Mustafa Öztürk

‘Cennet ve Cehennemle ilgili Tasvirler Yerel ve Tarihseldir’ – Prof. Dr. Salim Öğüt

Müellifin belirttiği, ‘diğer bir tarih-üstü tema da öte dünya inancıdır.’

Her ne kadar müellif bu konuda ‘mutlak’ bir ifade kullanıyor, dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’de Ahiret inanana dair ne gelmişse ve bildirilmişse hepsinin tarih-üstü olarak kabul edilmesi gerektiği yönünde bir izlenim uyandırıyorsa da, yazısının muhtelif yerlerinde temas ettiği hususlardan hareketle biliyoruz ki, bunu söylemek istemiyor ve böyle de düşünmüyor.

Nitekim az ileride aynen şöyle söylemektedir:

“Kur’an’daki tarihselliğin diğer bir şekli de ahiretle ilgili ayetlerde karşımıza çıkmaktadır… Bununla birlikte Kur’an’ın cennet ve cehennemle ilgili tasvirleri yerel ve tarihseldir.”

Şimdi biz buradan nasıl bir pratik sonuç çıkarmalıyız. Acaba şöyle bir sonuç çıkarırsak müellife haksızlık etmiş olurmuyuz:

“Ahiret var, ama onunla ilgili olarak Kur’an’da gelen bilgiler Arap toplumunun tahayyül ve tasavvurlarına dayalı olduğu için evren­sel ölçekte güvenilir ve sağlıklı bilgiler içermezler; dolayısıyla itimad edilir şeyler değildir. Bir diğer ifade ile bu bilgiler Arap toplumunun ihtiyaç, beklenti ve idrak seviyesini göstermekten başka bir değer ifade etmez. Dolayısıyla diğer insanlar için bir anlam ifade etmez.”

Peki, bu böyleyse biz, ahirete dair sağlıklı bilgilere nereden ulaşa­cağız. Yoksa bu tür bilgilere ulaşmamız gerekmez mi? Bu bilgilere sahip olmadan da salt inanç ile yerinebilir miyiz? Ya da yetinmek zorunda mıyız? Yani bu imanın içini nasıl dolduracağız ki bu inanç bizim hayatımızda işlevsel hale gelsin ve ahiret hayatını göz önünde tutarak yaşayalım, dolayısıyla bir takım hukuk ve ahlak dışılıklardan uzak duralım. Çünkü ahiret hayatında bunun hesa­bını vermenin kaçınılmaz olduğunu bilelim. Hesap işinden sonra başımıza neler geleceğini hakkıyla haberdar olalım ki ayağımızı denk atalım.

Diğer taraftan şunu da merak etmekteyiz: Şayet bu bilgiler tarihsel ise, yani bizi ilgilendirmeyen, bize hitap etmeyen, dolayısıyla bizim de kaale almamız gerekmeyen bilgiler cinsinden iseler, o halde bunlar bize neden bildirilmiş olabilir? Yani bizler bu bilgile­re niçin muhatap kılındık? “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. “137 Diyen Allah Teala bu tasvirleri neden bildirmiştir? Evet, yarattığı kulun nelere ihtiyacı olduğunu en iyi bilenin, onu yaratan olduğu inana, sanıyorum müellif ve onun gibi düşünenler tarafından da tarih-üstü bir inanç olarak kabul edilebilir. Bu açıdan bakıldığı zaman, başta ahiret ile ilgili bilgiler olmak üzere, hayatımızı ilgilendiren ve düzenleyen bu bilgiler niçin bize verilmiş olabilir acaba?

137 Mülk Sûresi, 63/14

Efendim, o bilgiler doğrudan muhatapları içindi, denilecek olursa, o zaman şu soruya nasıl cevap verilir?

Peki, doğrudan muhataplarının ihtiyaa olan bu bilgilere onlardan sonraki nesillerin ihtiyaa yok mudur? Bu “doğrudan muhataplar”ın bir ayrıcalığı mı vardır ki onlara bu bilgiler veriliyor da, daha sonrakiler bundan mahrum bırakılıyor?

Tarih-üstü Tema: Ana-Babaya İyi Davranmak

Müellifin tarih-üstü saydığı “Üçüncü tema ise ana-babaya iyi davranmak”tır.

Bundan sonra sıkça soracağımız bir soruyu bu münasebetle ilk defa bu vesile ile sormuş olalım: Sizce bu “iyi”nin, dolayısıyla “iyi davranış”ın belli bir ölçüsü var mıdır? Mesela modern insanın kafasındaki “iyi”, maddi, fiziki bir şeydir ve buna göre söz gelimi ana-babasını iyi bir huzur evine yatırmışsa ve ücretini de ödüyorsa, onlara karşı çok iyi davrandığını düşünebilir. Şayet Kur’an’ın ve O’nu yorumu olan sahih Sünnet’in muhtelif vesilelerle dikkat çektiği bir takım erdemler ve ahlaki ilkeler, Arap örfü ve âdeti olarak dışlanırsa, onun yerine konulacak başka bir bilgi kaynağı da icad ve ihdas edilemezse, ana-babaya iyilik etmenin sınırları, yol ve yordamı nasıl tesbit edilecektir? Bu mesele şayet insanların yetişme şartlarına ve onların sahip oldukları kültürel telakkiye bırakılacak olursa, yerli bir okuldan mezun olan genç adamla, ecnebi bir kolejden mezun olan arasında bile bu konuda ciddi anlayış farkları olduğu görülecektir. Bu durumda neyin doğru, iyi ve güzel olduğuna, hangi davranışın da yanlış, kusurlu ve çirkin olduğuna kim karar verecektir.

Diğer taraftan belki bu mesele, yani ana-babaya iyi davranma, bütün peygamberlerin dikkat çektiği bir husus olması dolayısıyla müellifin ölçütlerine göre tarih-üstü bir tema olarak görülebilir, ancak buna rağmen biz bu meselenin tarihin tüm uğraklarında mevcut olan bir “mesele” olduğunu iddia etmeyi aynı ölçüde mümkün görmüyoruz. Çünkü şayet bizim içinde yaşadığımız çağ da “Tarihin uğraklarından biri” sayılıyorsa, özellikle Batı dünyası ve modern düşünce de bu “tarih”te önemli bir “uğrak” ise, bu meselenin bugün çok farklı bir anlayışla ele alındığını biliyoruz. En azından modern düşüncenin bu konuyu, hiç de peygamberle­rin ele aldığı şekilde ele almadığından eminiz. Çünkü onların “evlat ve ebeveyn” telakkisi bizim bildiğimiz ve alıştığımız tarz­dan son derece farklı bir perspektif arzetmektedir. Bu telakki ve terbiye tarzıyla yetişen bir evlat ebeveynine yılbaşında, doğum gününde, aneler veya babalar gününde bir kart atarsa iyi evlat olmaktadır ve ebeveyn de daha f azlasını beklemediği için onu iyi evlat olarak görmektedir.

Psikolojideki “öğretilmiş çaresizlik” kabilinden, daha fazlasını hiç beklemediği için daha azıyla yetinmeye mahkûm bir ana-babanın durumu “iyi” sayılmalı mı; bu evlat da ana-babasma “iyi” dav­ranmış bir evlat olarak görülmeli midir?

Eğer Veysel Karani ile ilgili olarak anlatılanları ve onu sahip ol­duğu makama taşıyan davranışındaki “ana rızasını arama çabası”nı tarihsel bir motif gibi değerlendirirsek, evrensel olan bu tema’nın içini kim nasıl dolduracaktır? Buhari’de Hz. Peygamberin (s.a.v.) dilinden yağmurlu bir günde bir mağaraya sığınan ve bu­rada mahsur kalan üç kişinin hikâyesi anlatılır. Bunlardan biri de bu sıkıntılı durumdan kurtulmak için anne-babasına karşı ihsan­la/iyilikle davranışını vesile edinerek niyazda bulunmuştur.138 Çünkü böyle bir amel, Allah’ın sevgisine ve rızasına sebep olmak­ta, dolayısıyla bu amellerin sahibinin duasının kabul olma ihtima­lini yükseltmektedir. Nitekim Allah’tan başka hiç kimsenin kendi­lerini kurtarması mümkün olmayan bu durumdan bu sayede kur­tulmuşlardır.

138 Buharı, Buyu’ 98, Hars,13, İcâre 12; Ebû Dâvud, Buyu’ 29

Şayet birileri çıkıp, burada anlatılanları tarihsel olay olarak sunar ve bize hitap ermediğini söylemeye kalkışırsa, o zaman biz de şunu sorarız: Peki biz, bize hitap edecek bilgiyi veya mesajı nere­den ve kimlerden bulacağız; ayrıca bize hitap ettiği söylenen me­sajlarda tam olarak ne söylendiğini nasıl kestireceğiz?

Sözün özü, iyi davranışı, tarih-üstü saymakla mesele çözülmüş olmamaktadır. Bu tesbiti yaptıktan sonra “iyi” kavramının içinin adam gibi doldurulması gerekmektedir.

Allah Hüküm Koyarken Muhtemel ve Müstakbel Gelişmelerin Tümünü Hesaba Katmamış mıdır?

İkinci olarak, tarihselciler, evrenselcileri şu yaklaşımlarından do­layı eleştirmişlerdir:

“Kur’an’ın tüm insanlara ve tüm zamanlara gönderilmiş bir kitab olduğuna inananlara -ki Müslümanların kahir ekseriyeti böyle inanmaktadır- göre Allah hüküm koyarken muhtemel ve müstakbel gelişmelerin tümünü hesaba katmıştır.”

Bu eleştirel ifadeler sarahaten işaret etmektedir ki müellif böyle bir durumu mümkün görmemektedir Yani ona göre Allah hüküm koyarken muhtemel ve müstakbel gelişmelerin tümünü hesaba katamaz veya katmaz. Çünkü indirdiği vahiy, “vahyin indiği za­man, zemin ve insan unsurlarıyla” mukayyettir.

Dolayısıyla şu kadar asır öncesinin hitabı, isterse bu hitap ilahî olsun, bu çağı -en azından doğrudan/ilk muhataplarını bağladığı gibi- bağlamaz.

Ayrıca bu cümledeki “tümünü” ifadesi de problemlidir. Çünkü bu kayıttan “muhtemel ve müstakbel gelişmelerin bir kısmım hesaba katabilir.” Anlamı da çıkabilir. Şayet böyle ise, o zaman da “ne kadarlık kısmını hesaba katabilir” veya “hangi kısımları hesa­ba katabilir” gibi sorular gündeme gelir ki, içinden çıkabilene aşk olsun.

Ayrıca bu iddiaya göre, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelen en son vahiy için böyle bir değerlendirmeyi gerçekçi bulanların, Hz. Mu­sa, Hz. İsa gibi, çok daha erken dönemlerdeki peygamberlere ge­len vahiyden evrensel değerler çıkarmaları, bizim açımızdan tu­tarsızlık gibi gözükmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu