Yanlış Ezberlemişsin İslamoğlu!
Hakikatin, tefekkürün, tedebbürün yerini sloganların, propagandanın, sathî düşüncenin aldığı bir devirde yaşıyoruz.
Haliyle ifsadın irşada galebe çaldığı, batılın revaçta olduğu ve maalesef hakikatin garip kaldığı bir devir… Başların ayak, ayakların baş olduğu; Osmanlı son dönem alimlerinden Muhammed Zahid el-Kevseri merhumun ifadesiyle “mahalle mescidinde bile imamlık yapması uygun olmayan kimselere el-İmamü-l Hücce dendiği”[1] bir devir… İşte ben de bu yazıda yaşanmış bir hadise üzerinden; günümüzde dini meseleler hakkında konuşan, insanları hidayetin yegâne mercii olan Kur’an’ı Kerim’e yani murad-ı İlahi’ye davet ettiğini söyleyen, fakat gerek ilmî müktesebatlarının yetersizliği gerekse istikametlerinin problemli olması hasebiyle esasen süslü edebiyatla kendi hevalarına çağıran kimseler ile genellikle el-İmamü-l hücce mesabesinde gördükleri bu kanaat önderlerinin peşinden giden, büyük çoğunluğu samimi olmakla beraber, iyi edebiyat yapmakla hakikati ifade etmenin farklı şeyler olduğunu kestiremeyen samimi Müslümanların hâl-i pür melâlini tasvir etmeye çalışacağım.
Ümmet-i Muhammed tarih boyunca çok zorlu dönemler atlattı. Bu herkesin malumu. Lakin Müslümanların İslamî meseleler hakkında kafasının bu kadar karışık olduğu, bir iki kitap okumak suretiyle allâme kesilenlerin bu derece fazla olduğu; insanların dinî meseleler hakkında konuşurken bu derece cesur davrandığı, hiçbir müktesebatı olmadığı konularda bile yalnızca kulaktan dolma bilgilerle büyük büyük iddialarda bulunabildiği başka bir devir olmamıştır herhalde. Söz gelimi, ‘Bu dinin bin dört yüz senedir yanlış anlaşıldığını, bugün hadis diye nakledilen sözlerin çoğunun Emevîler döneminde uydurulduğunu, hadislerin sıhhat tesbitinde takip edilmesi gereken tek metodun onları Kur’an ve akla arz olduğunu, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmak için öyle Arapça bilmeye falan gerek olmadığını meal okuyacak kadar Türkçe bilen herkesin bu işe ehliyet ve liyakat kesbedebileceğini ve daha buraya yazmadığım bir sürü hezeyanı belki yüzüne doğru düzgün Kur’an okuyamayan Müslümanların bile diline pelesenk etmiş olmasına tarihî hiçbir kaynakta rastlanmamıştır.
Bu büyük iddialara sahip olan Müslümanları toptancı bir tavırla ağır tenkidlere tabi tutmak elbette doğru bir tutum değildir. Şüphesiz onlar arasında çok samimi olanlar var. Gayesi Kur’an’a ittiba olan, murad-ı ilahiye teslim olmaya her an hazır bulunan fakat hasbe-l kader mezkür mudil ve müfsid kimselerin iyi edebiyatla süslediği batıl sözlerini hakikat zannedip bu üzücü duruma düşen kardeşlerimiz elbet çok fazla. Onlar kendilerine hakikat bir şekilde ulaşmamış ve bu işin ehli olan büyük âlimlerden hiçbirini tanıma fırsatı bulamamışlarsa, hatalarında mazur ve mafüvdürler inşaallah. Rahmet-i gadabına sebkat etmiş ve yüce şanına layık olduğu vech üzere hiçbir kuluna kıl kadar zulmetmeyeceğini beyan buyurmuş olan Cenab-ı Hakk adalet-i mutlakı, engin lütuf ve rahmeti îcabı samimi müsterşidleri irşada ehil kimselerle elbet bir gün buluşturur. Fakat insanların önüne çıkıp ‘ben sizi Kur’an’a çağırıyorum, bakın ben söylemiyorum Kur’an söylüyor!’ gibi beylik laflar ederek kendi hevalarına davet eden ahir zaman müçtehitleri var ya işte onlar için aynı şeyi söylemek çok zor. Çünkü onların çoğunun esas problemi ilmî dirayetsizliklerinden kaynaklanıyor değil. Zira problemi ilmî olan ve yalnızca hakikate talip olan kimse yaptığı bir hata kendisine iletildiğinde o hatadan dönmeyi erdem, kendini ikaz ve tashih eden kardeşine şükranı borç bilir. Lakin gelin görün ki bahsi geçen kimselerde malesef o erdemli tavırları görmek pek mümkün ve vaki değil. Yapmış olduğu hatayı iyi niyetle kendilerine ilettiğinizde teşekkür etmek şöyle dursun çoğu zaman sizi kale bile almıyorlar. Bundan daha üzücü olanı ise insanların önünde hata olduğunu bile bile aynı şeyleri tekrarlamaktan da imtina etmiyorlar. Siz ne derseniz deyin, duvara çarpıp geri geliyor yani.
Defalarca tecrübe edilmiş bir hakikat olduğundan bu yazılanların o kanaat önderleri ve onlara taassup derecesinde bağlanmış olanlar için hiçbir kıymet ifade etmeyeceğini tahmin etmek çok zor değil. Fakat derdi murad-ı ilahiyi anlamak olduğu halde ilmî yetersizliklerinden ötürü söylenen her şeyi hakikat telakki eden samimi Müslümanlar için ifadelerimiz bir nebze istifadeye medar olabilirse maksad hasıl olmuş demektir.
Gelelim paylaşmak istediğim o trajik hadiseye: Ülkemizde son dönemlerde bilhassa gençler arasında giderek yayılan meal halkalarının başını çeken ve hayli takipçisi olan bir hocanın (!) konuşmalarından birine rast geldim.[2] Mustafa İslamoğlu‘nun…Âdeti olduğu üzere Kur’an-sünnet ilişkisi bağlamında o muhteşem (!) metodolojisi olan hadislerin Kur’an’a arzından bahsetti, ardından indirilmiş dine paralel olarak ihdas edilen uydurulmuş dinin (!) inşa edicileri olarak gördüğü hadis imamlarından İmam Buharî ve İmam Müslim‘in (Allah ikisine de rahmet eylesin) Sahih’lerinden birer rivayeti çarpıtmak suretiyle naklederek o müthiş retoriğiyle bu ümmetin büyük âlimlerini itibarsızlaştırma mekanizmasını işletti. Oradan İmam Gazzali‘ye sonra onun hocası Cüveynî‘ye, daha sonra Fahreddin er-Razî‘ye de (Allah hepsinden razı olsun.) şöyle bir dokundurarak mevzuyu İmam Şafi‘ye getirdi ve İmam Şafi hakkında alaylı ve gevşek bir üslupla ‘Hadisi sünnet ilan etti, sünneti de vahiy ilan etti. Güzel Şafii’miz. Ellerinden öpüyoruz. Önce ellerinden öpüyoruz, sonra da itirazımızı koyuyoruz ortaya.’ gibi cümleler kurdu.
İhkâk-ı hak adına tüm bu iddialara cevap vermek gerekliyse de bu yazının maksadı ve sınırları buna müsait değil. Zira İslamoğlu‘nun yazılarını inceleyen ihtisas sahibi hocaların çalışmalarından gördüğümüz kadarıyla bile şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; onun devirdiği çamları üst üste koysak neredeyse arşa değecek. Ben burada yalnızca örnek olması kabilinden, onun bu sözlerinden hemen sonra İmam Şafi’nin nesh hakkındaki görüşlerinden bahsettiği cümlelerini nakldeceğim. İfadeleri aynen şöyle:
“Şafi‘ye göre Kur’an sünneti nesh edemez, sünnet Kur’an’ı nesh eder. (Cemaatten Allah Allah sesleri) Evet, Allah Allah, Allah Allah. Ooo geçelim şimdi… Efendim, Allah Allah, devam edin siz, Allah Allah…”
Şunu hemen belirtelim ki, İmam Şafi‘nin ‘Sünnet Kur’anı nesheder.’ gibi bir şey söylemediğini mübtedî bir medrese talebesi bile bilir. Şayet orada bulunan cemaatte İmam Şafi‘nin bizzat kendi eserlerini görmüş yahut risale mahiyetinde bile olsa usûl kitabı okumuş bir kardeşimiz olsaydı; bu ifadenin yanlış olduğunu, İslamoğlu‘nun söylediğinin tam aksine İmam Şafi’nin Sünnetin Kur’an’ı nesh edemeyeceği görüşünde olduğunu belki söyleyebilirdi. Fakat ne yazık ki bu ‘Allah Allah’ sesleri orada bulunan kardeşlerimizin ilmî müktesebatları hakkında müsbet kanaat sahibi olmamızın imkânını selbediyor. İfade etmemiz gereken bir diğer husus da şudur ki; her ne kadar çok fahiş bir hatayı içeriyor olsa da bu cümlelerin sehven sarf edilmiş olabileceğini, İslamoğlu‘nun da insan olması hasebiyle nisyan ile malul olmasından kaynaklı bir problem olabileceğini düşünmek isterdik. Zira hüsn-ü zan Müslüman ahlakının en temel unsurlarındandır. Ancak, bakalım kendisi İmam Şafi ile diğer tenkid ettiği âlimlerin eserlerine ve görüşlerine vukufiyeti konusunda ne düşünüyor? Aynı konuşmada devamla şöyle diyor:
“Bunu size söylemek için, Risale’yi (İmam Şafi‘nin “er-Risale” isimli eseri kastediliyor.) yıllardır okutan biriyim. Şafi‘nin Risalesini. Son okutmam yeni bitti. Risale neredeyse ezberimdedir. Yirmi yıldır Risale okuturum. Şafi‘nin kitaplarını “el-Ümm” başta olmak üzere okumuş biriyim. Bu cümleleri söylemek için çok ter döktüm. Anlatabiliyor muyum? Yani, işkembeden konuşmam. Efendim, onun için iyi bir Gazali, iyi bir Razi okuyucusu olmadan bunları söylemem…
Peki İmam Şafi‘nin nesh hakkındaki görüşü nedir, bunu İslamoğlu‘nun ‘defalarca okuttum, neredeyse ezberimdedir’ dediği er-Risale isimli eserinden görelim:
İmam Şafi’nin Sünnet’in Kur’anı Neshi Haakkındaki Görüşü
و أبان الله لهم أنه إنما نسخ ما نسخ من الكتاب بالكتاب و أن السنة لا ناسخة للكتاب و إنما هي تبع للكتاب بمثل ما نزل نصا و مفسرة معني ما أنزل الله منه جملا
Cenab-ı Hak insanlara Kitab’ın (Kur’an-ı Kerim’deki bir ayetin) ancak Kitapla (Kur’anı Keimin başka bir ayetiyle) neshedilebileceğini beyan etmişir.Sünnet Kitab’ı neshedemez.Kitap’tan bir nass bulunan konularda sünnet ancak Kitab’a tabidir ve (sünnet) Allah’ın mücmel olarak indirdiği şeylerin manalarını tefsir eder.[3]
er-Risale isimli eserinden aktardığım bu satırlar İmam Şafi’nin, Sünnetin Kur’anı neshedemeyeceği görüşünde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca İmam Şafi‘nin bu konu hakkındaki görüşleri bu satırlarla da sınırlı değildir. O, Sünnetin Kur’anı neshedemeyeceği görüşünü destekleme adına yukarıdaki satırlarının hemen ardından aklî ve naklî birçok delil de serdetmektedir.
Görüldüğü üzere, İmam Şafi, ‘işkembeden konuşmam’ diyen Mustafa İslamoğlu‘nun iddia ettiğinin tam aksine, Sünneti’n Kur’anı neshedemeyeceğini söylüyor. Zaten usul-ü fıkıh ilminden azıcık haberi olanlar dahî bilirler ki, ‘Sünnet’in Kur’anı neshi’ meselesi Şafî usulcülerle Hanefi usulcüler arasında kadim bir ihtilaftır. İmam Şafi‘den sonra gelen Şafî usul âlimleri de ‘zayıf delilin kuvvetli delili neshedemeyeceği’ hususundan hareketle Sünnet’in Kur’anı neshedemeyeceğini söylemişlerdir.[4] Yazının maksadı nesh meselesini tafsilatıyla incelemek olmadığından konuyla alakalı satırlarıma burada nihayet veriyorum. Neshin usul ilmindeki yeri, Hanefi-Şafi mezheplerinin nesh meselesine yaklaşımları, aralarındaki ihtilafın sebepleri, tarafların delilleri ve buna benzer hususları merak edenler âlimlerimizin usul-ü fıkıh alanında kaleme aldığı eserlere bakabilirler.
Şimdi tekrar konuya dönüp yukarıda naklettiğim hadisenin iki taraf açısından bir değerlendirmesini yapmak isterim. Bu taraflardan birincisi konuşmacının kendisi, ikincisi de onu dinleyenlerdir.
Yukarıda nakledilen konuşmadan çıkan netice şudur: Yıllardır er-Risale’yi okuttuğunu hatta son okutmasının yeni bittiğini, er-Risale’nin neredeyse ezberinde olduğunu söyleyen İslamoğlu ya İmam Şafi‘nin bu risalesini hiç okumadı, ya okudu fakat senelerce yanlış anladı ve anlattı ya da sırf ümmet nezdinde itibarsızlaştırmak adına İmam Şafi’nin sözlerini çarpıtıyor hatta tam aksi surete çevirerek hakikati tahrif ediyor. Onca iddialı cümleden sonra ”Yahu ne var canım unutmuş olamaz mı ?” demeninse fazla safdillik olacağı ortadadır. Zaten bu hata hangi ihtimalden kaynaklanırsa kaynaklansın netice değişmeyecek, öne sürülen hiçbir gerekçe durumun fecaatini, vehametini örtmeye yetmeyecek, şecaat arzedeyim derken sirkatin söylemekten öteye geçemeyecektir. Kalplere muttalî olan yalnızca Hz. Allah ve bize düşen zahire göre hükmetmek olduğundan işin bu kısmını Hz. Allah’a havale edelim. Zaten bu hadiseyi nakletmemizin esas gayesi, konuşmayı yapan hocanın zaafını ortaya koymak, hatasını ifşa etmek değildir. Böyle bir şeyden hiçbir Müslüman da keyif almaz. Fakat görüldüğü üzere ortada bir cinnet durumu var. Kur’an tefsiri dersleri yapan, binlerce insanımızın itikadını inşa eden (!), onlara önderlik eden hocanın bu ümmetin yetiştirdiği o koca âlimler hakkındaki sözleri bunlar. Konuşmadaki müstehzî, mütekebbir ve küçümseyici edası da işin cabası. Birkaç sene önce yayınlanmış olan bu konuşmasındaki hatalarını daha sonra kamuoyu önünde tashih etmiş midir bilmiyorum, böyle bir beyana rastlamadım. Lakin yukarıda da işaret edildiği üzere, İslamoğlu ne açıklama yaparsa yapsın, o köşeli cümlelerle ortaya attığı iddialarının altında ezilmekten kurtulamayacaktır.
Hadisenin değerlendirmeye tabi tutulması gereken esas ve önemli kısmı ikincisi, yani bu olayın dinleyenler açısından ifade ettiği manadır. Malesef ülkemizde giderek yayılan bu meal halkalarının niyetleri ne olursa olsun insanımızı sahil-i selamete, murad-ı ilahiye vasıl etmediği; aksine bu ümmeti sürekli tenkide, geçmiş âlimlere karşı kayıtsızlığa (hatta kin ve nefrete), Kur’an ve Sünnet hakkında fazla iddialı cümleler kurma cesaretine sevkettiği bir vakıadır. Evet, bir Müslüman için Kur’an-ı Kerim’i anlamaya gayret etmekten daha tabi bir şey olamaz. Hatta Rabbinin inzal buyurduğu kitabı anlamaya çalışmak her Müslüman üzerine düşen en büyük vazifelerden biridir. Zaten aklı başında hiç kimse Kur’an-ı Hakîm’i anlamaya çalışmaktan insanları men etmez. Fakat, gelin görün ki; sahih niyetle yola çıksanız bile nasıl gideceğinizi bilmiyorsanız menzile ulaşamazsınız. Eskilerin tabiriyle ‘Usulsüz vusül olmaz.’ Kur’anı Kerim’i anlama faaliyeti yalnızca mealler üzerinden sıhhatle icra edilemez. Evet okuduğunuz mealden bir şeyler anlarsınız; fakat anladığınız şey meal yazarının Kur’an-ı Kerim’den anlayabildikleriyle hatta çoğu zaman kendi anlayışını Kur’ana söylettirdikleriyle sınırlı olur. Buna en büyük şahitlerden biri de yukarıda nakledilen hadisedir. Orada dinleyicilerden hiç kimsenin Mustafa İslamoğlu‘nun sözlerine itiraz etmemesi fazlasıyla anormal bir durum değil midir? İmam Şafi‘yle alakalı bu hatayı anlayamayan kardeşlerimiz, aceba Mustafa İslamoğlu‘nun yahut başka hocaların ayetlere mana verirken yaptığı hataları (ki bu hatalara dair yazılmış eserler bile vardır[5]) nasıl anlayacaklar? Oysa onlara sürekli aşılanan şey de taklitçiliğin mezmûm olduğu, Müslümana yakışanın muhakkik olması gerektiği değil mi? Peki Arapça bilmeyen, usul, fıkıh, hadis, belagat, fesahat gibi hiçbir ilmi ehlinden tahsil etmeyen bir kardeşimiz herhangi bir meal yazarının Kur’ana doğru mana verip vermediğini, ayetler arası ilişkiyi doğru kurup kurmadığını nasıl tahkik edecektir? Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkünse de netice olarak ortaya çıkan durum, orada bulunan cemaatin, konuşmacının Kur’an anlayışına teslim olmaktan başka çaresinin olmadığıdır.
Burada ‘Kur’an apaçık bir kitaptır, meal yazarının kanaati nasıl Kur’anın manasından farklılık arzedebilir’ gibi bir itiraz hatrına gelenlere hemen söyleyelim ki bu yersiz bir itirazdır. Nitekim, tarih içersinde ortaya çıkmış tüm Müslüman fırkalar kendini Kur’an-ı Kerimden bir kısım ayetlerle refere etmiş, hiç bir Müslüman ‘Beni Kur’an bağlamaz.’ gibi bir iddia öne sürmemiştir. Ayrıca sözlerimizin hakikatin ifadesinden ibaret olduğuna piyasada yüzlerce mealin bulunması ve aynı ayete farklı meal yazarlarının farklı manalar vermiş olması gibi hususlar da şahittir. Bu mealleri önüne koyup, aklına ve eşya algısına uygun gelen manayı tercih etmekle murad-ı İlâhi’ye vasıl olabileceğini iddia edenin gerçeklikten nasibi olmadığı ise izahtan varestedir.
Son olarak bu kardeşlerimize acizane bir tavsiyem var. Birisi çıkıp size bu ümmetin senelerce peşinden gittiği, ilmî kudret ve dirayeti Müslümanlarca meşhur ve müsellem olan bir alim hakında ‘indirilmiş dini tahrif ettiği, Kur’anı anlamadığı, saçma sapan sözleri hadis diye naklettiği’ gibi insana ‘Allah Allah…’ dediretecek hezeyanlarda bulunuyorsa peşin hüküm vermeyin. Mümkünse bu işe ehil âlimleri bularak söylenen hususu tahkik edin. Evet, İmam Şafi de, Buhari de, Müslim de, Gazzali de Razi de hatasız değildir şüphesiz. Ama bugün bin dört yüz küsür sene boyunca bu dinin yanlış anlaşıdığını söyleyenler o kıymetli âlimlere talebe olabilecek seviyede midir derseniz işte orası şüpheli…
Dipnotlar:
[1] Muhammed Zâhid el-Kevserî , Makâlât , terc : Ebubekir Sifil , Rıhle kitap , İstanbul , 2014 , s. 309[2] Mustafa İslamoğlu’nun yaptığı bu konuşma için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=TOKt5KqoPks
[3] İmam Şafi , er-Risale , thk: Ahmed Muhammed Şakir , Beyrut , s. 106
[4]Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu , İstanbul , c.1 , s. 100-1
[5] Mustafa İslamoğlu’nun mealinin güzel bir eleştirisi için Hidayet Zertürk hocanın ‘Gerekçeli Mealin Gerekçesiz İddiaları‘ isimli eserine bakılabilir.