Yaşar Nuri Öztürk
1951’de Trabzon’un Sürmene ilçesinde doğup büyüdü. Hukuk ve İstanbul İlahiyat fakültelerini bitirdi. Hayrettin Karaman’ın gölgesinde yetişti. Yaşar Nuri Öztürk, kendisi uygulamadığı için mi bilinmez İslam’ı kese biçe tanınmaz hale getirmeye çalışmaktadır. Onun tasavvurundaki İslam’da namaz 3 vakittir, istenilen dilde kılınır ve başörtüsü de yoktur. Bütün İslam büyüklerini tekfir eder, Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaate de hurafeci diye saldırır, sünnetle alay eder ve nihayet ayetleri de gönlüne göre yorumlar. Yaşar Nuri’nin hezeyanları saymakla bitmez. Biz bir kaçını dile getirelim de, gerçeği görebilmek size ait.
Hürriyet Gazetesinde 3 Kasım 1995 tarihinde yazdığı yazısında bakın Hz. Peygamber Efendimizi (s.a.v.), çözümleyici bulmayan Öztürk, peygamber yerine kimlerin layık görüyor: “Peygamberlerde beşerdir; ödevini yapar kenara çekilirler. Meselenin omurgasına oturtulmazlar. Ama günümüzde bize yol gösterecekler var: Efganiler, Abduhlar, İkbâller, Akifler, Şeriatiler.” Dinde reformcu İngiliz güdümlüleri Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den üstün tutmayı yeğ gören Öztürk’ün icma hakkındaki görüşü de, icmanın ifsat olduğudur. Bakın Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetleri ile nasıl dalga geçiyor: “Süper manyaklar, yüzlerine kıl bırakıp sünnet diyorlar. Misvak diye bir odun sokuyorlar ağızlarına.”
Yaşar Nuri’nin Abduh’un takipçisi olduğuna dair kanıt onun Fil Vakasındaki siccin taşları hakkındaki görüşlerini olduğu gibi benimsemesidir. Yani sûrede geçen Ebâbil kuşlarını sivrisinek, atılan taşları da hastalık yayan bir mikrop olarak kabul eder. Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinin Fil Sûresi kısmında buna yer vermiştir. Yaşar Nuri Öztürk ve Muhammed Abduh’a cevap mahiyetindeki yazıyı aynen naklediyoruz: “Bu izahtan maksadımız şuna gelmektir: Tetebbü’iyle tanınmış Avrupa müverrihlerinden Avusturyalı Hammer meşhur Osmanlı tarihinin otuz beşinci babında ikinci Sultan Selim zamanında Yemen’in fethi münasebetiyle İslamiyet’ten evvelki Arap tarihine ilişirken fil vakasına da şöyle bir fıkra ile temas etmiş: ‘İşbu fil senesinde Habeş hükümdarı Kâbe üzerine yürürken kuşların askeri üzerine attığı taşlarla, ihtimal ki bir çiçek bir illeti sarıyesiyle tevakkufa mecbur olmuştur.’ İhtimal ki demesi zikr olunan rivayete işaret eder gibi olmakla beraber bunu haricen taş atmaksızın zuhur etmiş sâri bir çiçek illeti ihtimali gibi ifade etmesi, sonra da kırılıp helak olmuştur demeyip de tevakkufa mecbur olmuştur, deyip geçmesi vakanın ehemmiyetini nazardan iskat yolunda kurnaz bir kalem oyunu olmuştur. Mamafih Hammer için bu kadar tetebbü’ ve taşların atılışı tasrih ile beraber çiçek illetini sade bir ihtimalden ileri götüremeyerek hakka oldukça tekarrüb etmesi şayanı takdir görülmek iktiza eder. Fakat Hammer’in bile bir ihtimalden ileri götüremediği bu çiçek illeti sözünü te’essüf olunur ki Abduh fahiş bir tedlis ü teşviş ile tevatür meyanına karıştırıp rivayetlerin ittifak ettiği sahih bir haber imiş gibi ileri sürmeye çalışmış ve güzel bir başlangıçla başlayan kelamını güya bir incelik göstermek üzere mikroplara bulamıştır. Onun için burada onun sözlerini gözden geçirerek doğrusunu eğrisini ayıklamak bir vazife olmuştur.
Abduh bu sûrenin tefsirinde evvela diyor ki: “Bu sûre-i kerime bize şunu öğretiyor: ‘Allah sübhanehü, Peygamberine ve onun risaletinin baliğ olacağı kimselere kudretinin büyüklüğünü ve her kuretin O’nun önünde ve O’nun saltanatına boyun eğdiğini ve O’nun ıbadi fevkinde kahir olup onları ondan hiçbir izzetin menedemeyeceğini ve hiçbir kuvvetin ona karşı gelemeyeceğini anlatan işlerden bir büyük işini hatırlatmak, düşündürmek murat ediyor. O büyük iş de şudur: Bir kavm, fiillerine güvenerek Allah’ın bazı kullarının emirlerine galebe etmek ve kendilerine şerr-ü eza eriştirmek istemişlerdi, Allah Teala o kavmı ihlak, keydlerini redd, tedbirlerini iptal ediverdi, hem adetlerinin hem hazırlıklarının çokluğuna itimad ederlerken onlar, kendilerine hiçbir faide vermedi. İşte bu ayetlerden bu mana ile iktifa edip de bunun üzerine ona bir tafsil ilave etmesek mümkün olurdu ve bu kadarı ibret ve va’z için kâfi gelirdi, netekim Ashab-ı Uhudda bu kadarla iktifa etmiştik.” Filvaki Abduh bu kadarla iktifa etmiş olsaydı çok iyi yapmış olur ve tefsirin hakkını vermese de hiç olmazsa taglita sebebiyet vermemiş ve bu büyük işi küçültmeye gitmemiş bulunurdu, fakat bu kadarla iktifa edemeyip diyor ki: “Lakin bu surede bizim için tafsil caizdir, çünkü Fil Vakası bu ayetlerde varid olunduğu gibi haddizatinde maruf ve rivayeti mütevatirdir, hatta onu mebde-i tarih ittihaz etmişlerdi. Onunla hâdisatın vakitlerini tahdid ediyorlardı, Fil Yılında doğdu, fil yılından iki sene sonra şöyle oldu diyorlardı. Ve daha bunun gibi.”
Yukarıda arz ettiğimiz vechile Fil Vakası hakkında bu söz de doğrudur. Ancak Abduh’un bu ifadesinden sanki tevatür olmasa imiş tefsirde tevatür derecesine varmayan sahih rivayetlerle tafsil caiz olmazmış ve sanki kendisinin vereceği tafsilat hep mütevatir iş gibi bir mana da çıkarıyor ki bunun ikisi de doğru değildir. Zira iman ve itikad farz olmak için tevatür şart ise de itikadın sıhhatı ve amelin vücubu için tevatür şart olmayıp senedi sahih ile sabit ahbarı ahad dahi delili kâfi olabileceği gerek ibret ve nasihat ve ahlakî fazilet ve gerek ekser veka-i tarihiyyede olduğu gibi mücerret malumat kabilinden olan hususatta sıhhatı tam ve sabit olmasa bile yalan ve uydurma mevzu olduğu sabit olmayan zayıf rivayetler dahi tenviri efkâr zımnında zikir ve tafsil olunmak caiz ve sırf ındi olan mütalealardan daha iyi ve daha faideli olduğu müttefekun aleyhdir. İkincisi göreceğimiz vechile Abduh verdiği tafsilde mütevatirle kalmamış, tevatüre karşı zayıf ve ındi mutalea ile ihticaca kalkışmıştır, mütevatir olan kısmı şöyle hulasa ediyor:
“Bu vakıadan mütevatir olan şudur: Yemene galebe etmiş olanlardan Habeşi bir kumandan Ka’be-i Müşerrefeye tecavüz ve Arabı ona hactan men’etmek için, yahud kahr-u tezlil için Ka’beyi hedm eylemek istemişti, bunun için bir ceyşi cerrar, ya’ni çok bir ordu ile Mekkeye teveccüh etti, ziyadesiyle terhib etmek ve kalblere havf-u dehşet doldurmak için beraberinde bir fil veye birçok filler de istishab eyledi, önüne geleni mağlub ederek durmaksızın yürüdü, ta Mekkenin yakınında mugammese kadar vasıl oldu, sonra ehli Mekkeye harb için gelmeyip ancak beyti yıkmak için geldiğini haber vermek üzere elçi gönderdi, bunun üzerine onlar korktular dağların tepelerine kaçtılar ne yapacağına bakıyorlardı.”
Ne Ebrehe’nin ne de Abdülmuttalib Hazretlerinin isimlerini bile kale almayan bu ifade eksik olmakla beraber doğrudur ve mütevatirdir. Lakin bu mütevatir cümlesinden göstererek ilave ettiği şu fıkralara gelince ki:
“İkinci gün ise Habeş askeri içinde daicüderi ve hasbe faş oluverdi” diyor. Buna mütevatir demek ise yalan olmuştur. Gerçi hadise ikinci gün olmuştur. Lakin bu telakki, bu sureti ifade Abduh’un sırf kendi vaz’ıdır. Gerek kitablarda gerek lisanlarda mütevatir olan ancak Kur’anın beyan ettiği vechile kuşlarla taşlanarak helak olduklarıdır. Abduh, Allah Teâlâ’nın kudretinin büyüklüğüne delalet etmek üzere tezkir buyurduğunu söylediği ve azim amellerinden bir amel diye tasvif eylediği büyük işin mütevatir olduğu vechile bir harika olmasını nedense söylemek istememiş, seng kilden yuvalar yapan kırlangıçlara benzer bir takım kuşlara fındık, nohud, mercimek kadar ve kuzuları, tavşanları, yılanları ve saireyi pençelerine takıp takıp veya gagalarına alıp alıp Semaya kaldıran karakuşlara, kartalla, leyleklere benzer bir takım kuşlara da insan kafaları kadar ve daha bü gün ise Habeş askeri içinde daicüderi ve hasbe faş oluverdi” diyor. Buna mütevatir demek ise yalan olmuştur. Gerçi hadise ikinci gün olmuştur. Lakin bu telakki, bu sureti ifade Abduh’un sırf kendi vaz’ıdır. Gerek kitablarda gerek lisanlarda mütevatir olan ancak Kur’anın beyan ettiği vechile kuşlarla taşlanarak helak olduklarıdır. Abduh, Allah tealanın kudretinin büyüklüğüne delalet etmek üzere tezkir buyurduğunu söylediği ve azim amellerinden bir amel diye tasvif eylediği büyük işin mütevatir olduğu vechile bir harika olmasını nedense söylemek istememiş, seng kilden yuvalar yapan kırlangıçlara benzer bir takım kuşlara fındık, nohud, mercimek kadar ve kuzuları, tavşanları, yılanları ve saireyi pençelerine takıp takıp veya gagalarına alıp alıp Semaya kaldıran karakuşlara, kartalla, leyleklere benzer bir takım kuşlara da insan kafaları kadar ve daha büyük taşlar attırabilecek hiçbir kudret güya yokmuş, güya semadan taş yağdığı görülmemiş gibi bir zu’ma düşürecek tarzda bir te’vile sapmayı, o büyük işi adi gibi göstermeyi bir fevkaladelik saymıştır. Abduh’un bunu burada tevatür sözleri arasında bir tedlis olarak vaz’etmiş bulunduğu şu sözleriyle de sabittir: zira buna delil olarak şöyle diyor:
“İkrime demiştir ki: bu, bilâd-i Arabda ilk zahir olan cüderidir, Ya’kub İbni Utbe de tahdis ettiğinde demiştirki: biladi Arabda hasbenin ve cüderinin ilk görüldüğü o senedir”.
Görülüyor ki Abduh ikinci günü Habeş ordusunda çiçek ve kızamak illeti faş oldu, lakırdısını bu iki sözden istidlal ve istihrac etmek suretiyle kendi fikrinden söylemiştir. Hâlbuki yukarıda görüldüğü vechile evvela: bunlar mütevatir değil, rivayet içinde zayıf birer haberdirler, gösterilmek istenildiği gibi birbirlerini teyid edecek şekilde rivayet edilmiş de değillerdir. Saniyen: Abduh bunları da rivayet olunduğu gibi söylemiş, her birinin muradını izah eden canlı fıkralarını tayy edip birbirine uydurarak nakl eylemiştir. Gördük ki İkrime kuşları ve attıkları taşları söylemekle beraber, o taşlar kime isabet etdiyse cüderi çıkarttığını ve bunun ilk görülen cüderi olduğunu söylemiştir. İkinci günü taşlar atılır atılmaz cüderinin zuhur ve intişar edivermesi ise ayrıca bir garibedir, bunu söylemek başka, sade orduda cüderi illeti salgın oluverdi, demek yine başkadır. Zira böyle bir salgın zuhur etmek için mikropların hayli gün evvel faaliyete geçmiş bulunması lazımdır. Bir de İkrime hasbeden bahsetmemiştir. Hasbe, ya’ni kızamık Ya’kub İbni Utbe’nin sözünde var. O da bunu “arz-ı Arabda cüderi ve hasbenin ilk görüldüğü de o senedir diye tahdis olunduğunu söylemiştir. Bu ise fil vak’asından ziyade fil senesi ilk görülen hadiseleri anlatmış olmuyor mu? Üzerlik ve ebu Cehil karpuzu gibi mezbeliklerden çıkan zehirli ağaçlar Habeş ordusunun kırıldığı lahzada çıkıvermiş olmayıp o sene zarfında lâşelerinin yerlerinde çıkmış olacağı gibi bu karine ile çiçek ve kızamığın da bu kabilden olarak tali hadiseler olduğunu anlamak iktiza etmez mi? Haydi cüderi bu iki münkati’ haberin kadri müştere ki göründüğü için bu noktada birbirini tefsir ediyor denilsin ve bu i’tibar ile İkrime’nin kavli tefsir bakımından öbürüne takdim edilsin, o halde onun taşını hazf edip berikinin hasbesini onun yerine koymak neden neş’et etti. Yoksa hasbe kelimesinin kızamıktan başka çakıl manasına dahi gelmesinden de bir mana çıkarılmak mı istenildi? Her ne de olsa mütevatirin yanında İkrime ve Yakub’dan ileri gitmeyen bu zayıf ve münakatı’ bir rivayetten zorlamacasına çıkarılan böyle bir mütealanın bu şekilde bir vaz’u tedlis ile araya sokulup da mütevatir diye gösterilmesi ve bahusus mütevatirden başkasıyla tefsirin tafsilini caiz değil gibi telakki ettirmek isteyen mukaddimeden sonra böyle yapılması Abduh’un keskin dilini ve kalemini kirleten büyük bir hata olmuştur. Sonra da bunlara şunu zamm ediyor: ‘ve bu veba onların cisimlerine öyle yaptı ki mislinin vukuu nadir olur. Etleri dağılıp düşüyordu. Ordu ve sahibi bundan son derece korktu, dönüp kaçtılar. O Habeşî de musab oldu, etleri mütemadiyen parça parça parmak ucu kadar parmak ucu kadar düşüyordu, nihayet sadrı çatladı ve San’a’da öldü.’
Burada veba tabir etmiş, veba, taun: kolera demek ise de taun gibi umumi salgın bela manasına kullanmış olacak, fakat itibaslı olduğu için yerinde değildir. Bu veba tabiri rivayetlerinin hiç birinde yoktur, mislinin vukuu nadir olur sözü de kendi ifadesidir, bununla vakanın adi çiçek veba olmadığını söylemiş oluyor, doğrusu bunun heyet-i umumiyyesiyle misli görülmemiştir, bir de rivayetlerde askerin etlerinin dağılıp düşmesi yoktur, taşların tepelerinden inip arkalarından çıkmaya başladığı ve geldikleri yoldan kaçmak için yol aradıkları ve tarikte dökülüp düştükleri ve her menhelde helak oldukları vardır. Ancak Habeşî dediği Ebrehe hakkında söylediği gibi cesedinden musab olup San’a’ya varıncaya kadar eti mütemadiyyen parça parça enmile enmile düşe düşe bir kuş civcivi gibi kaldığı ve nihayet kalbi parçalanıncaya kadar ölmediği mezkurdur. Bunun ise gayet şedid bir cüderi olması mümkün olduğu gibi bir frengi veya misli görülmedik bir illet olması da mümkündür. Bunun arkasından Abduh bir de şöyle diyor: “işte bu, rivayetlerin üzerinde ittifak ettiğidir ve buna itikad sahih olur.”
“Haza, işte bu’ dediği sözün gelişine nazaran yukarıdan beri buraya kadar verdiği tafsilin hepsi demek oluyorki hiç doğru değildir. Bununla Abduh araya sıkıştırdığı çiçek ve kızamık lakırdısını da bütün rivayetlerde müttefekunaleyh imiş gibi göstermiş ve mütevatir olan kuş ve taş fıkraları kale alınmaksızın bütün vakanın misli nadir bir çiçek ve kızamık vebasından ibaret olduğuna hkm ederek itikadı sahih olacağı iddiasına kadar gitmiş ve sanki Kur’an’ın haricindeki rivayetlerin tafsilinde kuşlarla taş atılması müttefekünaleyh değilmiş de İkrime ve Yakub’un rivayetlerine bile tevafuk etmeyen ………………………….. lakırdısı müttefekünaleyh imiş diye itikad ettirmeye çalışmış sonrada Suredeki …Tevile kalkışmış bulunuyor.
Kendi zulmü öyle olabilir, lakin kendi kanaatini söylemek başka, rivayete isnad etmek başkadır. Halbuki tevaürü nakl ederken kendi vaz’ını dess ü tedlis ile dahi kalmayıp da …………. diye umuma karşı isnadda bulunması açık bir yalan olmuştur.”
Yaşar Nuri Öztürk, reenkarnasyon inancına sahip olduğunu Kur’an’daki İslam adlı kitabında belirtir. Hâlbuki dinimizde böyle batıl bir inanç yoktur ve olamaz. Zira iman ettiğimiz kader inancına göre; dünya yaratılmadan evvel, dünyaya gelecek insan sayısı takdir edilmiş ve ona göre ruhlar yaratılmıştır. Yani 2 veya daha fazla bedene bir ruh giremez. Nitekim Hz. Kur’an’da Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Nihayet onlardan her birine ölüm geldiği vakit der ki: ‘Rabbim! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve yararlı işler işlerim.’ Hayır! Bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar dirilip kaldırılacakları güne kadar önlerinde geriye dönmekten, onları alıkoyan bir berzah bir perde vardır.”1
Allah’ın beyan buyurduğu gibi ruhların tekrar geri dönmesi engellenmiştir. Kıyamete kadar bulundukları yerde bekletileceklerdir. Bu ayet her şeyi ayan beyan ortaya koyarken nasıl olur da bir ilahiyat profesörü tenasüh iddiasında bulunabilir?
Öztürk, Kur’an’daki İslam adlı eserine şu iddiada bulunur: “Hayızlı kadınlara ait fıkıh hükümlerini gözden geçirip Kur’an’a göre düzenlemelidir. Kadın hayızlı halde iken abdest alır ve namazını kılabilir.” Sanki 1000 yıllık fıkıh hükümleri Kur’an’a uygun değil de, Yaşar Hoca bu hükümleri Kur’an’a göre yeniden düzenleyecek. Hâlbuki bakın Hz. Kur’an-ı Azimüşşan’da Allah ne buyuruyor: “Resulüm! Kadınların adet hali hakkında soruyorlar. De ki: o bir eziyettir. Adet halinde iken kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.”2 Ayetten de anlaşılacağı gibi kadınlar bu halde iken temiz değillerdir. Hâlbuki namazın 12 şartından biri de ne idi: Hadesten taharet. Yani temiz olmak. Erkekler cünüp ise gusl abdesti alana değin, kadınların da adetten temizleninceye kadar namazdan, Kur’an okumaktan ve mescidlerden uzak durması lazımdır. Ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ben mescidi, hayızlıya, cünüp olana helal kılmam.” Ve başka bir hadis-i şerifte buyruluyor ki: “Ne cünüp, ne de hayızlı Kur’an’dan hiçbir şey okuyamaz.” Yaşar Nuri Öztürk’ün bu iddiası cünüp erkeklerin de namaz kılıp, Kur’an okuyacağı sonucunu doğurur ki bu da yalanın yalan doğurduğunun ispatı olur.
Kur’an’daki İslam adlı kitabında kıble hakkında da tuhaf sözler söyleyerek beyinleri bulandırmaya çalışıyor: Bakara 115. ve 142. ayetlerde ‘Doğu’nun ve Batı’nın da Allah’ın olduğunu” belirterek: “Dolaysıya kul, namazını nereye dönerek kılarsa kılsın, yakarışı hedefine varır. Bazı bilginlere göre, andığımız bu ayetler kıbleye yönelme ayetini neshetmiştir. Buna göre namazın kıbleye yönelme diye bir şartı yoktur.” Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’de: Kâbe’ye karşı namaz kılmış idi. Lakin burada kıble tam olarak ne Kâbe ne de Mescid-i Aksa idi. Hazreti Peygamber, ibâdetini, Kâbe’de “Makam-ı İbrâhim” denilen mahalde yapıyordu. Makam-ı İbrahim’in nezareti “Kudüs”e doğru idi. Burada namazını kılarken “Resûl-i Ekrem’in yüzü hem Kâbe’ye hem de Kudüs’e karşı bulunuyordu. Çünkü Kâbe, Kudüs ile kendi arasında kalıyordu. Yani ne müşriklerin ve putperestlerin kıblesine nede Hıristiyan ve Yahudilerin kıblesine tam olarak dönüyordu. Hicretten üç yıl önce, Mekke’de Kudüs’e doğru namaz kılınmaya başlandı. Medine’de bulunan ilk Müslümanlar da namazlarını Kudüs’e doğru kılıyorlardı. Hatta Medine devrinin ilk zamanlarında yapılmış bulunan “Kubâ Mescidi” ile “Peygamber Mescidi” denilen “Medine Mescidi”nin kıbleleri de Kudüs’e doğru yapılmıştı. Kudüs’ün Müslümanlar için kıble olması, hicretten sonra da “16” ay ve birkaç gün sürdü.
Lâkin namaz kılarken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en büyük iştiyakı Hz. Âdem (a.s.) ile inşa edilmeye başlayan ve Hz. Peygamberin (s.a.v.) dedeleri Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.)’in yapıları olan Kâbe’ye yönelmekti. Hâlbuki Kâbe artık, yalnız puta tapıcıların tapınağı olmaktan da çıkmış bulunuyordu. Çünkü Müslümanlık, Medine puta tapıcıları arasında yayıldığı gibi, Mekkeli puta tapıcıların birçoğu da İslâm dinine girerek Medine’ye göç etmişlerdi.
Hicri 2. senede Recep ayında; Hz. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Selemeoğulları yurduna gitmiş ve öğle namazı kılıyordu. Ve kıble Mescid-i Aksa idi. Namaz içinde kıblenin değişmesi hakkında ilâhî vahiy geldi. Birinci rekât kılınmış, ikinci rekâtın sonuna gelinmişti. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Mescid-i Harâm”a doğru dönülmesi emrolundu.3 Resûl-i Ekrem (s.a.v.), derhal, yüzünü “Kudüs’ten “Kâbe”ye doğru çevirdi. Cemaat de saflarıyla beraber döndüler. Yeni kıbleye yöneldiler. Namazın üçüncü ve dördüncü rekâtlarını “Mescid-i Harâm”a doğru kılarak tamamladılar. Bu sebepten Selemeoğulları Mescidine; “iki kıbleli mescit” mânâsına “Mescid’ül Kıbleteyn” denildi. Cebrail Aleyhisselamın, Allah tarafından vahiy getirmesi üzerine, Medine’de ve diğer yerlerdeki mescidlerin kıbleleri değiştirilerek Kâbe’ye çevrildi. Kıble ile ilgili ayetler:
“İşte böylece sizin insanlığa şahidler olmanız, Rasul’ün de size şahit olması için sizi mûtedil (orta) bir millet kıldık. Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmeniz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.”4 İşte bu ayet-i kerimeler ışığında namazın şartları arasında yerini almış olan kıble şartı, yalnız Peygamber Efendimiz (s.a.v.) döneminde değil, taa Hz. Âdem (a.s.)’den beri böyleydi. Bu Kur’an ve sünnetle sabit iken ve 1400 yıllık ümmetin uygulaması ortada iken Yaşar Nuri Öztürk bu gerçekleri saptırmaya çalışmaktadır.
Yine Kur’an’daki İslam adlı eserinde: “Peygamber de olsa netice de bir insan sözüdür.” diyerek Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’in hadislerini küçük görme cüretinde bulunmuştur. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de: “O arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdiklerini) kendisine indirilen vahiyden başkası değildir.”5 Yine başka bir ayette Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.”6 Ve son günlerde Öztürk’ün ağzına doladığı İmam-ı Azam Hazretleri bakın ne diyor: “Biz işitmiş olalım, olmayalım, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söylediği her söz baş göz üstünedir.”7
Yaşar Nuri Öztürk’ün politikalarından biri de kendi fikirlerini ifade cesareti bulamayınca, nakil yapar ve naklettiği kişiyi ve fikrini över. Mesela: “Kader meselesi üzerinde Türkiye’de önemli çalışmalarından birini yapmış olan Hüseyin Atay, sonuçta Kur’an’ın kadere iman diye bir anlayışa onay vermediğini söylemiştir.” demiştir. Yine aynı kitapta şöyle demiştir: “Bizzat hadis bilginleri kuşkusuz bir biçimde Peygamberimize ait olan sözlerin sayısını 30’dan yukarı çıkaramamaktadırlar. Rivayete göre İmam-ı Azam bu sayının 17 olduğunu söylemiştir.” Yaşar Nuri Öztürk büyük İmama iftira atarak iddiasına delil oluşturmaya çalışmıştır. İmam-ı Azam hiçbir eserinde hadis-i şeriflerin sayısının 17 olduğunu söylememiştir. Lakin İmam-ı Azam Hazretlerinin rivayet ettiği hadis sayısı 17’dir. Yaşar Nuri Öztürk hadis rivayeti ile hadis bilmeyi veya hadis-i şerif yazmayı bir görecek kadar âlimdir. Bakın Mukaddime eserinin müellifi İbn-i Haldun ne diyor: “Bil ki müctehid imamlar hadis ilminde hadis rivayetini çok veya az yapmak konusunda değişik tavırlar sergilemişlerdir. Ebu Hanife(Allah ondan razı olsun)’nin rivayetlerini 17 hadise ulaştığı veya buna yakın bir rakam olduğu söylenmiştir.” İmam-ı Azam tabiindendi. Fıkhın kurucularından olan sahabeden İbn-i Mesud(r.a.) ile de görüşmüştür. Yani İmam-ı Azam bir hadis râvisidir. Yani 17 hadis-i şerifin aktarılmasını sağlamıştır. Zira İmam-ı Azam’ın Müsnetlerinin sayısı 17’yi geçiyor. İmam-ı Azam’ın naklettiği hadislerin sayısı 4000’ni geçer. Hadis hafızı İbn-i Hacer onu, ‘çok hadis rivayet eden biri’ olarak nitelendirmiştir.
Kur’an’daki İslam adlı eserinde sahabeye bakın nasıl dil uzatıyor: “Ömer, uydurma hadislerin İsrailiyat kaynağından bir numaralı ismi Ebu Hureyre, Ömer’in vefatına kadar ağzını tutmuş, Yahudi kâhin Ka’b el Ahbar’ında katıldığı bir komplo sonucu öldürülen Ömer’den sonra tekrar Peygamber’e söz isnadına hız vermişti.”
Necm Suresi hakkında da çelişkili ifadeler kullanan Öztürk şunları söyler: “Hz. Peygamber’in kendi hayatlarında böyle bir cezayı uyguladığına asla ihtimal vermiyoruz. Çünkü bir insanı yarı beline kadar topla gömüp taşla vura vura öldürmek, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in herkesçe bilinen yüce şefkat ve merhamet duygularına aykırıdır.” (Kur’an’ın Temel Kavramları) hiçbir kaynak göstermeden, yine kendi kendine hüküm vermiştir. Ve yine zina suçu ile ilgili Yeniden Yapılanmak’ta şunları ifade etmiştir: “Hz. Peygamber’in Kur’an’ın(zina suçunun cezai yaptırımını) düzenlenmesinden önceki zamanlarda Tevrat hükümlerine dayalı olarak uyguladığı recm cezası, sonraki zamanlarda bir takım devşirme rivayetlerle İslam’a yamatılmış ve Kur’an dininin yıpratılmasında ısrarla kullanılan ithamlardan biri olmuştur.” Yaşar Nuri Öztürk burada bilgi ve belge eksikliği ile demogoji yaparak konuşmuştur. Hâlbuki İslam kaynaklara dayanır. İslam hükümlerinin kaynakları ise Kur’an ve Sünnet ile icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahadır. Kur’an-ı Kerim’de zina ile ilgili uyarıcı ayetlerden sonra cezalar yazılmıştır. “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer sopa vurun.”8 Evli olanların zina yaptığı zaman recmedilmesi ise Resulullah efendimizin sünneti ile sabittir. Zira peygamber efendimizin Maiz bin Malik’i ve Beni Gamid’den bir kadını zina sebebiyle recmettiği ana kaynakların çoğunda yazmaktadır. Birçok sahabe bunu nakletmiştir ve mütevatirdir. Hadis-i Şerifte buyruluyor ki: “Benden öğrenin, benden öğrenin: Allah zina eden kadınlar için bir çıkış yolu açtı. Evli kimse, evli kimseyle zina ederse yüz değnek ve taşlanarak öldürme cezası vardır. Bekâr bekârla zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün edilme cezası vardır.”9 Abdullah bin Abbas (r.a.)’tan rivayete göre, Ömer bin Hattab halka hitap ederek şöyle dedi: “Şüphesiz Allah, Muhammed’i hak din üzere gönderdi ve O’na Kitab’ı indirdi. Recm ayeti de O’na indirilen ayetler içerisindedir. Biz o ayeti de okuduk ve ezberledik. Rasulullah (s.a.v.), zina eden evli kimseleri recm etti. Biz de halifeler olarak kendi halifeliğimiz döneminde recm ettik. Eğer insanlar, üzerinden uzun zamanlar geçince, bir kimsenin kalkıp Allah’ın Kitabında recm ayetini bulamıyoruz, diyerek Allah’ın indirdiği bir farzı terk edip sapıtmalarından korkarım. Eğer erkek ve kadın evli iseler v zina da etmişlerse delil varsa –veya kadın hamile ise- veya suçun itiraf edilmesi durumunda bu erkek ve kadına recm uygulaması haktır ve gereklidir. Allah’a yemin olsun ki eğer insanlar Allah’ın kitabına ilave yaptı demeyecek olsalardı bu ayeti Kur’an’a yazardım.”10
Maiz bin Malik isimli şahsın recmedildiğine dair eshabın da ittifakı vardır. Hişam Bin Sa’d (r.a.), Muhammed bin İshak (r.a.), İbn-i Abbas(r.a.), Cabir bin Semure (r.a.), Simak(r.a.), Ebu Hureyre (r.a.), Cabir bin Abdullah (r.a.), Ebu Said (r.a.), İbn-i Büreyde (r.a.) hazeratları bu hadiseyi nakletmişlerdir. Buhari, Müslim, Ebu Davut, Dariri’de geçmektedir.
Cabir (r.a.)’den rivayete göre, bir adam bir kadınla zina etti. Resulullah (s.a.v.) o adama yüz değnek vurulmasını emretti. Sonra o kimsenin evli olduğu haber verilince onun recm edilmesini emretti ve recm edildi. (Ebu Davud) Ve İmran bin Husayn (r.a.)’dan rivayetine göre de Cüheyneli bir kadın recmedildi ve cenazesi Peygamber Efendimiz (s.a.v.), tarafından kıldırıldı. Yani Yaşar Nuri Öztürk de, yoldaşları olan reformcularla aynı metotları takip ediyor, olan şeylere “yok” diyor, olmayanlara “var” diyor.