemek, misyonerlere karşı duyulan antipatiyi ve takınılmış olan olumsuz tavrı gidermek, bu yeni metotla mümkün görülm Bundan böyle kilise, öteki dinlerin inanç ve öğretilerindeki hakikat ve kutsal olan şeyleri kabul edecek, ama bunların hakikat ve iyi olma standardını yine kilise belirleyecektir49. Bütün faaliyetlerde zımnî veya aşikâr Hıristiyan şemsiyesi mevcuttur. Yapılan bütün toplantılar Hıristiyanlar tarafından düzenlenmiştir. “Toplantılara katılanlarda müslümanlann sayıca azınlığı teşkil ettiği, eleman seçimi ve konu tespitinin Hıristiyan yetkililerin hâkimiyetinde olduğu, müslümanlara baskın çıkmaya ve kontrolü ellerinde tutmaya çalıştıkları dikkati çekmektedir50. Son zamanlarda, müslüman diyalogcular teşebbüsü ele almaya, toplantıları ve sempozyumları kendileri düzenlemeye çalışmakladırlar ama rotada değişen bir şey yoktur. Diyalog meselesi hıristiyanların malıdır ve bizim buna, aynı kavram, aynı manâ, aynı gayeyle sahip çıkmaya kalkmamız, sırıtan bir şey olmuştur.
49-50-)Günay TUmer-Abclui’rahman Küçük, Dinler Tarihi, 428-429. Nostra Aetate’den naklen: Mustafa Alıcı, Müslüman-Hıristiyan Diyalogu, 144-145.. Günay Tümeı-Abdunahman Küçük, Dinler Tarihi, 436.

Diyalog bugün Katolik kilisesinin resmi politikası haline gelmiştir. Protestanlar da, başta karşı çıkmalarına rağmen, meseleyi benimseyip, bunu hem dinî hem siyasî bir küreselcilik programı haline getirmişlerdir.
II. Vatikan Konsili 1965’te, Nostra Aetate adlı belgenin önemli bir kısmını müslümanlara ayırmıştır. Papalık ve konsil, müslümanları kendilerine göre tanımlamakta, bazı yanlış ifadelerle müslümanları değerlendirmektedir, inançlarını tamamen İbrahim’e dayandırmak, Hz. Meryem’e yakarmak gibi.
Daima hıristiyan-müslüman diyalogu şeklinde öne çıkan, diğerleriyle diyalogun sadece satır aralarında kaldığı bir duruma girmiş olan dinlerarası diyalogun, “Katolik vesikalarında anlamının misyoner karakterde olduğunu, işin özünde misyoner kimliğini korumak isteğini”51 görüyoruz. Ötekini anlamak ve dinlemek, diyalogun gerçek hedefi olan “kurtuluş”a hizmet etmek için gereklidir.
John Paul, dikkat çekmesin diye veya meseleyi felsefî çerçevesiyle sunmak için, dini yalnız başına bırakmayıp, onu başka hayatî alanlarla sarıp sarmalamış, diyalogu buna göre ele almış, sırf din ile sınırlı bırakmamıştır. Papa II. John Paul’e göre diyalog dört türlüdür.
1- Hayat Diyalogu: Açıklık, iyi komşuluk ruhu içinde neşe ve üzüntülerini paylaştıkları, endişelerini çözdükleri bir diyalog türüdür.
2- Hareket Diyalogu: Sosyal adalet, çevre, eğitim diyalogu.
3- Teolojik (ilahiyata ait) Diyalog: Gerçeği arama.
4- Dinî Tecrübe Diyalogu: Dinlerin manevî yönlerinin ortaya çıkarılması ve ruhban ve mistiklerin bir araya gelmesi.
Hangi çerçeveye oturtulursa oturtulsun, diyalogun mahiyeti ve gayesi, 1965’teki II, Vatikan Konsili’nin Nostra Aetate’sinde belli olmuştur. Bildiriye titizlikle bakmamız, önemli noktalara dikkat etmemiz gerekir. Bildiride”‘ bütün inanç sistemlerinin Hıristiyan ilahiyatında son bulması istenen dallar olarak görüldüğüne şahit oluruz. “Tarih boyunca, hatta günümüze kadar, farklı insanlar arasında, tabiatın akışının ve insan hayatının ötesine uzanan gizli bir gücün belirli bir farkında olunuşu mevcuttur. Zaman zaman insanlık tarihinde yüce bir varlığın veya ondan daha da öte bir “Baba”nın varlığının kabul edilmesi vuku bulmuştur.”
Bunlar Noslra Adale’nin ifadeleridir. Bildiride Hinduizm, Budizm, İslam üzerinde kısa kısa durulmuş, Yahudiliğe biraz daha fazla yer ayrılmış, bunların dışındakiler için de “diğer dinler” demekle yeti-nilmiştir. İma edilen manâ, hepsinin gidişi, yardım edilirse gizlice Hıristiyanlığa doğrudur. “Kilise, farklılık arz etmelerine rağmen bütün dinlere, hayat ve davranış tarzlarına saygı gösterir. Bunu yaparken de kilise, İsa’nın tek yol, tek hakikat ve tek gerçek hayat” olduğunu ilan eder ve bunu başarılı bir şekilde ilan etmesi onun görevidir. Tanrı’nın, Kendisinde her şeyi Kendisiyle uzlaştır-dığı İsa’da, insanlar, dinî hayatlarının tanrılığını ve mükemmelliğini bulurlar. …Kilise, evlatlarını ihtiyat ve yardım severlik duygusu içinde diğer dinlerin taraftarlarıyla tartışma ve işbirliğine girmeye teşvik eder…”
51-Mustafa Alıcı, Müsiüman-Hıristiyan Diyalogu, 454.
Nostra Aetate’nin tercümesi, Mahmut Aydın’ın Monologdan Diyaloga adlı kitabının sonundaki eklerden alınmıştır.

“Sırrın derinliğinden gelen bir sesle bu Konsil, Yeni Ahit halkını, İbrahim’in nesliyle irtibatlandıran manevî bağı hatırlamaktadır.” Bildiri daha sonra Yahudilere epey yer ayırmış, yahudilerin ve hıristiyanlann ortak manevî mirasını, Meryem ve oğlu İsa’nın onlardan olduğunu, Eski Ahit Yeni Ahit devamlılığını, şeriatın onlardan alındığını, yahudi-hıristiyan düşmanlığının yersizliğini, İsa’ya yapılanlardan, ne o günkü yahudilerin tamamının, ne bugünkülerin sorumlu olmadığını hatırlatır. Bildirinin son taraflarında şunlar yer alır: “Mesih’in haçını, Tann’nın evrensel sevgisinin alameti ve tüm ilahî merhametin kaynağı olarak ilan etmek kilisenin görevidir.” Birlik ve beraberliğe, işbirliğine, diyaloga çağıran Konsil bildirisi, İsa ve Baba Tanrı birliğinden, haç’ın Tann’nın evrensel sevgisinin alameti olduğundan, İsa’yı tanrı ola rak onaylamanın hedef olduğundan, Tanrı halkının (birinci planda İbrahim ailesinin devamı, sonra bütün insanlık) İsa’nın halkı anlamında olduğundan asla ve zerre kadar vazgeçmemeyi vurgulamış ve taviz verilmeyeceğini göstermiştir. Bu çizgi üzerinde bir diyalog istemektedir. Nostra Aetate’den sonraki bütün bildirilerde, çağrı, sempozyum ve diğer faaliyetlerde, değişen bir şey olmamıştır. Gizli-açık, aynı şeyler ima edilmiş veya sadece metot üzerinde yoğunlaşılmıştır. İnsanî, manevî, kültürel değerler daha esnek tutulmuş, bunlar sloganlaştırılmıştır.
Papa II. John Paul’e göre dinlerarası diyalog, kilisenin hıriştiyanlaştırıcı görevinin bir parçasıdır. Diyalog böyle bir gö-revle çelişmez. Çünkü kurtuluş Mesih’ten gelir ve bu diyalog, hıristiyanlaştırma işinden ayrı düşünülemez. Diyalog ve hıristiyanlaştırma kavramları arasında bir karmaşıklık yoktur ama birbirlerinin aynı da değildir. Diyalog kilisenin çıkarlarına hizmet için yapılan bir taktik de değildir. Tüm insanlara aydınlıkta ışık olan Kelam’ın tohumlarını yeniden ortaya çıkarma işidir”. Papa’ya göre, “öteki” insanlardaki sırh Tanrı lütfunun varlığını öğrenmek için kiliseye düşen görev, ötekileri dinlemekten, onlara soru sormaktan ve onlardaki Kutsal Ruh’un sırlı faaliyetlerine güvenmekten bıkmamaktır. Bu, sadece hıristiyan hakikatinin teolojik prensipleridir ve diğerlerinin dinlerine, felsefelerine, kültürlerine inecek bir hıristiyan diyalog anlayışı için de esastır54.
Redemtoıis Missio (Kurtarıcı Misyon)’darı naklen: Mustafa Alıcı,
Müslüman-Hıristiyan Diyalogu, 161-162.
NMİ (Novo Millenio Ineunte: Yeni Bin Yıl) Machado “Editörial”
47’den naklen: Mustafa Alıcı, Müslüman-Hıristiyan Diyalogu,

Görüldüğü gibi hıristiyan yetkili, Pavlus ile başlayan “herkesle her şey olmak” gibi prensibi de geride bırakarak, diyaloga taktik sınırlarında bile bakmamakta, diyalogdan maksadın ne oldu-ğunu izah etmektedir. Karşılıklı anlama, dinleme ve bilgilenmeyi bîr taktık olarak görmemekte, sadece hedef için vasıta ve metot olarak telakki etmektedirler. Çünkü onlara göre sağlıklı misyon ancak diyalogla gerçekleşecektir’1”’,
Hıristiyan olmayan dinler Sekreieryası, Papa II. John Paul’un da onayıyla, 1984’te 20. kuruluş yıldönümünde yayınladığı “Katolik Kilisesinin Öteki Dinlerin Takipçilerine Tavrı: Diyalog ve Misyon üzerine Görüşler ve Yönelişler” adlı belgede, açıkça diyalogu kilisenin hıristiyanlaştırma misyonu içine yerleştirmiştir. Diyalog, misyonun bir parçasıdır. Diyalog dinler arasında bir konuşmadan ibaret değildir. Diyalog ve hıristiyanlaştırma şeklinde bir ayırım kesinlikle kabul edilemez’ . Bu belgeye göre “diyalog, kilisenin görevi içinde kendi büyük dinamizmine kavuşacak yeri bulacak” bir yoldur. Bu diyalogun içinde, her şeye nüfuz edebilen birlikte yaşama diyalogu, ilim adamlarının görüşlerini anlattıkları entelektüel diyalog, nihayet ruhanî alana hitap eden bir diyalog türü vardır. Bütün bu diyalog ortamları, hıristiyan taraf için, kültürlerin İncil’e doğru değişimi üzerinde çalışma yapmaya yarayacak yollar demektir. İncil’in değerlerini daha gerçekçi bir tarzda ötekilerle paylaşmanın fırsatları hükmündedir. Diyalog, daveti kabul edip kurtulmayı ifade eden güvenilir bir araçtır57.
Vatikan’ın iki kuruluşu olan, Papalık Dinlerarası Diyalog Konsili ile Halkları Hıristiyanlaştırma Konfederasyonu, 22 Ocak 1991’de “Diyalog ve Davet” adlı ortak bir açıklama yayınladı ve bu açıklama piskopos konferanslarına gönderildi. Belli tereddütlere cevap niteliğinde de olan açıklamada, kilise dışındaki insanlara verilmiş olan olumlu değer ve mensup oldukları dinî geleneklerin kapsandığı vurgulanmaktadır. Ama açıklama yine tüm insanlara yönelik dine davet işlemlerini kapsamaktadır. Tanrı hakkındaki fikirlerin gelişimi arzulanmakta, dine davet .görevinin ihmali müm -kün olmayan kutsal ve temel bir görev olduğunun ve bu görevin vazgeçilmezliğinin altı çizilmektedir. Açıklamaya göre diyalog ve davet kavramları birbirinin yerini tutmaz ama karşılıklı ilişki içindedir ve kilisenin aynı istikametini yansıtır. Farklı şartlar içinde vurgu sıralarının yerleri değişebilir. Diyalogsuz misyon, monolog şeklinde bir anlatım olur ve zarar verebilir. Esas olan, tüm insanlara Mesih’in onlar için kendini feda ettiğini öğretmektir. Diyalogdan amaç da Kelâmın öteki dinlerde gizli kalmış tohumlarını keşfetmektir. Diyalogun dayanağı Kutsal Ruh’un meyveleri olan ümit ve sevgidir. Bunlar yoluyla kişiyi, Mesih’in öteki dinlerdeki sırlı varlığını keşfetmeye ve öğrenmeye götürmek gerekir58. “Ümit ve Sevgi”, müslüman diyalogcuların da sarıldığı kavramlar olacak, iki taraf bu kavramlar yoluyla da diyalogda buluşacaktır.
.Öteki dinlerin başında ve hedefte görünen İslam’dır. Papa ve diğer ruhban, Hıristiyanlığın yayılışına en büyük engelin İslâmiyet’in ortaya çıkışı olduğunu bilmektedirler, islamiyet’e özel düşmanlık duyduklarını, zaman zaman söylemekle beraber, artık di-yalog için bunu beklemeye almış gibidirler. Diyalog için tam tersine şeyler söylemek gerekir. Vatikan’ın 1962-1965 yıllarındaki yeni yorumunda, İslamiyet de “Hıristiyanlık kadar olmasa bile, bir değer taşıyabilir” kanaati oluşmuş, bu bizlerin çok hoşuna gitmiş ve bu kadan adeta bize yetmiştir. Daha fazlasını söyledikleri de olmuştur. İslam ve Hıristiyanlığın tamamlayıcı bir bütünlüğü oluşturduğunu, “Rahman ve Rahim olan Allah” ile “Merhametli Semavi Babamız”ın aynı anlamı ifade ettiğini söylemişlerdir59. “Kiliseler Ehad, Hayy, Kayyûm, Rahman, Rahîm, Kadir, göklerin ve yerin yaratıcısı olan ve insanlara hitap eden Tamı’ya tapan müslümanlara da önem verir ve onlara saygı duymaktadır…” “Kurtuluş çizgisi, merhametli, insanları son günde yargılayacak Tanrı’ya tapan müslümanları da kuşatır denmiştir.” Fakat kiliseye göre bunların hepsi, bu dünyaya gelen her insanı aydınlatan Hakikatin ışığını yansıtır ve Hakikat ise Hz. İsa’nın şahsıdır61.
Katolik rahip Guiluio Basetti-Sani’ye göre İsa Mesih, ki I i se dışında da faaliyet göstermektedir. Bu cümleden olarak Hz. Muhammed(s.a.v.) de Tann’nın vahyi aracılığıyla Tanrıya doğru yürümede cahil ve zayıf olan insanlık için manevî rehber olmuş, insanların hayatlarına yeni anlamlar vermiştir. İslam, Mesih’ten sonra gelerek İbrahim, Musa ve İsa’nın Tanrısı’nın mutlak hâkimiyetini vurgulamış, Arap âlemini kurtuluş tarihine getirmiş, kutsal haç’ın mü’jde-siyle yeniden bütünleşmiştir. Kur’an, Kitab-ı Mukaddesin bir başka sırrıdır. Putperest Araplar’a ilk defa İsa’yı ve Meryem’i anlatmıştır. Kur’an İsa ve Meryem’e, Kitab-ı Mukaddes’in öbür şahsiyetlerinden daha fazla yer vermekte ve onlara üstün tuttuğunu açıkça göstermektedir. Bu yönüyle hem Kur’an, hem Hz. Muhammed, Mesih’e hazırlansınlar diye Tann’nın putperest Araplar’a göndermiş olduğu pedagoglardır. Artık Mesih’i tam olarak anlamak ve ona iman etmek yolunda kilise onlara yardımcı olmalıdır. Kur’an, İncil için bir hazırlık devresidir62.. Bu yaklaşım, hoşgörülü davranan bir ilahiyatçıya mahsusmuş gibi görünüyorsa da. özellikle yeni taktikle ve yeni mantıkla genel kanaat, İsa’ya doğru yönlendirmek, Hıristiyanlığın motiflerine yaklaştırmak arzusudur. İsa tüm insanların ışığı (Lumen Gentium) dır. Fakat tüm insanların bir kısmı hıristiyanlar gibi henüz “Tann’nın halkı” değildir. Henüz İncil’e ulaşamamış kimselerdir. Evrensel kardeşliğe dahil olmaya, Tanrı halkı olmaya, İncil’e ulaşmaya çağrılmalı, bunlar kendilerini çeşitli yollardan hazırlamalıdırlar. Öteki insanlardaki iyi olan değerler, kilise tarafından İncil için bir hazırlık olarak algılanmalıdır. Bu değerler ve iyi olanlar, İncil’in tüm insanları aydınlatmak üzere bahşettiği ışık huzmesi sayılmalıdır63. İşte diyalog insanlarda mevcut iyiyi ışığa yöneltmek, kötü olanları tamir etmek için yeni bir metottur.

58- Dialogue and Mission (Belgesi) 29, 30, 3i, 32, 33, 34, 35; F. Gioia (1997), 575-577; J. Dupuis (1993) 221; Mariasusai Dhavamony (1994) 66’dan naklen: Mustafa Alıcı, Müsliiman-Hıristiyan Diyalogu, 173-174.
61-62-Konsil kararları için bkz., Ömer Faruk Harman, Hıristiyanların İslam’a Bakışı; Mustafa Alıcı, Miisliiman-Hıristiyan Diyalogu. tsa dedi: Yol ve Hakikat ve Hayat Benim, Yuhanna 14/6. Basetti-Sani, Guilio, The Koran in tlıe Light of Christ-Islam in the Plan of History of Salvation, Chicago 1977, 5-6, 205-210; L’İslam Nel Piano Della Salvezza, Fresole 1992, 14, 206’den naklen: Mustafa Alıcı, Miislüman-Hıristiyan Diyalogu, 292-293.
63-J. Dupuis’ten naklen bkz., Mustafa Alıcı, Müslüman-Hıristiyan Diyalogu, 147.
Katolik ilahiyatı diyaloga böyle hazırlanmıştır. Güya “kilisenin dışında kurtuluş yoktur” şeklindeki dışlayıcı prensibi terk etmiştir. Vatikan’ın Roma dışında 60 kadar diyalog komisyonu, çok
sayıda enstitüsü, araştırma merkezi vardır ve buralardan gelen raporlar Roma’daki Konsil tarafından değerlendirilmektedir. Konsilin bu işler için ayrıca vakfı vardır ve Müslümanlara burs
vermektedir . -^
Gerçek görevi misyonerlik olan diyalogculara yapılan tavsiyeler şunlardır:
1-Sevgi ve İsa Mesih’in karakteri üzerinde yoğunlaşmalıdır.
2-Hz. Muhammed’den yalancı peygamber olarak bahsedilmemelidir.
3- İsa’dan Allah’ın oğlu diye bahsedilmemelidir. Çünkü müslüman nazarında bu bir küfürdür. Onlara yaklaşmak, istenildiği şekilde propaganda yapabilmek için buna dikkat edilmelidir.
4- Müslüman, bizim kendisini sevdiğimize kani olmalıdır. Böylece onların kalbine girilebilir.
5- İslam dini hakkında konuşmak yerine müslümanlarla konuşmaya ağırlık verilmelidir .
Kilisenin kendi içine kapalı kalmaktan kurtulmak istediği, onlara değer vererek diğer dünyaya açılmak istediği bu yöneliş 2-3 asır öncesinden başlamıştır. Kilisenin, özellikle son zamanlarda kendini gözden geçirmesinin ve bazı kararlar almasının sebebi, diğer insanlara daha mantıklı ve daha cazibeli şekilde ulaşma yollarını açmaktır. Diyalog bu yolun girişi mahiyetinde kullanılmaktadır. II. Vatikan Konsili’nin manâ ve hedefi doğru anlaşılırsa, dünyaya yine Hıristiyanlık için açılma, yalnızca eski ve yanlış metotlardan vazgeçip “diğerlerini” şefkat ve himayelerine alma, Müslümanları da artık “adam yerine koyma” olduğu görülür.
Konsil kararlarındaki ifadeler bundan başka bir şey değildir. “Biz zat kilise insanlar üzerinde Tann haklarının en kararlı müdafii olarak yer alacaktır.” “Kilise evlatlarını, hıristiyanca inanıp yaşamakla
birlikte, ihtiyat ve şefkatle, diyalog ve işbirliği ile, diğer dinleri izleyenleri tanımaya, himaye etmeye, o insanlarda bulunan, ruhi, ahlakî, sosyal ve kültürel değerlen geliştirmeye, teşvik eder.”
Kültürel ve sosyal değerlerin geliştirilmesi, Hıristiyanlık istikametinde olacaktır. Onları tanımak, diyalogda bulunmak, işbirliği yapmak, onları Hıristiyan yapmak içindir. Onlar hıristiyan şefkat,
merhamet ve sevgisinin kanatlan altında olan “kilise evlatlarıdırlar. Konsile göre diğer dinler de; hayatın manâsı ve gayesi, günah ve sevap, gerçek mutluluk, âlemin menşei, sırlar, ölümden sonraki hüküm üzerinde durmuşlar, kendilerine göre bu yöndeki sorulara cevap vermeye çalışmışlardır. Kilise bu dinlerde mevcut değerleri bir tarafa atmaz66
64-Francis Arinze, Interreligious Diatogue…’dan naklen Mustafa Alıcı, Müslüman-Hıristiyan Diyalogu, 124.
65-Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, 441-442.
66-Konsil kararları için bkz. Ömer Faruk Harman, Hıristiyanların islam ‘a Bakısı; Mustafa Alıcı, Miislüman-Hıristiyan Diyalogu

Bizim, hıristiyanlar için düşündüğümüz “tasaffi”yi, onlar bizim için düşünmüşlerdir.
Gerçek şu ki, Hz. İbrahim’den bahseden fakat diğer oğlu Hz. İsmail koluna hiç dokunmayan Konsil metni, Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı hiç dile getirmemiş, itina ile bundan kaçınmıştır. Metnin
dışında bunlardan ender olarak bahseden bazı ilahiyatçıları olmuştur. Konsil kararları bugün adeta moda haline gelen “İbrahimî din” kavramını gündeme getirmiştir.
Protestanlara gelince, Katoliklerden bir müddet sonra, dinlerarası diyalogu benimsemişlerdir. Evangelistler de, önce karşı çıkmalarına rağmen 1974’te diyalogu kabul ettiler.
Protestanlığın “Dünya Kiliseler Konseyi (WCC)”, son otuz yıl içinde “Papalık Dinlerarası Diyalog Konsili” ile yakın işbirliğine girmiştir.
Metot aynıdır. Protestanlara göre “diyalog, kiliseye İsa tarafından yüklenen görevden vazgeçmek anlamına gelmez. Diyalog ile davet aynı değildir ama, birbirini tamamlayan iki önemli görev unsurudur67.
Protestanların diyalog çerçevesi içinde kültür, din kadar ağırlık kazanmış durumdadır. Siyaset, iktisat, millî meseleler, dinden öce geliyor dense yanlış olmaz. Birlikte yaşama projesi, Protestanların Dünya Kiliseler Konseyi için daha önemlidir. Bu, misyondan farklı görünüyorsa da, içinde misyonu barındırmaktadır. Protestanlar, küresel anlayışa ve çoğulculuğa vurgu yapmaktadırlar. Bugün Türkiye’de kilise evler, kilise apartman daireleri, kilise odalar, Protestan projesinin bir parçası görünümündedir. Hıristi-yanlaşan Türkler, zaten beraber bulundukları, belki akraba oldukları kimselerle, aynı sokakta, aynı apartmanda onlar Müslüman, kendileri Hıristiyan olarak beraber yaşamaya devam edeceklerdir. Çoğulcu demokrasi anlayışına da uygun olan bu durum, Protestan projesidir.
Katolik ve Protestanların faaliyetlerini görerek Ortodoks Hıristiyanlar da diyaloga heveslenmişler ve 1984’ten itibaren yoğun çalışmalara başlamış ve toplantılar düzenlemişlerdir.
Konsil kararları ve yapılan birçok diyalog faaliyeti, gizli-acık hep misyoner çizgisinde olmuştur. Çok sayıda doküman, belge, örnek, diyalogun diyalogdan ibaret olmadığını açıkça göstermektedir. Kilise bir yandan diyalogdan bahsetmiş, diğer yandan misyonerleri göndermeye ve onları hıristiyan devletlerin ve çeşitli kuruluşların da aracılığıyla desteklemeye devam etmiştir. Diyalog ve misyonerlik ayrı ayrı kaynaklardan gelmemektedir. Aynı kaynak-tan gelmektedir.
Bizimkilere gelince, “diyalog hıristiyanların babasının malı değildir, bizde zaten mevcuttur, daha doğru olanı, daha güzeli, daha gerçekçisi ve daha samimisi bizdedir, biz onu alır, kilisenin tekelinden kurtarır, bu işi onlarla beraberce yürütürüz” diye düşünmektedirler.
67-Mustafa Alıcı, Müslüman-Hıristiyan Diyalogu, 455

  1. Tarihî Altyapının Müslüman Cephesi
    1-Diyalogun Kur’an’a, Sünnete ve Tarihî Tecrübeye Dayandığı İddiaları
    a-Kur’ân-ı Kerim
    Kur’an ayetlerinin diyaloga müsait olduğu, hatta diyalogu istediği, bugün özellikle Türkiye’de diyalog taraftarlarınca savunulmaktadır. Geçmişte de çok az olmakla beraber bu tür yaklaşımlar olmuştur. Bu iş alışkanlık halinde olduğu için yadırgamıyoruz. Geçmişte olduğu gibi herkes kendine Kur’an’dan referans arayıp duruyor. Fakat diyalog konusunda Kur’an’dan verilen misaller, göreceğimiz gibi yerinde değildir ve tek taraflı bakışlara hastır. Kur’an’a bir bütün olarak bakmalıdır.

Bir dinde tebliğ, davet, imana dayalı bir yayılma mecburiyeti varsa, o din mensupları, diğerleriyle zaten ilişki kurmak ve bunun en iyi metodunu arayıp bulmak ve uygulamak durumundadırlar. Bu, tabii olan bir dinî, sosyal ve psikolojik tavırdır. Ancak, bu metodun, buraya kadar anlatmaya çalıştığımız ve Hıristiyan misyonerliğinin sahiplenebileceği diyalog metodundan farkını da aramak ve anlamak mecburiyetindeyiz.
Bir din “dinde zorlama yoktur”**dedikten sonra diyalog türü ilişkiler kendiliğinden gündeme gelir. Ama bu din, neden zorlamaya gerek olmadığını, zikredilen ayetin hemen devamında söyler: “Doğru yol eğri yoldan ayrılmıştır” İki tane ayrı ayrı, farklı farklı “doğru yol” olmaz. Diyalog dediğimiz işte bu farklılığı ve farklılık içindeki doğru olanı aydınlatmak için olabilir. “Aynı yere farklı yollardan gidilebilir” konusu istismar edilip durmuştur. Aynı yere farklı yollardan gidilebileceği doğrudur ama farklı yollar gerçekten aynı yere yönelmiş, gerçek dinin içindeki meşrep ve üslup farklarından ibaret olmalıdır. Kastedilen yer aynı olmalıdır. Farklı yolun birinde hürriyet ve gönül huzuru içinde yolculuk yapılır, diğerinde zorlama ve baskı bulunabilir. Birinde hedefe tertemiz varılır, diğerlerinde çamura, kara katranlara bulaşmış olarak varmak söz konusu olabilir, ama varılabileceği de şüphelidir.
**Bakara [2] 256.

Kitap Ehli tabiri, vahye dayalı kitaba sahip olan, bir peygambere inanan yahudileri ve hıristiyanları kasteder. Fakat bu tabir “vahye dayalı kitaba sahip olan ve peygambere inanan” anlamının kapsamını bütünüyle ifade etmez. Öyle olsaydı, mevcut halleriyle, Müslümanlıktan farkları kalmazdı. İlahi ama bizzat Allah tarafından sorgulanmış, tenkit edilir hale gelmiş, bozulmuş, hükmü kaldırılmış bir dine inananlar anlamına gelmektedir. Bu durum, diyalogda çok önemli bir husustur. Kitap Ehline, özellikle hıristiyanlara karşı hoşgörülü bir metot kullanılmasını Kur’an-ı Kerim’de buluruz, ancak bunu çok özel ve imtiyazlı bir tavır olarak almamalı, bu tavrın İslam’ın genel bir metodu olduğu unutulmamalıdır. “Rabbi-nin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et, onlarla en güzel şekilde tartış (mücadele et)”60 emri geneldir. Hıristiyanlara, temel ilkelerin ve esas hedefin göz önüne alınmayacak derecede bir imtiyaz, özel bir tavır söz konusu olsaydı, aynı hıristiyanlar için “Bakmaz mısın şu kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanlara? Kendileri sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar”10 denmezdi. “Ev iman edenler! Yahudiler ile Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar ancak birbirinin.dostudurlar, içinizden her kim onları dost edinirse, muhakkak onlardan sayılır. Allah ise düşmana dostluk etmekle nefislerine zulmedenleri doğru yola iletme’z”71 denmezdi. Yanlış bir diyalog anlayışına. Jcapılmamak için. Kur’an’da yine şöyle denmiştir: “İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onların birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.12 Hıristiyanların durumuna dikkat çeken bu âyet, nimetlere kavuşup gevşeyen bir kısım sahabeyi uyarmak, bugün ve her zaman bu durumda olabilecek Müslümanlar için nazil olmuştur.

69-Nahl [16] 70-125. Nisa [4] 44.
71-Maide[5]51.
72-Hadîd[57]I6.

Allah kelimesi, İslam’daki şümulü kapsamıyorsa ve kavramın alt tarafı boşsa veya başka şeylerle (oğul, putlar) dolu ise, Hıristiyanlarla müşrikler arasında bir fark kalmaz, “…bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir…”14 ile “muhakkak ki müşriklere, gökleri ve yeri kim yarattı diye sorarsan, elbette Allah derler. O halde nasıl saptırıyorsunuz?”15 arasında, Kur’an’ın metodu ve tevhid gerçeği bakımından bir fark yoktur. Müşriklere de hıristiyanlara da, aynı Allah’ın kullarıyız denmektedir. Hıristiyanların ve yahudilerin diğerlerinden farkı, kitaba ve peygambere sahip olmalarıdır. Fakat Kitap Ehlinin biri peygamberi ilahlığa yükseltmiş, diğeri peygamberler hakkında ağza alınmayacak şeyler söylemiştir. Kitap ve peygambere sahip olmaları, onlar için hoşgörülü bir muameleye sebep olabileceği kadar, tersine, verilen nimete ve lütfa ihanet etme babında bir avantajsızlık da olabilir ve aleyhlerinde bir zihniyete yol açabilir. “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, ne Allah’a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resulünün haram ettiğini haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, devlet otoritesine boyun eğdirilmiş olarak cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaşın.”16 “…Kitap verilenlerden bir kısmı, Allah’ın o kitabını omuzlarının arkasına attılar (ıımursamadılar), sanki bilmiyorlarmış gibi.”77 “Kitap Ehlinden olan kâfirler ve müşrikler size Rabbinizden bir hayır indirilmesini asla istemezler..”78
Kur’an’dan gafil olan veya Kur’an’ın olması gerekene ait hükümlerini teorik temeller zanneden diyalogcu, hâlâ, “Müslümanlar teorik temelden uzaklaşarak karşı tarafı Ehl-i Kitap olmalarına rağmen kâfir diye adlandırmıştır. Bu yanlışlığı müdafaa edecek değilim diyebilmekte, Kur’an’a yanlışlık yüklediğinin farkında olmamaktadır. Bazı ayetlerde Kitap Ehli “zalimler” olarak nitelendirilir. “Hem t zalimler Allah oğul edindi dediler.”*0 “Uzeyr Allah’ın oğludur”, “Mesih Allah’ın oğludur” sözlerini Kur’an küfredenlerin sözleri olarak bildirir81. “Muhakkak ki Allah, Meryem’in oğlu Mesih’tir, diyenler, küfre sapmışlardır.. “sı “Muhakkak ki Allah üç Tanrı’dan biri diyenler küfre girmişlerdir…”83 “Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi eğlence ve oyuncak yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçekten inanıyorsanız, Allah’tan korkun.” Kitap Ehli, dini eğlence ve oyuncak yerine tuttukları, yani inanmadıkları için, “(diğer) kâfirlerle” bir tutulmuştur.
76 Tevbe [9] 29.
77 Bakara [2] 103.
78 Bakara [2] 105.
Ahmet Kurucan, Zaman Gazetesi, 15 Mayıs 2004
80 Bakara [2] 116.
81 Tevbe [9] 30.
82 .Maide [5] 72.
83 Maide [5] 73.
84 Maide [5] 57.
Görüldüğü gibi, bazı şartlar yerine gelmezse, müşriklerle Kitap Ehli arasında fark kalmamaktadır. Şeklen ve sadece Kitap Ehli olmaları, bir şeyi değiştirmemiş, bir imtiyaz teşkil etmemiştir. Hıristiyanları dışlayıcı olmayıp, kucaklayıcı görünmesi, onları daha yakın bulması, temel şartlara uymalarına bağlı kılınmıştır. İkilem gibi görünen (öven ve yeren) manzara, “aslı ile bozulmuş olanın ikileminden gelmektedir. Bir anlamda iki Hıristiyanlık söz konusudur. Gergi iki Hıristiyanlık da, İslam nazarında geçersizdir. Din yenilenmiştir. Bu ikilik gittikçe aslının ortadan kalkmasıyla ortadan kalkmış, bozukluk derinleşmiştir. İkilik onların davranışlarıyla da ilgilidir. Bugün Batılıların yaptıkları karşısında, hiçbir müslüman, iki Hıristiyanlığı ayırt edecek durumda değildir.
Kitap Ehli kavramına muhatap olanların durumunu belirttikten sonra, dayanak olarak alınmak istenen ayetlere de bakmamız gerekiyor. Müslümanlardan diyalog tutkunlarının dayanmak istendikleri bir ayet şudur: “De ki: Ey Kitap Ehli! Gelin sizinle bizim aramızda, müşterek olan temel ilkelerde anlaşalım. Allah’tan başka mabııd tanımayalım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve bazımız bazımızı Rab ittihaz edinmesin. Eğer bundan yüz çevirir-lerse, o vakit şöyle deyin: şahit olun biz hakikaten Miisliimanlarız.”85Bu ayette diyalog değil, davet vardır. Kökte müşterek olan ilkelere çağrılıyor. Temel hatırlatılıyor. Demek ki ona uymuyorlardı. Olduğunuz gibi kalın, bu bize yeter, denmiyor. “Gelin sizinle müşterek bir ilke üzerinde anlaşalım” demek, işe buradan başlayalım demektir. Ayrıca “gerisi önemli değildir” demek de değildir. Bulundukları halin doğru olmadığı, ondan uzaklaşılmış bulunduğu önemsenmese, hatırlatma ve çağrı yapılır mıydı? Diyalogda vazgeçilmez görülen hoşgörü ve karşılıklı saygıya uyulmuş olsaydı, bu ayete ne gerek vardı? Bu ayet bir diyalog ayeti değildir. Bu ayetle Kitap Ehli ile ilgili diğer bütün ayetleri bir araya getirdiğimiz zaman, mesele daha iyi anlaşılır. Kur’an’a parça parça değil, bir bütün olarak bakılmalı, o, bir bütün olarak anlaşılmalıdır. Bir de onu tebliğ eden Hz. Peygamberin hayatından takip etmelidir.
85-Âl-i İmran [2] 64.
Dayanılmak istenen diğer ayet şudur: “Kitap Ehli ile, zalimlik yapanlar hariç en güzel şekilde tartışın ve onlara: biz hem bize indirilene, hem de size indirilene inandık. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da aynıdır. Şu kadar ki biz yalnız O’na teslim olmuşuzdur, deyin.”*6 “Bizim ilahımız da sizin ilahınız da aynıdır” buyruğu, elbette sadece ikimizin ilahı aynıdır anlamında değil, bütün insanlar aynı ve tek Allanın kullandır anlamındadır. Bu, hatırlatılmış oluyor.

Yoksa, siz de bizim ilahımıza sahipsiniz, öyleyse bir ayrıcalığınız var anlamına gelmez. Ayette önemli olan nokta, vahyedilen kitaplara inanma meselesidir. Müslümanlar, indirilen bütün kitaplara inandığı halde, “Kitap Ehli Kur’an’a inanmıyor” anlamı ima edilmiştir. Aksi takdirde hatırlatma yapılmazdı. Siz de bize indirilene inanmadıkça diyalog başlamaz, diye anlamak imkân dahilindedir. Her iki ayetin sonunda, “şahit olun biz hakikaten müslümanlarız” ve “biz yalnız O’na teslim olmuşuzdur deyin”, diyerek davet ve davetin mahiyeti açıkça belli edilmiştir. Mesele günah veya hatalı işler değil -ki müslümanlar da aynı hata ve günah içinde olabilirler- doğrudan iman meselesidir. Kur’an diyor ki, “Eğer Kitap Ehli iman ederek Allah’tan korksalardı, şüphesiz günahlarını örter ve kendilerini nimetlerle donatılmış cennetlere koyardık.”*1 Tebliğ yerine diyalogu koymaya veya ikisini aynı manâya, almaya ve taviz vermeye izin vermeyen bir ayet şudur: “Sen dinlerine tâbi olmadıkça, ne yahudiler, ne hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: Gerçek yol Allah’ın yoludur. Şa-. mm hakkı için sana vahiyle gelen bu kadar ilimden sonra bilfarz onların arzularına uyacak olsan, Allah’tan başka senin ne bir dostun bulunur ne de bir yardımcın.”
Yahudi ve hıristiyanlan dost edinmeyin, âyetini müteakip olan ayetler de bu konunun hastalığına işaret etmektedir: “Kalplerinde hastalık olanların, ‘bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onlara koştuğunu görürsün. Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de kalplerinde gizledikleri nifaktan dolayı pişman olurlar. “s9 Ayet, kendi toplumundaki problemlerden, felaket gelmesin diye “dışarıya sığınanları” kastediyor, diyalog diye hıristiyan ruhbana koşanları hatırlatıyor gibidir. A.B.’ne koşanları da bu ayet sanki işaret etmektedir. Çünkü daha önce zikrettiğimiz bir önceki âyet (Maide-51), yahudileri ve hıristiyanlan dost edinmeyin diyordu. Sadece “siyasî biz” haline gelmek isteği, dost edinme sayılmaz, diyebilmek, gerçeği ifadeden uzak olsa gerektir.
Kur’an hıristiyan ve yahudileri bize anlatırken ve onlarj sorgularken, ruhbanlarına ait de bize bilgi vermiş, aynı sorgulamayı onlar için de yapmıştır. “…Ruhbanlığı kendileri icat ettiler, biz onları sorumlu tutmadık. Ancak bunu Allah’ın rızasını kazanmak için yaptılar, sonra da ona hakkıyla uymadılar. Biz de içlerinden iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik. Çokları ise yoldan çık-mışlardır.”90 Ruhbanın iyileri, ruhbanlıklarından dolayı değil, inanmış ve iyi işler yapmış olmalarından dolayıdır. Nitekim Kur’an, “Ey iman edenler! Haberiniz olsun ki haham ve ruhbandan birçoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler… der.
Ankebut [29] 46. Maide [51 65. Bakara [2] 120.
Maide [5] 52. Bu âyetin tefsiri için bkz. Bayraktar Bayraklı,Bir Anlayışın İşığında Kur’an Tefsiri, VI, 60-62.
Hadid [57] 27.
Tevbe [9] 34.
Demek ki İslâm’ın metodu, tebliğ ve davetin, herkes olduğu yerde dursun, saygılı olun, üslubu değildir. “Hak dinini din edinmeyen” ‘ ibaresine bakarsak, diyalogda kendi hallerinde kalmaya veya bir kısmını değiştirmeye müsamaha yoktur. Zorlamayıcı, hileden uzak, ahlakî bir tebliğ ve davet, onun prensiplerindendir. Davet ve tebliğin bir tarafı, daha doğrusu hazırlık tarafı diyaloga tabii olarak açıktır ama öbür tarafı mutlaka cehde açık durumdadır. Bu cehd, doğru imana, iyi işler yapmaya davet ve bunu tebliğdir.
“Ey Şanlı Resul! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et! Etmezsen, O’mm elçiliğini, hakkıyla yerine getirmiş olmazsın.” ‘ Bu tebliğ Kitap Ehlini de içine almaktadır. Eğer tebliği amaçladığımız bir diyalog yapacaksak, dinimizin ana kaynağının ifadesiyle yapmak zorundayız: “Ey Kitap Ehli! Dininizde ifrata sapmayın, Allaha karşı hak olmayanı söylemeyin. Meıyem oğlu Mesih. İsa sadece Allah’ın elçisi ve Meryem’e ilka eylediği bir kelimesi ve O’ndan bir ruhtur, başka bir şey değildir. Gelin, Allah’a ve resullerine iman edin, Tanrı “üçtür” demeyin, vazgeçin, hakkınızda hayırlı olur. Allah ancak bir tek ilahtır. O sübhandır, çocuğu olmasından münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”94 “Andolsun ki Allah, Meryem’in oğlu Mesih’tir diyenler şüphesiz kâfir olmuştur. De ki: eğer Allah Meryem’in oğlu Mesih’i, anasını ve arzda bulunanların hepsini yok etmek isterse, ondan kim bir şey kurtarabilir. Göklerin ve yerin ve aralarındaki her şeyin mülkü (hâkimiyeti) Allah’ındır. O dilediğini yaratır ve her şeye kadirdir.”95 Bunun dışında söylenecekler, dinî olmaz, şahsî olur, siyasî olur, kültür ve medeniyetle ilgili olabilir.
Şimdi hıristiyanlar istedikleri kadar “çocuk”, “oğul” gibi sözler mecazîdir, şu derin manâsı vardır, bu tevil yapılabilir desinler, Kur’an bunun yanlışlığını vurgulamıştır. Allah, oğul ve çocuğun mecaz olarak kullanıldığını bilmeden mi bu ihtarı yaptı? Me-caz manâyı ve tevil yolunu bile bile mi “Allah çocuk edinmez” ihtarını yaptı? Yoksa artık bu işi Allah hıristiyanlardan mı öğrenmiş oldu? İslam’ın bu saçmalıklara yer vermediğini bile bile, hıristiyanlarla “dinî diyalogu” nasıl yapacağız? Sadece “diyalog” yapacaksak, dini bu işe neden karıştırıyoruz?
‘” Tevbe [9] 29.
13 Maide [5] 65.
14 Nisa [4] 171.
15 Maide [5] 17.
Hıristiyanlarla dinî anlamda ve temel konularda hiçbir ortak noktamız kalmamıştır. Kalite meselesi ve bizim dinimize layık olup olmadığımız, eksiklerimiz ve hatalarımız ayrı bir şeydir. Ama inanç sistemlerinde ortak bir yer bulmak mümkün değildir. Ahlak zaten genel bir konudur. Allah ve peygamber inanışında, ibadet şekillerinde, bir ortak nokta, tecrit, tevil, tebdil ve tahrif yapmadıkça, bulamayız. Yahudiler ile de böyledir. Tevrat okurken “leş ve kan yemeyesin” hükmünü görünce, dinimizle benzerlik bulduğum için sevinmiştim. Fakat okumaya devam edince, sevincim kursağımda kaldı. Onu bir garibe verebilir, bir yabancıya satabilirsin, çünkü sen Rabbe mukaddes bir kavimsin, diyordu. İnsanları ve kavimleri, kutsal olan ve olmayan diye ayıran bir Rab anlayışı ile müslümanın ne ilgisi; hangi müşterek tarafı olabilir? Hıristiyanlarla ortak olan noktalar da İsa’nın çekilmesiyle birlikte ortadan kalktı. Bozulmamış ve özünde var olan müştereklik, ne Hz. Peygamber döneminde, ne bugün, hiçbir şey ifade etmiyor. O gün ayetin çağırdığı, mevcut müşterekliğe değil, olması gereken müşterek îledir. Din, temel inanç tohumundan başlayarak çiçek açar ve müesseseleşir. Eğer müşterek öz hâlâ mevcut olsaydı ve devam etseydi, yeni bir dine gerek yoktu. Mevcut olan ortak nokta üzerine dinî diyalog yapılabilir. Müzakere edilir, tartışılır, ortak kararlar alınır, hoşgörü ve birbirine saygı gösterilir, ortak şekilde başka alanlara yönelinir. Diyalog bunu gerektirir. Ayetteki davette bunlar yoktur. İsa’nın başladığı noktadan başlayalım, durumunuzu düzeltelim çağrısı vardır. Sadece konuşmayı, diyalogdaki iki eşit ve birbirinin dinî kimlik ve değerlerine dokunmayan, niteliklerine karışmayan, hoşgörülü, saygılı bir “özel diyalog” manâsına almak doğru olmaz. Konuşma veya genel diyalog ile din ve dinlerarası bir alanı ilişki-lendirmek, dinî alana ait bir hedef belirlenmemişse, sadece konuşmadan bahsediliyorsa, bu, “at dört ayaklıdır ve yürür” demekten farkı kalmaz. Konuşma zaten hayatın tabii bir işlemidir.
Barışa vesile olur diye avunduğumuz, ümitler beslediğimiz diyalog veya başka bir ilişki türüne ait bir hedefi, Kur’an açık seçik belirlemiş, son noktayı koymuştur: “Doğrusu Allah indinde din İs lam’dır. O kitap verilenlerin ihtilaf etmeleri ise, sırf kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastandır. Her kim de Allalun ayetlerine küfrederse, şüphe yok ki Allah hesabı çok çabuk görendir. Buna karşı seninle münakaşaya kalkışanlara de ki: Ben, bana tabi olanlarla birlikte varlığımı Allaha teslim ettim, Müslüman oldum. Kendilerine kitap verilenlerle verilmeyen iimmilere de, siz de İslam’ı kabul ettiniz mi, diye sor. Eğer seninle çekişmeyi bırakıp İslam’a girerlerse, sana düşen ancak tebliğdir. Şüphesiz ki Allah bütün kullarını görüyor.”96

İnançta beraberlik ve belli şartlar yerine gelmedikçe hıristiyan ve yahudileri dost edinmeme, önemle vurgulanmış bir konudur. Diyalog hemen dost edinmek değildir ama, diyalogun yolu, hoşgörülü ola ola, oraya çıkabilir. Kur’an’m ihtar ettiği husus bugün daha iyi anlaşılmaktadır., İsrail ile hıristiyan âleminin her yerde, özellikle A.B.D. ile İsrail’in Ortadoğu’daki beraberlikleri ortadadır.
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”97 diyerek bütün insanlığa hitap eden bir dinin mensubu müslüman, haklı olarak soruyor: Bugün diyalogda neden yalnız hıristiyanlar? Diyalogcu cevap veriyor: Kur’an’ın bildirdiğine göre onlar bize en yakın olanlardır. Onlarla anlaşırsak, onları kazanırsak, diğerlerini doğru yola getirmek kolaylaşır. Fakat müslüman yine soruyor: Hıristiyanların her türlü hile ve entrikaların, samimiyetsizliklerinin tecrübe ile sabit olmasına rağmen mi? Sonra bu yolla ne gibi netice alınmıştır? Bu sefer diyalogcu soruyor: İlişkileri keselim mi? Müslüman cevap veriyor: Metodu ve duruşumuzu düzeltelim, şahsiyetli olalım, yeni maceralara girmeyelim, tehlikeli kapılar açmayalım.

İslam’ın ilk yayılma yıllarında, müşriklerden müslüman olanlar, Hıristiyanlık’tan veya Yahudilik’ten Müslümanlığa geçenlerden kat be kat fazladır. Daha sonraki asırlarda da siyasî ve askerî açılımların farklılığı dışında, bu durum değişmemiştir. Hı- ristiyan ve yahudilerin İslam’a ve İslam dünyasına düşmanlıkları da hiç ortadan kalkmamıştır.
96-Âl-i İmran [3] 20. 97-Sebe’ [34] 28.

Misyonerlik faaliyetlerinin yeni metotlarla yoğunlaşmasını ve diyalogla beraber yürüdüğünü gören Müslüman, şartlara da bakarak diyalogun, sonunda kendi aleyhine dönmesinden endişe duymaktadır. Bir kısmı da şaşkınlık içindedir. Kur’an-ı Kerim, kendimizden emin olmamızı ister ama endişe ve şaşkınlığı da dile getirir: “Kitap Ehlinden bir cemaat sizi şaşırtmayı arzu ettiler. Hâlbuki aslında kendilerini şaşırtıyorlar da farkına varmıyorlar.”9* Diyalog anında bizi şaşırtmaları yahut okşayıp sıvazlamaları, sonra kendi inançlarına devam etmeleri ve bize fırsat vermemeyi planla-maları mümkün değil midir? Buna Kur’an cevap veriyor: “Kitap Ehlinden bir taife şöyle dedi: Koşun o müminlere indirilene gündüz iman edin, akşam olunca da dönüp inkâr edin, belki onlar da dö-nerler.Ve kendi dininize tabi olanlardan başkasına güvenmeyim»99

b-Sünnet
Diyalogun ne olup ne olmadığını bize anlatan. Hz. Peygam-ber döneminden daha önemli bir laboratuar, onun uygulamalarından daha iyi bir örnek olamaz.
Bugünkü, özel hale gelmiş anlamına bakmadan söylersek, münasebet kurma biçimini günün şartlarında Hz. Peygamber üç_ şekilde uygulamıştır.
1- Mektup yazma
2- Heyet gönderme
3- Gelen heyetleri kabul etme
Her üçünde de anlatma, tebliğ ve telkin şekli hiç değişmemiştir. Hz. Peygamber islam’ı tebliğ etmiş, davet etmiştir. Çoğu kabul görmüş, pek azı reddedilmiştir. Gelen heyetlere “izzet ve ikram, İslam’ı tanıtmak ve tebliğ etmek için fırsat oluşturmuş tur.”100 Son derece ölçülü iltifatlarda bulunmuş, fakat İslam’ı ve kendini öne almış ve hedefi gözetme dışına çıkmamış, taviz ver-memiştir. Mesela Taiften gelen Sakif heyeti, şart olarak, namaz, zekât ve cihada katılmaktan muaf tutulmalarım istemişlerdi. Hz. Peygamber: “İçinde namaz olmayan dinde hayır yoktur” diyerek onların birinci şartını kesin olarak reddetmiştir. Arkadaşlarına, çok geçmeden diğer iki şarttan da vazgeçeceklerini söylemiştir101. Nitekim de öyle olmuştur. Gösterilen kolaylık örneği olarak şunu verebiliriz: Heyete İslam’ın temel esaslarını öğretecek ve imamlık yapacak olan kişiye verilen talimat, cemaatle namazı en güçsüze göre ayarlayacak ve ayrıca ücret istemeyen bir müezzin tayin edecektir102, şeklindedir.
Sakif heyeti halkın tepkisinden korktuklarından, putları ve puthaneleri yıkmak için mühlet istemişler, şirke mühlet vermeyen Hz. Peygamber(s.a.v), bunu reddetmiş, göndereceği adamlarla onları hemen yıkacağını heyete bildirmiştir. İcra da bu şekilde olmuştur. Puthanelerin yanına mescit yapılmamış, yani bugünkü deyişle dinler bahçesi teşkil edilmemiştir. Bazı bilgilerde, yıkılan puthanelerin yerine mescit yapılmıştır. Daha ileriki dönemlerde buna gerek kalmamıştır. Hz. Peygamber, eski inançlarını terk et-mekteki azim ve samimiyetlerini denemek^'”kalbî ve zihnî takıntılarını bertaraf etmek” üzere, eski adetlerini çiğnemeyi, bazen bizzat onlara yaptırtmıştır. Put mabetlerini onlara yıktırtmış, inançları gereği hayvan yüreği yemeyen bir heyete, yürek kızartıp onlara yedirmiştir104.
100-Celal Yeniçeri, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, 367.
101-Celal Yeniçeri, Hz, Muhammed ve Yaşadığı Hayal, 368
103-İbn Sebbe, II, 1502 vd’den naklen: Celal Yeniçeri, Hz.
Muhammed ve Yaşadığı Hayat, 369.
104-İbn Sebbe ve İbn Sa’d’dan naklen: Celal Yeniçeri, Hz.
Muhammed ve Yaşadığı Hayat, 369-372.
Hz. Peygamberin Taif’lilere yaptıklarının bir diyalog olduğu iddia ediliyor, bugün de buna uygun hareket etmemiz isteniyorsa, 20. yüzyıl yarenliği de yapmayacaksak, diyaloga yanaşacak olan hıristiyanların bütün haçlarını kırıp işe öyle başlamamız gerekir. Sadece ruhbanla yapacağımız sohbete “dinlerarası diyalog” demek uygun düşmez.
Habeşistan’a yapılan ilk göç, bir diyalog örneği değil, bir sığınma örneğidir. Göç diyalog için yapılmamış, sığınmak için yapılmıştır.
Hz. Peygamberin yazdığı mektuplar da tebliğ içindir. Heraklius’a yazılan mektubun sonuna Al-i İmran Sûresi’nin 64. ayeti eklenmişti. Demek ki buradaki anlam ve gaye tebliğdir. Mektuplar ittifak mektubu değil, davet mektubudur. Mektupta önce Resûlullah’ın ismi yazılmıştır. Sonra mektuplar yalnız hıristiyan bölgelere gönderilmemiş, İran’a ve diğer bölgelere de gönderilmiştir. Bugün apayrı bir manâ kazanan “sırf hıristiyanlara ve adeta öze! statülü” bir diyalog yapılmış değildir. Bizans hükümdarı Heraklius’a yazılmış mektubun, imparatordaki yumuşama etkisinin ruhban tarafından önlenmiş olduğunu da biliyoruz.
Resûlullah’ın önderliğinde, müslümanların amacı şu dört safhada gerçekleşti:
1- Müslümanlığın ilanı ve müsliimanlara hayat hakkı.
2-Dinin tebliği ve öğretimi yanında devlet ve siyaset.
3- Müslüman Arap birliğinin kurulması ve millet teşekkülü. Başka kültürlerin katılımında millî kimliğin önem kazanması, ancak bu şekilde mümkün olabilirdi. Kendisi millet olmayan toplu-luklar, başka milletlere hitap edemezler. Kozmopolit bir anlayış, İslam’da hiç yer almadı.
4: Evrensellik ve insanlığa açılış.
Başladığı nokta evrenseldi ve hitap bütün insanlaraydı. Fakat bunun sosyolojik gerçekleşmesi, safha safha, safhaları birbirine karıştırmadan, birinin diğerini yok etmesini önleyerek oldu. Açılış devam etti ve etmektedir.
Diyaloga örnek verilmek istenen konularda acele etmemek, dikkatli olmak gerekir. Hasta olan yahudi çocuğunu ziyaret eden Hz. Peygamber, onu İslam’a davet etmiş, o da bunu kabul ederek, müslüman olmuştu. “Bu çocuğu cehennem ateşinden kurtaran Allah’a hamdolsun” demiştir107. İşte bu, diyalog sonucu olmamış mıdır, denecektir. Fıtri, insanî, sosyal bir özelliğimiz olan ilişki ve iletişime, kimsenin diyeceği yoktur. Hz. Peygamber yahudi çocuğa tebliğ yapmak için de gitmemiştir. Fakat fırsat ve imkân doğunca bu iş yapılmıştır. Hiç konuşulmasın, kimseyle hiç ilgilenilmesin, kavga ve savaş esas olsun diyen, birkaç hasta ruhlu dışında, kimse olamaz. Ancak ilişkileri, bugün kazandığı anlamıyla diyalog olarak almak da doğru olamaz. Diyalogda iki taraf vardır. Karşı tarafın dediklerini de dinleme, anlama, yerine göre onlara hak verme varsa, Hz. Peygamber “diğerleri” ile böyle bir ilişkiye girmemiştir. “Bu iş tek taraflı olmaz, karşıdakinin de bir hesabı var, itiraz hakkı var, tebliğ, dediğin dedik değildir, tepkiler haklı olabilir” dedik mi, bu diyalogla, yani insanî ilişkilerle ilgilidir ama bunun din ile ilgisi yoktur. Bunları gerçekten göz önüne alan ve bu yola giren bir din, din değildir. Din, diyalogun tabiatına değil, tebliğin tabiatına uyar.
107- Buhari, Kitabu’l-Cenaiz,! 10.
Âl-i İmran Sûresi’nin 90 kadar ayetinde Yahudi ve Hıristiyanlık ile İslam tartışması yapılmış olduğunu görürüz. Necranlılar asla İslam’a yanaşmamışlardır. 60 kişilik heyetin ileri gelenleriyle yapılan konuşma ve tartışma özetle şöyledir:
Hz. Peygamber(s.a.v.) onlara müslüman olun, dedi. İçinde bulundukları dini (Hıristiyanlığı) Müslümanlık sayarak:
—Biz çoktan müslüman olduk, dediler.
Hz. Peygamber(s.a.v):
—Sizler henüz müslüman olmadınız, dedi.
—Biz, sen müslüman olmadan önce müslüman olduk, dediler.
Hz. Peygamber: (s.a.v):
—Yalan söylüyorsunuz. Siz Allah’a çocuk isnat ediyorsunuz. Haç’a tapıyor ve domuz eti yiyorsunuz. Bunlar Müslüman olmanıza engeldir. Necran Hıristiyanları’nın ileri gelenleri bunun üzerine sordular:
—Peki, İsa’nın babası kim?
Hz. Peygamber(s.a.v.) onlara bazı sorular sorarak İsa’nın kim olduğunu, Allah’ın oğul ve kız edinmesinin söz konusu olamayacağını anlattı.
Eğer Hz. Peygamber’e ait illa diyalog örneği verilecekse, bu örnek verilmelidir. Ancak bu da bir müzakere ve tartışmadır. Bugünkü diyalog anlayışının şart Ve unsurlarını taşımaz. Bunun üze-rine Al-i İmrân Sûresi’nin ilgili âyetleri de nazil olmuştur. Müslüman ona göre düşünmüş ve hareket etmiştir. İşte gerçek dinbudur. Son noktada yukarıdan gelen emre uyulur, diyaloga bakılmaz.
Diyaloga örnek verilmek istenen Medine Vesikası’na gelince, onun da yanlış değerlendirildiğini görüyoruz. Önce, Medine Vesikası’na, Medine Sözleşmesi demek yanlıştır. Medine Vesikası için taraflar “bugünkü ifade ile yuvarlak masa etrafında oturur gibi” oturmadılar. “Taraflar arasında müzakere edilerek” hazırlanmadı. “Karşılıklı sözleşme” değildi. Bu iddialar, Medine Vesikası için bir senaryodur. Medine Vesikası, illa bugünkü ifadeyle söyle-mek gerekirse, bir ‘manifesto” idi. Esasen bu iddiada bulunanların, hem böyle deyip, hem de “Müslümanların egemenliğine dayalı Medine site devleti kuruldu” demeleri bir çelişkidir.
Medine Vesikası’nın bir hukuk devleti statüsü olduğu doğrudur. Hak, hukuk ve hürriyetler belirlenmiştir. Fakat bu hukuk vesikasını hazırlayan devlettir. Öyle bir devlet ki, karşıdakinin hak ve hukukunu, ondan daha fazla bilen ve koruyan bir devlet tarafından hazırlanmıştır. Ancak, bilimsel bir ilmihalde denildiği gibi, “Medine Vesikası’nı tarihî ve tabiî kimliğinden soyutlayıp, modern toplumlarda çok hukukluluğun geleneksel kökleri ve dinî gerekçesi olarak takdim etmek doğru olmaz.”109
109-İSAM, İlmihal, II., 270.
Medine Site Devleti de o günkü şartlara göre olmak üzere, böylejydj^jr£k£ar?????????? edelirn ki Medine Vesikasına sözleşme demek doğru değildir. Çünkü bu vesika, Hz. Peygamber Medine’ye hicret eden Kureyşlilerle Medineliler arasında, kendisinin tanzim ettiği bir vesikadır. Bu ifadeyi ilk dönemin büyük hadisçilerinden Abdurrezzak kullanmaktadır110. “Bu vesika, nebi Muhammed tarafından, Kureyşli müminler ve müslimler ile Yesribliler (Medineli-ler) ve onlara tabi olup katılan ve onlarla birlikte cihad edenler arasında olmak üzere düzenlenmiştir.”111 Sözleşme anlamı verilecekse toplumun süzülmüş iradesi tarafından hazırlanan bir anayasa niteliğinde toplumsal sözleşme denebilir. Yahudilerin vesikaya dahil olmasf doğrudan değil, dolaylıdır ve bir yıl sonradır. İbn Hişam’ın ifadesine göre de Hz. Peygamber Muhacir ile Ensar arasında bir vesika tanzim etmiş ve bu vesikadan yahudilerin dinlerine ye mallarına ilişilmeyeceğim garanti etmışrönların hak ve sorumluluklannı göstermiştir1l2Vesikanın 16. maddesine kadar Yahudilerden bahsedilmemiş, yahudilerin vesikaya dahil edilmesi daha sonra olmuş, 16. maddede zikredilmiş, ilgili hükümler 24. madde-den sonra yer almıştır. Eşit şartlarda bir sözleşme söz konusu değildir. Vesikaya göre yahudilerden asker yardımı kabul edilmemiş, Sadece para yardımı kabul edilmiştir. Çünkü güven duygusu oluşmamıştır. Daha sonra karşı tarafın ihanetleri bu güvensizliği ispat etmiştir. İhanetten sonra tam olarak “ehl-i zimmet” modeline geçilmiştir. Demek ki şartlara göre tavır takınılmıştır ve bu duruma göre müslümanlarla yahudilerin bir ümmet oluşturduğu şeklindeki anlayış, siyasî bir anlayıştır. Vesikaya bakarsak Muhacir ve Ensar, diğer insanlardan ayrı bir ümmettir, anlayışı doğrudur.
110-Musannef, IX, 274 r. 17184’ten naklen İSAM, İlmihal, II, 268.
111- İSAM, İlmihal (Heyet), II, 269.
112-İbn Hişam, Sire, II. 110’dan naklen İSAM, İlmihal, II, 268.
Veda Hutbesi de bir diyalog örneği olamaz. Veda Hutbesi insan haklarını ve müslümanın vazifelerini ilan eden bir hutbedir. Diyalog için farklı iki taraf gerekir. Veda Hutbesi, adı üzerinde bir hutbedir ve illa diyalog aranacaksa ona Hz. Peygamber’in müslümanlarla diyalogu denebilir.
Amcası Ebu Talib, hayatı boyunca Hz. Peygamber’le beraber
ve diyalog halindeydi ama müslüman olmadı. Hem de çok basit fakat ilginç bir gerekçesi vardı: “Mekke kadınları (bugünkü söyleyişle Mekke sosyetesi) ne der?” Başta ilahî hidayet olmak üzere bu
işin psikolojik, sosyal, iktisadî, siyasî şartlan, çerçevesi, imkânları,fırsatları, kısaca kanunları vardır ve ayrıca ferdî zekâ, akıl ve yetenekler rol oynar. Ancak Hz. Peygamber ve arkadaşları ve sonra gelen müslümanlar, imanlarının gereğini yapacak, azimle yollarına yürüyecek, anayurtlarından başlayıp bütün insanlığa dini tebliğ edeceklerdir.Çünkü inanan için bunun mazereti yoktur.Mesele,diyalogun kurallarına ve karşıdakinin şuur ve insafına terk edilmemiştir.

İlk planda anayurt çok önemliydi. Hz. Peygambemlk müslüman milleti olarak Arabistan’daki müslüman nüfusa çok önem vermiştir. İlk nüfus sayımı da buna verilen önemi gösterir. Hicret’in birinci yılında, kardeşleştirmeden sonra olması muhte-mel, Medine Şehir Devleti’nin kuruluşu sırasında, ilk nüfus sayımı yapılmıştır. “Huzeyfe’den nakledilir: Hz. Peygamber şöyle dedi; Müslüman olduğunu söyleyen insanları bana yazın.113 Bu, İslam topluluğunu önce bir millet ve devlet yapma iradesini gösteriyor.
113-Buhari, Cihad 181; Müslim, İman 235; M. Tayyib Okiç, “İslamiyet’te İlk Nüfus Sayımı”, 11-20.
Şu hususlar öne çıkıyor:
İslam toplumu güçlü olduğu, daha doğrusu mahkûm olmayıp hâkim olduğu zaman hareket edilecek esaslara göre ilişkilere misaller aramak lazımdır. İslam’ın dinî, hukukî, sosyal, insanî prensiplerini anlamak bu zamanlarda daha kolaydır. Başka türlü zaman dilimleri İslam’ı anlamak bakımından yanıltıcı olabilir. Siyasî ve kültürel alanlar, zaruri şartlar öne çıkmış olabilir. Ama her türlü zaman ve şartın üstünde kimlik, şahsiyet ve duruşa İslam çok önem vermiştir. Çan sesi veya boru veya ateş yakma değil, ezan, kıble değişimi, bunun birkaç örneğidir. Domuz eli yasağı da öyledir. Dinler bahçesi kurmak isteseydi, vahyin muhtevası dışındaki bazı benzerliklere göz yumar, kimlik direnişine bu kadar yer vermezdi. Çünkü Farklılıklardan daha çok, benzerlikler diyalogu kolaylaştırır, Hani “müşterek temel ilkeler üzerinde birleşelim” ayeti örnek veriliyordu. Kıblenin değişmemesi, müşterekliği ve diyalogu çok daha kolaylaştırırdı.

Hz. Peygamber(s.a.v.)zamanında, “müslümanların mahallesinde gayri müslimler de otururdu, komşu hakkı bakımından arada bir fark gözetilmezdi” demek, bize bugünkü diyalogu ve bugünkü çoğulculuğu anlatmıyor. İslam’ın zaten belli olan dinî, ahlakî, hukukî ve insanî prensiplerini anlatmış oluyor. Tarih boyunca ve bugün de aynı şeyler devam etmiş ve etmektedir. Fakat Hz. Peygamber döneminde de, daha sonra da, bugün de en ufak bir kıvıl-cım, bu mutlu görünen tabloyu hemen değiştirivermiştir. Gerçek ile idealin kesiştiği noktayı hep gözden uzak tutuyoruz. Kesişen bu noktada, hayal kurmak da, vaki olana teslimiyet de bulunmaz. Vaki olana teslimiyet esas olsaydı, İslamiyet bir adım ilerleyemezdi. O gün ideal olan değil, vaki olan bu komşuluklar idi ve bu durum sonradan oluşturulmamıştı. İslam’ın ilk yıllarıdır ve önceleri miislüman olmayan bir toplumda müslümanların var olmaya başlaması söz konusudur. Sonra durum değişmiştir. O günün çoğulluğu, meselâ bugün Anadolu’da Protestanların çoğulluk ve komşuluk yaratmak için uygulamak istedikleri projenin çoğulculuğu gibi değildi. Önceden mevcut olan o günkü bir emr-i vaki idi. Müslümaniarca durum değiştirilmek isteniyordu. Bugünkü ise çoğulluğu arttırmak isteyen bir projenin uygulanışıdır.
Meselelere ideal ve şartlara göre bakmamız gerekir. Hz. Pey-gamber’in yahudi ve hıristiyanların Hicaz’dan çıkarılmasını istediği, bunu vasiyet ettiği, kaynaklarda mevcuttur”4. Müşriklerin, yahudilerin ve hıristiyanların Arap Yarımadası dışına çıkarılmasını emir ve vasiyet ettiğinde Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Arap yarımadasında iki din bir arada bulunamaz.” Bir başka rivayette: “Arap Yarımadası’nda iki kıble bir arada bulunamaz” demiştir”5. Bunun sebebini, müteakip bölümde, bu vasiyeti uygulamaya koyan Hz. Ömer döneminde Beni Tağlib ve diğer kabilelerle ilgili bilgilerde, anlamaya çalışacağız.
Tarihî olaylardaki tutumun bazılarını, prensiplerin bir kısmını, diyalog kavramına yarayacak şekilde alıp yorum yapmak hoş karşılanamaz.İslam bu dünyaya çoğulculuğu ve diyalogu savunmak için “gelmemiştir. İslamî terbiyeyi ikmal etmek için gelmiştir. Bu ter-biye, çoğulculuğu ve diyalogu öne sürüp, sürekli pusuda bekleyen avcının işi gibi olmayıp, açık ve faal bir harekettir.
c-Hz. Peygamber (s.a.v.)’den Sonraki Dönemler
Daha sonraki dönemler, başka kültürlerin katıldığı, siyasî ve sosyal olayların hareketlendiği, yeni şartların ve yeni çözümlerin, yeni üretimlerin gerçekleştiği dönemlerdir. Hangi yer ve hangi zamanda olursa olsun, İslam bütün ihtişamı ile dimdik durmuş, problemler İslamla ilgili olmayarak, müslümanlar dahil olmak üzere insanların tutumuyla ilgili olmuştur. Bu dönemlerde “diğerlerine gösterilen ilgi, hoşgörü, hürriyet, hukukî teminatlar, diyaloglar sonucu doğmamış, islam’ın mevcut olan kendi ilkelerinden kaynaklanmıştır.
Her dönemin kendine has tipik özellikleri olmuştur. Burada, konumuz açısından önemine binaen, Hz. Ömer«döneminin bazı olaylarına temas etmek istiyoruz.
Hoşgörü, yerine göre, şartlara ve maslahata uygun şekilde yapılmış, fark da gözetilmemiştir, Hz. Ömer, tefecilikle uğraştıkları, gizli işlere karıştıkları için ve nüfus kalabalığı sebebiyle, Necran’lı Hıristiyanları Irak’a sürmüştür .
Hz. Ömer’in diğer önemli bir uygulaması Beni Tağlib kabilesi ile ilgilidir. Beni Tağlib Kabilesi, Rebia Kabilesi’nin bir kolu olup, cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş bir Arap kabilesidir”7. Hz. Ömer, Hz. Peygamberin uygulamasını örnek alarak, Beni Tağlib Kabilesi’nden, Hıristiyan oldukları halde, cizye değil, iki kat zekât alınmasına karar vermiştir. Ebu Yusuf da buna dikkat çekmiştir. Der ki: Hz. Ömer, Beni Tağlib Kabilesi’nin sadakasını (zekâtını) cizyeye bedel olmak üzere iki kat yaptı.
117-Muşlara Fayda, Hz, Ömer Zamanında Gayri Müslimler, 150 ve bkz. oradaki kaynaklar
Beni Tağlib Kabilesine, Hıristiyan oldukları halde, niçin cizye düşürülüp, müslümanların dinî görevlerinden biri olan zekâtın iki katı nispetinde bir vergi yüklenmiştir? Kaynaklar çeşitli sebepler zikrederler122. Ama önemli bir sebep üzerine mesele yüklenebilir: Beni Tağlib, Arap kabilesiydi. Hz. Peygamber ve Hz. Ömer ırkçı olmadıklarına göre, ama Arap olduğu bilinen Beni Tağlib’e özel statü uygulamalarının sebebi neydi? Hz. Peygamber bütün Arapların müslüman olmasını arzu ediyor, İslam’ın ilk anayurdunda, yani Arap Yarımadası’nda, bugünkü deyimiyle çoğulluk istemiyordu. Nitekim daha önce zikrettiğimiz hadisler bunu göstermektedir. İki din, iki kıble işlememişti. Hz. Ömer özel olarak Beni Rebia’yı, Beni Tağlib’in içinde bulunduğu ana kabileyi işaret eden bir hadis işittiğini söylemektedir. “Eğer ben Resûlullah’ın, ‘Fırat kenarında Rebia’dan bir topluluğu bu dinden (Hıristiyanlıktan) menedecektim’, buyurduğunu işitmeseydim, tek Arabi bile ya öldürürdüm, ya da müslüman olurdu”, demiştir123. Hz. Ömer’in, cizye meselesinden dolayı, “Beni Tağlib için, onlar Araptır, ehl-i kitap sayamayız”, dediği kaydedilmiştir124. Ebu Yusuf’un Kitabu’l-Harac’mda “Beni Tağlib’e hıristiyan muamelesi yapılır ve cizye alınırsa, onların Araplıkla ilgileri kesilir, acem (yabancı) olurlar” şeklinde bir ifade, Taberi’de, Seyf in rivayetinde de yer almaktadır. Demek ki dinî unsurlardan ayrı, bir de milliyet faktörünün eklenmiş olduğu görülmektedir125.
Seyf, bir başka yerde, Beni Tağlib Kabilesi mensuplarının Hz. Ömer’e “cizye ödemekle bizi Arap kavmi arasında küçük düşüreceksin”, “sen bize vergi ödet, fakat buna cizye adını verme” dediklerini kaydetmektedir. Anlaşılan Beni Tağlib, milliyet ile din arasında, yani Araplıkla Hıristiyanlık arasında sıkıntı yaşamıştır.
Kaynaklara göre Hz. Ömer’in Beni Tağlib ile ilgili kararları şöyle noktalanmaktadır:
—Bundan böyle Beni Tağlib Kabilesi mensupları, çocuklarından hiçbirini Hıristiyanlık üzere vaftiz ettirmeyeceklerdir.
—İçlerinden herhangi birinin müslüman olmasına mani olmayacaklardır.
—İki kat sadaka (zekât) ödeyeceklerdir126.
123 Ebu Ubeyd, Kitabu ‘l-Emval, 539.
124 Ebu Yusuf, Kitabıı’l-Harac, 130
125 Taberî, I, 2482 (T.1V. 62-63); Şukri Faysal, 84-86’dan naklen:
Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, 153.
I2fi Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, 153. Halbuki Hıristiyan idiler.
Ebu Yusuf İL, 90-91, 173-174’te geçen bir bilgi çok önemlidir: Hz. Ömer, Beni Tağlib Kabilesine vergi âmiri olarak gönderdiği Ziyad b. Hudayr’a şunları söylemiştir: “…Onlar Arap kav-mindendir, Ehl-i Kitap’tan değillerdir.”‘ Umulur ki müslüman olurlar…”127 Beni Tağlib ile ilgili kararlarda Hz. Ömer’in, Hz. Ali’nin de aynı istikametteki görüşlerine uyduğu, kaynaklarda geçmektedir(128)
127 Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, 154.
I2K Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanlınla Gayri Müslimler, 156.
Gerek Hz. Ömer’in, gerek Hz. Ali’nin, alınan vergiye zekât adının verilmesinde ısrarlı olmadığı, buna cizye de denebileceğini belirtmeleri unutulmamalıdır. Yani özel muamele adda aranmamalı, bu önderlerin Arap milliyetçisi gibi davrandıkları zannına da kapılmamalıdır. Daha önce ve daha sonra olduğu gibi, bunların döneminde de hiç kimsenin İslamiyet’i kabule zorlanmadığı bir gerçektir. İslam ilkeleri neyi gerektiriyorsa onu yaptıkları, siyasî ve sosyal gidişatı kontrol altında ve insanî istikamette tutmaktan öte hareket etmedikleri bilinen gerçeklerdir. Ancak, ana yurdu ve ilk islam toplumunu oluşturan Arapların, daha işin başında çok dinli bir toplum olmasının arzu edilmediği de bir gerçektir. Maksat, merkezi, ilk vatanı, laboratuarı, garantiye almaktı. Hz. Ömer zamanında şu tarihî gerçekler, bu kanaati desteklemektedir. Hayber ve çevresindeki yahudiler, suikast teşebbüsleri dâhil, verdikleri zararlar ve anlaşmalara uymamaları sebebiyle, Suriye taraflarına, Necran Hıristiyanları benzer gerekçelerle Küfe taraflarına sürülmüşlerdir. Sürgünler yine İslam diyarı olan başka yerlere yapılmıştır (129) .
Hecer bölgesinde bulunan Mecusi Araplara da benzer uygulamalar yapılmıştır. Hecer Mecusileri de Arap olup, Rebia kabilelerinden Beni Asar ve Beni Muharip kabileleridir130.Bugün diyalog, hoşgörü ve çoğulculuk diyerek, Müslüman Türkler’in anayurdu olmuş ve bütün İslam dünyasının önemli bir merkezi durumunda bulunan Türkiye’yi, tehlikeye atmamamız, çoğulculuk projelerine kurban etmememiz, İslamî ve millî bir görev olarak görünmektedir.
I2’J İlgili hadisler ve Hz. Peygamberin ve Hz. Ömer’in uygulamaları için bkz. Buhari, Cizye, 6; Müslim, Cihad, 63; Ebu Davud, Haraç, 28; Tirmizi, Siyer, 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1. 196; Darımî, Siyer 55; İmam Malik, Cami 17,19; İbn Hişam, es-Sira, 111, 371; Belazuri, Fütuluı’l-Büldan, 39-40, 47; Mustafa Dasli, Mıılıammed ve Bern’i İsrail, 140-141; Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayri Müslimler, 184-187.
130- Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi, I, 61-62

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu