Selefilerin Anatomisi

Vahhabilerin Osmanlıya Karşı İkinci Ayaklanmaları

Şerif Hüseyin vakası ve vahhabilerin İngilizlerle ittifak yaparak Osmanlıya karşı ikinci ayaklanmaları ve mukaddes toprakların Osmanlı’nın elinden çıkması:

Arabistan yarımadası, Mısır fatihi ve ilk Türk Halifesi Yavuz Sultan Selim Han’ın 1517 senesinde o topraklara girmesinden itibaren Osmanlı’ların idaresinde kaldı. Şehirler tam bir huzur ve rahatlıkla idare edildi ise de, göllerdeki göçebe ve cahil halk, kendi emirlerinin idaresi altmda bırakılmışdı.
Bu emirler, ara sıra isyan ederdi. Daha sonraları bunlarm çoğu vahhabi oldular. Halka saldırmağa, müslümanları soyup öldürmeğe de başladılar. Hatta uzak beldelerden, sırf hacc ibadeti için gelen hacıların, yollarım kesip, soyarlar ve öldürürlerdi.
1812 den 1919 yılma kadar vahhabiler Harameyn’i yeniden ele geçirmek istedilerse de, Osmanlı’nın sayesinde başarılı olamamışlardır. Tâki Şerif Hüseyin’in İngilizlerin oyununa gelmesine kadar. Harameyn Osmanlı’nın kontorlünde idi. Ancak 1919 yılından günümüze kadar o mübarek topraklar, İngilizler’inde desteği ile Osmanlı’nm, kontrolünden çıkmıştır.
Bu mukaddes beldeleri, Yavuz Sultan Selim Han 1517 yılında Memlüklerden devraldığında, kendisine “Mekke ve Medine’nin hakimi” diye seslenen hatibin sözünü keserek, “Mekke ve Medine’nin hadimi (hizmetkâri)” seklinde hitap edilmesini emretmiştir. Hakikaten bu anlayışa uygun olarak Osmanlı’lar, 1517 yümdan 1919 yılınm ocak ayma kadar tam 402 yıl Mekke ve Medine’ye büyük bir aşk ve bağlılıkla hizmet etmişlerdir. Ne yazık ki bu kutlu görev Şerif Hüseyin’in, İngilizler’in oyununa gelip onlarla işbirliği yapması ile birbirini izleyen olaylar neticesinde sona ermiştir.
Şerif Hüseyin 1854’te İstanbul’da doğmuş olup Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin soyundan geldiği kabul edilen Mekke şerifleri ailesindendir. Osmanlı’nın çok büyük izzet ve ikramını görmüştü. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Hicaz Valisi ve Mekke Şerifi olarak, Arabistan’a gönderildi. Şerif Hüseyin, İngilizler tarafından bütün Arapları bir bayrak altmda toplayarak, en büyük Arap Kralı, hatta imparatoru olacağına inandırılmıştı. İngilizler, onun arzularından yararlanarak, Osmanlı’ya karşı ayaklandığı takdirde kendisine para, silah, cephane, erzak, kısaca ne lazımsa sağlayacaklarını, yardım edeceklerini ve belirli sınırlar içinde bağımsız bir Arap devleti kuracaklarını vaadetmişlerdi.
İngiltere gerçekleştirdiği sanayi inkılâbıyla beraber, sömürgecilik faaliyetlerini de hızlandırmış; sömürgelerine giden yolun güvenliği açısından Akdeniz’i ve Ortadoğu’yu mutlak surette elinde bulundurması gerekiyordu. İngiltere bu amaçla, dünyanın en zengin petrol yataklarının bulunduğu Musul-Kerkük hattını ele geçirmek için Ortadoğu’ya, meşhur casus Thomas Lawrence’yi gönderdi. Çünkü Lawrence, daha önce bölgede arkeolojik araştırmalar adı altında petrol etüdü yapmış, bölge halkının örf ve adetleri, sosyal ve folklorik yapısı hakkında bilgiler elde etmişti. Lawrence, bu çalışmaları sırasında Arapça’yı da mükemmel derecede öğrenmişti. Lavvrence; Sina, Gazze ve Akabe’de Osmanlı sınırlarının haritasmı hazırlayan bir ekiple çalışmıştı. 1. Dünya Savaşı çıkınca teğmen rütbesiyle Kahire’ye gönderildi. İngiliz istihbarat Teşkilatı İntelligance Service’nin Arab şubesinde çalıştı. Esirleri sorgulama, harita çizme, diğer ajanlardan gelen bilgileri değerlendirme, casus yetiştirme ve yerleştirme gibi görevlerde bulundu. Osmanlı ordusunu tanıtan bir el kitabı hazırladı. Şerif Hüseyin ve oğulları Emir Ali, Emir Abdullah ve Emir Faysal ile dostluk kurdu ve bu dostluğu ilerletti.
İngilizlerin bölgedeki siyasi temsilcisi W. Shakespear, 1914 şubatında Riyad’a gelmiş, bu vesileyle İngilizler ile SuudTar arasında sıcak yakınlaşmalar tesis edilmişti. I. Dünya Savaşı çıkınca bu dostluk daha da pekişti. Osmanlı’nm ittifak çağrısına red cevabı veren İbni Suud, bunun hemen arkasından, Osmanlı heyeti hala Riyad’da iken, İngilizlere ittifak teklifinde bulundu. Artık büyük savaşta Osmanlı’nm Necid valisinin safı belli olmuştu. Bu birliktelik, İbni Suud’a İngiltere-Hindistan İmparator-luğu’nun şövalyelik nişanı verilmesiyle pekiştirildi.1
İbn-i Suud, İngilizlerle yaptığı bir toplantıda, Hıristiyanlarla ilgili bazı Kur’an âyetlerini okumuş, sonrada Philby’e dönerek: “Kendisini kuzeni saydığını, zira hıristiyanların İshak Peygamber, Araplarında İshak’m kardeşi İsmail Peygamber evladından olduklarını, Türkler’in (yani Osmanlılar’ın) ise Tatar kökenli evlad-ı iblis’ten olduklarını ifade etmişti.”2 Bu ırkçı söylemler ise vahhabilerin Türklere, dolayısıyla Osmanlı’ya karşı olan kin ve nefretlerinin bir göstergesidir.
Osmanlı’nın çekilmesinden sonra İngiliz askerleri, çöldeki bedevileri örgütleyip, silahlı bir ordu haline getiren İngiliz casusu Lawrence’in komutasmda Harem-i Şerifi bastılar. 1914 yılında İngiltere adma casusluğa başlayan Lawrence, Arapların davasım içtenlikle benimsemiş görünerek, kendini bu çevrede kabul ettirdi ve özellikle bedevi Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırarak, buraları İngiltere sömürgesi haline getirebilmek için çalıştı. 1917’de Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’m irtibat subayı oldu. Şerif Hüseyin ve oğluyla beraber İngiliz generali Alenby’nin kuvvetleriyle işbirliği yaptı.
1 Doç. Dr. Büyükkara, İhvan’dan Cüheyman’a Suudi Arabistan ve Vehhabilik, s. 46.
2 Doç. Dr. Büyükkara, İhvan’dan Cüheyman’a Suudi Arabistan ve Vehhabilik, s. 48.

İngilizler, kendi lehlerine çalışması şartıyla Şerif Hüseyin’e bağımsız Hicaz Krallığı Devleti kuracaklarını, kurulacak olan bu devletin başına da kendisini getireceklerini vaad ettiler. Kurulacak olan sözde devletin sınırları bütün Arap Yarımadası, Irak ve Suriye’yi kapsıyordu. Tabi ki bu, kağıt üzerinde kalacaktı. İngiltere Şerif Hüseyin’e ve oğullarına gereken askerî ve mâlî yardımı yaptı. Amaç, Orta doğudaki otorite boşluğundan yararlanarak Filistin’de bir İsrail devleti kurmaktır.
Şerif Hüseyin, 5 Haziran 1916’da Osmanlı’ya baş kaldırdı. Şerif Hüseyin’in isyanının iki amacı vardır: Birincisi, Arapları Osmanlı hâkimiyetinden kurtararak bağımsız bir Arap devleti çatısı altında toplamak; ikincisi ise hilafeti ellerinde bulunduran Osmanlı’ların Kureyş soyun-dan olmadığım, kendisinin ise Kureyş soyundan olduğunu öne sürerek hilafeti ele geçirmek. Şerif Hüseyin, kendisine bağlı bedevi dediğimiz cahil, kaba, eşkiyalıktan başka bir şey bilmeyen, çöllerde yaşayan bedevi Araplar’la harekete geçti. Bu bedeviler Şam-Hicaz demiryolunu tahrip ettiler, telgraf ve telefon hatlarını kesip köprüleri yıktılar, karakolları bastılar. Şam’dan Medine’ye giden trenlere saldırılar düzenlediler. Bütün bunların amacı, isyanı bastırmaya gelecek olan Osmanlı takviye birliklerinin isyan bölgesine ulaşmasmı önlemekti. Vur-kaç taktiği ile gerilla savaşları düzenleyerek Türk birliklerine ağır kayıplar verdirdiler.
6 Temmuz 1917’de Akabe limanmı ele geçirdiler. Kurulacak olan sözde Hicaz Krallığı Devletinin başına Şerif Hüseyin’in getirileceğinin vaad edilmesi nedeniyle diğer Arap kabile emirleri isyana destek vermedi. İsyan Şerif Hüseyin ve oğullarıyla sınırlı kaldı. İşte yıllardan beri “Araplar bizi arkadan vurdu” sözünün tarihsel geçmişi yukarıda ifade edildiği gibidir.
Aslında ehli sünnet görüşünde olan Araplar; I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı ordusunda, omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cephede savaşmışlardı. Hatta İstiklal Savaşmda, Aydın cephesinde Mehmetçikle yan yana Yunanlılara karşı savaşarak şehit düşen Araplar vardır. I. Dünya Savaşında hiçbir Arap beldesinde; ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne de Filistin’de Osmanlı’ya isyan eden tek bir Arap görülmemiştir. İsyan eden sadece vahhabiler ve Mekke Emiri, Şerif Hüseyin idi.
Şerif Hüseyin isyanından sonra ülkemizde İngiliz ajanları tarafından bilinçli olarak, “Araplar bizi arkamızdan vurdu,” algısını oluşturulmuşlardır. Bu durumu fırsat bilen misyonerler, arap düşmanlığını körüklemek için siyah köpeklere arap arap diye çağırma, hamam böceğine kara Fatma, karışık işlere arap saçı, yalan söylüyorsam arap olayım gibi ifadelerle hep bu amaca yönelik üretilmiş fitne mahsûllerini halkımız arasında yaydılar. Halbuki gerçek müslümanm araplarla bir alıp veremediği olamaz. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in ehlibeytinin ve ashabının düşmanı bizim de düşmanımızdır. Onların dostu hangi dilden ve ırktan olursa olsun baş tacımızdır. Dolayısıyla dünya ahirette dostumuz ve din kardeşimizdir.
Medine’yi savunan Fahrettin Paşa ve askerleri bir taraftan düşmanla, diğer taraftan açlık ve hastalıkla mücadele ederken, Kanal Harekâtı felaketle bitmiş, Filistin elden çıkmış ve en yakm Osmanlı kuvvetleri Medine’den 1300 km. uzakta kalmıştı. Bu sırada Osmanlı Devleti mağlup olmuş ve 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştı. Mütarekenin 16. maddesine göre teslim olması gereken Fahrettin Paşa buna yanaşmadı.
Medine’dekiler ise, her tarafla irtibatları kesilmiş olduğundan mütarekeden haberdar değillerdi. Olup bitenleri telsiz vasıtasıyla takip eden Fahrettin Paşa, Kızıldeniz’de demirleyen bir İngiliz torpidosu mütareke şartlarını kendisine bildirdiği halde buna cevap vermedi. Ayrıca hükümetin Mondros Mütarekesi’ni tebliğ etmek üzere gönderdiği yüzbaşıyı hapsederek, İstanbul’u da cevapsız bıraktı.

Bir yandan İngilizler, bir yandan Medine’yi kuşatmış olan Şerif Hüseyin’in kuvvetleri Medine’nin bir an önce teslim edilmesini istedilerse de, bu isteklerine Fahrettin Paşa karşılık vermedi. Hükümet, İngilizler’in baskısı üzerine bu defa padişahın imzasını taşıyan bir teslim emrini Adliye Naziri Haydar Molla ile Medine’ye gönderdi. Fahrettin Paşa bu emri de dinlemedi. Askerlerin çoğunun hasta olmasına; cephane, ilaç ve giyecek stoklarının bitmesine rağmen direnmeyi sürdürdü. Ancak sonunda kendi subaylarının baskısı ile teslim olmaya rıza gösterdi.
Fahrettin Paşa, elinde bulunan son derece kısıtlı imkanlarla Medine’yi iki yıl yedi ay boyunca müdafaa etti. Önce Medine ve çevresinde bir güvenlik hattı oluşturmak için Asar Boğazı, Bir-i Derviş, Bir-i Abbas ve Bir-i Reha mevkilerini asilerden temizledi. 29 Ağustos 1916’da Medine çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet şeridi meydana getirilmiş oldu. Fahrettin Paşa, Medine’yi savunabilmek için İstanbul’dan devamlı takviye kuvveti istiyor ama Osmanlı hükümeti de, onun isteklerine cevap verebilecek durumda olmadığım bildiriyordu.
Osmanlı hükümetinin Hicaz’ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine, Fahrettin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine’de, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in mübarek ravzasmda bulunan mukaddes emanetlerin İstanbul’a nakledilmesini teklif etti. Sorumluluk kendisinde olmak şartıyla, teklifi hükümet tarafından kabul edildi. Fahrettin Paşa bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettirdiği otuz parçadan oluşan mukaddes emanetleri 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderdi.
Böylece 1517’den Ocak 1919’a kadar tam 402 yil süren, Osmanlı hadimiyeti (hizmetkarlığı) hazin bir şekilde sona ermiş oldu. Medine’den ayrılmadan önce, Fahrettin Paşa ve fedakar askerleri son defa Harem-i Şerifi ziyaretle Ravza-i Mutahhara’ya yüzlerini, gözlerini sürerek dualar ede ede veda ziyareti yapmışlardır. Fahrettin paşa, Medine’den ayrılırken RasuluUah (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizle ilgili şu kasideyi yazmıştır.
Bir Ulu’1-emr idin emrine girdik Ezelden bey’atli hakanımızsm Az idik sayende murada erdik Dünya ve ahiret sultanımızsm
Unuttuk İlhan’ı Kara Oğuz’u İşledik seni göz bebeğimize Bağışla ey şefi’ kusurumuzu Bin küsur senelik emeğimize
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur Şımardık müjde-i sahabetinle Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur Doyarız bir lokma şefaatinle
Nedense kimseler dinlemez eyvah O kadar saf olan dileğimizi Bir ümmi isen de ya Rasulallah Ancak sen okursun yüreğimizi
Suları tükendi gülaptanlarm Dinmedi gözümüz yaşı merhamet Külleri soğudu buhurdanların Aşkınla bağrım yakmada millet
Ne kanlar akıttık hep senin için O Ulu Kitab’m hakkıçün aziz Gücümüz erişsin ve erişmesin Uğrunda her zaman döğüşeceğiz
Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz Can verir cananı veremez Türkler Ebedi hadimü’l-Harameyniniz Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler

Bütün bunlar olurken İngilizler, Şerif Hüseyin’den habersiz Fransız’larla tarihe Sykes-Picot anlaşması olarak geçecek olan gizli bir antlaşma yapmış, Şerif Hüseyin’e vaad edilen topraklar, İngiltere ve Fransa arasında daha önceden paylaşılmıştı. Şöyle ki; Suriye ve Lübnan Fransız’lara; Ürdün, Filistin ve Irak’ta İngiliz mandasına verilmişti. Ayrıca İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour, 2 Kasım 1917’de bir beyanname yayınlayarak Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını istediklerini belirtiyor. Bu beyanname tarihe “Balfour Deklarasyonu/’ olarak geçecektir.
İngiltere’nin Şerif Hüseyin’e oynadığı oyun bu kadarla da kalmadı. İngiltere, bir yandan da Necid emiri Abdulaziz bin Suud ile görüşmelere girişti. Bu görüşmeler sonunda İngilizler, Necid toprakları ve Basra Körfezi’nin güney kıyılarında (Kuveyt hariç) İbn-i Suud’un bağımsızlık ve egemenliğini tanıdı. Halbuki bu topraklar, daha önce İngiltere tarafmdan Şerif Hüseyin’e vaad edilmişti. Bütün bunların ötesinde Osmanlı Devleti’nin, İngilizlerin oynadığı bu oyunları Şerif Hüseyin’e bildirmesi, Rusya’da 1917 ihtilali ile iktidarı ele geçiren Bolşeviklerin gizli antlaşmaları dünya kamuoyuna açıklamaları hiçbir şeyi değiştirmemiş ve Şerif Hüseyin, İngilizler tarafından tekrar tekrar aldatılmıştır. Dahası İngilizler, savaş sonunda Şerif Hüseyin’i hilafete dair isteklerinde de yalnız bırakmışlar, bu konudaki vaadlerini o günkü özel şartlar öyle gerektirmişti, diye açıklamışlardır.
İsyanm ardından Şerif Hüseyin, önce Medine Emiri, sonra da Cidde’de Kral oldu. Ancak Krallığının üzerinden çok geçmeden Abdulaziz İbn-i Suud ile arasmda bir liderlik mücadelesi baş gösterdi. Zira İngilizler bir yandan Şerif Hüseyin’e ümit verip onu iktidara koştururken, diğer yandan Muhammed bin Abdulvahhab aracılığıyla meydana getirdikleri batıl vahhabi görüşlerini Suud’larm yaşadıkları bölgelerdeki halklara empoze ediyorlardı. Maksat hep aynıydı. Osmanlı’nm hilafetine son verip, İslam’ın temel esaslarına ters bir itikat oluşturmak.
Şerif Hüseyin, İbn-i Suud ile giriştiği liderlik mücadelesinde yenilir. Kıbrıs’a sürülür ve orada ölür. O’nun ölmeden önce söylediği şu sözler oldukça düşündürücüdür: “Bu, bizim başımıza gelenler ekmek kapımız, koruyucumuz ve asırlar boyu Efendimiz olan Osmanlı Devletine karşı işlediğimiz günahların, giriştiğimiz isyanların ilahî bir cezasıdır.”
Böylece İngilizlerin Ehl-i Sünnet akaidine zıt bir itikadın yayıldığı halifesiz bir Ortadoğu ortaya çıkarma gayeleri hedefine ulaşmış oluyordu. Şerif Hüseyin’i halife yapma vaadiyle Osmanlı’ya karşı kışkırtan İngilizler, gayet iyi biliyorlardı ki, Ehl-i Sünnete ters itikadi prensiplerin benimsendiği ve halifelik makamının olmadığı bir Ortadoğu ve Hicaz Bölgesi için, Osmanlı’nın buralardan atılması şarttı. Bu maksatla önce Şerif Hüseyin’i kullanmış, daha sonra da ona karşı İbn-i Suud’u desteklemişlerdir. Böylece Osmanlı buralardan çekilmek zorunda kalmış, halifelik kalkmış ve vahhabilik bu topraklarda yayılmıştır. Şerif Hüseyin’in ise, hatasını ve halifeye karşı çıkmakla İngiliz oyunlarına alet olduğunu anladığında, iş işten geçmiştir.
İngilizler, ilk başta Şerif Hüseyin’i destekler gibi gölündüler ve amaçlarma ulaşıncaya kadar her türlü yardımı yaptılar. Ancak Mekke ve Medine Osmanlı’nın elinden alınınca, İngilizlerin hesabı değişti. Aslmda başından beri hesapları buydu. Ancak esas gayelerini sakladılar. Netice’de Şerif Hüseyin, Ehli Beyt’ten olup ehli sünnet itikatmdandı. Yaygm olan ehli sünnet itikadmda olanlar da, ehli beyte büyük önem veriyorlardı. İngilizler bu durumu da çok biliyorlardı. İngilizler Osmanlı ve dolayısıyla ehli sünnet itikadma karşı savaş açtıklarından dolayı, bu düşüncede olan Şerif Hüseyin’i istemediler. Bunun yerine halkın tercih etmediği, ehli sünnet karşıtı, batıl vahhabiliği tercih ettiler.

İlerleyen yıllarda Şerif Hüseyin’in halkın desteği ile güçlenip kendi kontrollerinden çıkma olasılığı çok yüksekti. Vahhabi inancmda olan Suud ise azınlık bir grup olup sürekli kendilerine bağımlı olacağından Şerif Hüseyin’den vazgeçerek Haremeyn’in yönetimini Suud kabilesine vermişlerdir.
Aslında asırlardan beri yazılan ve oynatılan oyun hep aynıdır. Oyunun ilk aşaması; Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in sevgisini, sünnetlerini ve maneviyatı ortadan kaldırmaktır. Bu oyunun yazarları ise Hempher’-lerin, Lawrens’lerin arkasmdaki İngiliz, Fransız ve Yahudi-lerdir. Figüranlar ise ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. İslam ülkelerinde vahhabiler ve benzer gruplar aynı oyunu sergilemektedirler. Hatta bu vahhabi fikrini yaymaları için akademik kariyer yaptırmak suretiyle sırf bu işle görevli özel adamları yetiştirip ülkemizde önemli makamlara getirtmiş ayrıca ilahiyat fakültelerinde profesör olarak atamışlardır. Bunlar sadece profesör olarak da değil, bazen tarikat şeyhi, bazen cemaat lideri, bazen hoca, bazen de araştırmacı yazar olarak karşımıza çıkarlar ve medyada halka çok derin bilgilere sahip muteber alimler gibi gösterirler. Ancak sorulan sorulara delilsiz cevaplar vererek sadece kendi fikirlerini söylerler. Hiç bir fikirlerini Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şeriflerle destekleyemezler, ancak bazı Ayet-i Kerime’lerinde manalarını kasıtlı olarak çarpıtıp söylerler. Hatta kafirler için inmiş Âyet’leri müslümanlar için inmiş gibi göstermeye çalışırlar.
Bu profesörler televizyonlarda ben vahhabiyim demezler ancak Vahhabilikle ilgili bütün yalan yanlış fikirlerini söylerler. Abdulkadir Geylani, Muhammed Bahattin Nakşibendi, Seyyid Ahmed el Rıfai, Muhiddin Arabi, Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre ve Mevlana Celalettin Rumi hazretleri gibi ismini sayamadığımız, bütün müslümanlar tarafmdan takdir edilip örnek alman tasavvuf alimlerinin tamamına iftiralar atıp hakaret ederler.
Aynı şekilde bizlere büyük alimler diye servis edilen ve batıl görüşleriyle meşhur olan; İbni Teymiye, İbn-i Kayyım, Cemalettin Efgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Seyyid Kutup, Mevdudi gibi vs. vahhabiligin temel kaynaklarmı oluşturan bu adamları överek ön plana çıkartırlar. Halbuki bu adamlardan Efgani’nin masonluğa intisabı kesindir ve ömrünün sonlarma kadar bu gizli ve esrarlı teşkilata mensubiyetini sürdürmüştür. Bununla da kalmamış çevresindeki yakın dostlarınmda masonluğa girmelerine vesile olmuştur. Efgani’nin yakın dostu olan Reşid Rıza dahi kendi yazdığı bir kitabında Muhammed Abduh’u kastederek; “üstazımızm ve imamızın masonluğa girişi” başlığı altında bir yazı kaleme almıştır.1 Aynı şekilde Seyyid Kutub’un da, İngiliz ajanı olduğu açığa çıkmca, dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abd’un-Nasr tarafından, 1966 yılmda idam edilmiştir.
Arabistanm sünni alimlerinden Dr. Muhammed Abduh Yemani de, bu hususta; “Peygamber Böyle Sevilir” adlı kitabında, “Akademik Unvanlara Dikkat” başlığı altmda oynanan oyunu şöyle anlatmaktadır2:
Hiç kuşkusuz, aklı başmda her insan, bu başı boşluğa bir son vermenin ve Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in temiz sünnetine dil uzatan bu küstahlara haddini bildirmenin gerekliliğini kabul eder. Özellikle de, müslüman olduğunu iddia eden ve bu kisvenin altına gizlenerek ortalığı bulandırmaya çalışan gafillere… Dr. Hasib es-Samarrai, Dini Modernizm’in üç şövalyesi Cemaleddin Efgani-Muhammed Abduh-Reşid Rıza, Tercüme: AH Nar, Sezai Özel, Bedir Yay. İstanbul-1998, s. 128-129. Ayrıca bkz.: el-Üstaz’ül-İmam, Reşit Rıza ve Menar Dergisi, 11/401.
1 Dr. Muhammed Abduh Yemani, Ashabın Rasulullah sevgisi, Tercüme: H. Mehmet Günay, Nun yay. 2. Baskı. İstanbul-2009, s. 29-33′ arasından özetlenerek alınmıştır.
2 Şurası kesindir ki, bu insanlar belki gafletlerinden, belki cahilliklerinden, belki hinliklerinden, belki de maddi bir çıkar peşinde olduklarından, ne sebeple olursa olsun bu tür karışıklık ve desiseleri ortalığa yaymakla İslam düşmanlarına en büyük hizmeti yapıyorlar. Bu itibarla başta genç nesil olmak üzere bütün islam ümmetini bu tür tehlikelere karşı bilinçlendirmek ve onları iki de bir ortaya atılan bu gibi şüphelere karşı uyanık tutmak hepimizin görevidir.
Bir de, üstad Fehmi Huveydi’nin pek isabetli olarak işaret ettiği gibi; Ezher gibi, islami ilimlerde araşürma yaptıran üniversitelerde verilen akademik ünvanlarm kriterlerini de yeniden gözden geçirmek gerekir. Nitekim, sünnete saldıran. Dr. Ahmet Suphi’de Ezher’den aldığı ilmi bir unvana sahiptir. Sünnete saldıran bu adam, “Şeytan’m insanoğlunu şaşırma ve günaha sevketme yollarından birisi işte bu Şeytani Hadislerdir. Şeytan, saptırmak istediği kimseleri bu hadislere yönlendirmekte ve sonra onu, bir zulüm ve bir iftira olarak dine yaymaktadır/’ diyerek kendi baül görüşüne (vahhabiliğe) ters düşen bütün Hadis-i Şeriflere; “Şeytani Hadisler/’ diyecek kadar sapıtmıştır. Üstelik sözünü ettiğimiz bu (batıl) görüşleri doktora tezinde de zikretmiş ve bunu Ezher hocalarına taktim etmiştir. Şüphesiz ki, bu hocalar bu tezi okumuş, sonra sahibine “iyi” derece ile doktor unvanını vermişlerdir. Fakat şunu belirtmek gerekir ki, gerçekten bu tezi okumuşlar ise bu çok büyük bir felakettir. Yok eğer okumadan bu ünvam vermişlerse, felaketin boyutu çok daha ürkütücüdür,”1 demek suretiyle oynanan oyunu haber vermiştir.
Salman Rüsdi admdaki sapık bir kafir de: “Şeytan Ayetleri” adıyla yazdığı kitabında, Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin bazı ayetleri kendi istediği gibi uydurduğunu iddia ederek islam dinine hakaret etmiştir. Vahhabi zihniyetinde olan Dr. Ahmed Suphi’de kendi
1 Sahabede Peygamber Sevgisi adlı kitaptan alınan alıntı bura sona ermiştir.

görüşüne ters olan bütün Hadis-i Şeriflere ”Şeytani Hadisler” deyip islam alimi görünerek islam dinine aynı hakareti yapmaktadır.
Ezher üniversitesinin İslamiyet aleyhine yaptığı diğer bir olumsuzluk ise şudur: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin hayatı ve islamiyetin ilk doğuşuna ait dönemi anlatan Çağrı filminin senaryosudur. Bu filmin senaryosu, Kahire’deki Ezher Üniversitesi tarafından, sayfa sayfa incelenerek çekimine onay verilmiştir. Filmin yönetmeni olan Suriye Asıllı Mustafa AKAT’ta televizyonda yaptığı bir konuşmada:

– “Filmin, çekimler bitip Ezher üniversitesinde incelenip onaylandıktan sonra vizyona girdiğini,”
söylemiştir. Başında ve sonunda Ezher üniversitesinin onayından geçmiş olan bu filmde, dikkat edilirse özellikle Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellemVin binlerce mucizesinden bir tanesini bile anlatan sahne çekilmemiştir. Oysa ki; Yahudi ve Hristiyanlar, sırf kendi peygamberlerinin mucizelerini ön plana çıkartmak maksatıyla filimler çekmişlerdir. Ancak bütün peygamberlerin baş tacı, Alemlerin Efendisi Allah’u Teala’nm sevgilisi Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in bütün mucizeleri, bu zihniyet tarafından gizlenmeye çalışılmaktadır. Bir insan, kendi Peygamberinin mucizelerini neden gizleme gereği duyar. Bu husus, bizce hayrete şayan bir durumdur. Aslında Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in sünnet ve Hadis-i Şeriflerini inkar edip mucizelerini gizlemeleri, kin ve nefretlerinin açık bir göstergesidir.
Yani ortada, yıllar önce yazılmış, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ve maneviyata olan muhabbeti ortadan kaldırmaya yönelik şablon bir proje bulunmakta ve bu proje her müslüman ülkesinde farklı kişilere uygulatıl-maktadır. O gün Hempher’ler ve Lawrens’ler vardı. Bugün de farklı isimler adı altında aynı casuslar faaliyetlerini sürdürmektedirler. Yani değişen bir durum yoktur. Buradaki birincil amaçları islam dinini etkisiz hale getirmektir. Bu dinin omurgasının da Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ve sünnetlerinin olduğu çok aşikar olup bu durum ise din düşmanları tarafından da çok iyi bilinmektedir. Bu nedenle de tahrifata ve tahribata ilk oradan başlamışlardır. Yüksek bir binayı yıkmak için evvela kolonlarına dinamit koyup patlatılıp binanm çökertilmesi gibi, islam dininin de omurga ve kolonlarına aynı şekilde fitne ve fesat tohumları ekip, doğrudan yıkmayı düşünmektedirler. Bu işlerin fikir babaları ise hala aynıdır ve faaliyetleri de kesintisiz sürmektedir.
Müslüman uyanık olmalıdır. Çünkü, küfür tek millettir. Batıl fırkalar ve kafirlerin hepsi Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in maneviyatı, Hadis-i Şerif ve sünnetlerini ortadan kaldırma konusunda aynı düşünceye sahiptirler. Bu konuda, tamamı aşağıdaki Ayet-i Kerime’de ifade edildiği gibi birbirlerinin dostlarıdırlar.
Sure-i Enfal, Âyet 73:
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz emredildiğiniz gibi yapmazsanız yer yüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir/’

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu