Tevafuklu Kur’an Bidati
Said Nursi, kendilerinin icat ettiği tevafuklu Kur’an’ın en doğru yazım şekli olduğunu ve Levh-i Mahfuz’da bulunan kitap olduğunu ve kendilerinden önceki bütün hattatların lakaytlık yaptıklarını söylüyor. Bu Kur’an’ı da talebesi Hüsrev Altınbaşak yazmıştır.
“Lâfza-i Celâl ve lâfz-ı Rab tevafukatıyla, kelime tevafukatını muhafaza etmek suretiyle, bir Kur’ân-ı Kerîm yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım.” (Barla Lahikası, s. 310)
“Yakında tab edilecek “Mu’cizeli Kur’ân”da, Hafız Osman hattı aynen muhafaza edilmekle beraber, Kur’ân’ın lâfzî mu’cizeleri gösterilmiştir. Bu Kur’ân’ın, âlem-i İslâm başta olmak üzere bütün dünyaca ne büyük bir alâka ile karşılanacağı şüphesizdir. Bütün bunlar, Risale-i Nur’un dünya çapında muazzam bir boşluğu doldurmakta olduğunun delil ve emareleri değil midir? Bütün beşeriyet, Kur’ân’a ve dolayısıyla asrımızda onun mânevî i’câzını ispat ve beyan eden Risale-i Nur’a muhtaçtır.” (Tarihçe-i Hayat, s. 731)
“İşte, tertib-i Kur’ân irşad-ı Nebevî ile, münteşir ve matbu Kur’ân’lar da ilham-ı İlâhî ile olduğundan, Kur’ân-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında bir nevi alâmet-i i’câz işareti var. Çünkü o vaziyet ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab’ın noksanıdır ki, tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.” (Mektubat, s. 167-168)
“Sonradan, Kur’ân’da lâfzullahın tevafukundan çıkan bir lem’a-i i’câzı gösteren yaldız ile bir Kur’ân yazdırıldı.” (Mektubat, s. 169)
“Dördüncü Nükteyi bir derece göstermek için yeni bir mushaf yazdırıyoruz ki, en münteşir mushafların aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san’atkârların lâkaytlığı tesiradem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatın hakikî intizamı inşaallah gösterilecektir; ve gösterildi.” (Mektubat, s. 386)
Burada Said Nursi geçmiş hattatları lakaytlıkla suçlamaktadır. Osman Keskioğlu hattatlar hakkında şunları der: “Hattatlar Kur’an’ı en güzel şekilde yazmaya uğraşmış, bu uğurda sanatın en yüksek maharetini dökmüşlerdir. İbn Mukle (H.338/M.949)’den, Yakut Müsta‘simî (H.618/M.1221)’den tut da Hafız Osman’a gelinceye kadar nice sanat parmakları oynamış, çıtır çıtır yazarak kelimeleri inci gibi Medine’de dizmişlerdir. Dillerde dolaşan bir söz vardır: Kur’an-ı Kerim Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. Bu söz, Türk hattatlarının bu sanattaki üstünlüğünü göstermeye kâfidir. Türk hattatları yazıya en güzel ve mükemmel şeklini vermişler, pek sanatkârane Kur’an’lar yazmakta âdeta sanat yarışına çıkmışlardır. Bugün şark ve garp kütüphanelerini süsleyen nice eserler, görenlerde hayranlık uyandırmaktadır. İçlerinde çeşit hatla yazılmışlar, altın hatla yazılı Mushaflar, altın yaldızlı Mushaflar var, bunların ekserisi Türk hattatlarının kaleminden çıkmıştır.” (Osman Keskioğlu, Nüzûlünden Günümüze Kur’ân-ı Kerîm Bilgileri, TDV Yayınları, Ankara 1987, 141-142)
Aşağıda vereceğimiz misal, Said Nursi’nin kendi yazdırdığı Kur’an’ın bir mucize olduğunu ispatlamak için düştüğü komik duruma misaldir:
“Elhasıl: Kırk muhtelif tabakata ve ayrı ayrı insanlara, kırk vech ile Kur’ân-ı Hakîm i’câzını gösterir veya i’câzının vücudunu ihsas eder, kimseyi mahrum bırakmaz. Hattâ, yalnız gözü bulunan, HAŞİYE-1 kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’ân’ın bir nevi alâmet-i i’câzı vardır. Şöyle ki: Hafız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ, Sûre-i Kehf’te كَلْبُهُمْ وَثَامِنُهُمْ kelimesi altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır’daki قِطْمِيرٍ kelimesi az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak. Ve Sûre-i Yâsin’de iki defa مُحْضَرُونَ birbiri üstüne; ve’s-Sâffât’taki مُحْضَرِينَ ve مُحْضَرُونَ hem birbirine, hem onlara bakıyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla görünecek. Meselâ, Sûre-i Sebe’in âhirinde, Sûre-i Fâtır’ın evvelindeki iki ىمَثْنٰ birbirine bakar. Bütün Kur’ân’da yalnız üç ىمَثْنٰ dan ikisi birbirine bakmaları tesadüfî olamaz.” (Mektubat, s. 167)
Gördüğünüz gibi Said Nursi, Kur’an’ı delme metodu bulmuş ve bu müthiş buluşuyla Kur’an’ın bir mucize olduğunu ispatlamıştır (!). lakin burada bir hata vardır. Zira Hafız Osman hatlı bir Kur’an’a Said-i Nursi’nin icadı olan delme metodunu uygularsak şöyle bir netice elde ediliyor: Said Nursi’nin örnek verdiği Kehf Suresindeki bu kelime Kur’an’ın 295. sayfası, altıncı satırı sol tarafında iken, “kıtmir” kelimesi 435. sayfanın 7. Satırının sağ tarafında kalıyor ve maalesef denk gelmiyor. İşte gülünç duruma düşüren bidat delme metodu.
Yazılan bu Tevafuklu Kur’an’ın da, Levh-i Mahfuz’dakinin aynısı olduğunu da ifade ediyor Said-i Nursî: “(Kur’an’ın) Asr-ı Saadetten beri böyle hârika bir sûrette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e “yaz!” emir buyurulmasıyle, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur’an gibi yazılması…” (Asa-yı Musa, s. 85)
Haddi aşmanın da bir haddi olmalı öyle değil mi? Gördüğünüz gibi, Said Nursi devamlı surette kendi yazdırdığı Kur’an’ın devamlı yazılan en iyi Mushaf olduğunu söylüyor. İyi de, Kur’an-ı Kerim bir Mushaf olarak gelmedi ki. Yani Mushaf’ın dizilişinde bir mucize olması için Allah tarafından aynen gönderilmiş veya Peygamber Efendimiz tarafından şeklinin belirlenmiş olması icab ederdi. –Haşa- Allah göndermedi, Peygamber ihmal etti, 1400 senenin halifeleri, âlimleri, hattatları da lakayt kaldı ve bu mucize Said Nursi tarafından keşf olundu demek.
Bir de levh-i mahfuz’da yazılan Kur’an’ı Said Nursi nereden biliyor da, onun gibi yazılmasını emrediyor acaba? Bu sualle uğraşa durun, Said Nursi’nin levh-i mahfuzdaki Kur’an’dan haberi yok galiba. Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’dan bir haberimiz yok ama, en azından harekesiz olduğunu biliyoruz. Ama Said Nursi’nin yazdırdığı Mucizeli Tevafuklu Kur’an harekeli. Demek ki Levh-i Mahfuzda yazıldığı gibi değil. Eğer Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’daki gibi yazılması mümkün olsaydı, Sahabilerden başka hangi topluluk buna nail olabilir? Düşünün ki, o şerefli topluluk içerisinde vahiy kâtipleri vardı. Said Nursi, gördüğünüz gibi Allah Resulü’nin dostlarına da kendi bidati uğruna dil uzatmaktan çekinmemektedir.
Kur’an-ı Azimüşşan, zaten başlı başına hem manen hem lafzen bir mucize iken, böyle Kur’an’da, sünnette ve selef âlimlerimizde olmayan bidat şeylerle Kur’an-ı Kerim’in mucizesini pekiştirdiklerini mi zannediyorlar acaba?