‘Tanrıya Göksellik Atfetmek veya Onu ‘Bulutların Efendisi’ Olarak Nitelendirmek’ Meselesi – Prof. Dr. Salim Öğüt
Müellif diyor ki:
‘Tanrıya göksellik atfetmek veya onu ‘bulutların efendisi’ olarak nitelendirmek insanoğlunun en eski imgelemlerinden biri olup bunun çeşitli versiyonlarına tarihin şafağı addedilen Sümer Kitabeleri ile diğer eski Mezopotamya ve Mısır kültürlerinde de rastlanabilir. Keza anılan kültürlerde Kur’an’ın Allah’a atfettiği Arş, Kürsî ve bilhassa Arş’ın su üstünde yüzmesine (sular kaosu) benzer inanç motiflerine de tanık olunabilir. Bilindiği gibi, Hûd Sûresi 11/7. ayette Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığı ve bu arada arşının/tahtının su üstünde bulunduğu belirtilmektedir.’
Buraya kadar müellifin iddiası, Kur’an’ın kullandığı dilin, yerel olduğu, yani cahiliye dönemi Arap toplumunun bilgi, görgü, kültür ve inanç seviyesiyle doğru orantılı olduğu, hatta onunla sınırlı olduğu yönündedir. Zaten bu Aziz Kitab’ın tarihsellik illetiyle malul addedilmesinin gerekçesi de buydu. Hâlbuki yukarıdaki paragrafta, tanrı tasavvuru ile ilgili olarak, bu yaklaşımla taban tabana zıt bir açıklama biçimiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Çünkü bizzat müellifin naklettiklerinden öğreniyoruz ki Tanrıya göksellik atfetmek veya onu “bulutların efendisi” olarak nitelendirmek insanoğlunun en eski imgelemlerinden biri imiş. Yani bu inanç ve bu imaj, sadece Mekke havzasmda yaşayan cahiliye Araplanna has bir telakki tarzı değilmiş.
Bu durumda, genel anlamda tarihselliğin tanımıyla, özel anlamda da Kur’an-ı Kerim’in tarihselliği ile ilgili olarak yeni bir problemle karşı karşıya kalmış olmaz mıyız? Dolayısıyla tarihsellik tanımım yeniden yapmak zorunda kalmaz mıyız? Onu sadece cahiliye Araplanrun muhayyilesine indirgemenin, onların beşerî, coğrafi ve tarihi şartlan ve kültürleri ile sınırlandırmanın yanlışlığı ortaya çıkmış olmaz mı? Bu yeni duruma göre tarihselliği “modern olana muhalif olmak, çağın kabullerinin dışma taşmak, bu kabullerin dışında inanmak, düşünmek ve yaşamak, hatta daha dürüst bir ifade ile din olgusunu ve dinî metinleri sosyolojik ve antropolojik verilere ters düşecek şekilde açıklamak” gibi tariflerle tanımlamak daha dürüst olmaz mı?
Aksi halde, şayet tarih-üstü’lük, bir anlamda, bütün insanlığın -bilinebildiği ve ulaşılabildiği kadarıyla- tarih boyunca ortak kabulüne mazhar olmak demekse, müellifin ifadesiyle Bakara Sûresinin bu ayet-i kerimesi, tam da onun koyduğu kriterlere göre evrensel/tarih-üstü bir ifade biçimi olarak algılanmalıdır. Çünkü kendisi de açık seçik beyan etmiş ve demiştir ki:
“Tanrıya göksellik atfetmek veya onu “bulutların efendisi” olarak nitelendirmek insanoğlunun en eski imgelemlerinden biri olup bunun çeşitli versiyonlarına tarihin şafağı addedilen Sümer Kitabeleri ile diğer eski Mezopotamya ve Mısır kültürlerinde de rastlanabilir.”
Tarihin şafağından itibaren bu böyleyse, ondan önce böyle olmadığını hiç kimse iddia edemez. Dolaysıyla tarihin karanlık dönemlerinde de bunun böyle olduğunu söylemek yanlış olmaz. Günümüzde de bu imajın bütün canlılığıyla ayakta olduğuna da işaret ettik. O halde problem nedir? İşte size, tam da sizin istediğiniz, sınırlarını sizin çizdiğiniz, tanımı sizin yaptığınız şekilde evrensel/tarih-üstü bir imaj. Çünkü bütün bir insanlık tarihini kuşatıyor ve kucaklıyor, hatta bundan sonra da kucaklayacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Bu durumda hala ne diye bu imajm tarih-dışı olduğunu iddia etmektesiniz?
Diğer taraftan, müellifin:
Zemahşerî (ö. 538/1144) ilk ayeti, “Bu ifade Allah’ın gökte olduğuna değil, müşriklerin o dönemdeki tanrı tasavvuruna işaret eder” şeklinde bir görüş belirtmek suretiyle meseleyi kavramış gözükmektedir.228 diyerek, tefsir tarihinin en büyük müfessirlerindenbiri olan Zemahşeri’nin sırtım sıvazlayıp yanağından makas aldığı, bu arada da diğer bütün devasa tefsir âlimlerini, meseleyi kavrayamama ithamıyla bir çırpıda minder dışına itiverdiği mesele üzerinde de biraz duralım.
228 Zemahşerî, IV. 138
Bu ayet-i kerime üzerinde bu yönde görüş beyan eden Zemahşeri acaba, Kur’an-ı Kerim’in Allah tasavvuruna dair ayetleri hakkında müellif gibi mi düşünmektedir. Kesinlikle hayır. Zemahşeri’nin Allah Teala’ya dair imanı, bu ayet-i kerime hakkında başka türlü yorum yapan diğer meslektaşlarından farklı değildir. O ve diğerleri Allah’ı, Allah’ın kendisini bildirdiği gibi bilmeyi ve O’na o ölçüler içinde iman etmeyi temel ilke olarak kabul etmişlerdir. Ne bu ayet-i kerime, ne de başka herhangi bir ayet-i kerime onları, Allah telakkisi konusunda müellifin işaret ettiği manalardan birine sevketmemiştir. Eserlerinde bilgi ve üslup farklılığı ne düzeyde bulunursa bulunsun, o ulemanın tamamı, Allah’tan gelene teslim olmanın, imanın ilk şartı olduğunu bilecek kadar mümin, ilmi tartışma ve tenkit ile inkar, red ve tahrif arasındaki çizgiyi çekebilecek kadar da âlim ve arif idiler.
İşte ahkâmın değişmesiyle tarihsellik söylemi arasmdaki fark, Zemahşeri ve onun gibi düşünen müfessirlerin bu ve buna benzer ayetlerin tefsiri ile ilgili olarak söyledikleriyle, tarihselcilerin, Kur’an-ı Kerim’in tarih-dışı bir metin olduğunu söylemeleri arasındaki fark gibidir.
İlim böyle bir şeydir; ilim adamlığı da buna bağlı bir duruştur. Herhangi bir ayet-i kerimeyi alıp oradaki ilahî muradı ve ilahî maksadı anlama çabası içinde fikir ve bilgi üretmek, ilimdir ve her türlü takdire şayandır. Bu mümtaz insanların, bu müstesna maksada matuf çalışmalarım, çağın değerleriyle örtüştürme çabası içine girerek istismar etmekse, kesinlikle ilim değildir; sadece ve sadece ideolojidir.
“Arş” ve “Kürsî” Meselesi
“Keza anılan kültürlerde Kur’an’in Allah’a atfettiği Arş, Kürsî ve bilhassa Arş’ın su üstünde yüzmesine (sular kaosu) benzer inanç motiflerine de tanık olunabilir.”
Müellifin bu değerli tarih tesbitlerine göre, Arş’ı da, Kürsî’yi de kurtardık sayılırız herhalde. Çünkü tarihin şafağı addedilen Sümer Kitabeleri ile diğer eski Mezopotamya ve Mısır kültürlerinde de benzer inanç motiflerine tanık olunabilirmiş. Yani bu motifler, sadece Arap kültürünün ilkel, sığ ve dar çerçeveli yerellik illetiyle malul değillermiş. İnsanoğlunun en eski imgelemlerinden imişler. Öyleyse buna sevinmeli ve bununla mutlu olmalıyız. Çünkü Kutsal Kitabımız, insanlığın en eski imgelemlerine, tarihin şafağı addedilen Sümer Kitabeleri, Mezopotamya ve Mısır kültürlerine ters düşmüyor. Oralarda belirtilen ve bugüne miras kalan inanç ve kültür değerleriyle örtüşüyor. Dolayısıyla evrenselliği daha da kesinleşiyor.
Ama sanıyorum bütün bunlara rağmen müellif huzur bulabilmiş, rahatlayabilmiş ve sakinleşebilmiş değil. Çünkü her ne kadar baş tarafta tarihselliği, yerellik olarak açıkladıysa da, şimdi görüyoruz ki, o tanımı burada geçerli saymıyor ve burada tarihselliği, çağdışılık olarak sunmak istiyor. Tabii bu durumda çağcıl değerlerle örtüşmeyen her anlayış, tarih-altı/tarih-dışı kalmış oluyor.
Yukarıda haberi sıfatlara/müteşabihâta ilişkin kanaatimizi kısaca ifade etmiştik, ancak söz buraya kadar geldikten sonra şu hususa da işaret etmeden geçmek istemiyoruz:
Ziya Paşa’nın:
“İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez, Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez”
beyti, sadece edebi bir şaheser değil, aynı zamanda aklî/mantıkî, dolayısıyla felsefî ve fikrî bir şaheserdir. Zaten Ziya Paşa da filozof şair olarak anılır.
Bunca alet edevat, bunca araç gereç icad olunmasına, neredeyse aya asansör, Cebel-i Tarık boğazına köprü projelerinin hayata geçme aşamasına gelmesine rağmen hala kendi anatomi adasındaki karanlık noktaları aydınlatamamış insanoğlu, Allah ile ilgili olarak bu kadar cüretkâr laflar etmemelidir. Bu tavsiyemiz sıradan insanlar içindir.
İlahiyatçı akademisyene gelince, onun sadece aklî ve mantıkî gerekçelerle böyle davranması yanlış olmaz, ayrıca bir de ahlaki gerekçeyle de böyle davranması yanlış olur. Çünkü o sıradan bir insan değil, Allah’a, Rasulü’ne ve O’nun getirdiği ilahî mesaja iman etmiş bir ilim adamıdır. İman ise teslimiyet demektir. Hem iman, hem inkâr aynı yürekte ve aynı kafada içtima edemez. Bu yüzden mümin bir ilim adamı, iman dairesini zorlayabilecek laflar etmeden önce, dürüstçe yeni çizgisini belirlemeli, ondan sonra bu konulan ele almalıdır. Aksi halde, her şeyden önce gayr-ı ahlaki davranmış, bizi ve bizim gibi müminleri aldatmış, onlara ihanet etmiş olur.
Bu tür yazılar yazmayı akademik eleştirinin gereği sanan bilimcilere şu hususu hatırlatmayı, dinî ve ahlaki bir görev telakki ederiz.229
229 İyiliği emir, kötülükten sakındırma, önemli bir dini ve ahlaki prensiptir, (bk., Âl-i İmran Sûresi, 3/104,110,114; Tevbe Sûresi, 9/71,112; Hac Sûresi, 22/41) Ayrıca Asır Sûresinde belirtildiğine göre helake düşmekten kurtulmanın yolları olarak gösterilen dört ana ilkeden biri de “Hakk”ı tavsiye etmektir.
Sizler bu Kelamullah karşısındaki bu pervasızlığınızı, Batı’lı mürşitlerinizin İncil karşısındaki tavırlarına öykünerek sürdürmeye kararlı gözüküyorsunuz ama aradaki şu farkı bilmiyor veya bile bile görmezden geliyorsunuz:
Belçika’da din dersi öğretmeni olarak çalışan bir meslektaşım anlatmıştı: “Bir öğretmen adayı dersime girdi ve Meleklere iman konusunu anlattı. Güzel de anlattı. Bu derste benimle birlikte bir de Belçikalı bir pedagoji hocası vardı; o da, bu öğretmen adayının öğretmenlik formasyonunu değerlendirmek üzere bulunuyordu. Ders bittikten sonra üçümüz birlikte çıktık ve bir yere oturduk. İlk söze giren Belçikalı hoca oldu ve dedi ki: Siz burada anlattıklarınıza inanır mısınız? Öğrenci çok kısa süreli bir tereddüt geçirdi, bocaladı ama çabuk toparlandı ve: “Tabii inanırım” dedi. Bunun üzerine o hoca: İşte asıl fark herhalde burada. Bizim papazlarımız da sizin anlattıklarınızı anlatırlar ama inanmazlar, dedi.”
Şimdi biz bu yeni duruma bakınca, bazı hallerimizin, Batı’dan daha vahim ve daha çelişkili olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Batı’lı papaz, dürüstçe inanmadığını söylüyor. Onu dinleyenler de onun inanmadığını, ama mesela demokrasiye inanmayan bir siyaset uzmanının, ekmek parasını çıkarmak için demokrasiyi anlatmak zorunda kaldığı gibi bu konuları anlatmak zorunda olduğunu biliyor. Bize gelince, tarihimizde benzeri hiç görülmemiş yepyeni bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz. İlahiyatçı kimliğiyle arz-ı endam eden herkes bizim nazarımızda da, okuttuğu öğrenci ve halk nazarında da, Kelamullah’ta yer alan hakikatlere inanan ve aklın idrak alanını aşan konularda O kutsal Kitab’ta gelen vahy-i ilahîye teslim olan müminler olarak bilinmektedirler.
Ancak bu insanları zaman zaman, Allah’ın kendisini vasfettiği sıfatları üzerinden Allah’a bile itirazlar yönelttiğini görünce doğrusu aklen, zihnen ve lisânen dumura uğruyoruz. Ne diyeceğimizi, nasıl tepki vereceğimizi bilemiyor, bu durumlarla ilk defa karşılaşan kimselerin toyluğu ve tecrübesizliği içinde ne söyleyeceğimizi kestiremiyoruz.
Bir Kere Daha Uyaralım: İman İşte Böyle Bir Şeydir
Diğer taraftan çeşitli münasebetlerle işaret ettiğimi bir noktaya bu vesile ile bir kere daha işaret edeyim:
Acaba müellifin bu konulardaki izah ve açılımları müminlerin imanlarına ne katmakta ve onların inananı hangi istikamette etkilemektedir. Bu satırları okuyan müminler; Kur’an, vahiy, Allah ve ahiret gibi konularda önceki hallerinden daha güçlü bir iman mı elde etmektedirler. Yoksa her biri temel iman esasları olan bu konularda şüpheye düşen ama düştüğü bu şüpheden de hiçbir istifadesi olmayan, sadece itikadı sarsılmış olarak bocalayan acizler durumuna mı düşmektedirler.
Bizler iman ettiğimiz hakikatlerin hiç birinin mahiyetini bildiğimizi iddia etmedik ki. Hatta tam tersine bilmediğimi kabul ve ikrar eyledik ve sadece o hakikatlerin kaynağına güven duyarak “duyduk ve iman ettik” dedik. Zaten bir meselenin hakiki mahiyetini ve hüviyetini bilebilmek o meseleyi iman konusu olmaktan çıkarır ve bilgi konusu kılar.
Müellifin bu bölümde ele aldığı konuların tamamı, bilgi değil, iman konusudur. Teste tabi tutulacak ve onaylanacak hususlar değildir.
Arş ve Kürsi konuları da böyledir. Bu konularda akim ve pozitif bilimin söyleyebileceği hiçbir söz yoktur. Bu konular ne laboratuarın, ne de rasathanenin ilgi alanına girer. Bu konular sadece ve sadece inanma ve teslim olma ya da reddetme ve inkâr etme çerçevesinde değerlendirilir.
Bütün problemleri çözdük ve geldik ahkâm konusuna. Müellif bu konuda da şu hikmetleri sarfetmektedir:
“Daha önce de ifade edildiği üzere Kur’an ve tarihsellik meselesinde tartışmalar genellikle ahkâm ayetlerinin aktüel değeri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Evrenselci söyleme göre Allah muhtemel ve müstakbel sorumların/durumların tümünü hesaba katarak hüküm koymuştur. Yine aynı söyleme göre Kur’an hukuk alanında devrim denebilecek türden düzenlemeler yapmıştır.”
Allah’ın “Muhtemel ve Müstakbel Sorunların Hepsini Hesaba Katma” Meselesi
Bu konu daha önce muhtelif vesilelerle geçti ve biz de her seferinde o konudaki düşüncelerimizi kaydetmeye çalıştık. Bu sefer de bu konuya başka bir açıdan bakmayı uygun görüyoruz. O da şu: “Allah’ın muhtemel ve müstakbel durumların tümünü hesaba katarak hüküm koymuş” olmasının imkânsız olduğunu söyleyen tarihselci zihniyet, bu iddiasını neye veya nereye dayandırmaktadır, bilemiyorum. Zaten tarihselci söylemin özü ve özeti de bundan ibarettir: “Allah muhtemel ve müstakbel sorunların hepsini hesaba katmaz/katamaz.”
Neden?
Hâşâ, Allah (cc) bundan aciz olduğu için mi?
Bunu hikmete uygun görmediği için mi?
Vahyin ilk muhataplarına yüklediği sorumluluğu, ilahî mesajın muhatapları olan sonraki nesillerden kaldırdığı için mi?
Yoksa vahyin ilk muhataplarına doğrudan sunduğu rahmet deryasını, sonraki kullarından esirgediği için mi? Hiçbiri değil de, size göre tanrı bu işlerle ilgilenmediği için mi? Çünkü size göre O Ulu Varlık küllilerle ilgilenirken cüz’ilere aldırış veya tenezzül etmediği için mi?
Hayır, bunların hiçbirisi değil. Çünkü bu soruların hepsi, Allah’ı (cc) ve O’nun kudret, hikmet, ilim, irade ve adalet gibi sıfatlarını merkeze koyduğunuz zaman bir anlam taşır. Ancak o zaman bu soruların bir manası olur ve cevaplandırılmaları elzem olur.
Öyle değil de, meseleye bir sosyolog ve bir antropolog olarak bakarsınız ve -farkında olarak veya olmayarak- Durkheimvari toplumu tanrı mesabesinde görürseniz, başıbozuk bu güruhun bugünden yarma ne haltlar karıştıracağını kestirmenin mümkün olmadığına inanırsınız; karıştırdığı her haltı da meşru ve mazur görürsünüz; sonunda ise ilim, adalet ve ahlakı onun süfli düzeyine çekerek onun bütün süfliliklerini onaylarsınız. Bu durumda da yukarıdaki soruların hiçbir anlamı kalmaz.
Sanıyorum ki -hatta eminim ki de diyebilirim- müellif bu meselelere Kur‘an ve Sünnet açısından bakmamakta, sosyoloji ve antropoloji penceresinden bakmaktadır. Aksi halde yukarıdaki cümleleri kuramazdı.
Tabi olarak bu durumda bizim onu anlamamız mümkün olmayacaktır. Çünkü biz bu konulan Allah’ın Kitab’ı ve Rasulullah’ın Sünnet’i çerçevesinde değerlendirmekten başka çıkar yol bilmiyoruz.
O iki aşkın pencereden baktığımız zaman, sosyoloji için, “yarın ne yapacağı belli olmayan kara kalabalıklar” hükmünde görülen toplum, Allah Teala’nın “Ahsen-i Takvim (En güzel bir kıvam) üzere yarattığı ve peygamberler göndererek başıboş bırakmadığı itaatkâr kullardan oluşan nezih bir cemiyete dönüşür.
Hal böyle olunca, sosyolojinin en büyük problemi olan “muhtemel ve müstakbel durumları hesaba katma/katamama” problemi, vahiy medeniyetinin amaçladığı cemiyette akla, hatta hatıra bile gelmez. Çünkü o zemin, böyle bir problemin tasavvuruna müsait değildir. Çünkü sözünü ettiğimiz zemin, sosyolojinin tabanı gibi kaygan değil, sağlam bir zemindir.
Çünkü sosyolojide toplum tanrıdır ve o nasıl hükmederse öyle olur. Dolayısıyla toplumdaki değişimler son derece önemlidir.
Hâlbuki vahiy medeniyetinde tanrı “Allah”tır (cc). Eşya ve İhsan hakkında yalnızca O’nun hükmü geçerlidir. Dolayısıyla O’ndan gelecek her türlü emir ve yasak son derece önemlidir.
Sosyolojide toplumun geçirdiği her değişiklik dikkatle izlenip ona göre tavır almak esas iken, vahiy medeniyetinde Allah’ın kullan O’nun emir ve yasaklarım dikkatle izler ve ona göre tavır alırlar.
Bir diğer ifade ile sosyolojide toplumun tavır ve davranışlarının hesabı tutulur ve gelecek düzenlemeler bu hesaba göre yapılırken, vahiy medeniyetinde müminlerden oluşan cemiyet, Allah’ın (cc) koyduğu kuralların hesabını yapar, tavır ve davranışlarını ona göre belirler.
Yani sosyolojide toplumun tavır ve tutumları belirleyicidir.
Dinde ise Allah ve Rasulü’nün koyduğu ilkeler ve çizdiği çizgiler belirleyicidir.
Yani sözün kısası, her iki medeniyetin hesabını tutuğu nesneler, değerler ve ölçüler birbirinden farklıdır. İslami inanç sisteminde başıbozuk güruhların alt-üst oluşları hiçbir zaman onaylanmaz. Onlarla mücadele edilir ve o kalabalıklar Allah’ın (cc) koyduğu kurallara itaat eden şerefli insanlara dönüştürülmeye çalışılır.
Dolayısıyla sayın müellif, Vahy’in/Kur’an’ın, sizin ürettiğiniz ve icad ettiğiniz cinsten bir problemi olmamıştır. Çünkü Kur’an, toplum adına, muhtemel ve müstakbel gelişmeleri hesaba katmaz, tam tersine insanlar (toplum), Kur’an’daki emir ve yasaklan hesaba katmak ve onlara harfiyen uymak zorundadır.
Diğer taraftan “Allah muhtemel ve müstakbel sorunların/durumların tümünü hesaba katarak hüküm koymuştur.”
Yukarıda belirttiğimiz düşünceleri tescil ettikten sonra aynı meseleye bir de şu perspektiften bakmak istiyoruz.
Kanaatim odur ki “Allah muhtemel ve müstakbel sorunların/durumların tümünü hesaba katarak hüküm koymuştur.” Ben böyle inananlardanım. Böyle inanmak tarihselcilikse de, evrenselcilikse de başımın üstünde yeri var.
Niçin biliyor musunuz?
Böyle inanmamın iki sebebi vardır:
1- Benim inandığım Allah öylesine sonsuz ilim ve hikmet sahibidir ki, değil sadece on bin veya yüz on bin, yüz on milyar veya daha fazla senenin hesabını yapabilir, bu süreler içinde vuku bulacak gelişmeleri hesaba katabilir.
Nitekim Kelam-ı ilahîsinde de böyle beyan buyurmuştur:
“Gayb’ın (görünmez bilginin) anahtarları, O’nun yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez. (O) karada ve denizde olan herşeyi bilir. Düşen bir yaprak ki mutlaka onu bilir, yerin karanlıkları içinde gömülen dâne, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitapta olmasın. “265
265 En’am, Sûresi, 6/59
Buna gücü yetmeyen tanrıyı ben “Tann” olarak kabul etmem. Çünkü kudretinin, ilminin ve benzeri sıfatlarının bir sınırı var demektir. Böyle bir tanrı bazı problemlerle karşılaştığı zaman çaresiz kalır. Bu durum ise benim bugüne kadar bildiğim ve iman ettiğim Allah tasavvuruma terstir. Bu sebeple O’nun kudreti, ilmi, hikmeti, adaleti ve diğer bütün kemal sıfatları sonsuz ve sınırsız olmalıdır. Bu yüzden bu manayı ihsas eden her değerlendirmeye sonuna kadar açığım. Hep bu tür şeyler duymak istiyorum. Çünkü inandığım Rabbimin her alanda kâadir-i mutlak olarak tecelli etmesi bana güç veriyor; çünkü ben onun kuluyum; gücüm, efendimin gücüne muvazi/paralel olarak artıyor; O’na dayanıyorum; dayandığım yerin ne kadar güçlü olduğunu bilirsem oraya, o kadar rahat ve tereddütsüz dayanırım. Ve bu durum benim başka dayanak ve sığınak aramama da engel olur. Çünkü O bana yeter.
Bilmem bu duygumu müellif anlayabüir mi: Aklı başında bir mütefekkir demiştir ki: “Kölenin bile gururu vardır; müstebitlerin yükseğine hizmet etmek ister.” İşte benim duygum da o kölenin duygusu gibi bir şey. Ben yeryüzünde bir putun önünde eğilmeden yaşayabilen, bir tanrıya dayanmadan ayakta kalabilen hiç kimse görmedim. Bunun yanı sıra şunu da hep gördüm ve görmekteyim: Adamakıllı bir Rab/Sahip bulup O’nun kapısına kapılanma şansım yakalayamayanlar, binlerce putcuk’un/idol’ün kapısında, yardım, destek, umut, şefaat ve merhamet arayarak ömür tüketmektedirler.
Ben en büyük Sahib’in/Rabb’in kapısında en küçük bir köle olarak dolaşmayı, binlerce putcuk’un sarayında kral olmaya bin kere tercih ederim. Bu benim tercihim ve İşte bu tercih sebebiyle ben, Rabb’imin/Sahib’imin, muhtemel ve müstakbel sorunların/durumların tümünü hesaba katarak hüküm koymuş” olduğuna gönülden iman ederim. Çünkü benim bu imana şiddetle ihtiyacım vardır.
Bu birinci sebep.
İkinci sebebe gelince:
Benim Rabb’im/Sahib’im, sadece ilminin ve hikmetinin enginliği hususunda değil, aynı zamanda hüküm koymakta ve koyduğu hükme kullarını boyun eğdirmekte de sonsuz güç ve kudret sahibidir. Ben, Rabbi’min böyle olduğuna iman ettiğim gibi, ayrıca böyle bir Rabb’e de iman etme ihtiyacı hissediyorum. Bu duyguyu isterseniz, çocuğun bir otoriteye ihtiyaç duyması ile açıklayabilirsiniz. Çocuk muhtaç olduğu otoriteyi üzerinde hissetmediği zaman nasıl bocalarsa, insan da üzerinde o ilahî otoriteyi, ilahî hükmü ve ilahî kudreti hissetmediği zaman aynı şekilde bocalar, şaşırır, tökezler ve sonunda sapıtır.
Çünkü, hani son zamanlarda içimizdeki çocuktan çokça bahseder olduk ya, işte ben o çocukluktan hiç kurtulamadığımızı, yaşımız yetmiş de olsa nefsimizin talepleri karşısında yedi yaşındaki çocuktan pek farklı olmadığımızı, artık kabul etme yaşına gelmiş biriyim. Onun için kulun bu otoriteye olan ihtiyacının, çocuğun baba otoritesine olan ihtiyacından daha az olmadığına inananlardanım.
Şayet benim inandığım Rabb’im böylesine Hükümrân, Kahhâr ve Cebbar ise, -bu sıfatlarının sadece kullarının hayrma tecelli edeceğinden de, hiçbir şeyden emin olmadığım kadar eminim- insanlığa yönelttiği hitabıyla öylesine bağlayıcı hükümler koymalıdır ki, vahyin geldiği dönemde olduğu gibi gelecekte de O’nun rızasını aşmaya, O’nun koyduğu kuralları yok saymaya, O’nun çizdiği çizgileri geçmeye kimse cesaret edememelidir. Şayet bu böyle ise, ortada hiç bir problem kalmamıştır. Çünkü geleceğin insanı da, tıpkı geçmişin inşam gibi O’nun çizdiği yoldan yürümek zorunda kalacaktır. Bu durumda Allah Teala “muhtemel ve müstakbel sorunların/durumların tümünü hesaba katarak hüküm koymak” zorunda kalmamış olacaktır. Çünkü insanlar O’nun koyduğu hükümleri hesaba katarak yaşmak zorunda kalmış olacaklardır.
Evet, bu güne kadar din âlimleri bu meseleyi böyle gördüler ve böyle açıkladılar. Kendilerini din bilimcisi olarak görenlerin mutlaka din sosyolojisi, din antropolojisi bağlamında başka açıklamaları da vardır.
Size gelince sayın müellif, bu iki şıktan hangisini beğenirseniz alabilirsiniz. Beğenmezseniz, niçin beğenmediğinizi ve neresini tutarsız bulduğunuzu da açıklamalısınız.
Ahkâm konusunu müellif gibi düşünen ve önemseyenler, yine modernite gözlüğünden bakmaktadırlar. Onlara göre insanoğlunun nazları, hırsları ve menfaatleri sebebiyle yarın ne talep edeceği hiç belli olmaz. Hani meşhur hikâyedir ya: Çocuk huysuzluk yaparak annesinden tuz ile şekeri birbirine karıştırmasını istemiş, anne de, çocuk huysuzlanmasın diye isteğini yerine getirmiş ve sanmış ki dediğini yaparsa çenesini kapatır; huysuzluğundan vazgeçer; artık başının etini yemez. Ama aldanmış. Çünkü az sonra aynı çocuk, şimdi de tuz ile şekeri birbirinden ayır bakalım diye tutturmuş.
Moderniteyi ihdas etmekle övünenler, yani aklı, vahyin/dinin kılavuzluğundan kurtarmakla gurur duyanlar, nasıl bir frankeştayn yarattıklarının farkında değillerdir. Düşünebiliyor musunuz, 2000 yıldır zinanın haram olduğunu söyleyen ve bu konuda direnç gösteren kilise bile arak, gençleri eşcinsel ilişkiden kurtarabilmek ve koruyabilmek için, zinaya davet etmek zorunda kalmıştır. Çünkü cinsel özgürlük adı verilen toplumsal felaket, öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık normal cinsel ilişki banal bulunmaya, eşcinsellik ise, düzeyli ve entelektüel beraberlik olarak algılanmaya başlanmıştır. Reklâmını yapmak, sesini duyurmak isteyen idoller/putçuklar, yani modern gençliğin örnek aldığı kişiler, eşcinsel kimlikleriyle ortaya çıktıklarında, piyasayı ele geçirmekte hiç mi hiç zorlanmamaktadırlar. Bugün bu noktaya gelenlerin yarın hangi noktaya varacaklarını kimse kestiremez.
Bütün bu gelişmeler belki de müellifin sözlüğünde evrim, gelişim ve terakki olarak yer almış olabilir. Ancak bizim lügatimizde, yozlaşma, çürüme, savrulma, bitme, tükenme ve -her açıdan- iflas etme olarak karşılık bulmaktadır.
Bu yüzden de benim, Hakîm olan Rabbim’in otoritesine ihtiyacım vardır. Bu otoritenin gölgesi üzerimden eksildiği an, nasıl davranacağımı ve ne denli haddimi aşacağımı ben bile kestiremem.
Şair ne güzel söylemiş değil mi:
Ruhuma bir kefen bezi yeter de; Yetmez aç nefsime sırma ve ipek. Çare yok yüzünden düştüğüm derde, Yesem de toprakla karışık kepek,
Güneşle bir tutsam girmez hizaya, Dar bulur sığmam der dipsiz fezaya. Kuyruk sallar, sonra hırlar ezaya, Benim nefsim, benim nefsim ne köpek!266
266 Necip Fazıl Kısakürek, Çile.
İşte bu ilahî otorite, koyduğu kurallarla, çizdiği şuurlarla ve vaz ettiği hükümlerle o günkü insanlığın -ya da müellife göre Araplar’ın- davranışlarına bir takım kısıtlamalar ve sınırlamalar getirdiği gibi kıyamete kadar gelecek insanlığın davranışlarına da aynı kısıtlamaları ve aynı sınırlamaları getirmiştir. Böyle olunca da, öyle “Evrenselci söyleme göre Allah muhtemel ve müstakbel sorunların/durumların tümünü hesaba katarak hüküm koymuştur.” tarzındaki redçi, itiraza, biraz da alaya yaklaşımın hiçbir kıymeti kalmaz. Çünkü siz bir yol açarsanız ve sadece o günkü insanların değil, daha sonraki insanların da bu yoldan gitmesi gerektiğine hükmederseniz artık hiç kimse çıkıp da, “gelecek nesillerin hangi yollan tercih edeceklerini nereden bilelim?” demek gibi bir itirazda bulunamaz. Böyle bir itiraz ancak, belli bir yolun bulunmadığı, herkesin kendi yolunu kendinin bulmak zorunda kaldığı durumlar için söz konusudur. .
İşte din demek, yol açmak, istikamet belirlemek ve insanlardan bu yolda ve bu istikamette yürümelerini talep etmek demektir. Bu sebeple akla hoş geldiği sanılan bu itirazın, dinin yapısal özelliğini ve karakteristiğini dikkate almamız halinde, herhangi bir değerinin kalmadığı görülecektir.
Bazı şartlar dolayısıyla bu hükümlerden bir kısmının esnetilmesi gerekirse, Rabbani ulemanın, yani Allah’ı bilen, Allah’ a inanan ve Allah’a karşı havf, haşyet ve ittikâ duygularıyla kalpleri dopdolu olan âlimlerin tensipleriyle, bu da yapılır. Bunun adı da “ahkâmın değişmesi” dır ve mezkûr âlimler bunda hiçbir zaman beis görmemişlerdir.