Selefilerin Anatomisi

Vahhabilik, İbni Teymiye, Tevessül, Kabir Ziyareti Konuları – Ali Eren

Tefsir, te’vil ve Vehhâbîler…

İmam Süyûtî’nin, El-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an’ından:
(İlim ehlinden) bir topluluk şöyle diyor:
“Kur’an-ı Kerim ve sahih hadiste bildirilen şeye tefsir adı verilmiştir. Bu şekilde, bildirilmek istenen şeyin mânâsı açığa çıkmış olmaktadır. Bu yolla gelen bilgiye, hiç bir kimse ictihadla olsun başka bir yolla olsun itiraz edemez. Belki muted olmayan bir mânâya hamledebilir.
Te’vil ise, hem ilmiyle âmil hem ilimde mâhir olan zatların, hitâb-î İlâhî’den ilk nazarda anlaşılamayan mânâları çıkarması, izâh etmesidir.”
Bu işler, ilmiyle âmil zatların yapacağı şeylerdindir. Fâsık âlimler ilimde ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, onların bu hususta ehliyet ve salâhiyetleri yoktur. Bu tip kimselerin, Allah’ın kelâmından çıkaracakları mânâya/îzaha güvenilemez. Çünkü, böyleleri kendi kötü hallerine ve işleyegeldikleri fıska uygun îzahlar yaparlar.
Imam ibni Cerîri’t-Taberî, tefsirinin ilk sahifelerinde müfessirin şartlarından bahsederken şöyle diyor:
“Müfessir her şeyden önce doğru bir îtıkada sahip ve sünnet-i seniyyeye bağlı olmalıdır. Eğer bir müfessirde bu vasıf olmazsa, onun Allah’ın sırlarından verdiği haberlere/bilgilere güvenilmez. Çünkü, o emin bir kimse değildir. Bu kimse bir de -îdikâdî bozuklukta ileri gidip- küfre düşmüş ise, bu kimse mutlaka müslümanları fitneye düşürmek ve halkı mânevî zarara uğratmak ister.”
Allah’ın kelâmını tefsir edecek kimsede aranacak ilk şart, sağlam îtikad ve dindarlıktır. Buna ilâveten, dinî ilimlerde ileri seviyede olmak şartı da aranmalıdır.
***
Bu asırda, Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmeye yeltenen ilim sahiplerinin, geçmiş asırlardaki müfessirlerin tefsirlerine itimad etmeden, sırf kendi görüşlerine dayanarak tefsire kalkışmaları, haddini aşmaktan da öte bir cinâyettir.
Haddini bilen bir âlime, geçmiş müfessirlerin tefsirlerini ölçü alması ve kendiliğinden değişik mânâlar vermeye kalkışmaması fazilet ve değer olarak yeter.
Çünkü geçmiş âlimler hem Peygamberimiz’in (s.a.v.) ve ashab-ı kiramın zamanına daha yakın zamanda yaşamışlardır hem de ilim ve takvâ cihetinden daha üstündürler.
Ilimde kaynak olan eski âlimlerimizdir. Çünkü hem onlardan sonra gelen hem de zamanımızdaki âlimler, ilmi kendiliklerinden edinmiş değildirler. İlmin anahtarını, usül ve kâidesini, eski âlimlerin eserlerinden almışlardır.
Bir kimse, kendisinin ilimde onlarla aynı seviyede veya daha ileri olduğunu söylüyorsa, bu sözü ona müsîbet olarak yeter; onun başka bir müsibete saplanmasına lüzum yoktur.
Zamanımızda böyle kimseler var mıdır?
Maalesef evet…
Zaten böyle kimselerin varlığından üzülerek haberdar olduğumuz içindir ki, bu cümleleri sarf ediyoruz. Bu makûlen kimseler, dine bağlılıklarının noksanlığı ve hadlerini aşmaları yüzünden, kendilerinin ne denlü büyük bir yanlış içinde olduklarının farkında dahi olamıyorlar. Kendilerini zarar görmeleri şöyle dursun, onlarla oturup kalkanlar, onlara itimat edip onların sözlerini dinleyip yazdıklarını okuyanlar da zarar görmektedirler.
Bu tipler, hadlerini bilmeyip meselelere dolu-dizgin daldıklarından, başta vehhâbîlerin olmak üzere diğer bid’at ehli gurupların paraleline düşüyorlar. Böylece müslümanlara verdikleri zarar da katlanmış oluyor…
Önce Suûdî Arabistan’ın Necid bölgesinde türeyip sonra etrafa yayılan Vehhâbîlerin, hem îtikâden hem amelen bid’ad ehli oldukları, bütün müslümanlar tarafından bilinen bir gerçektir.
Vehhâbîlerin, zamanımızda bâriz bir şekilde tatbik edilidiği yer Suûdî Arabistan olmakla beraber, ismi vehhâbîlik olmasa da bu ehli sünnet dışı mezhebin tesirleri başka ülkelerde de görülmektedir. Bu başka ülkelerden biri de maalesef Türkiye’dir.
Her ne kadar Vehhâbîler kendilerinin Hanbelî olduğunu söylüyor ve öyle görünmeye çalışıyorlarsa da, sözleri, yazdıkları ve hareketleri, kendilerinin Ahmed ibni Hanbel Hazretleri’nin mezhebiyle alâkalarının olmadığını gösteriyor. Zaten Hanbelî mezhebine mensup âlimler de onların Hanbelî olduklarını kabul etmiyorlar…
Vehhâbîler, hem mübârek mezheb imamlarımıza hem de bu imamların mezhebine tâbî olan âlimlere itirazda bulunurlar. Onların bâriz vasıflarından biri budur.
Eski âlimlerimizin yazdıklarına zıt şeyler söyleyen bir kişi görürseniz biliniz ki, bu kişi ya vehhâbîdir veya vehhâbîlerin tesiri altında kalmıştır. Bir kimse ha vehhâbî olmuştur ha vehhâbîlerin tesiri altında kalmıştır. İkisi arasında uzun boylu bir fark da yoktur.
Ha söz ha yazı farketmez. Onun için kitaplar için de ölçü aynıdır. Yani bir kitapta, eski âlimlerimizin yazdıklarına itiraz varsa, o kitabın yazarı ya vehhâbîdir veya onların tesiri altında kalan birisidir.
Iyi ama Ehl-i sünnete ters olan her söz ve yazı illa vehhâbilik midir?
Elbette değildir. Vehhâbîlikten başka ehl-i sünnet dışı bir çok akım bulunmaktadır. Bunların hepsi de bid’attır. Fakat, vehhâbîlik diğerlerine rağmen zamanımızda daha baskındır. Çünkü ellerinde fazlasıyla maddî imkân bulunmaktadır. Bu imkânı kullanarak, îtîkadı gevşek ve para kulu olan ilim sahiplerini kolayca elde edebilmektedirler.
Elde ettiklerinin açık delili şudur:
Türkiye’de doğup büyüdüğü halde söyledikleri vehhâbîlerin söylediklerinin aynısı olan bir çok tanınmış zevat bununmaktadır.
Bunlardan ilâhiyat profesörü olan birisiyle, tasavvufla ilgili bir yazıma yaptığı itiraz vesilesiyle yaptığımız yazışmada, kendisine verdiğim cevapların birinde, “Sizin söyledikleriniz vehhâbîlerin söyledikleriyle aynı” demiştim de bana, “Vehhâbîler böyle söylüyorlarsa ne güzel!” diye cevap vermişti.
Şimdi bu kimsenin vehhâbî olduğunu söylememiş olması neyi değiştirir?
Bana böyle cevap vermek yerine, “Vehhâbîlerin ne söyledikleri beni ilgilendirmez. Ben bunu doğru olduğunu biliyor ve söylüyorum. Vehhâbîler de öyle söyleyebilir, ama benim onlarla ne ilgim olabilir” de diyebilirdi. Veya vehhâbîleri tasvip etmediğini ifade eden başka bir cümle kullanabilirdi. Bunların hiç birini yapmadı ve sözleriyle vehhâbîleri açıktan açığa tahsin etti.
Şimdi bu durumda ben bu zat ve bunun gibileri hakkında nasıl müsbet bir kanaat sahibi olabilirim.
Aynı tip insanları, sözümona âlimleri, çileden çıkaran işlerden birisi de müslümanların türbe ziyaretleridir.
Vehhâbîleri çileden çıkaran işlerden birisi de aynen budur. Vehhâbîlere göre, türbe ziyareti, orada yazan mübârek bir zatın şefaaatını dilemek, şirktir ve şirkin büyüklerindendir.
Buna Peygamberimiz’in türbesini ziyaret etmek ve şefaatını istemek de dâhildir.
Yani, onlara göre “Şefaat Yâ Resûlallah!” diyenler kâfir ve müşrik olmaktadır.
Onun içindir ki, Peygamberimiz’in (s.a.v.) kabr-i şeriflerini ziyaret edenleri, orada vazifeli Suûdî askerleri “Kıble Kıble!..” diyerek kıbleye dönmeye zorluyorlar.
Çünkü, zu’mı fâsidlerine göre, ziyaret sırasında Peygamberimiz’in türbesine dönerek duâ edenler, Allah’tan isteyeceklerini Peygamberimiz’den istemiş olduklarından müşrik oluyorlar
Görüyoruz ki, anlı şanlı bazı profesörlerimiz de aynı düşünce, aynı kanaat, aynı îtıkat ve aynı inançtadırlar.
Bu makûle insanlar, gerçi îtikâdı sağlam ehl-i sünnet âlimlere zarar veremez. Fakat bâtıl fikirlerini hak sûretinde sundukları için, halkı kolayca yanıltabilirler; nitekim yanıltabiliyorlar da.
Bunlar aslında anne-babaları itibariyle ehl-i sünnet oldukları halde, ehli sünnet mezheblerinden sıyrılıp telfike (mezhebleri birleştirmeye) kalkışmaktadırlar.
Onun için, mezheb imamlarını küçümseyen, onların ictihadlarına dil uzatan, temiz ehli sünnet topluluğuna muhalefet eden ve başka yollara sapan bu türedi fırkadan son derece sakınmalıdır.
Şeytan ehl-i sünnete harp ilan etmiş, zannedersiniz ki ordusunu da bunlardan kurmuştur. Bu askerlerin ilim tahsil etmiş olanları, ilimsiz olanlarından çok daha zararlı olmaktadır.
Mezheb imamlarına itirazdan sonra en fazla işledikleri günah, evliyâ ve asfiyaya itirazdır.
Işin daha vahimi de, günahın en ağırını işledikleri halde, doğru yaptıklarına inanmalarıdır.
Şunu iyi bilmeliyiz ki, din ne idüğü belirsiz, daha doğrusu ne idüğü belli bazı kimselerin eserlerinden değil, temiz geçmişlerimizin tertemiz kitaplarından öğrenilir.
İlk asırların râvîlerine bakalım…
Onların yalancılıkla itham edilenleri bile, şimdiki câhil ve fâsık müctehid taslaklarından daha fazla ittikâ sahibi idiler. Buna rağmen, İslam âlimleri fısk ve yalanla suçlanmış olan böyle kimselerden rivâyet edilen dinî hükümlere itibar etmemişlerdir.
Öyleyse şimdiki şerlilerin söz ve yazılarına hiç itibar edilmez. Çünkü bunlar fısk u fücurda onlardan fersah fersah ileride bulunuyorlar.
İslâmın vasf-ı mümeyyizi olan namazın terki de bunlarda, yalan da bunlarda…
Hiç bir müctehide uymayıp sadece kendi hevâ ve heveslerine uyan, bu kimselerden, İslama göre haram ve helâl, doğru ve yanlış, iyi ve kötü öğrenilebilir mi hiç!..
Elbette böylelerine ne dinî bir bir şey sorulur, ne de onlardan dinî bir şey öğrenilir. Böylelerinden ancak ve sadece adres sorulur o kadar.
Dinî meseleleri öğrenmek istediğimiz şahıslar hususunda çok ama çok dikkat etmek icap etmektedir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Hâkim’in Enes ibni Mâlik’ten rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte buyuruyorlar ki,
“Bu ilim din(inizi öğrenmeye bir âlet)dir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat ediniz.”
Merfû başka bir hadis-i şerifte, “Şâhitlik yapmasına izin verdiklerinizden başka kimseden hadis almayınız” buyuruyorlar.
Deylemî’nin İbini Ömer’den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:
“İlim din(in öğrenilmesine vesile)dir. Namaz din(in direği)dir. Bu ilmi kimden aldığınıza (iyi) bakınız ve namazı nasıl kıldığınıza dikkat ediniz. Zira kıyamet günü sorumlu tutulursunuz.”
Câmiu’s-Sağîr’deki bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
“Muhakkak ki, bu ilim din(i öğrenmeye vesile)dir. Dininizi kimden alacağınıza dikkat edin.”
Hadis-i şeriflerde bahsedilen ilim, muhakkak ki şeriat ilmidir. Bunun; tefsir, hadis, fıkıh ilmi olarak ifade edilmesi uygun olur. Çünkü bu üç ilim dinin aslını teşkil etmektedir. Diğer ilimler bunlara tâbidir.
Yukarıdaki hadis-i şeriflere göre, dini ilimlerin kimlerden alınması icap ettiği açıkça anlaşılıyor.
Artık bundan sonra kişi, ister dinini İslâmî meselelerde hassas olmayanlardan öğrenir, isterse ehl-i sünnete muhalif olmayan ve dört mezhepten birine mensup olan âlimlerin eserlerinden…

Kadîm İslam âlimlerini sakîm bir tenkit akımı…
(1/8/2007) Ali Eren
Bu yazımda, fikir babaları İbni Teymiye, fikir kaynakları da İbni Teymiye’nin kitapları olan ve söz, fiil ve itikadlarıyla tıpatıp Vehhâbîliği yansıtan bazı kimselere dikkat çekmek istiyorum.
Bu kimseler, memleketin muhtelif yerlerinde mebzul. Her halleri Vehhâbîlikle paralellik arzettiği halde, İslam âlemi Vehhâbiliğe müsbet nazarla bakmadığı için, kendilerinin Vehhâbî olmadığını söylerler.
Fakat onları tanımak zor değildir. Zira en belirgin vasıfları, kitaplarını okuyarak yetiştikleri eski âlimleri tenkit etmektir. Vehhâbîliğin mümeyyiz vasıflarından biri de onlardaki bu tavır olduğu halde, söz ve itikadlarıyla tipik birer Vehhâbî olan bu muhteremler ne hikmetse Vehhâbî olmamış oluyorlar!
Ama biz işin asalına bakarız.
Müslüman bir memlekette, müslüman bir ana-babadan doğduğu halde İslam inancından uzak olan bir kimse, her ne kadar resmen müslüman gözükse de nasıl gerçekte müslüman değilse, bunun tersi de böyledir. Yani, bir kimse her ne kadar Vehhâbî değilmiş gibi gözükse de, eğer inanç / îtikad bakımından Vehhâbîlerle paralellik içindeyse, bu kimse bal gibi Vehhâbîdir.
Her neyse… Onlar kendilerini başka gösteredursun, biz onları sıfatlarıyla tanımaya çalışalım.
Bu kimselerin sözleri yaldızlıdır. İşleri laf ebeliği, yaptıkları iş evham peşine düşüp milleti tereddüte sevk etmektir. Buna rağmen maksatlarının ümmetin hidâyetine çalışmak, İslama ve dine yardım etmek olduğunu söylerler.
Herhangi âlimin bir eserinde bir kalem sürçmesi görseler, bunu ele alır yola düşerler. Onu vesile ederek istismara başlar, bütün âlimlerin hatta mezheb imamlarının ve onların ictihadlarına uyanların hepsi öyleymiş gibi itirazlarını sürdürürler.
Yegâne ceht ve gayretleri, bazı meseleler bulup onlarla avam tabakasını tereddüte düşürüp şaşırtmak ve o mesele üzerinden müctehid imamlara itirazda bulunmaktır.
Bir sofinin, tasavvuf ve tarikat erbanının tevile muhtaç bir sözüne rastlasalar ona da ağıza alınmayacak ifadelerle saldırırlar.
Bir tefsirde İsrâiliyata ait bir kıssa görseler bu sefer de onların ağızlarında bütün müfessirler İsrâiliyatçıdır.
Hiç bir müctehidi beğenmedikleri için hiç bir müctehide uymayıp hiç bir mezhebe bağlı değillerdir. Ama hepsinin söyledikleri aynı olduğu için, eski âlimlere itiraz konusunda adeta aynı mezhebin mensupları gibidirler.
Hiç bir müctehide uymayıp hiç bir mezhebe mensup olmamalarının sebebi, kendilerini hiç bir kimseye uymaya muhtaç görmeyecek kadar yüksekte görmeleridir.
Hem Peygamberimiz’in hem diğer peygamberlerin ve hem de sâlih müslümanların kabirlerini ziyaret etmenin ve şefaatlarını istemenin dînen câiz olmadığını, câiz olmamaktan da öte onlardan şefaat dilemenin şirk olduğunu söyleyip dururlar.
Onlara göre, “Şefaat Yâ Resûlallah!” diyen, bu sözü söyler söylemez müşrik olmaktadır.
Bu itikad, esasen fikir babaları olan İbni Teymiyye’den gelmektedir. Nitekim İbni Teymiyye, “El-Furkân Beyne Evliyâi’r-Rahmân ve Evliyâi’ş-Şeytân” isimli eserinde, “Peygamber Efendimiz’in ve diğer peygamberler ile sâlih kimselerin yüzü suyu hürmetine, Allah’tan yardım isteğinde bulunanların, şirke düştüğünü” söylemektedir.
Aynı kitabın ikinci kısmında evliyâullâhın büyüklerine hakarette bulunmakta ve Muhyiddin ibni Arabî (k.s.) Hazretleri’ni tekfire kadar ileri gitmektedir.
Ibni Teymiye’nin bu tavrı talebelerine de intikal etmiş, talebelerinden İbni Kayyim ve İbni Adil Hâdî de eserlerinde, Peygamberimizin ve diğer peygamberlerin kabirlerini ziyaret edenler hakkında onun kullandığı çirkin ifadelerin benzerlerini kullanmaktan geri kalmamışlardır.
Dört mezhebe mensup bir çok âlim İbni Teymiyye’ye itiraz babında kalem oynatmıştır.
İbni Teymiyye’nin yazdıklarını esas alan Vehhâbîlerin dört mezheb mensuplarına bakış açıları, ifrat derecededir. Dört mezheb mensuplarını dalâlette ve şirkte kabul ettikleri için, tarihte can ve mala zarar kabilinden, müslümanlara yapmadık kötülük bırakmadılar.
Zamanımızdaki Vehhâbîlerin görünen en açık halleri, ellerinden geldiği kadar peygamber ve velilerin kabirlerinin ziyaretini engellemektir. Hac ve umrede bu tavırları açıkça görülmektedir.
Evet… Bir kimse Allah’a ait bir fiili bir peygamberin veya bir velinin yapacağına inanarak, Allah’ı bırakıpta Allah’tan isteyeceğini onlardan isterse ittifakla imandan çıkar. Bunu ehli sünnet zaten baştan kabul ediyor. Fakat böyle bir inanç taşıyan bir müslüman yoktur.
Müslümanlar şöyle inanmaktadırlar:
Bu büyük zatlar Allah’ın sevgili ve seçkin kullarıdır. Onların Allah indinde dereceleri vardır. Onların o makamları hürmetine duâlarımızın kabul edilip isteklerimizin yerine getirilmesini Allah’tan umar ve bekleriz. Esas yaratıcı olan ise sadece Allah’tır.
Müslümanlar, bunu dilleriyle söylemeseler de kalblerinde taşıdıkları inanç budur. Bu inancı taşıyan hiç bir kimsenin de katiyen küfre düştüğü söylenemez.
Evet… Ziyaret âdâbına dikkat etmeyen bazı câhil müslümanlar bulunabilir ve vardır. Fakat tek yaratıcının Allah olduğuna inandıkları müddetçe o kimselerin dahi kâfir olduklarına hükmedilemez.
Esasen, bir kimseye kâfir demek cüretkârlığın en ilerisi olup İslam büyükleri bundan son derece sakınmışlardır.
“Dinine bağlı âlimlerin hiç biri, kıble ehli olan hiç bir kimsenin bir günahı sebebiyle kâfir olduğunu söylememiştir” diyen İmam Şârânî (k.s.) Hazretleri, El-Yevâkît ve’l- Cevâhîr adlı eserinde, Şeyhulislam Mahzûmî’den, İmam Şâfiî’nin bir sözünü nakleder. O söz şudur:
“Hevâ ve heves ehlinin, bir günahı sebebiyle kâfir olduğuna hükmetmem. Kıble ehli olan hiç bir kimsenin, bir günahı sebebiyle kâfir olduğuna hükmetmem.”
Islam büyüklerinin sözleri böyle iken, Vehhâbîler tâbir câiz ise önlerine gelene kâfir hatta müşrik damgası vuruyorlar. Fakat korkarız ki, yaftaladıkları kimselerin derekelerine kendileri düşmüş olmasınlar.
Seyyid Ahmed Dahlan, Vehhâbîlere reddiye olarak kaleme aldığı Ed-Dürrü’s-Seniyye isimli risalesinde, bazı Vehhâbîlerin Peygamberimiz’e noksanlık izafe eden şenî ifadeler kullandıklarını söylemektedir.
Ancak, dört mezhebe göre esas kâfir olanlar, Peygamberimiz hakkında şenî ifade kullananlardır.
Müslümanlar olarak bizim inancımıza göre Peygamberimiz Allah’ın kullarının efendisidir. Hayatında iken Allah’a en yakın vesile oydu, vefatından sonra mahşerde ise üstünlüğü şefaatı ile meydana çıkacaktır.
Bu üstünlük, Buhârî ve Müslim’deki bir hadisi şeriften açıkça bellidir. Peygamberimiz Salllallâhü Aleyhi ve Sellem, “Ben kıyamet günü insanların efendisiyim” buyurmuşlardır.
Bu gerçek şöyle anlaşılacaktır:
Mahşerde insanlar şefaat etmeleri için Âdem Aleynisselam’dan başlayarak peygamberlerin büyüklerine varacaklar. Onların her biri insanları kendisinden sonra gelen peygambere havale edecek. Bu insanlar en son Hazreti İsa’ya gelecekler. O da, kendisine gelenleri Hazreti Resûlüllah’a gönderecek. Peygamberimiz (s.a.v.) gelenleri kabul edip, “Ben bunun için vazifelendirildim, Ben şefaata ehilim” buyuracak ve şefaat edecek, Hazreti Allah da şefaatını kabul edecektir.
Buradaki incelik şudur: Insanlar ilk olarak Peygamberimiz’e gelebilirlerdi. Fakat Hazreti Allah onlara önce diğer büyük peygamberlere gitmelerini ilham edecek ve ifade etmeye çalıştığımız gibi en sonunda Peygamberimiz’e gelecekler ve şefaata nâil olacaklardır. Böylece Peygamberimiz’in büyüklüğü ve insanların efendisi olduğu herkes tarafından bilinmiş olacaktır.
Müslümanların avamı her ne kadar bu inceliği bilmiyor, biliyorsa bile kelimeye dök(e)miyorsa da Peygamberimiz’in dünya ve âhirette insanların efendisi olduğuna ve şefaatının iki âlemde de makbul olduğuna inanmakta ve muradlarına ermek için Allah’a onu vesile kılmaktadırlar.
Bu inanç, Peygamberimiz’den beri bu zamana kadar müslümanların sahip oldukları bir itikaddır. Bu inançtan ayrılanlar, ancak şeytanın oyuncağı haline gelen sapık bir güruhtur.
Bu kimseler, peygamber ve veliler hakkında “Onlar ölmüş gitmişlerdir” diyerek onların şefaat edemeyeceklerini, onlarla tevessül edilemeyeceğini söyleyerek Allah’ın bu sevgili kullarını diğer insanların seviyesine indirirler.
Bir de, bu tip kimseler bir taraftan İbni Teymiyye’yi överken diğer taraftan Hanbelî olduklarını söylerler. Oysa, o büyük imam asla onlar gibi değildi. O Ahmed ibni Hanbel rahmetüllâhi aleyh ki, Resûlüllah’ın nasıl karpuz yediğini bilmediği için, “Resûlüllah’ın yediği gibi yemeyebilirim” düşüncesiyle ömründe hiç karpuz yememişti.
Onun mezhebinin büyüklerinden olan büyük velî Abdülkadir Geylânî Hazretleri de “Gunye” isimli eserinde Peygamberimiz’le tevessül etmenin câiz olduğunu ifade buyurmaktadır. Sadece Abdülkadir Geylânî Hazretleri değil, diğer Hanbelî âlimleri de bu inançtadırlar.
Başta İbni Teymiyye ve onun düşünce ve kanaatlarını kendine rehber edinen Vehhâbîliğin kurucusu Necidli Muhammed bin Adilvehhâb ve ona tâbî olanlar bu hükmün dışındadırlar.
Muhammed bin Abdilvehhab, İbni Teymiyye’den 5 asır sonra gelen ve bir İngiliz ajanının iğvasına kapılıp Vehhâbîlik belasını İslam âleminin başına saran kişidir.
Bu kafada olanların hepsi kendilerini ictihad makamında görmekte, kendilerini müctehid zannetmekte ve dört mezhebten herhangi birini taklit etmeyi reddetmektedirler. Işin garip olanı da, kendilerini doğrudan kitap ve sünnetten yani Kur’an ve hadisten hüküm çıkarma ehliyetinde görmeleridir.
Bu düşüncede oldukları yani kendilerini Kur’an ve hadise doğrudan bağlı zannettikleri için bir mezhebe bağlı kalmayı lüzumsuz buluyorlar.
Şeytanın kandırmasına kapıldıkları için düşünmüyor ve düşünemiyorlar ki, acaba kendilerinden çok daha âlim olan mezheb imamları, Kur’an ve sünneti onlar kadar bilmiyorlar mıydı?
O mübârek imamlar Kur’an ve sünnet yolunda değil de acaba hangi yoldadırlar? Hatta o mübârek müctehid imamlar, bunlar gibi ibâdet ve tâate karşı gevşek değil, takvâ, verâ, ve zühdde okyanus gibiydiler.
Onların Kur’an ve sünneti anlamaları nerede, bu yeni türedilerin anlamaları nerede!..
Vehhâbî güruhunun fakir babası olan İbni Teymiyye, gerçi dalgaları kıyıyı döven büyük bir deniz gibi büyük bir âlimdir. Fakat bu büyük denizin suyu ne yazık ki tuzludur. İçilip istifade edilmeye müsait değildir. Kıyıları döven dalgaları, sahile bazan inci mercan bırakırsa da bazan da taş, çör-çöp, midye kabuğu, pislik ve hayvan leşleri bırakmaktadır.
Bu dalgalardan ne kadar istifade edilebilirse, İbni Teymiyye’nin kitaplarından da ancak o kadar istifade edilebilir. Inci ve mercanları midye kabuğu ve hayvan leşlerinden ayırıp istifade ebebilecek seviyede ilmi olanlar, buyursunlar onun kitaplarından istifade etmeye çalışsınlar. Değerse tabii…
Ne dersiniz? Acaba bu kimseleri tenkidimiz fazla mı ağır oluyor?
Onların, şefaat dileyen ve İslam büyüklerinin kabirlerini ziyaret eden müslümanları müşrik saymaları mı daha ağır, yoksa bizim onları tenkid şeklimiz mi?
Biz onları tenkitte yalnız değiliz. Muhammed bin Abdilvehhab’ın kardeşi Süleyman bin Abdilvehhab da onların tenkitçileri arasındadır.
Tenkit sadedinde Vehhâbîlere diyor ki:
“O kadar aşırı hareket ediyorsunuz ki, küfre bulaşan bir kimsenin üzerinde İslam alâmetlerinden bir alâmet gördüğü için Allah korkusundan dolayı onu tekfir etmekte tereddüt eden bir kimseyi bile kâfir olarak damgalıyorsunuz.”
Müslümanları gelişigüzel kâfirlikle damgalamaya çalışanlar, hevâ ve heveslerinin peşine takılanlarla bid’atçı türedilerdir. Bunlar, derya gibi İslam âlimlerinin eserlerini bir tarafa bırakıp kendi sakîm anlayışlarına göre hareket edip hüküm çıkaran sapkın kimselerdir. Verdikleri hükümlerin, ne Ahmed ibni Hanbel hazretleriyle ne de Hanbelî mezhebiyle alâka ve münâsebeti vardır…

Ehl-i sünnet adı kullanılarak yapılan sapıklıklar…
(30/8/2008) Ali Eren
İslam âleminde en yaygın inanç ehl-i sünnet ve’l-cemaat inancı. Müslümanların çoğu bu inanca mensup. İkinci yaygın inanç şiîlik. Bunlardan başka, sapık olmakla beraber İslam dâiresi içinde kabul edilen başka mezhepler de var. Vehhâbîlik, müşebbihe, mûtezile, lâedriye vesâire…
Herkes kendi yolunu doğru kabul ediyor. Sapık mezheblere mensup olanlar da öyle. Onun için kendi mensuplarını çoğaltmak istiyorlar. Bu düşünceyle, her türlü yalanı meşru görenler var. Zamanımızda bazı sapık mezheb mensupları zehiri altın tasta sunuyor. İslam âleminin kâhir ekseriyeti ehl-i sünnet olduğu için, kendi mezheplerinin görüşlerini yazdıkları kitaplara ehl-i sünnet ismini veriyorlar. Ehl-i sünnete göre şu mesele, bu mesele gibi isimlerle kitaplar basıyorlar.
Ehl-i sünnet olan Müslümanları kandırmaya çalıştıkları noktalardan biri de “İstivâ” meselesi…
Tâhâ sûresi 5. âyet ile A’raf sûresi 54. âyette geçen istivâ kelimelerini Ehl-i sünnet inancına ters bir şekilde ele alıp bunu kitaplaştırıyor ve böyle kitaplara da Ehl-i sünnet ismi veriyorlar.
Bu kitaplarda hangi inancı işliyorlar?
Allah’a cihet nisbet ediyorlar. Allah’ın –hâşâ- Arş üzerinde oturduğunu söylüyorlar.
Oysa birçok Ehl-i sünnet âlimi, Allah’a cihet nisbet edenlerin küfre düşeceğine hükmetmiş. Zira bu inanış, Allah’ın cisim sahibi olduğuna inanmayı gerektirir.
Ele aldıkları âyet-i kerimeler, hepimizin bildiği gibi Arş ile ilgili olan âyetlerdir. Allah’ın yarattıkları içinde en büyüğü arşdır. Onun için, Arş hakkında “arş-ı a’lâ / yüksek arş” diye bahsedilir. Kur’an-ı Kerim’de, “O Allah, azıym / büyük olan arşın rabbidir” buyurulur. Tâhâ sûresinin 5. âyetinde de, “Rahman, arş üzerinde istifâ etti” buyurulmaktadır. A’raf sûresi 54. âyette de aynı ifadeler vardır.
İstifâ, “Yükselmek, yerleşmek, oturmak, istîlâ, karar kılmak,” mânâlarına geliyor. İslam inanç ve itikadını ölçü almaksızın, âyeti bu kelimenin sadece lügat mânâsına göre mânâlandırmak yanlış olur. Zaten “Allah arş üzerinde oturdu, kararlaştı” gibi bir mânâya gitmenin yanlışlığı ortadadır. Çünkü böyle bir inanış, Allah’ın kendi yarattığı bir şeye muhtaç olduğu mânâsına geldiği gibi Allah’a mekan isnat etmek mânâsına gelir ki böyle bir inanç İslam inancına sığmaz.
Şûrâ suresi 11. âyette, “Onun (Allah’ın) misli hiçbir şey yoktur” buyuruluyor. O bakımdan, bu âyetteki istifâ kelimesine, yaratıkların bir fiili olan oturmak mânası vermek imkansızdır.
Selefin / geçmiş âlimlerin ve sofiyyenin çoğu, kitap ve sünnette Allah’ın ismiyle beraber zikredilen “İstifâ, yüz, el, göz” gibi kelimelerin hakikatini Allahü Teâlâ’ya bırakmışlar, mahlûkata sonradan verilen sıfatlara benzetmeksizin ve te’vil etmeksizin, “Burada her ne murad ediliyorsa öylece inanırız” demişlerdir.
Onlardan sonra gelen âlimler ise, insanlar yanlış mânâlara kaymasınlar diye te’vil yolunu seçmişlerdir. Onun için, bu gibi lâfızların geçtiği âyetleri te’vil eden bu âlimler de hata etmiş sayılmazlar. Çünkü onlar böyle yapmakla İslam inancını korumaya çalışmakta ve şüpheleri cevaplandırmaktadırlar.
Bu iki gurup âlimlerin hepsi de doğru hareket etmişlerdir. Çünkü birinci guruptan olanlar mes’ûliyetten kurtulmak için, ikinci guruptan olanlar ise fitneye yol açılmaması için gayret göstermişlerdir.
Tahâ sûresinin, bahsettiğimiz 5. âyetine şöyle mânâlar vermişlerdir:
“O Rahman’ın (hâkimiyeti) arşı kuşatmış/hükmü altına almıştır.”
“O Rahman (kudretiyle) arşı istîlâ etmiştir.”
“Rahman, arş üzerinde (sınırsız kudret ve iktidar makamında) hükümranlığını kurdu.
Bu kısa meâllerin kısa açıklaması şudur:
“O Rahman (olan Allahü Teâlâ bir mekâna yerleşmekten münezzeh olarak, kendi murat ettiği mânâ üzere zatına yakışır şekilde) Arş’a istifâ buyurmuştur. Rahman (ın emir ve hükmü) Arş’a (yönelip) istifâ etmiştir. Rahman, (en büyük cisim olan) Arş (dâhil bütün yaratıklar) ı (hükmü altına almış ve hepsini ilmen kuşatarak) istîlâ etmiştir. (Kur’an-ı Mecid ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi)
***
Kur’an âyetlerinin çoğu muhkemdir; mânası kolay anlaşılır. Bâzıları da müteşâbih olup mânâsı açık değildir. Bu ve benzeri bazı âyet-i kerîmeler, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerden oldukları için, bu âyetleri yanlış mânâlara çeken ve kendilerine ehl-i sünnet diyen bazı sapık kimseler, yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi, Allah’ın –hâşâ- gökte olduğunu ve arşın üzerinde oturduğunu iddia etmektedirler. Halbuki, Allahü Teâlâ yaratılanlara benzemekten de zaman ve mekâna muhtaç olmaktan da münezzehtir.
Böyle ayrılık ve sapıklıkların olması tabiîdir. Bir dinin samimi inananları olduğu gibi o din içinde münafıkça hareket edenler de olacaktır. Öyleyse doğru yolda kalmak isteyen fakat yeterli ilmi olmayan Müslümanlar nasıl hareket edecek ne yapacaktır? Onların yapacağı büyük çoğunluğa uymaktır.
Çünkü Peygamberimiz, (s.a.v.) Allah’ın bildirmesiyle ümmeti arasında böyle şeyler olacağını biliyordu. Bu sebeple, çoğunluk neredeyse onlarla beraber olmamızı emretmiştir. Onlar da Ehl-i sünnet inancına sahip olan dört mezheb ehli müctehidler, âlimler, müfessirler, muhaddisler ve sofiyye tâifesidir.
Bir müctehid âlimlerimize bakalım, bir de Allah’a mekan isnat edenlere…
Müctehid âlimlerimiz içinde onlardan daha âlim, mânevî anlayışı daha ince, amelde daha ileri binlerce kimse var. Peygamber Efendimiz zamanından beri bu zatların hepsi hata etmiş, bunların peşinden gidenler de hata üzerinde devam etmişler de sonradan gelen bu nevzuhurlar mı hakikati bulmuşlar?.. Bu imkansız…
Böyle bir iddiayı, muhâkeme kâbiliyetini kaybeden hayvanlaşmış kimselerle delilerden başkası kabul etmez.
Meşhur âlim Yusuf Nebhânî hazretleri, böyleleri hakkında Buhârî’de geçen şu hadis-i şerifi hatırlatıyor:
“Dinden çıkarlar, sonra ona dönüş de yapamazlar.”
Bu din, Resûlüllah’ın (s. a.v.) “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyurduğu hem ilme hem nura sahip olan gerçek âlimler vasıtasıyla bu güne kadar gelmiştir. Bu mübârek zatlar söz ve yazılarıyla, va’z ve kitaplarıyla asırlardır bu ümmete yol göstermişlerdir. Onların anlattıklarını bir tarafa bırakıp yeni bazı inanışlara yönelmek, bir mânâda Peygamberimiz’in tebliğ ettiği dinin bu zamana gelene kadar yanlış anlaşıldığını kabul etmek olur ki, sapıklığın en âlâsı da budur.
O âlimler öyle değerli kimselerdir ki, Allah (c.c.) kendi dinini maddî olarak onların vasıtasıyla ayakta tutmuştur. Allah’ın, kalbine bir damlacık da olsa nur akıttığı kimseler bilirler ki, Allah’ın emirlerine uyup onun tevhid inancını koruyup insanlara aktaranlar, Allah indinde çok değerli kimselerdir. Bize düşen de Allah’ın seçkin kullarını Allah’ın kabul buyurduğu gibi hayatlarında da vefatlarında da.seçkin ve farklı kabul edip hürmet göstermektir. Çünkü Hazreti Allah dininin hükümlerini tebliğ için onları vâsıta kıldı.
Biz Allah’ın kullarıyız. Onu da onu seveni de severiz ve Allah’ı tâzim edeni büyük tanırız. Onun zatıyla ilgili yanlış bilgi verenleri de düşman kabul eder buğzederiz. Onu tahkir edeni tahkir ederiz.
Müslümanların inançlarını ve birliğini bozan, kalplerine şüpheler sokan, tâbî olduğumuz müctehidlerin mezheblerini küçümseyen, doğruluğu hakkında insanları tereddüde düşüren sapık ve fasık kimselerle beraber olmak, ilim yolunda olan hiçbir talebeye de ilim sahibi olmayan diğer müslümanlara da uygun değildir. Böyleleriyle beraber bulunmak, şeytanla aşık atmaya benzer. Çünkü onlar iblisin iğvalarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Onun için onlarla bir arada bulunmak, şeytanla arkadaşlık etmek gibidir.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış hem bir çoğunu saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin (topluluğun) hevâ (ve heve)sine uymayın.” (Mâide, 77)
Yeterli ilmi olmayan, İslam inancını gereği gibi sağlam öğrenememiş ve inancına ters bir şey söylendiğinde gerekli cevabı veremeyecek durumda olan müslümanlar, bu makûle kimselerle oturup kalkmamalıdırlar. Aksi takdirde, bahsettiğimiz âyette yasaklanan sınıra girmiş olurlar.
Ancak bu yasak bütün Müslümanlara şâmil değildir. İlmi yerinde, îtikadı sağlam ve sapık kimselere cevap verecek vaziyette olanların onlarla oturup konuşmasında bir mahzur olmaz. Çünkü, dinî meselelere hâkim olan bir kimse, tam techizatlı bir asker gibidir. Karşısındakine verilmesi gereken cevabı lâyıkıyla verebilir. Onun için , böyle kimselerin onları dinleyip ne söylediklerini anlaması ve ona göre cevap vermesi tabii ki lâzımdır.
Meselelere hâkim olan, fikrinin ve inancının kaymasından korkulmayan ilim erbabının, bid’adçıları reddetmek için onlarla konuşması mübahtır. Henüz ilim yolunda olanlar daha ilimlerini tamamlamadıkları için, onlarla beraber bulunmaları katiyen câiz olamaz. Çünkü, -yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi- onlarla oturup konuşmak şeytanla sohbet etmeye benzer ki, şeytanın ilim yolunda olan talebeleri altetmesi kolaydır.
Biz böyle talebelere çok rastladık ve sapık kimselerin tuzaklarına düşüp mânen mahvolduklarına çok şahid olduk.
Hazreti Allah (c.c.) hem kendi sapkın hem de başkalarını sapıtma yolunda olanların şerlerinden ümmet-i Muhammed’i muhafaza buyursun. ÂMÎN…

İbni Teymiyye ve Vehhâbîler
(30/10/2008) Ali Eren
İbni Teymiyye’nin ihdas ettiği ehli sünnete ters düşen nice meseleler var ki, Asrı Saaadet’ten sonra 8 asır boyunca kimse bu meseleleri ortaya atmamıştır. Îbni Teymiyye, bu aykırı tavrıyla sadece bir mezhebi hedef almamış ehli sünnetin tamamına ters düşmüştür. Ters düştü demek bile meseleyi hafife almak olur. Çünkü o, ters düşmek şöyle dursun, Eş’arî ve Mâtüridî itikâdına sahip bütün müslümanları sapıklar zümresi olarak kabul etmiştir. O, Ehl-i sünnet itikadına sahip olan müslümanların icmâ halinde kabul ettiği meseleleri sapıklık kabul ederek, en ileri sapıklık derecesine kendisi ulaşmıştır.
Öyle ki, Ebü’l-Hasen’il-Eş’arî gibi bir zatı mutlak bir sapık sayarak onun mezhebine uyan İmamül Harameyn gibi, Tefsir-i Kebir sahibi Fahrettin Râzî gibi, kâfir-müslüman sayısız kimselerin ilmi karşısında baş eğdiği ve ayran olduğu İmam Gazâlî gibi, ilimde önder oldukları herkes tarafından kabul edilmiş yüksek değer sahipi nice âlimleri de sapık saymıştır.
Şâfiî ve Mâlikîlerin itikadda imamları olan Ebü’l-Hasen’l-Eş’arî Hazretleri sadece bu iki mezheb mensuplarının değil, bütün müslümanların itikad imamı sayılır. Çünkü, itikadda iki mezheb olan Eş’arîlik ve Mâtüridîlik bütün ehli sünnetin mezhebidir. Çünkü bu iki mezheb, esası teşkil eden meselelerde birbiriyle ters düşmemiş ve biri diğerini sapık saymamıştır. Onun içindir ki, bu iki büyük guruptan birini sapık kabul etmek, bütün müslümanları sapık kabul etmek demektir ki İbni Teymiyye’nin yaptığı işte bundan ibârettir. Ona uyanlar da onunla aynı derekededirler.
Ibni Teymiyye sadece itikad imamlarına dil uzatmamış, kendisini Asr-ı Saâdet’den kendi zamanına kadar gelip geçen bu ümmetin tamamının imamı gibi görmüş ve bu ümmetin zihninde mûtenâ bir makama sahip olan sofi, âbid-zâhid ve velileri tekfîre kadar gitmiştir.
İslam âlimlerine hakaret nazarıyla bakmakta bir mahzur görmezken kendisini de Allah Resûlü’nün sözlerini ve sâlihlerin hayat tarzını en iyi anlayan kişi olarak görmüştür.
İbni Teymiyye’nin en çok aleyhinde bulunduğu âlimler, ilim ve amelde en ileri olan âlimlerdir. Hangi imam daha çok şöhrete, ilim ve amele sahip, tahkik ve tetkiki geniş ve ümmetin ekseriyeti tarafından biliniyor ve üstünlüğü kabul ediliyorsa, İbni Teymiyye ona daha çok düşman olmuş, ona daha çok saldırmış, maalesef o zat İbni Teymiyye’nin en acı tenkidine maruz kalmaktan kurtulamamıştır.
Ne var ki, her şeyin bir alıcısı olacağından bu tînette bulunan bir kişinin peşinden gidenler de elbette bulunacaktır ve olmuştur.
İstiğâseye itiraz edenler ve kâinatın efendisi olan sevgili Peygamberimiz’in kabrini ziyaret için yolculuk yapmanın câiz olmadığını söyleyenler, onun avanesi içinde yer alan kimselerdir.
Âyet ve hadislerle teşvik edildiği halde, Peygamberimiz’in nurlu kabrini ziyaret için yolculuk yapmanın câiz olmadığını ve tevhidi zedeleyeceğini söylemek, bâtıl bir iddiadır ve bu iddiada bulunmak en hafif tabiriyle ahmaklık ve nasipsizliktir.
İslam âleminin tamamı Peygamberimiz’in kabrini ziyaret etmekte ve bunu meşrû görmektedir. Onun için, Peygamberimiz’in kabrini ziyaret için yolculuk yapmanın câiz olmadığını söyleyenler, -bütün müslümanlar Peygamberimiz’in kabrini ziyarat ettiği için- mecbûren Peygamberimiz’in kabrini ziyaretin câiz olmadığını söyleyemiyorlarsa da bir hadisi şerife dayanarak diğer İslam büyüklerinin kabirlerini ziyaret etmenin câiz olmadığını söylemektedirler.
Ahmaklık ve nasipsizlikte ileri giden bu kimselerin delil getirdikleri hadisi şerif şudur:
“Benim kabrimi bayram yeri (gibi) yapmayın”.
Oysa bu hadisi şerif ne Peygamberimiz’in ne de diğer İslam büyüklerinin kabirlerini ziyaret etmeyi yasaklamaktadır.
Peygamberimiz’in kabrini ziyaret meşrû olmasaydı, Peygamberimiz açıkça “Benim kabrimi ziyaret etmeyiniz” buyururdu.
Görüldüğü gibi, hadisi şerifte böyle bir ifade ve yasaklama yoktur. Bu hadisi şerif ziyaretin kendisini değil, orada meşrû olmayan şekilde hareket etmeyi yasaklamaktadır. Müslümanlar içinde ise, Peygamberimiz’in kabrini bayram yeri gibi gören, orada gülüp oynayan yoktur. Aksine orada göz yaşları sel olmaktadır.
Yahudi ve hıristiyanlar peygamberlerinin kabirlerini ziyaret için toplanırlar, orada çalgı çalar oyun oynarlardı. İslamda yasak olan işte budur. Türkiye’de de günümüzde, ehli sünnet dışı bazı kimselerin, türbelerde saz-caz gibi çeşitli çalgılar çalıp islamda olmadığı halde kendi kendilerine göre uydurdukları şekilde eğlendikleri bir gerçektir. İşte yasak olan bu çeşit hareketlerdir.
Bahsimize konu olan kabir ziyareti yasakçıları ise, aşırı tepki alacaklarını bildikleri için Peygamberimiz’in kabrini ziyaret hakkında bir şey söyleyemiyorlarsa da, diğer zatların kabirlerinin ziyaret edilmesi hakkında müslümanları çok ağır şekilde suçlamaktadırlar.
Maamafih, memleketimizde türbe ziyareti yaygın olduğundan o hususta da açık konuşmuyorlar. Kelimeleri eğip bükerek ve kırk dereden su getirerek İslam büyüklerinin kabirlerini ziyaret etmenin küfür ve şirk olduğunu bazan açık bazan kapalı olarak söylüyorlar.
Oysa küfre sebep olan hareket kabirleri secdegâh edinmek, onlara ibâdet etmek, bir takım şekil ve sûretler edinip oralara dikmektir. Bunların hükmü başka, kabirlerdeki zatlara selam vermenin ve duâ okumanın hükmü başkadır.
Evet İslam büyükleri -hâşâ- Peygamberimiz’in kabrini bayram yeri yapmamışlardır ama, son derece hürmeti de terk etmemişlerdir. Ziyaret yasakçıları, o büyüklerimizin bu hassas tavırlarını anlamaktan gerçi fersah fersah uzaktırlar ama hatırlatalım ki, onlar ziyaret için Peygamberimiz’in kabrine adeta sürünerek gelmişler, ziyaretlerini de son derece ebeple yerine getirmişlerdir.
Câferi Sadık Hazretleri (kuddise sirruh) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in kabri şerifini ziyaret etmiş hatta bir noktayı işaret ederek “Resûli Ekrem’in başı buradadır” buyurmuştur. Bu bir keramettir ve onun bu tavrı işte anlatmaya çalıştığımız malumları çıldırtacak cinstendir.
Peygamberimiz’in kabirlerini ziyaret kitap, sünnet ve icmâ ile câiz ve meşrûdur.
Kitaptan bir misal verelim Âyeti kerîmedu buyuruluyor ki:
“Onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelipte Allah’tan mağfiret dileselerdi, onlara (sen) peygamber de mağfiret isteyiverseydi(n), elbette Allah’ı tevbeleri hakkıyla kabul edici çok esirgeyici bulacaklardı.” (Nisâ 64)
Bu âyette, ümmetinin ona gelmesine ve huzurunda mağfiret dilemesine ve onun da kendileri için istiğfarda bulunmasına teşvik vardır.
Bu âyette ziyaret için yapılan teşvikin, Peygamberimiz’in sadece hayatıyla ilgili olduğunu söylemek yanlış ve eksik olur. Zira bu teşvik vefatından sonra da hatta kıyamete kadar geçerlidir. Çünkü peygamberler maddeten ölmüş olsalar da kabirlerinde mânevî bir hayatla diridirler. Peygamberleri bırakın, peygamberlerin tebliğ ettiği yolda yani din yolunda ölen ve öldürülenlerin bile ölü olmadıkları, onlar hakkında ölüdürler denilmemesi icap ettiği, onların bizim anlayamayacağımız bir şekilde diri oldukları, hatta rableri indinde rızıklandıkları bizzat âyeti kerime ile sabittir. (Bakara 154, Âli İmran 168)
Allah yolunda öldürülenler diri olurlarsa, peygamberler haydi haydiye diridirler. Çünkü, makamı çok yüksek olmakla beraber hiç bir şehidin makamı bir peygamberin makamına erişemez.
Mâlumdur ki bütün peygamberler ve tabii ki son peygamber de mânevî bir hayatla diridir. Diri olduğuna göre, onun mübarek kabirlerini ziyaret eden aynen onu hayattayken ziyaret etmiş gibidir. Kabrini ziyaret hayattayken ziyaret gibi olunca da, âyetin haber verdiğine göre onun huzurunda affını istemek, affa kavuşmaya sebep olacaktır.
Yukarıda meâlini okuduğumuz âyette bildirildiğine göre, Peygamberimiz, kendisini ziyarete gelenler hakkında mağfiret dilerse, Allah onların tevbelerini kabul buyurur.
Bu müjde ilk nazarda Hazreti Rasûlüllah’ın sadece hayatına ait gibi görünüyorsa da acaba öyle midir? Yoksa vefatından sonra onu ziyaret edenler de aynı müjdeye kavuşurlar mı? Bu hususta bir izah bir açıklama var mı?
Bu hususta Peygamberimiz’in bizzat kendi ifadeleri var.. Peygamberimiz, (s.a.v.) Dâre Kutnî’nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte buyuruyorlar ki:
“Kim vefatımdan sonra beni ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.”
Öyleyse, Peygamberimiz’i şimdi ziyaret etmek de af ve mağfirete sebep olacaktır.
Ziyaretin kitaptan yani Kur’an-ı Kerim’den delilini yukarıda verdik, Sünnetten delili ise bu husustaki sayısız hadis-i şerifler olup bu hadis de onlardan biridir.
İcmâya gelince.
Peygamberimiz’in kabrini ziyaret etmenin meşrû olduğunda müslümanların icmâ’ı vardır. Icmâ da dinde kesin delillerdendir.
Şimdi gelelim bahs-i diğere…
Peygamberler, Allah’ın izniyle diğer insanların yapamayacakları bazı hârikülâde şeyler gösterirler ki biz buna mûcize diyoruz. Peygamberlere tabi olup onun şeriatına samimiyetle bağlanan Allah dostlarında da mûcize gibi diğer insanların yapamayacakları bazı haller görülür. Hepimizin bildiği gibi buna da keramet deniliyor.
Kerametler, ümmeti olduğu peygambere olan bağlılığın bir neticesi olduğu için, bir velide görülen kerâmet, o velinin bağlı olduğu peygamberin mûcizesi sayılır.
Bu bir…
Iki… Peygamberimiz, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyurmuşlardır.
Fakat acaba her âlim peygamber varisi midir? Elbette hayır. Çünkü peygamberler ümmetlerine bir ilim bırakırlar. Fakat bu ilim nurdan uzak kuru bir kelime ilmi değildir. O ilimle beraber nur da vardır. Yani peygamberlerin bıraktıkları iki şeydir: İlim ve nur. Dolayısıyla, nursuz sadece kuru kelime ilmine sahip olan âlimler peygamber vârisi değildirler, olamazlar…
Âlim denilen bir âlimin peygamber vârisi sayılabilmesi için, hem ilme hem nura sahip olması lâzimdır. O nura sahip olanlardır ki, peygamber vârisidirler ve kendilerinden çeşitli kerâmetler zuhur eder.
Şimdi yukarıdaki iki meseleyi yani keramet ehli olmakla nur ehli olmayı birleştirmeye çalışalım:
Bir velide görülen kerâmet onun bağlı olduğu peygamberin mûcizesi sayılır demiştik. Yani bir kimsede kerâmet varsa, bağlı olduğu peygambere iyi bir bağlılığı var demektir. Geriye kaldı nur…
Eğer bir kimse ilim sahibi olmakla beraber nur ehli ise, nura bağlı ve sahipse o zaman mesele yok demektir. İşte anlatmaya çalıştığımız ve peygamber vârisi olan âlimler böyle kimselerdir.
Peygamberimiz’in, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyurduğu âlimler bunlardır.
Aksini iddia mümkün de değildir, doğru da değildir, kabul de edilemez.
Zaten, nurdan mahrum olup sadece ilim sahibi olan bir kimsenin peygamber vârisi olduğunu iddia etmek, salim akıldan uzak olmak demektir ki normal bir insanın böyle bir iddida bulunmayacağı açıktır.
Şunu demek istiyoruz ki, peygamberlerin kabirlerini ziyaret câiz ve faydalı olduğu gibi peygamber vârisi olan âlimlerin kabirlerini ziyaret etmek de câiz ve meşrûdur. Hatta sadece câiz ve meşrû değil, bu ziyârette bulunanların mânevî kazançlara kavuşacakları da izahtan vârestedir.
Bir kimse velâyet/velilik makamına ermişse, o bir Allah dostudur. Zaten veli dost demektir. Allah’ın indinde de tabii ki dostlarının bir değer ve derecesi vardır. Dolayısıyla. bir kimse, dostluk makamına erişmiş olan bir zatın kabrini ziyaret etmişse, elbette ki bunu Allah rızası için yapmıştır.
Allah dostu olan ve bu dostluk halini muhafaza ederek vefat eden kimse de elbette Allah yolunda olarak vefat etmiş olur. Yukarıda meâlini verdiğimiz âyeti kerimede, Kur’an-ı Kerim “Allah yolunda ölenlere ölü denilmeyeceğini” beyan buyuruyor. Demek ki, bir velinin kabrini ziyaret eden kimse, Allah yolunda ölen ve Peygamber varisi olan bir zatı ziyaret etmiş olmaktadır…

Peygamberimiz (s.a.v.)’i ve İslam büyüklerini ziyaret ve onlarla tevessül…
(2/12/2008)Ali Eren
Her sözüne itimat edilecek, kendisine salât ü selam getirilecek ve kendisiyle tevessül edilecek ilk kişi şüphesiz ki Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Allah indindeki derecesi de bütün yaratılanların derecesinin üstündedir. Onun için hem sevgili Peygamberimiz’le hem O’na tâbî olduğu için yüksek derecelere eren mübâret zatlarla kıyamete kadar tevessül edilebilir.
Tevessül, -bilindiği gibi- mübârek bir zatı vesile edinerek Allah’tan istekte bulunmaktır. Tevessül, hayatta olan kimselerle de olur vefat etmiş kimselerle de. Çünkü Peygamberler ve sâlihler vefat etmekle, Allah indindeki dereceleri yok olmaz. Sadece peygamberleri vesile edinip onların vesilesiyle Allah’tan istemenin câiz olduğunu, başkalarıyla tevessülün ise câiz olmadığını söylemek isabetli olmaz.
Buhârî’nin Enes radıyallâhü anh’den rivâyet ettiği bir hadisi şerifte bildiriliyor:
Peygamberimiz’in vefatından sonraydı. Kıtlık vardı. Hazreti Ömer, Peygamberimiz’in amcası Hazreti Abbas ile tevessül etmiş ve şöyle duâ etmişti: Yâ rabbi! Biz sana Resûlün Muhammed aleyhisselam ile tevüssül ederdik. Sen de size yağmur ihsan ederdin. Şimdi ise senin peygamberinin amcası ile sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsan buyur.”
Bunun üzerine bol miktarda yağmur yağmıştı.
Daha sonraki zamanlarda da asırlarca, ihtiyaçların giderilmesi için kabirlerdeki salih zatlarla tevessül edilmeye devam edildi. Zira müslümanlar inanırlar ki, Allah’ın bu has kullarının, rableri indinde bir değerleri olup bu kullar Allah ile kulları arasında vasıtadırlar.
Yukarıdaki hadisi şerifi delil getirerek, sadece hayatta olanlarla tevessül edilir, vefat edenlerle edilmez demek doğru olmaz. Nitekim müslümanlar İslam âlemindeki büyük zatların kabirlerini devamlı ziyaret etmekte, bu ziyaretlerle bereket ummakta, nitekim bekledikleri bereketlere de kavuşmaktadırlar. Çünkü Peygamberimiz gibi sâlihlerin bereketleri de hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.
Bir müslümanı ziyaret etmenin sevap olduğunu izaha lüzum olmasa gerektir. Sıradan bir müslümanı ziyaret etmenin mânevî mükâfatı olursa, Peygamberleri ve sâlihleri ziyaret etmenin haydi haydiye mükâfatı olacaktır. Nitekim Allah dostlarını ziyaretin sevap olduğunu bütün müslümanlar bilmektedirler. Bildikleri için de hayatta olmadığı için Peygamberimiz’in kabr-i şeriflerini, Allah dostu olarak bilip tanıdıkları zatların da kendilerini ziyarete giderler.
Allah dostlarının hayatlarıyla vefatları arasında hiç bir fark olmadığı da malum. Bunu düşününce, mübârek zatların kabirlerini ziyaret etmenin sevap ve fazileti de kendiliğinden anlaşılmış olucaktır.
Sâlihlerin kabirlerini ziyaret etmek, orada duâ etmek, onlardan şefaat istemek, dinin önderi âlimler tarafından kabul edilen şeylerdendir.
Bu ziyaretlerde alçak gönüllü ve acziyet içinde olunmalıdır. Kendisinin muhtaç ve âciz bir kul olduğu hatırdan çıkarılmaz. Günahların bağışlanması ve hacetlerin verilmesi için ziyaret edilen zat ile tevessül edilir. Onların rûhaniyeti ile Allah’ın rahmeti dilenir. Mâneviyat erbabı islam büyükleri, kendilerini vesile edinenleri geri çevirmezler. Onların ziyaretine gidenler boş gitseler dolu dönerler.
Vefat etmiş olsa da, ziyaret edilen İslam büyüklerinin ziyaret edenleri bildiğini unutmamak lâzımdır. Peygamberimiz, “Mü’min Allah’ın –kendisine bahşettiği- nuru ile bakar. Allah’ın nurunu da hiç bir şey perdeleyemez” buyuruyor. Bu kabiliyet hayatta olan mü’minler içindir. Kalbinde nur olan mü’min hayattayken böyle olursa, âhirete intikal ettiğinde nasıl olacağını düşünmek lâzımdır.
Bu biliş ve farkında oluş sadece ziyaret zamanına mahsus değildir. Nitekim hiç bir gün yoktur ki ümmetinin yaptıkları sabah-akşam Peygamberimiz’e arz edilmemiş olsun. Bunu ey iyi bilenler de yine bildiğimiz İslam büyükleridir. Onların halleri bizim için birer ölçüdür. Buna bir misal verelim:
Mâlikî mezhebinin imamı İmam Mâlik Hazretleri Resûlüllah’ı ziyaret için Medine’ye geldiğinde, binmesi için kendisine bir katır getirilmişti. Çünkü yürüyemiyordu. İmam Mâlik bu katıra binmedi ve şöyle dedi:
“Resûlüllah’ın mübârek ayaklarıyla bastığı bir yeri katırın ayaklarıyla çiğnemek bana l ayık değildir.”
Böylece Medine’ye Peygamberimiz’in kabri şeriflerine kadar iki ayağına elleriyle dayanarak zorla yürüyüp gitmişti.
Medine’ye Mescid-i Nebevî’ye geldiğinde, Resûlüllah’a doğru mu yoksa kıbleye doğru mu dönülmesi gerektiği sorulmuş, İmam Mâlik, “O senin ve baban Âdem Aleyhisselam’ın vesilesidir. Nasıl olupta yüzünü ondan başka bir tarafa çevireceksin?”
Peygamberlerle sâlih zatlar arasında, kendilerinden şefaat istemek ve onları vesile edinmek hususunda fark yoktur. Hepsi de câizdir. Peygamberlerle onlar arasında sadece mânevî derece farkı vardır. Peygamberlerin sâlih zatlardan üstünlüğünü bütün müslümanlar bilirler. Yine bilirler ki, peygamber olmayan hiç bir kimse peygamber derecesine ulaşamaz.
Hem Ibni Kemal diye anılan Şeyhulislam Kemalpaşazâde’nin 40 Hadis’inde hem de Sadrettin Konevî’nın 40 Hadis’inde geçen bir hadisi şerifin mânası şöyle:
Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.
Bilhassa zamanımızda bazılarının buna hadis değildir, uydurmadır şeklindeki itirazları biliniyor. Ancak, bu itiraz sadece kendilerini bağlar. Bu itirazla kârları da bahsedilen mânevî yardımdan mahrum kalmaktan ibaret olur.
Kaldı ki, eserlerine bunu hadis kaydıyla alan zatlar, beynel ulemâ, ilimleri müsellem olan kimselerdir. Bir mâneviyat büyüğü olan Sadrettin Konevî Hazretleri olsun, Osmanlının en şâşâlı devrinde kendisine şeyhulislamlık makamı tevdî edilen İbni Kemalpaşa olsun, bu zatların yazdıklarına itiraz etmeden önce kendileri hakkında biraz değil, uzun müddet düşünmek icap eder.
Bununla ne demek istediğimizi yani şeyhulislamlığın ne derece büyük bir ilim istediğini biraz açmaya çalışalım:
İstanbul’daki Süleymânıye câmiinin ismini ve şanını, görmeyenler bile bilirler. Osmanlılar zamanında Süleymâniye’ye imam olabilmenin şartları o kadar ağırdı ki, bu şartlar tahminlerin üstündeydi. Ömer Nasuhi Bilmen gibi âlimleri hariç tutacak olursak, diyebiliriz ki, bugünün Diyanet İşleri Başkanları o zamanda yaşasalardı Süleymaniye câmiine imam olmaları çok çok çok zor olurdu…
Bunun üzerine şunu da bilelim: Süleymâniye’den üstte Ayasofya imamlığı var. Ondan sonra İstanbul kadılığı, ondan sonra Anadolu kazaskerliği, ondan sonra Rumeli kazaskerliği, ondan sonra da Şeyhulislamlık var…
İbni Kemal Paşa rahmetülllâhi aleyh öyle âlim bir zat ki, Osmanlı Devleti’nin yükselme devrinde şeyhulislamlık yapmıştır. Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz ifadesinin kitabına hadis kaydıyla alan işte böyle bir âlimdir…
Bu zatın maddî ilim cihetinden durumu bu. Bir de mânevî tarafı var. Kendisi zülcenâheyn/iki kanatlı idi. Müftissekaleyn idi. Hem insanlara hem cinlere fetvâ veren bir zattı. Türbesi Edirnekapı’dadır. Allah bizleri şefatına nâil eylesin. Âmîn…
Sadrettin Konevî Hazretleri ise Osmanlılardan önce yaşamıştır. Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin övey oğludur. Şeyhulislam değildir ama, o da iki kanatlıdır. O da bir mâneviyat erbabıdır. Hem maddî hem mânevî ilimlerde ummandır…
Kaldı ki, Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz sözü hadistir diyen sadece bu iki zat da değildir. Mâneviyat büyüklerinin hiç biri, bu söz hadis değildir dememiştir.
Bunu inkar edenler, mâneviyatı da inkâr eden, inkâr ettiği için mâneviyat yoluna süluk etmeyen, etmediği için de kalbine bir damla olsun nur ve feyiz damlamamış olanlardır. Allah hidayet versin…
Islam itikadına göre, Allah’ın yarattıkları içinde en üstün varlık Peygamberimiz’dir. Peygamberimiz (s.a.v.) gökteki arş, kürs ve beyti ma’murdan ve yerdeki Kâbe-i Muazzama’dan efdaldir. Onun mübârek vücudunun bulunduğu yerin yani Medine’nin toprağı şifadır.
Evi/kabri ile minberinin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. O mekân cennete naklolunacaktır. Aynı zamanda orada yapılan her hayırlı iş ve yapılan ibâdet sahibine cennette bir bahçe kazandırır.

Eşsiz iki hazinenin ikincisi: Medine
(12/2/2009) Ali Eren
Küçükçüğümüzden beri kulaklarımızdadır:
Mekke ile Medine, eşsiz iki hazine…
Dünyada en faziletli şehir, Kâbe’nin bulunduğu ve Ümmü’l-kurâ/köy ve şehirlerin anası/merkezi olan Mekkedir. Mekân olarak en değerli, en faziletli yer ise, Hücre-i Saâdet yani Peygamberimiz’in mübârek kabirlerinin bulunduğu mekândır.
Bu mübârek mekân, Mekke’den de göklerden, arş ve kürsten de yaratılmışların hepsinden de efdaldir.
Efdal olmasının sebebi şudur: “Şerefü’l- mekân bi’l-mekîn” yani bir yerin şerefi orada bulunana göredir. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem kâinatın en üstünü olduğu için, onun mübârek vücudunun bulunduğu yer de kâinatta en faziletli yerdir.
Ibâdetlerin kıblesi Kâbe… Ibâdetlerin en üstünü olan namaz, ona yönelerek kılınır. Kâbe merkez olduğu için, orada kılınan bir namazın, tutulan orucun ve yapılan her bir ibâdetin sevabı, diğer yerlerde yapılan ibâdetlerin yüz bin katıdır. Bu, Peygamberimiz tarafından verilen müjde bir haberdir.
Ziyaret mahallerinin en üstünü de Peygamberimiz’in kabridir. Onun mübârek kabrinin bulunduğu yerin yanında, Mescid-i Nebevî’de kılınan namaz ve yapılan her bir ibâdetin sevabı, Kâbe hâriç diğer yerlerde yapılan ibâdetlerin bin katıdır. Bütün müslümanlar böyle bilir böyle inanırlar. Bu husus da hadis-i şerifte bildirilmektedir.
Ancak, bu mesele vehhâbî düşünceli insanların saldırmalarına müsait olduğu halde niçin vazifelerini yapmadıkları bana göre merak konusudur. Halbuki bunu fırsat bilip müslümanları müşrik ilan etmeleri vazifeleriydi.
Şöyle ki: Onlar da biliyorlar ki Peygamberimiz “Benim kabrimi mescid edinmeyin” buyuruyor. Devamla, “Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler” buyuruyor. Yine bunlar görüyor ve biliyorlar ki Mescid-i Nebevî, Peygamberimiz’in kabrinin bitişiği. Müslümanlar orada Peygamberimiz’in kabrinin bulunduğu yerin hemen yanıbaşını basbayağı mescid edinmişler, orada namaz kılıyorlar. Hatta, mescidi Peygamberimiz’in kabrinin arkalarına kadar genişletip uzatmışlar; oradalarda da namaz kılıyorlar. Peygamberimiz’in kabri de namaz kılanların önlerine, Kıble tarafına geliyor.
Yani, ortada tam vehhâbilerin ve vehhâbî inançlıların saldırmalarına uygun bir vaziyet var. “Peygamberin kabrini mescid ediniyorlar” diye, orada namaz kılan, secde eden müslümanları niçin müşrik ilan etmiyorlar hayret!…
Belki de sizin hatırınıza Mescid-i Nebevî ile ilgili hadisi şerif olduğu geliyordur. Onun için susuyorlardır diye düşünüyorsunuzdur. Ama vehhâbî için hadis ne ki!.. Dışarıdaki vehhâbîler pek o kadar değilse de, bir mesele yerli vehhâbîlerin aklına yatmıyorsa, o hususta kaç tane hadis olursa olsun o hadisin uydurma olduğunu söylerler olur biter.
Velhasıl müslümanları müşrik ilan etme vazifelerini niçin yapmadıklarını anlayamıyorum.
***
Onlar susadursun, biz gelelim Peygamberimiz’in Medine hakkındaki sözlerine.
Hazreti Resûlüllah (s.a.v.) buyuruyorlar ki, “İnsanların Yesrib dedikleri, köyleri/şehirleri yiyecek (onların faziletini içine alacak) olan yere, (hicret etmekle) emrolundum. Orası Medine’dir. Körüğün, demirin kirini uzaklaştırdığı gibi (kötü) insanları sürüp çıkarır.” (Şeyhân, Ebû Hüneyre’den)
Medine’nin önceki ismi Yesrib idi. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) hicret ettikten sonra bu şehre Peygamber’in şehri mânâsına Medînetü’n-Nebî denildi. Zamanla da ikinci kelime pek kullanılmaz oldu ve bu şehrin ismi sadece Medine olarak anılır oldu.
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem hicretten sonra, bu mübârek şehir hakkında şöyle duâda bulundu:
“Allahım! Mekke için yarattığın bereketin bir kat fazlasını Medine için de halket.” (Ahmed ibni Hanbel. Enes radıyallâhü anhden)
Uhud Dağı Medine’dedir. Peygamberimiz’in (s.a.v.) Uhud hakkında, “Uhud bizim kendisini sevdiğimiz, onun da bizi sevdiği bir dağdır” buyurmuşlaradır.
Peygamberimiz’in Medine’yi hicretiyle şereflendirmesinden sonra Hazreti Allah bu şehre her türlü hayır ve bereketi aktarmıştır. Bu hususu Paygamberimiz (s.e.v.) çeşitli hadisi şerifleriyle ifade buyurmuştur. Bu hadisi şereflerden bazılarını aktaralım:
“Medine’nin tozu cüzzam hastalığından (kurtulmaya) şifadır. (Ebû Nuaym, Sâbit ibni Kays’dan)
“Medine’ye giren yollar üzerinde melekler vardır. Oraya tâun hastalığı ve deccal giremez.” (İmam Malik, Ahmed ibni Hanbel ve Şeyhân. Ebû Hüreyre’den)
“İbrahim (Aleyhisselam) Beytullahı harem ve emniyetli yer kıldı (edindi). Ben de Medine’yi , iki kara taşlık dağın arasını harem kıldım. Oranın dikeni koparılmaz, avı avlanmaz.” (Müslim. Câbir’den)
“Kim Medine halkına bir kötülük yapmak isterse Allah da onu suda tuzun eridiği gibi eritir.” (Müslim ve İbni Mâce, Ebû Hüreyre’den)
“Kim Allah’ın rızasını ümit ederek Medine’de beni ziyaret ederse, kıyamet günü onun için şâhit ve şefaatçı olurum.” (Beyhakî, Enes (r.a.)den)
“Kimin Medine’de ölmeye gücü yeter (imkanı olursa) orada ölsün. Çünkü ben orada ölenler için hususi şefaat edeceğim.” (Tirmizî ve İbni Mâce. Abdullah ibni Ömer (r.a.)den)
“Kabrim ile minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.”
“Şu benim minberim cennet bahçelerinden bir bahçe üzerindedir.” (Ahmed ibni Hanbel, Ebû Hüreyre (r.a.)den)
***
Peygamberimiz’in (s.a.v.) cennet bahçelerinden bir bahçe/Ravza-ı Mutahhare denilen kabri ile minberi arası, rahmetlerin inmesinde cennetler gibidir. Kıyamet koptuğu zaman diğer yerler gibi yok olup gitmeyecek, cennete naklolunacaktır. Bu mekânın cennetten gelmiş bir yer olması ihtimali de vardır. Sonunda cennete dönecektir.
Hacer-i Esved de cennetten gelmiştir. Hacer-i Esved, Peygamberimiz’in büyük babası İbrahim Aleyhisselam’a, Ravza-i Mütahhare de Peygamberimiz’e verilmiştir.
Hücre- i Saâdet yani Peygamberimiz’in (s.a.v.) kabr-i şerifleri, Ravza-i Mütahhare’ye bitişiktir.
Peygamberimiz’I ziyarette doğru usul, mümkünse Peygamberimiz’in ayak ucundan ziyaret etmektir.
Ebû Eyyüb El-Ensârî Hazretleri, ziyarette Peygamberimiz’in kabrine sarılmıştı. Bunu hoş görmeyen Mervan, “Ne yaptığını biliyor musun?” dedi. Ebû Eyyüb Hazretleri, “Evet biliyorum. Ben taşa ve kerpice gelmiş değilim, Resûlüllah’a geldim” diye cevap verdi.
Bütün peygamberler gibi, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, kabrinde diridir. Dolayısıyla bu sarılma onun kendine sarılma gibidir. Yanağını türbenin eşiği üzerine koymanın da bir mahzuru yoktur. Çünkü, bu hareket ileri derecede bir sevgiden ileri gelmektedir.
Ehlullah’dan İbni Münkedir’e ziyaret sırasında bir sessizlik çöker, yanağını Resûlüllah Efendimiz’in kabri üzerine kordu. Onun bu hareketini hoş görmeyenler olmuştu. O bunun üzerine, “Ben, Resûlüllah Efendimiz’in kabri ile Allah’dan şifa dileğinde bulunuyorum” diye cevap verdi.
Peygamberler vefatlarında –hâşâ- öldükten sonra yok olup gitmezler. Kabirlerinde hayat sahibidirler. Peygamberlerin mûcizesi, evliyânın da kerâmeti öldükten sonra de kesilmeyip devam eder. Dolayısıyla, hem peygamberler ile hem evliyâ ile tevessülde bulunmak, onlarla medet dilemek câizdir.
Ârifler, peygamber ve velilerin, vefatlarından sonra, mucize ve kerâmetlerinin hayatlarında olduğundan daha fazla tesirli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü vefatlarıyla beraber mahlûkâtla alâkalarını kesmekte ve ruhları sadece Cenabı Hakk’a yönelmektedir.
Nuh Aleyhisselam zamanında Ved, Süvâ, Yeğûs ve Yeûk adında salih kimseler vardı. Insanlar, onlar öldükten sonra kabirleri üzerinde ibâdetler yaptılar. Sonra onların şekillerinde putlar yaptılar. Daha sonra zamanla onu unutup onlara tapmaya başladılar.
Vehhâbîler, Peygamberimiz’in ve mübârek zatların türbelerini ziyaret etmenin bu mânâya geleceği vehmine kapılıp müslümanları bu ziyaretlerden hem uzaklaştırmaya çalışıyorlar hem de bu ziyareti yapanları müşrik olmakla suçluyorlar.
Oysa onların bu suçlamaları kökten yanlıştır. Çünkü, Nuh Aleyhisselam zamanındakiler kabirleri mescid yapıyorlardı, müslümanlar böyle bir şey yapmıyorlar. Yani kabirlere secde etmiyorlar. Peygamberimiz’in ve salih zatların sûretlerini yapıp onlara da tapmıyorlar. Sadece ziyaret ediyorlar.
Şayet kabirleri ziyaret etmek şirke götüren sebeplerden olsaydı, bu hususta ya açık bir âyet veya hadis olurdu. Gerçi bu konuda yapılan yanlışları yasaklayan bir hadisi şerif var ama, bu hadis ziyareti değil yanlışlığı yasaklamaktadır.
Bu hadisi şerif şöyledir: “Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler.”
Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, vehhâbîler bu hadisi şerifi kendilerine göre delil getirip, Peygamberimiz’in kabrinin hemen yanı başının mescid edinilmesini niçin tenkit etmezler, niçin orayı mescid edinen, orada secde eden müslümanları müşri tilan etmezler hayret! Acaba islam âleminin toplu itirazlarından korktukları için mi? Her neyse…
Yine Peygamberimiz (s.a.v.) eski putperestler hakkında buyuruyor ki:
“Onlar, aralarında salih bir kimse vefat ettiği zaman, onun kabrinin üzerine mescid yaparlar sonra orada bir takım şekiller vücuda getirirlerdi. Onlar Allah katında halkın şerlileridir.”
Bu hadiste de görüldüğü gibi kabirler hususunda yasaklanan şey bellidir: Kabirleri mescid edinmek ve ölenlerin şekillerini yapıp onlara tapınmak.
Kabir ziyareti yapan müslümanların hiç biri böyle bir yanlışlığa düşmez, nitekim düşmemektedir. Fakat vehhâbîler kabir ziyareti yapan müslümanları müşrik kabul etme yanlışlığında maalesef israr etmektedirler.
Eğer kabirleri ziyaret etmek, insanı şirke götürseydi, Resûlüllah Efendimiz ve sahâbîler, Uhud şehidlerini ve Bakî’ kabristanındaki zatları ziyaret etmezdi. Oysa Allah Resûlü bu ziyareti meşrû kıldı. Kabirler üzerine mescid yapmanın ise câiz olmadığını bildirdi. Müslümanlar da saten bunu yapmıyor.
Gerçek bu olduğu halde, kim müslümanların kabir ziyaretini şirke benzetirse, kendi kafasından müslümanlar hakkında çok ağır bir hükme varmış olur.
Dikkat buyurulmalı. Kabirleri mescid edinmek başka, kabrin yanında mescid bulunması başkadır. Çünkü, Peygamberimiz’in mescidi de Peygamberimiz’in kabriyle bitişiktir. Hatta mescid genişlemiş, Peygamberimiz’in kabrinin arkasına doğru büyümüş, uzayıp gitmiştir. Böyle olduğu halde şimdiye kadar hiç bir islam âlimi buna itiraz etmemiş bunun sapıklık olduğunu söylememiştir. Asırlardır da Peygamberimiz’in kabrinin yanıbaşında ve arkasında namaz kılınmaktadır.
Hemen yanıbaşında namaz kılmak şirk olmadığı gibi, ona selam vermek de şirk değildir. Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Birisi, Peygamberimiz’in mânevî rütbesinin diğer yaratılanlardan üstün olduğunu bilmek, diğeri de yaratıcılığın sadece Allah’a ait olduğu inancını muhafaza etmektir.
Ziyarette bulunan bütün müslümanlar bunları zaten bilmekte ve böyle bir sapıklık içine girmemektedirler. Peygamberimiz’e hürmet ve tazımi gerektiği şekilde yapmakta asla aşırılığa gitmemektedirler. Tazım ve hürmet ise hiç bir zaman şirk olmaz. Kim bunu meşru olduğu halde meşru görmezse Allah’ın yasaklamadığı bir şeyi yasaklamış olmakta, helal olan bir şeyi haram kabul etmektedir.

ŞEFAAT VE TEVESSÜL…
(8/11/2009)) Ali Eren
Şefaat ve tevessül…
Bu iki kelime mânâ bakımından birbirinden ayrı gibi gözükse de, her ikisi de Peygamberimiz’le ve İslam büyükleriyle tevessül ve onların yardımlarını istemek mânâsına geldiklerinden aslında aynıdırlar.
Bu iki hususun başka bir cihetten bir yakınlığı daha var. O da şudur: Bunlardan birini inkâr edenler diğerini de yani şefaatı inkar edenler tevessülü de inkar ediyorlar. Onun için, birçok kitapta tevessül şefaatla yanyana anlatılmaktadır.
Hadis-i şerifte haber verildiğine göre, âhirette sıkıntıya düşen insanlar Peygamberimiz’den yardım isteyeceklerdir. Bu da şefaat ve tevessülün hak ve gerçek olduğunun bâriz bir delilidir. Mahşerde halk şiddetli bir sıkıntıya düşüp Âdem Aleyhisselam’dan başlayıp sırasıyla büyük peygamberlerden medet dileyip en sonunda Peygamberimiz’e müracaat edecekler, Peygamberimiz de şefaatte bulunacak ve böylece Resûlüllah efendimizin büyüklüğü bilfiil herkes tarafından anlaşılmış olacaktır.
Şefaat hakkındaki hadis-i şerifler ile ilgili rivâyetler o kadar çoktur ki bunlar tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu hususta, Kadı İyaz’ın Eş-Şifâ fî Hukûki’l-Mustafa’sında, Hâfız Münzirî’nin Et-Terğîb ve’t-Terhîb’inde, İmam Sükî’nin Şifâü’s-Sikâam’ında, Veliyyü’d-din Tebrizî’nin Mişkâtü’l-Mesâbih’inde, İmam Kastalânî’nin El-Mevâhibü’l-Ledünniyye’sinde, Hâfız Süyûtî’nin Câmiüs’-Sağîr’inde bu hususta bir hayli malûmat bulunuyor.
Ebû Hüreyre radıyallâhü anhin rivâyetinde, Peygamberimiz mahşerdeki sıkıntıyı anlatıyor. Hadiş-i şerife göre, insanlar düz ve geniş bir alana, mahşer yerine toplanırlar. Güneş iyice yaklaştırılır. İnsanlar tahammül edemeyecekleri bir sıkıntışa düşerler. Bu sıkıntıdan kurtulmak için bir şefaatçi ararlar. Bazıları, insanlığın babası Âdem Aleyhisselam’a gidip bu sıkıntıdan kurtulmak için ondan şefaat istenmesinin uygun olacağını söyler. Bunun üzerine insanlar Âdem Aleyhisselam’a giderler ve içinde bulundukları sıkıntıdan kurtulmaları için kendileri hakkında Allah’a şefaatte bulunmasını isterler. Âdem Aleyhisselam, cennette kendisine yasak edilen meyveden yediği için kendi namına korktuğunu, kendi nefsini düşündüğünü ve şefaat edemeyeceğini söyleyip insanları Nuh Aleyhisselam’a gönderir.
Nuh Aleyhisselam da mazeret beyan ederek İbrahim Aleyhisselam’a gönderir. İbrahim Aleyhnisselam Musa Aleyhisselam’a, Musa Aleyhisselam İsa Aleyhisselam’a ve nihayet Îsa Aleyhisselam Peygamberimiz’e gönderir.
Peygamberimiz Arş’ın altına varıp secdeye kapanır. İnsanlara şefaat eder. Ve şefaatı kabul edilir…
Peygamberler, esas şefaat sahibinin son peygamber olan sevgili resûlümüz olduğunu elbette biliyorlar. Buna rağmen, insanları önce diğer peygamberlere göndermelerinin sebebi, Peygamberimiz’in şeref ve değerini ortaya çıkarmak içindir.
Bu halin âhirette yaşanacağını bu hadis-i şeriften bilen kimselerden de muhakkak ki Hazreti Âdem, Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti İsa’ya gidecek olanlar olacaktır. Fakat Hazreti Allah büyük şefaat sahibinin Peygamberimiz olduğunu ortaya çıkarmak için o zaman onlara bunu unutturacaktır.
Âhirette böyle olacağı, hadis-i şerifle sabittir. İnsanların o gün peygamberlere müracaat edecek olmaları, onlarla tevessülün de açık bir delilidir.
Tirmizî, İbni Abbas radıyallâhü anhin rivâyetine göre şu hadis-i şerifi tahric ediyor:
“Ashabı kiram oturmuş, kendi aralarında konuşurlarken, Resûlüllah, (s.a.v.) onlara yaklaştı ve konuşmalarını dinledi. Bir kısmı şöyle diyordu:
“Allah gerçekten İibrahim’i dost edindi.”
Başka biri,
“Musa’ya kelamı ile konuştu” diyordu.
Bir başkası,
“İsa Allah’ın kelimesi ve ruhudur.”
Başka biri,
“Allah Âdem’e imtiyaz verdi.”
Resûlüllah onlara yaklaştı ve şöyle buyurdu:
“Konuşmalarınızı işittim. Söyledikleriniz aynen öyledir. Dikkat ediniz! Ben de Allah’ın habibiyim. Bunda öğünmek yoktur.
Kıyamet günü Livâül hamd sancağını taşıyacak olan benim. Âdem de başkaları da bu sancağın altında olacaktır. Bunda övünmek yoktur.
Kıyâmet günü ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul olunacak olan benim.
Ben cennet kapılarının halkalarını ilk tıkırdatacak olanım. Allah benim için cennetin kapısını açtırır. Beni ve benimle beraber olan mü’minleri cennete koyar. Bunda da övünmek yoktur.
Ben öncekilerin de sonrakilerin de Allah indinde en şerefli olanıyım. Bunda da övünmek yoktur.”
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, “Benim şefaatım ümmetimden büyük günah sahiplerine olacaktır” buyurmuştur. Evet, esas ana ve büyük şefaat, günahkâr mü’minlerin cehennemden kurtulmaları için olacaktır. Fakat şefaaatın başka kademeleri de vardır. Ezcümle şefaat beş kademedir:
1- Mahşer korkusundan rahatlatmak için şefaat.
2- Hesaba çekilen ve azabı hak eden günah-ı kebâir sahibi mü’minlerin, azap olunmadan cennete konulmaları için şefaat.
3- İsyankâr mü’minlerden cehenneme atılanların cehennemden çıkarılmaları için şefaat.
4- Bir kısım mü’minlerin hiç hesaba çekilmeden cennete konulmaları için şefaat.
5- Cennetteki mü’minlerin derecelerinin yükseltilmesi için şefaat.
***
Peygamberimiz’le tevessül etmek, daha O dünyaya gelmeden çok önce de vardı. Şöyle ki:
Âdem Aleyhisselam, cennette kendisine yasak edilen meyveden yeyip dünyaya indirildiğinde, bu hatasından dolayı çok gözyaşı döküp istiğfar etmişti. “Yâ rabbi, eğer beni affetmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için affımı diliyorum” dedi. Hazeti Allah, (c.c.)
“Yâ Âdem, ben onu henüz yaratmadım. Sen Muhammed’i nasıl biliyorsun? Dedi.
Âdem Aleyhisselam şöyle cevap verdi:
“Yâ rabbi, sen beni kudretinle yaratıp ruh verdiğinde başımı kaldırıp baktığımda Arş’ın ayaklarında lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlüllah yazılmış olduğunu gördüm. O zaman zatının ismine yanına ancak yaratılmışların en sevimlisinin yazılacağını anladım” dedi.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak buyurdu ki:
“Yâ Âdem doğru söyledin. Gerçekten o bana yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden affını dilediğin zaman ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni affetmezdim.”
Bunu, Hakim’in sahih olduğunu kaydederek tahric ettiği hadis-i şeriften öğreniyoruz.
Resûlüllah Efendimiz vasıtasıyla istekte bulunmak, pek tabii ki bizzat ondan istekte bulunmak değil, Allah indinde yüce kıymet, büyük değer ve yüksek mevki sahibi olan O Hazret’in hatırına aslında Allah’tan istekte bulunmaktır. Onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan bir istekte bulunanın istediğine kavuşması, ona ait bir şereftir. Bunu inkâr edenler için bu inkârları hor ve hakir olmaları için yeterli bir sebebtir.
Tevessülün faydaları, Peygamberimiz’in hayatında da vefatından sonra da sık sık görülmüştür.
Birgün, anadan doğma bir zat Peygamberimiz’e gelip, gözlerinin açılması için duâ etmesini istedi. Peygamberimiz de ona güzelce abdest almasını ve şöyle duâ etmesini söyledi:
“Ey Allahım, rahmet nebisi olan peygamberin Muhammed (s.a.v.) ile senin zatından istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed Aleyhisselam! İhtiyacımın giderilmesi için senin ile rabbime yöneliyorum. Ey Allahım, onu bana şefaatçı kıl.”
Beyhakî bu hadisin sahih olduğu kaydını koyduktan sonra şu ilaveyi yapıyor:
“O âmâ şahıs gözü görür halde ayağa kalktı.”
Korkarız ki, bu dünyada gözleri gördüğü halde şefaat ve tevessülü inkâr edenler, âhirette âmâ olarak haşrolunsunlar…
Peygamberimiz’in, kendisi duâ etmeyipte o âmâ zatın duâ etmesini istemesine dikkat etmek lâzım. Görüldüğü gibi, Resûlüllah Efendimiz o zata kendisi vasıtasıyla yardım istemesini tariff etmektedir…
Büyük zatlarla tevessülün sadece o zatlar hayattayken olacağını, dolayısıyla vefatlarından sonra tevessülün câiz olmayacağını söyleyenlere şunu hatırlatmakta fayda var:
Ashabtan, bu göz açılma hadisinin râvisi olan Osman ibni Huneyf, (r.a.) Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz’in halifeliği zamanında yani Peygamberimiz’in vefatından sonra, bir sıkıntısı olan bir kişiye bu duâyı öğretti. O kişi denileni yaptı ve o sıkıntısından kurtuldu ve ihtiyacı görüldü.
Vefatlarından sonra da tevessülün câiz olduğuna delillerden birisi de Peygamberimiz’in duâlarıdır. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem bizzat kendileri “Ya rabbi, peygamberinin ve benden önceki peygamberlerin hakkı için…” diye duâ ettiği kesindir.
Bu duâdan, tevessül edenin, tevessül ettiğinden daha aşağı mertebede olmasının şart olmadığı da anlaşılıyor.
Peygamberlerle vesile etmek câiz olduğu gibi peygamber olmayanlarla, velilerle tevessül etmek de câizdir. Hazreti Ömer radıyallâhü anh efendimiz, yağmur yağması için Hazreti Abbas’i vesile etmiş ve onun hürmetine yağmur yağdırılması için duâ etmiştir. Bu yaptığı da ashabı kiramdan hiç biri tarafından akla ve dine aykırı görülmemiştir. Bu hadise kendisinden üstün olmayanlarla tevessülün câiz olduğunun da delilidir.
Buna ister tevessül, ister vesile, ister istiğâse isterse şefaat denilsin. Hepsi de aynıdır…
Bunların hepsi de câiz olup, müşriklerin başkasına ibâdet ederek Allah’a yaklaşmayı dilemesi kabilinden bir şey değildir. Çünkü müşriklerin yaptıkları küfürdür.
Müslümanlar ise tevessül, vesile, istiğâse ve şefaat ile Allah’tan başkasına ibâdet etmiyor, fayda ve zarar vermekte Allah’tan başka bir şeyi kabul etmiyorlar ki müşriklerle bir tutulsunlar.
Peygamberler ve evliyânın, vefatlarından sonra da imdat etme tasarrufları vardır. Çünkü onlar bizim keyfiyetini anlamadığımız bir şekilde câvidânî bir hayatla berzah hayatıyla diridirler. Namaz kılarlar, haccederler.
Nitekim Peygamberimiz sallallallâhü aleyhi ve sellem, İsrâ yolculuğunda Musa Aleyhisselam’ı, kabri üzerinde kızıl topraklı bir tümsekte namaz kılarken gördüğünü haber vermiştir.
Peygamberlerin müslümanların imdatlarına yetişmeleri bir mûcize, evliyanınki ise bir kerâmettir. Islam inancına göre mûcize de kerâmet de hak ve gerçektir. Bunu nasipsizlerden ve inancı bozuk olanlardan başkası inkar etmez ve etmemiştir. Allâme İbni Hacer, “Böylelerinin sonlarının kötü olacağından korkulur. Nitekim bir çok kimse bu hataya düşmüş ve helak olmuştur” demektedir.
Âlimlerin bildirdiğine gore, velilerin ve diğer mü’minlerin ruhları ile kabirlerindeki cesetleri arasında bir irtibat vardır. Kabirdekilen kndilerini ziyarete gelenleri tanırlar. Canlıların eziyet ve sıkıntı duydukları şeylerden onlar da eziyet ve sıkıntı duyarlar.
Kabir/türbe ziyareti yapanları suçlayanlar büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü bu zamana kadar peygamberlerin ve velilerin ölümünden sonra onları ilâh kabul eden tek bir müslüman çıkmamıştır.
Maamafih, hıristiyanlar Hazreti İsa’yı, gulât-ı şîa ise Hazreti Ali’yi ilah kabul etmektedir ama, bu yanlışlıklar müslümanları bağlamaz. Zaten onların sapıklıkları, Hazreti İsa ve Hazreti Ali’nin kabirlerini ziyaret etmekten dolayı da değildir.
İnsanların kulluk bakımından en aşağıda olanları, Allahü Teâlâ’ya ortak koşan kâfirlerdir. Putlara tapanlar ile Hazreti İsa’yı ilah kabul eden hıristiyanlar gibi…
Vesselam…

Ehlullahın kabirlerini ziyaretteki fâideler…
(1/2/2010) Ali Eren
Allâme Seyyid Ahmed Dahlan (rahmetüllahi aleyh) Takrîbü’l-Usûl li Teshîli’l-Vüsûl isimli eserinde şöyle diyor:
Âriflerden bir çoğunun bildirdiğine göre, bir veli (mürşid) vefat ettikten sonra da ruhu müridleriyle alâkalanır. Bu zatın bereketiyle, müridler nur ve feyizlere kavuşurlar. Bunu açıkça ifade edenlerden biri de kutb-ı irşad makamında bulunan Seyyid Abdullah ibni Aliyyi’l-Haddâd kuddise sirruhtur.
Bu zat buyuruyor ki:
“Bir veli (mürşid) vefat ettikten sonra yakınlarıyla (müridleriyle) alâkalanmaya devam eder. Vefatından sonra onlarla alâkalanması, hayattayken gösterdiği alâkadan daha fazladır. Sebebi de hayattayken şahsî ibâdet ve vazifelerle mükellef olup vefatından sonra bu mükellefiyetleri olmadığı içindir.
Oysa hayatta olan velide maddî hayatla ilgili haller mevcuttur. Böyle olduğu için, onda zaman zaman maddî ve mânevî hallerin biri diğerine gâlip gelebilir. Çok zaman da beşeriyet/maddî haller daha gâliptir.
Vefat etmiş olan velide ise maddî hayat emareleri yok olmuş ve sadece mâneviyat kalmıştır. Mâneviyat erbabı vefat ettiği zaman onların sadece maddî vücutları yok olur. Hakikatları/mâneviyatları ise dâima mevcuttur.
Onlar kabirlerinde dirilirler. Bir velî kabre girip mânevî hayatla diriliğe erdiğinde ilminden, aklından ve rûhânî kuvvetinden yani mâneviyatından hiç bir şey kaybolmaz. Aksine ruhları ölümlerinden sonra görme, bilme, mânevî varlıkla hayat ve Allah’a yönelmelerinde artış olur.
Onların ruhları bir şey istemek için Allah’a yönelecek olsa, Allahü Teâlâ onların isteklerini hemen yerine getirir.”
Berzah ehli olan yüksek makam sahibi evliyâullah Allah’ın huzurundadır. Kim onlara yönelir ve onlarla tevessülde bulunursa, bu zatlar da tevessülde bulunan kimsenin arzununun yerine getirilmesi için Alllah’a yönelirler.
Ancak, vefat etmiş olan velilerin yaptıkları sadece bu hususta Allah’a yönelmekten ibârettir. Tevessülde bulunan kulun isteğinin yerine getirilmesi için gerçek tasarruf ise tabii ki Allahü Teâlâ’ya mahsustur. Velinin yaptığı teveccüh ise sadece o tevssülde bulunan kul namına bir istekten ibaret olup yaratmakla âlakası yoktur. Onların istekleri üzerine yaratılır amma icad ve halkta/yaratmada onları ntesiri olmayıp yaratma tamamen Allah’a aittir.
***
Bir kimse bir velinin kabrini ziyaret etse, o veli gelen zatı tanır. Ziyarete gelen selam verse selamını alır. Ziyaretçi kabrin başında Allah’ı zikredecek olsa o veli de onunla beraber zikreder.
Allah dostlarının, kabirlerinde –insanların anlayamayacağı bir şekilde- diri oldukları bir gerçektir. Çünkü onlar sadece bir yurttan başka bir yurda geçmişlerdir.
Onun için, ölümlerinden sonra onlara gösterilecek hürmet, hayattayken yapılan hürmet gibidir. Vefatlarından sonra onların bulundukları yerde, kabirlerinde gösterilecek edep ve terbiye, hayattayken veya vefatları sırasında gösterilen hürmet gibi olmalıdır.
Bir veli vefat ettiği zaman, peygamberlerin ve velilerin ruhları onun cenaze namazına gelirler.
***
Ebü’l-Mevâhib kuddise sirruh şöyle buyuruyor:
“Velilerden öylesi vardır ki, vefatından sonra sadık müridlerine hayatta olduğundan daha fazla himmet ve teveccüh eder.
Allah celle celâlühû bazı kullarına, bazı velilerin vasıtasıyla irşad vazifesi verir. Bunlar insanların nefislerini ısla hve terbiye ederler. Öyle kullar da vardır ki, Allahü Teâlâ onlara vasıtasız olarak nefsi tezkiye ve terbiye etme imkanı bahşeder.
Bir veli/mürşid vefat edince müridlerine kabri içinden himmet ve teveccüh edip onları terbiye eder.
Öyle kullar da vardır ki, çok salevât okudukları için onların terbiyesi ile Resûlüllah Efendimiz vasıtasız olarak ilgilenir.”
İmam Fahreddin Râzî El-Metâlib’de , “Kabir ziyaretinin nasıl olacağının açıklamasında” şöyle diyor:
“Bir kimse, cevheri kâmil bir zatın kabrini ziyarete gider ve orada bir müddet durursa ziyaretçi ile ziyaret edilenin ruhları bir mekanda buluşmuş olur. Bu iki ruh birbirine bakan aynaya benzer. Birinden diğerine yansıma olur. Şöyle ki: Ziyaret sırasında o ziyaretçinin ruhunda meydana gelen her türlü mârifet ve faziletler ziyaret edilen zata da yansır. Veya bunun aksi olur. Ziyaret edilen zatta meydana gelen her türlü mârifet ve üstünlükler, onun ruhundan ziyaretçinin ruhuna da akseder.
Usulüne göre yapılacak olan böyle bir ziyaret, ziyaretçinin ruhunda güzel faydalar doğmasına sebep olur.
Bizim anlattığımızdan daha başka ince ve gizli sırları elde etmek bile akıldan uzak değildir.”
***
Vehhâbiler ve vehhâbî itikadına kapılmış kimseler, hem kabir ziyareti hususunda hem de büyük zatların kabirlerini ziyaret sırasında onlarla tevessül hususunda sakat bir kanaat içindedirler. Onların bu kanaatının kaynağı, vehhâbîliğin kurucusu Muhammed bin Abdilvehhâb’tır.
Muhammed bin Abdilvehhâb, müşrikler hakkında indirilen âyetleri müminlerin üzerine çevirmekte ve Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler, veliler ve salihlerle tevessülde bulunmayı, Peygamberimiz’e karşı “Yâ Resûlellah! Senden şefaat istiyoruz” demeyi, kendi fâsid kanaatına göre şirk, böyle yapanları da müşrik kabul etmektedir. Hatta Peygamberimiz’in kabrini ziyaret etmeyi bile şirk olarak vasıflandırmaktadır.
Putlara tapan müşriklerin, niçin puta taptıkları Kur’an-ı Kerim’de Zümer sûresi 3. âyet-i kerimede beyan buyuruluyor. Âyet, onların şöyle söylediklerini haber veriyor:
“Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.”
Vehhâbîler ise şöyle diyorlar:
“Herhangi bir peygamberle veya veli ile tevessülde bulunan kimse de işte bu müşrikler gibidir. Çünkü o zamandaki müşrikler de putların bir şeyi yarattığına inanmıyor ve yaratanın Allah olduğunu söylüyorlardı. Allah’ın onlar hakkında küfür ve şirk ile hükmetmebi başka bir sebeple değil “Allah’a bizi daha fazla yaklaştırsınlar diye” demeleri sebebiyledir. Tevessül edenler de onların bir benzeridirler.”
Vehhâbilerin getirdiği bu delil bâtıldır. Çünkü müslümanlar peygamberleri ve velileri ilah edinmiyorlar. Onları Allah’a ortak da koşmuyorlar. Fayda-zarar ne varsa hepsini yaratanın Allah olduğuna itikad ediyorlar. Allah’dan başka hiç bir varlığın ibâdet edilmeye lâyık olmadığına inanıyorlar.
Müşrikler ise açıktan açığa putları ilah ediniyor ve onlara tapıyorlardı. Putları ibâdete lâyıt görmelerei onları şirke düşürmüştü. Puta tapan müşrikler ile müsülümanlar nasıl aynı karar altında birleştirilir?
Şayet tevessül şirk osaydı, Peygamberimiz de ashab da bu ümmedin halef ve selefi de hiç tevessülde bulunmazdı. Halbuki hepsi de tevessülde bulunmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle duâ ediyordu:
“Ey Allahım! Dilekte bulunanların senin üzedindeki hakkı ile senden istiyorum.”
Peygamberimiz’in bu duâsına dikkat etmek icap ediyor. Burada her mü’min ile tevessül etme vardır.
Resûlüllah efendimiz hem kendisi böyle duâ ediyor hem de ashabına böyle yapmalarını emrediyordu.
Bu duânın açık bir tevessül olduğunda hiçbir tereddüt yoktur.
Peygamberimiz’den şu rivayet de vardır:
“Ey Allahım! Ben peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için annem Fatıma binti Esed’i affet ve kabrini geniş eyle.”
Bu hadis, uzun bir hadisin bir kısmıdır. Taberânî El-Kebîr ve El-Evsat’da, İbni Hibban ve Hâkim Enes ibni Mâlik’den rivâyet etmiş ve sahih olduğunu ifade etmişlerdir.
Fâtıma binti Esed radıyallâhü anhâ, Hazreti Ali efendimizin annesidir. Peygamberimiz ‘in küçüklüğünde onun yetişmesi ile meşgul olmuştu. Vefat ettiğinde Peygamberimiz cenazesinin bulunduğu yere girdi. Baş ucunda oturup, “Anamdan sonra anam olan Fâtıma! Allah sana rahmet etsin” diye duâ ederek ona olan saygı ve sevgisini dile getirdi. Kendisinin Bürd isimli elbisesi ile kefenletti ve kabrinin kazılmasını emretti.
Enes radıyallâhü anh diyor ki:
“Cemaat kabrin bulunduğu yere vardığı zaman Resûlüllah kabri eliyle kazdı ve toprağı elleriyle çıkardı. Sonra kabrin içine girdi, yanı üzere yattı ve şöyle duâ etti:
“Ey dirilten ve öldüren, hayat sahibi olan ve ölmeyen Allah! Annem Fâtıma binti Esed’i affet. Gireceği yeri/kabrini ben nebinin ve benden önceki nebilerinin hakkı için genişletiver. Zira sen esirgeyenlerin en merhametlisisin.”
Kur’an-ı erim’de de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelipte mağfiret dileselerdi. Onlara (sen) resul de mağfiret dileyiverseydi(n), elbette Allah’ı tevbeleri hakkıyla kabul edici çok esirgeyici bulacaklardı.” (Nisâ sûresi, âyet: 64)
Hazreti Ömer (r.a.) Peygamberimiz’in vefatından sonra Peygamberimiz’in amcası Hazreti Abbas’ı vesile ederek Allah’tan yağmur yağmasını istemişti.
Hazreti Ömer şayet Peygamberimiz’İ vesile ederek yağmur dileğinde bulunsaydı, Peygamberimiz’den başkasıyla tevessülde bulunmanın câiz olmadığını anlatmış olurdu.
Hazreti Ömer’in, başkasını değil de Hazreti Abbas’ı seçmesi, hem Allah resûlünün yakınlarının şerefini ortaya koymak hem de daha faziletli bir kimse varken faziletçe daha aşağıda olan kimse ile tevessülde bulunmanın câiz olduğunu anlatmak içindi. Zira orada Hazreti Abbas’dan daha faziletli olan Hazreti Ali de vardı.
Netice:
Ehli sünnete göre, peygamberlerle olsun salih zatlarla olsun, hayattayken de vefatlarından sonra da tevessül câizdir. Zira hadisi şerifler buna delalet ediyor.
Tevessülü câiz görmeyenler, tevessül edenlerin Allah’tan başkasına “Benim şu işimi hallet” diye duâ ettiğini söylüyorlar. Oysa her müslüman, yaratma fiilinin Allah’tan başka kimseye ait olmadığını bilir ve böyle bir hataya düşmez.
Bir müslüman, “Şu yemek beni doyurdu, şu içecek benim susuzluğumu giderdi, şu ilaç bana şifa verdi” veya “Şu doktor bana fayda verdi” gibi sözler söylerken mecaz konuşmuş olmaktadır. Zira doyuranın, susuzluğu giderenin, şifa ve fayda verenin aslında Allah olduğunu bilir ve öyle inanır. Yemek doyurmaz Allah doyurur, ilaç şifa vermez Allah şifa verir. Yemek, su ve doktor ise vesile olmaktadır.
Aynen bunun gibi, tevessül ve vesilede de müslümanlar vesile ettiği kimselerin –hâşâ- yaratma gücüne sahip olduğuna inanmamaktadırlar. Her istediklerini allah’tan istemekte ve kulları ise sadece vesile edinmektedirler. Meselâ, “Ya rabbi Peygamberimiz’in hürmetine…” demek gibi…
Böyle söyleyenleri sapıklıkla veya küfürle suçlamak, Peygamberimiz’in “Benim ümmetim sapıklık üzerinde birleşmez” hadis-i şerifine de aykırıdır.
Çünkü bu ümmetin çoğunluğu böyle duâları devamlı yapmaktadır…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu