Muhammed Hamidullah

Hamidullah’ın Mucizeleri İnkarı

Hamidullah’ın İslam Peygamberi Kitabının Yeni Baskısından Mirac ve Mucizler Kısmı
(Altı çizili yerlere dikkat!)
Ayın Yarılması Olayı (Şakku’l-Kamer)

Zaman zaman Muhammed (AS) ile hemşehrileri arasında tartışmalar oluyordu. Bir gün işi biraz fazla ileri götürüp, kendisinden eğer gerçekten Allah’ın Elçisi ise, ayı ikiye bölmesini istediler. İslam’a göre, bir kimsenin vahiy alan bir peygamber olabilmesi için hiç de mucize göstermesi gerekmez, zira bir kimse peygamber bile olsa, her şey insana değil Allah’a bağlıdır ve onun emriyle meydana gelmektedir. Bununla birlikte, bütün insanlık tarihi içerisinde zühd ve takvâ sahibi insanlara mucize ya da kerametler yakıştırılmıştır. Bu durumda Muhammed (AS)’ın hayatında da bu tür şeylerin olması bizi şaşırtmamalıdır. Tarihçilerin bize söylediklerine bakılırsa, Muhammed (AS), yukarıda sözü edilen tartışmadan sonra, aya işaret etmiş ve onu ikiye ayırmıştır. Kısa bir süre sonra, her iki parça birleşip önceki halini almıştır. Bu olaya tanık olan kimileri İslam’ı kabul ederken, bazıları da bu olayda kendisini sihirbazlıkla suçlamak için bir kanıt bulmaya çalışmışlardır.

İşte bu koşullar içerisinde iken, Muhammed (AS) ilâhî ödüle hak kazandı: En büyük mucize meydana gelmiş, Allah onu semâya davet etmiş ve onu huzuruna kabul ederek şereflendirmişti.

Mucizeler

Kur’an-ı Kerim, birçok peygamber hakkında mucizelerden söz eder: Tufan ve Nuh’un Gemisi, ateşin İbrâhim’i yakmaması, Musa’nın asasının yılana dönüşmesi, Ya’kûb’un, oğlu Yûsuf’un bulunduğu yolunda vahiyler alması, İsâ’nın hastaları iyileştirmesi vs. gibi. Kendisinden önceki peygamberler Allah katından bu şerefe erişirlerken, peygamberlerin peygamberi, Hâtemü’l-Enbiyâ olan Muhammed (AS) nasıl olur da benzer alâmetlere sahip olmazdı? İslam tarihi de kendisine bu konuda çok sayıda mucize atfetmiştir.

Kur’an, peygamberlerin gösterdiği mucizelere değinirken, bu mucizelerin peygamberlere değil, bizzat Allah’a ait bir fiili olduğunu da hemen peşinden ekler: Allah, onları onurlandırmak ve kutsal görevlerini yerine getirmekte onları kuvvetlendirmek için, ihtiyaç duydukları zaman mucizeleri devreye sokar. Mucizenin kendisi, nedeni bizce kimi zaman meçhul kalsa bile, anormal bir şey değildir. Onu şaşılacak bir şeymiş gibi gösteren, genellikle olayın önce ve sonrasında tanık olduğumuz durumlardır. Kendi içinde meydana gelen bir deprem ya da bir başka gök cismiyle çarpışma ayı ikiye yarabilir. Ama bu olay tam da peygamber böyle bir şeye ihtiyaç duyduğu anda meydana geldiği zaman, biz buna mucize diyoruz. Şayet yeraltındaki bir su kaynağı sığ bir toprak katmanı ile örtülü olsa ve toprak kazılıp burada yeni bir su kaynağı bulunacak olsa, bunda şaşılacak bir şey yoktur. Ama bu olay, Resulullah (AS)’ın ve arkadaşları susadığında meydana geliyorsa, biz bunu mucize olarak değerlendiririz. Sebep ve sonuçları yaratan Allah için hiçbir şey mucizevî değildir. Bu tür olaylardan bazılarını mucizevî sayarken, bazılarında bu özelliği görmeyen yine biziz.

Bu tür olağanüstü olaylar sadece Allah’ın gerçek elçileri için değil, ama aynı zamanda, hangi biçimde olursa olsun kendisini zorla benimsetmek gibi bir düşünce taşımayan veliler ve hatta Allah düşmanları için bile söz konusu olabilir. Allah, inananların imanını sınamak amacıyla bu “mucizeleri” gönderir. Ancak, Allah’ın elçilerinden birinin mucize’siyle, Allah’ta yok olmuş (fenâ fillah derecesine yükselmiş) bir velinin keramet’ini ya da şeytan işi bir istidrâc’ı birbirinden ayırt etmek her zaman mümkün ve kolay değildir. İşte mucizelerin önemi buradadır.

Öte yandan, kötü niyetli kişilerce ve tabii ki insana özgü imkânlardan yararlanarak gösterilmeye çalışılan sahte mucizeler de vardır. Ben burada, tamamen sünnî esaslar çerçevesinde yazılmış Şerhu’l-Mevâkif fi’l-Akâ’id gibi bir eserin, bir peygamber tarafından sebep-sonuç ilişkisi dışında gösterilmiş mucizelerin, o peygambere inanan kişilerce teknik imkânlara başvurarak yapılmış olabileceğini de kabul etmekten çekinmediğini belirtmeden geçemeyeceğim.

İnsanların kafa yapısı ve anlayışları birbirinden çok farklıdır. Hatice ve Ebu Bekir için hiçbir mucizeye gerek yoktu. Muhammed (AS) İslâmî bilgileri onlara açıklamış, onlar da tartışmasız ve tereddütsüz hemen İslam’ı kabul etmişlerdi. Ömer, aklı başında bir insan olmasına rağmen, sahip olduğu önyargılar İslam’ın emrettiği şeyleri incelemesine engel olmuş, bununla birlikte, Kur’an’ın bir suresini okur okumaz, derhal önyargılarından sıyrılıp kurtuluşa ermişti. Ali ise henüz on yaşından küçük bir çocuktu; Resulullah (AS) ve hanımının namaz kılmalarına bakıp merak ederek, onlara bu “beden hareketlerini” niçin yaptıklarını sormuş, aldığı cevap üzerine, o da Müslüman olmak istemişti. Bu gibi insanlar, ruhen ve mânen yüce kişilerdir. Gönlü ve ufku dar insanlar ise daha farklı davranırlar. Örneğin, Mekkeli bir müşrik, Resulullah (AS)’ı öldürmek için Medine’ye gelir. Muhammed (AS) ise ona, bu suikaste nasıl ve hangi amaçla kalkıştığını yüzüne söyleyince, müşrik bunu olağanüstü bir olay olarak görüp, derhal imana gelir. İslâmî bilgiler bu tür insanları yola getirmek için yeterli değildir. Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi dar kafalıların ise gönülleri mühürlenmiştir; en parlak mucizeler bile onları sarsıp etkilemez; inatçı ve sistemli bir muhalefette ısrar ederler. Bugün bile bizi güldüren bu dar görüşlülüğe ve kalın kafalılığa dikkat çeken şöyle bir olay anlatılır: Bir gün müşriklerden biri Resulullah (AS)’ın huzuruna girer ve ısrarla mucize isteyerek onu rahatsız eder. Ama gerçekten de bazı mucizelere tanık olduğu halde, iman edeceğine, diğer müşriklerin yanına vararak şöyle der: “Size güvence veririm ki Muhammed çağın en büyük sihirbazıdır; eğer herhangi bir kabileyle aranızda anlaşmazlık çıkacak olursa, Muhammed’den yararlanınız: O size çok büyük mucizeler gösterecektir!”

Kısacası, kimi insanlar inanmak için hiçbir mucizeye ihtiyaç duymaz, kimileri ise duyarlar; kimileri de vardır ki, mucizeleri açıkça gördükleri halde ikna olmazlar. Denebilir ki, henüz yetersiz ve az gelişmiş insanlar, bir Allah Elçisine iman etmek için mucizelere ihtiyaç duyarlar. Hal böyle olunca, mucizelerin sağlayacağı yararın çok sınırlı olduğu anlaşılmaktadır.

Ben kişisel olarak Allah’ın seçkin kullarının göstermiş oldukları mucizelere kesinlikle inanmakla birlikte, öncelikle Vâcibü’l-vücûd* olan Allah’a, O’nun elçilerine ve doğruluğu apaçık ortada olan ilâhi tebliğine inanmak gerektiğini düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Çünkü mucizeler bize bir şeyi kerhen kabul ettirmeye çalışan olaylardır; bir tür zorlamadır. Baskı altında itaatin ise bir değeri yoktur. Kur’an’ın bu konudaki ifadesi çok açıktır.

İslam Peygamberinin hayat hikâyesini yazan bir kimseyi mucizeler üzerinde daha fazla durmaktan caydıran bir neden daha vardır. Kur’an bize şöyle der:
“And olsun ki Allah’ın Elçisinde sizin için, Allah’a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı pek çok ananlar için güzel bir örnek vardır.”264
Böylece, Resulullah (AS)’ın hayatı, Kur’an tarafından, düşünüp aklını kullanan her insan için bir örnek olarak gösterilmektedir. Sıradan insanlar için mucize göstermek mümkün değildir. Filozof Emerson’un şu gözlemi ne kadar güzeldir:
“Allah’a dayanıp güvenmenin (tevekkül) ne kadar erdemli bir davranış olduğu konusunda okuduğum en güzel ifade, Muhammed’in şu hadisindedir: Önce deveni bir iple dizinden sıkıca bağla, sonra Allah’a emanet et.”
Eğer Allah tüm kullarının iyi ve güzel davranışlar sergilemesini dileseydi, onları melekler kadar itaatkâr yaratır, peygamberler göndermesine de gerek kalmazdı. Veya peygamberlerinin dualarını kabul ederek, tüm kafirleri mümin ve müslüman kılardı. Ama onun dilek ve iradesi böyle olmamıştır; Allah, aksine, evreni bir sebepler ve sonuçlar bütünü olarak yaratmış; kendi gönderdiği peygamberlerin de herhangi bir insan gibi emek ve çaba göstermesini istemiş; insanların, bu peygamberlerin çaba ve gayretleriyle elde edilen sonuçlara göre değil de, belli bir durum ve olay karşısında kendi gösterdikleri emek ve çabalara göre bir hüküm vermelerini istemiştir. Tebûk seferinin hazırlıklarına Osman (RA) 30.000 altınla katılmıştı. Kuşkusuz bu övgüye değer bir davranıştı. Ama Ebubekir (RA)’in getirdiği 500 dirhem gümüş ise ondan çok daha değerliydi. Çünkü, Resulullah (AS)’ın, “Evine ne bıraktın?” sorusuna Ebû Bekir’in cevabı, “Sadece Allah’a ve O’nun elçisine duyulan aşk ve muhabbet” olmuştu. Anlaşıldığına göre, servetinin tamamını vermişti. Aynı şekilde, eğer bir peygamber, insan olarak elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen bir tek insanı bile imana döndürmeden ölecek olsa, benzer çaba ve gayreti göstererek belli sayıda sağlam müminle karşılaşma şansı bulan bir başka peygamberden daha az değerli bir iş yapmış olmaz. Gayret ve çaba bizden, sonuç ise Allah’tandır. Gerçekten de, Muhammed (AS) tüm hayatı boyunca kendisini sebep ve sonuç ilişkisi içerisinde özenle hazırlamıştır. Örneğin, Bedir savaşı sırasında çevreye keşif kolları çıkarmış ve düşman hakkında bilgi edinmek için binbir çare ve yola başvurmuştur: Düşmanın sayısı, ordusunu oluşturan ana öğeler, komutanların adları vs.; bölgenin coğrafî ve fizikî durumu hakkında, ayrıca kontrol altında tutmak ve gerektiğinde düşmanı mahrum bırakmak için özellikle içme suyu kaynakları hakkında bilgi toplamıştır. Ordusunu araziye yayarak ona, bugünün en iyi komutanının bile daha iyisini veremeyeceği türden, çok açık ve net talimatlar vermiştir. Hatta, sayı ve donanım bakımından üç kat daha üstün olan bir düşmana karşı yapacağı güçleri denk olmayan bu savaş sırasında, ihtiyaç halinde kullanılmak üzere, Medine yönünde açık bir yolda ve güvenilir bir yerde, çok hızlı koşabilen hecin develeri bulundurmak için gerekli önlemleri almıştır. Bütün bunları yaptıktan ve savaşçılarını ateşlendirip yüreklendiren sözlerle coşturduktan sonra, tenha bir köşeye çekilip, her şeye gücü yeten Allah’ın huzurunda secdeye kapanarak uzun uzun dua etmiştir. İşte uygulamadaki İslam budur.

İzinden gidilebilecek örnek bir kişilik olmasına bir başka örnek de şudur: Bildiğimiz nedenlerden dolayı, Uhud savaşı sürerken, planları alt üst olmuştu; kendisi yaralanmış, ordusu ne yapacağını şaşırarak dağılmıştı. O zaman sahabelerinden birinin kendisine: “Allah’ın şu kafirler ve duygudan yoksun kötüler güruhunu kahretmesi için dua et” şeklindeki telkinine karşılık, Resulullah (AS) ellerini gökyüzüne kaldırarak şöyle dua etmişti: “Ya Rabbi! Milletimi doğru yola ilet; zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” İşte İslam’da örnek alınacak, izinden gidilecek Peygamber, budur.

Kur’an’da, gelişmiş insan topluluklarının Allah katında pek basit ve kolay bir şey olan mucizeler peşinde koşmayıp, doğrudan doğruya Kur’an’ın ve Resulullah (AS)’ın getirmiş olduğu öğretileri ve bilgileri incelemeleri gerektiği üzerinde durulmaktadır. Nitekim, Mekke’de nazil olan bir surede bize şöyle denilmektedir:
“Ve onlar şöyle derler: Niçin Rabbi tarafından ona (Muhammed’e) birtakım deliller (mucizeler) indirilmemiştir? (Ey Muhammed!) De ki: “Bu deliller (mucizeler) kuşkusuz Allah katındandır ve kuşkusuz ben apaçık bir uyarıcıyım.” Nasıl olur? Kendilerine okunmakta olan şu Kitab’ı sana indiriyor olmamız onlar için yeterli değil mi? Gerçekten, inanan bir topluluk için bunda (Kur’an’da) bir rahmet ve bir hatırlatma (zikir) vardır.”

Bu ve diğer bazı nedenlerden dolayı ben, bu mütevazı biyografik eserde mucize konusunu pek az bir biçimde ele aldım ve mucizelerin felsefesinden ve olabilirliğinden bahsetmeye gerek olmadığı kanısındayım. Sahih hadis kitaplarında bahsedilen tarihi olayların her türlü şüpheden uzak olduğunu kabul ediyorum. Ama aynı zamanda, bir öğretinin akla uygun ve mantıklı oluşunun, mucizelerle değil de bizzat kendisiyle kanıtlanabileceğine inanmaktayım. “Allah için namaz kılmak ve oruç tutmayı gerektiren İslâmî öğreti” ile “ben bir ağaca seslendiğimde o ağaç yerinden sökülüp gelir” ifadesi arasında bir ilişki göremiyorum. Bir ağacın yer değiştirmesi elbette bir mucizedir; ama hareketsiz bir cismin harekete geçmesiyle, kulun Allah kendisinden istediği için namaz kılıp oruç tutmayı görev olarak kabul etmesi arasında kesinlikle hiçbir ilişki yoktur.

Muhammed (AS)’ın hayatında çok sayıda mucizenin meydana geldiğinden söz edilmiş ve sadece bu konuyla ilgili ciltlerce eser kaleme alınmıştır. Ben, aydınlatma amacıyla bunlardan sadece birkaçını belirteceğim. En güvenilir siyer kitapları bunlardan bahsetmişlerdir. Bunlardan bazıları Kur’an’da, bazıları da bu olağanüstü olayların görgü tanığı durumundaki sahabelerin anlattıklarına dayanan hadislerde bildirilmişlerdir.

Örneğin, müşriklerden biri Muhammed (AS)’e şöyle dedi: “Eğer benim ölmüş olan kızımı diriltirsen senin dinini kabul ederim.” Kızın mezarının başına varan Resulullah (AS) onu çağırınca, kız “Buyur Ya Resulullah (AS)!” diyerek mezardan çıktı. Resulullah (AS) kendisine: “Yeryüzünde ana-babanla birlikte yaşamayı ister misin?” diye sorunca, kız şöyle dedi: “Hayır, zira öte dünyada ana-babamdan çok daha iyi bir şeyle karşılaştım.” Daha sonra kız tekrar mezara döndü. Muhammed (AS)’ın hayatında bu türden en az iki mucize olduğu bilinmektedir.

Bir çocuk doğuştan dilsizdi. Yıllar sonra, dertli ana-babası onu Resulullah (AS)’ın huzuruna getirdiler. O da çocuğa hitaben şöyle sordu: “Ben kimim?” Çocuk şu cevabı verdi: “Şehadet ederim ki sen Allah’ın Elçisisin!” Ve çocuğun hastalığı tamamen iyileşti.

Bir gün Mekke’deki güreş şampiyonlarından biri ona: “Ey Muhammed! Eğer benim sırtımı yere getirirsen, işte o zaman senin dinini kabul ederim.” Söylenildiğine göre bu güreşçi o kadar güçlü idi ki, bir postun üzerine çıkıp etrafındakiler onu çekseler, post yırtıldığı halde bu şampiyon yerinden kımıldamazdı. Resulullah (AS), onu art arda üç kez tuş etmiştir.

Bir başkası ona şöyle dedi: “Eğer şurada duran ağaç buraya gelirse, senin dinini kabul ederim.” Muhammed (AS) ona şöyle dedi: “Peki, git ve ağaca ‘Muhammed seni çağırıyor’ de!” Gerçekten de ağaç Resulullah (AS)’ın yanına kadar geldi, sonra onun isteği üzerine, daha önce bulunduğu yere döndü.

Başka bir gün, Mekke’nin ayak takımından bazı kimseler kendisinden, eğer gerçekten Allah’ın elçisi ise, gökyüzündeki Ay’ı yarmasını istediler. Muhammed (AS) o sırada dolunay evresinde bulunan Ay’a işaret etti ve o da hemen ikiye yarıldı. İki parça, herkesin gözü önünde birbirinden uzaklaştı, bir süre sonra da tekrar birleşti. “Ay’ın yarılması” mucizesi konusunda, Ay yuvarlağının uydu aracılığıyla çok yakın mesafeden çekilmiş fotoğraflarında, Ay’ın yüzeyinde yukarıdan aşağıya doğru ve ayın tam ortasında uzun bir çatlak izi görüldüğünü hatırlatmakta yarar vardır. Bu çatlak yaklaşık bir mil (binaltıyüz metre) genişliğindedir ve Amerikalılar buna “Radley Rille”266 adını vermişlerdir. Apollo-15 ekibi tarafından bu çatlak hakkında yapılmış olan derin araştırma sonuçları, The Guardian gazetesinin yol açtığı endişe yüzünden, muhtemelen kamuoyuna açıklanmayacaktır. Gazetede yer alan haber-yorumda, Müslümanların daha şimdiden bu fotoğrafa dayanarak, bunun İslam Peygamberine atfedilen “Ayın yarılması” mucizesinin gerçekliğine dair bir kanıt olduğunu ispata çalışmalarından duyulan kaygı dile getiriliyordu. Acaba bir gün gelecek Müslüman astronotlar, bilimsel araştırmaları yeniden başlatacak ve bu çatlağın asıl nedenine ışık tutacak, böylece bu çatlağın “Ayın yarılması” mucizesinin meydana geldiği çizginin bir parçası olarak görülüp görülmeyeceğini söyleyecekler midir?

Bir savaş sırasında, sahabelerinden biri yüzüne bir darbe almış ve gözü yuvasından fırlamıştı. Çıkan gözünü Resulullah (AS)’a getirdi. Onu yerine koyunca, adam bu iki gözüyle daha iyi görmeye başladı.

Medine’ye geldiğinin ilk aylarında Resulullah (AS), mescitte hutbe okurken sırtını bir hurma ağacının kütüğüne yaslardı. Daha sonra, bir marangoz kendisine bir kürsü (minber) yaptı. Resulullah (AS) bu kürsüye ilk kez çıktığında, orada hazır bulunan bütün cemaat, bir kenarda terkedilmiş duran hurma kütüğünden gelen iniltileri duydular. Resulullah (AS) minberden inerek kütüğü okşadı ve tıpkı sakinleşen bir çocuk gibi, iniltisi yavaş yavaş dindi. Bunun üzerine Resulullah (AS) ona sordu: “Eğer istersen, hutbelerimi okurken yine sana dayanmaya devam edeyim, ama şayet istersen, seni Cennet’e dikerim.” Kütük, Cennet’e gitmeyi tercih etti.

Karanlık ve yağmurlu bir gecede, Resulullah (AS), evine dönmek için çok uzun bir yol kat etmesi gereken sahabesine bir değnek vermiş, ve bu değnek adamın geçtiği zorlu yolu bir lamba gibi aydınlatmıştı.

Birçok kez, az miktardaki yiyecek, yine çok az miktardaki su, çok sayıda insana yetmiştir. Resulullah (AS), çoğu kez, olacakları önceden haber vermiştir. Kendisinden çok uzaklarda cereyan eden olaylarla ilgili anlattıkları da her zaman doğru çıkmıştır.

Konuya bir son vermek üzere Kur’an’dan da söz etmek isterim. Bizzat Kur’an’ın “Arapça konuşan”lara hitaben, “Küçücük bir bölüm, birkaç satırlık bir sûre biçiminde de olsa, haydi siz de bunun bir benzerini meydana getirin ve bunun için de bütün insanları ve cinleri yardıma çağırın” biçimindeki meydan okuması, onun taşıdığı mucizevî özelliği kanıtlamaktadır. Nitekim onun bu meydan okuyuşu, ondört asırdır cevapsız kalmakta devam ediyor.

Bu konuda daha birçok örnek vardır, ama biz hepsinden bahsedecek durumda değiliz. Acizane kanaatime göre, Muhammed (AS)’ın insanî çaba ve gayretleri, bizim için, Allah’ın onun uğruna yarattığı insanüstü mucizelerden daha öğretici ve bilinmesi daha yararlı şeylerdir. Muhammed (AS)’ın bıraktığı ilâhî mesaj bizi daha çok ilgilendirmektedir; onun uyguladığı yöntemi incelerken, kendi döneminde yaşayan kimseleri bu mesajın doğruluk ve gerçekliğine ikna etmek için başvurduğu mucizelerin ikinci planda kaldığı görülür. Ben, bu kitapta onun asil hayatındaki bazı görünüşleri dile getirmeye çalıştım; İslam Peygamberi’nin mucizelerinin felsefî yönünü ve tarihe mal olmuş ayrıntılarını incelemek isteyenler için, Seyyid Süleyman Nedvî’nin Urduca yayınlanmış olan ve bir cildi tamamen Resulullah (AS)’ın hayatını konu edinen anıtsal eserini tavsiye edeceğim (Bk. Sîretu’n-Nebî, yay. Dâru’l-Musannifîn, A’zamgarh, U.P., Hindistan).

İsra ve Mirac Yahut Allah’a Doğru Yükselme

Konuya girmeden önce, İsra ve Mirac deyimleri ile ilgili birkaç söz söyleyelim. İsra, kelime anlamı olarak, “birisini geceleyin seyahat ettirmek” anlamına gelir. Bu deyim Kur’an’ın 17. suresinin ilk ayetinden alınmıştır ve gerçekten, sözünü edeceğimiz olay bir gece esnasında meydana gelmiştir. Mirac deyimi ise, yukarıya ya da yükseğe çıkmaya yarayan alet, merdiven anlamına gelir. Kimileri, kanaatimizce haksız olarak, bu iki deyimle birbirinden farklı iki ayrı olayın kastedildiğini ifade etmişlerdir. İslam edebiyatında her iki deyim de Muhammed (AS)’ın hayatındaki o büyük olay için kullanılmıştır: Allah, dinini yaymak için gönderdiği Elçisini yeryüzünde yapmış olduğu faaliyetlerinden dolayı onurlandırıp ödüllendirmek isteyerek onu göklerdeki kendi katına davet etmiş; Resulullah (AS), O’nun huzuruna kabul edilip kendisiyle ilâhî anlamda sohbet ettikten sonra, son nefesini vermeden önce onbeş yıl kadar daha yaşayacağı yeryüzüne dönmüştür. Yüce Yaratıcı’nın yaratılan varlıkların en mükemmeli olan insanla buluşmasının en yüksek ve seçkin durumunu dile getirmek için, farklı dinlerden bilginler çeşitli deyimler kullanmışlardır: “Allah ile birleşme ve bir olma hali”, “insanın Tanrısallığa katılımı”, “Allah’ın insan bedenine girmesi” (hulul) vs. İslamî anlayış, Allah’a olan saygı ve hürmeti, alçakgönüllülük ve haddini bilirliği ve nihayet sahip olduğu edep duyguları nedeniyle, bir hulul ya da O’nunla bir kaynaşma olmaksızın, ancak İnsan denen varlığın Allah katına yücelmesinin söz konusu olabileceğini öngörmektedir: Allah, Allah olarak kalırken; insan, Allah’a ne denli yakın olursa olsun, Allah’ın berisinde, yine insan olarak kalmaktadır. İnsan“fenâ fi’llâh” derecesine ulaşarak Allah’ta yok olabilir. Yani, “sadece Allah’ın vahiyle bildirdiği emir ve buyruklarına uygun bir hayat sürmek için kendi nefsanî arzu ve heveslerinden vazgeçebilir. Allah’ın, Sevgili Elçisi ve İslam Peygamberi Muhammed (AS)’i onurlandırmak için hazırladığı ve İsra ile aynı anlama gelen bu Mirac mucizesi, haklı olarak, İslam aleminin belli başlı şöhret ve gurur nedenlerinden birini oluşturur. Bu olaydan duyulan coşku, doğal olarak, yüzyıllar boyunca vaizlerin dillerinden ve yazarların kalemlerinden dökülüp durmuştur. Olayın temelinde yatan güvenilir ve sahih gerçekler, daha sonraları nitelikli edebî ürünlere dönüştürülmüş ve uluslararası önem kazanmışlardır. Örneğin, Endülüslü Hıristiyanlar, bütün Avrupa’yı baştan başa dolaşan Mirac’la ilgili halk arasında yaygın anlatımları Latinceye tercüme etmişlerdir. Daha sonraları Binbir Gece masalları da aynı yolla Avrupa’ya yayılmıştır. Mirac’ta Cennet ve Cehennem’i ziyaretle ilgili olarak Resulullah (AS)’ın yaptığı tasvirler, Avrupalı şairlerin ilgisini çekmiş ve kimi zaman bu anlatılanların halkın gözünden düşürülmesi için onların hayal güçlerini coşturmuştur. Örneğin Dante, İlahî Komedi (Divina Comedia) adlı eserinde bu konuya geniş bir yer vermiş ve o sığ ve küçük aklıyla, İslam Peygamberi’ni (haşa) sapıklıkla itham ederek, insanın güzel duygularının hayal etmeyi bile uygun bulmadığı bir konuma mahkûm etmeye çalışmıştır. Bir insan ne denli yüce ve soylu olursa, kıskanç düşmanları da ahmaklık derecesinde o denli sert ve zehir kusucu olurlar. Ama herkes, Allah’ın huzurunda bireysel olarak yaptıklarından sorguya çekilecektir.

Mirac ile ilgili gerçek ve aslına uygun anlatımları asla eğlendirici turistik bir öykü gibi değil de, irşat edici ve bilgilendirici olaylar olarak okumak gerekir. Kişisel anlayış ve yorumlar çok farklı olabilir. Nitekim, Kur’an-ı Kerim ve güvenilir hadislerde verilen ayrıntılı bilgilere dayanan Mirac ile ilgili çeşitli eserlerin iyiler ve daha az iyiler biçiminde derecelendirilmesi de buradan kaynaklanmaktadır.

Bu iki sınıfı birbirinden ayırt etmek için, önce karşılıklı hoşgörü daha sonra da Allah’ın bize hakikati göstermesi için açık yüreklilikle sürdürülecek kişisel bir araştırma gerekmektedir.

Hiçbir iddia içerisinde bulunmaksızın, benim izlediğim araştırma yöntemi şu olmuştur: Daha ilkokul çağımdan itibaren bu konuyu düşünmeye başlamıştım. Coğrafya derslerinde bize dünyanın bir portakal gibi küre biçiminde olduğu öğretilmişti. Daha sonraları, klasik dönem Müslüman coğrafyacılarının eserlerinden öğrendiğime göre, dünya yumurtanın sarısı gibiydi ve atmosfer de, tıpkı yumurtanın akı gibi onu kuşatmaktaydı. Hepsi birlikte, gökyüzünü oluşturan bir kabuk içerisine yerleştirilmişti. Aynı öğrenciler, din derslerinde, Allah’ın bir ve tek olduğunu, O’nun evrenin Yaratıcısı ve tek Sahibi olduğunu, Taht’ının (=Arş) gökyüzünde olduğunu öğreniyorlardı. Bizler sadece kendi üzerimizdeki gökyüzünü görürüz. Alemlerin Sahibi olan Allah’ın Zât’ına karşı duyulan saygı, hiç kuşkusuz gökyüzündeki tahtın (Arş’ın) asla ayaklarımızın altında olmasını değil, başımızın üstünde olmasını gerektirir. Peki ama İlahi Arş’ın bulunduğu bu gökyüzü neresiydi ? Kuzey kutbunda bizim üzerimizde bulunan gökyüzü, Güney kutbundakiler için ayaklarının altında kalmaktadır. Henüz genç bir çocukken çevremdekilere bu konuda yönelttiğim sorulara aldığım cevap, bu konuları “düşünmenin bile” küfre götüreceği şeklindeydi! Acaba insanın iki kişiliğe sahip olup, bazı şeylere hiç anlamaksızın inanması ve bazılarını da başka alanlara uygulamaksızın anlayıp öğrenmesi mi gerekiyordu? Görünüşte susup kalmıştım ama içten içe de kaynayıp duruyordum. Bu kaynama, yaşımın ilerlemesiyle ve üniversite öğrencisi olarak bilgilerimin artmasıyla daha da şiddetlendi.

Diğer olayların yanı sıra, kişisel deneyimlerim, beni sakinleştiren ve çok büyük bir önem taşıyan şu küçük gerçeği bana öğretmişti: Aynı soru iki öğrencinin aklına aynı anda takılır; aynı öğretmenin cevabı birini tatmin ederken diğerini etmez. Ben Hukuk fakültesinde profesörken aynı olay benim de başıma gelmişti. Felsefe profesörü bir meslektaşımla birlikte, bir zamanlar öğrencisi olduğumuz ve İlahiyat alanında önde gelen bir profesörün yanına gitmiştik. İkimizden biri İlahiyat profesörünün verdiği cevaptan tatmin olurken, diğeri hiç de memnun kalmamıştı. Meslektaşımı anlayışsızlıkla suçlamak yerine, kendisine, en azından güzel kişisel ilişkilerimizi koruyabilmek için karşılıklı hoşgörü tavsiyesinde bulunmuştum.

Resulullah (AS)’ın Mirac mucizesinin incelenmesi, beni Kur’an’a göre Allah anlayışını incelemeye de yöneltti. Kur’an’da insanın köle (‘abd) ve Allah’ın Hükümdar olarak tanımlanmış olması çok dikkatimi çekti. Kuşkusuz, insan topluluklarının ürünü olan dillerimiz, ilâhî nitelikli Mutlak Kudret ile Allah karşısındaki insanî zaaf ve güçsüzlük arasındaki büyük zıtlığı bundan daha çarpıcı bir biçimde ifade edecek bir kavram bulamazdı. Allah, Varlığı Zorunlu (Zât-ı Vâcibu’l-Vücûd), ezelden beri kendiliğinden var olan, her yerde hâzır ve nâzır, ve her birimize şah damarımızdan daha yakın olandır. Ayrıca O, her türlü fiziksel ve aklî algılamanın ötesinde (mâ verâ’u’l-idrâk) bir varlıktır. Onu tanımlayıp tasvir etmek, insanlara O’ndan bahsetmek için, dilin tüm imkânlarından yararlanmamız dışında ne yapabiliriz? Kur’an, bu durumda kullanılabilecek benzetme ve mecazları daha da ileri götürmüştür: Allah Melik’dir. Bir hükümdar olarak, O, bir takım hazinelere (hazâ’in), ordulara (cünûd), bir ülke ya da hükümdarlık alanına (mülk, melekût), bir taht’a (Arş), bu taht’a çıkmak için bir kürsü’ye, bir başkente (Ummu’l-Kurâ, Mekke’nin bir diğer adı) ve bir saraya (Beytullah) sahiptir. Hatta tebaasından ve kölelerinden biat almak -ve istediği şeyleri yapmak- için elleri (Yedullâh, Yedâhu) bile vardır. Hadiste, ayrıca parmaklardan da (esâbi’) bahsedilerek, insanın kalbinin, onu iki parmağı arasında tutan Allah tarafından evirilip çevirildiğinden267 ve bambaşka bir biçime sokulduğundan söz edilir. Resulullah (AS), Beytullah’taki, yani Ka’be’deki Haceru’l-Esved’i (Kara Taş), kelime anlamı “(Allah’a) yönelen kimse” demek olan “hacı” tarafından Allah’a gösterilen bağlılık ve sadakat yeminini (biat) kabul etmek üzere (istilam) Allah’ın sağ eli (Yemînullah) olarak tasvir etmiştir. Ayrıca, hükümdarlar resmi törenler sırasında halkın içerisinde yaya yürümezler. Tahtırevanına kurulur ve güçlü hizmetçiler O’nu omuzlarında taşırlar. Kur’an’da Allah’tan bahsedilirken bu benzetme yapılmakta (69/17) ve ilâhî Taht’ın (Arş-ı Azam) adeta bir tahtırevan gibi, sekiz melek tarafından taşındığı belirtilmektedir.

Kur’an’da bu tür benzetme ve mecazlar kullanıldığına göre bunun mübah olması gerekir. İzin verilmeyen ve küfre götürücü sayılan ise, bu benzetmeyi ve mecazi anlamı aşırıya kaçırmak ve örneğin Allah’ın beş parmağı olup olmadığını, her parmağında bir tırnağın olup olmadığını, tırnağın deriye bitişik ve derinin kas, damar, kan, kemik vs. gibi kısımları olup olmadığını düşünmektir. Böyle düşünmekten Allah’a sığınırız.

Tasvir edilmesi mümkün olmayan şeylerin, saygı sınırları içerisinde kalacak sıkı bir zorunluluk içerisinde ifade edilmesi ve sınırların aşılmaması gerekir. Bu halde, hükümdar olarak, Allah’ın Taht’a (Arş) sahip olduğuna inanmak gerekir; ama, bu tahtın sadece resmi törenler vesilesiyle kullanıldığını; bu Hükümdar’ın boş vakitlerini yakınlarıyla geçirdiği, yatıp uyuduğu vs. özel daireleri olduğunu düşünmek de gülünç olacaktır. Ayrıca, Taht’ın şekli ve bulunduğu yeri sormaktan da kaçınmak gerekir. Zira Kur’an’da “Taht” (Arş) kelimesi, yarattığı kullarının karşısında Allah’ın mutlak kudretini tasvir etmek için kullanılmıştır; insanın bu dünya hayatında tanıyıp bilebildiği ve sadece maddî araçlarla yapılan bu tasvir, maddî olmayan ve insan akıl ve idrâkinin ötesindeki Allah’ı tanımlamakta yetersiz kalacaktır. Eğer böyle bir yaklaşım tarzı benimsenmezse, bu kez bilimsel araştırmalarında hiç şüphesiz samimi oldukları halde, bazen insanî mantıklarının aşırılıkları yüzünden yanlış yollara sapan bir kısım Mutezile bilginlerinin ve diğer Müslüman düşünürlerin işledikleri hatalara düşülecektir.

Acizane görüşüme göre, Allah nasıl tasvir ediliyorsa Mirac’ı da o şekilde tasvir etmek gerekir: Kur’an ve Hadis’te açıkça ifadesini bulan anlatımlara inanmak ve öte dünyaya ait alemlerin söz konusu edildiğini ve insan hayal gücünün hissedip de ifade edemediği şeylerden bahsedildiğini göz ardı etmemek gerekir. Önemli olan içeriktir, yani insanın Allah’a yükselişidir, yoksa bunun şekli, “nasıl” ve “nerede” olduğu değil. Bu, tamamen manevî âlemde cereyan etmiş bir olaydır ve onu, coğrafî ve turistik anlamı içerisinde değil, tasavvufî boyutu içerisinde ele almak gerekir.

Kuşkusuz mizaç ve yaratılışlar birbirinden çok farklıdır: Mirac’ın ertesi günü, Ebû Bekir henüz Resulullah (AS)’ın başından geçenleri onun ağzından dinleme fırsatı bulmadan önce, bazı müşrikler kendisine şöyle sormuşlardı: “Dostunun anlattığı şu yeni olay hakkında, yani gökyüzüne götürüldüğüne ve Allah tarafından kabul edildiğine dair sözleri hakkında ne düşünüyorsun?” Ebû Bekir şöyle cevap verdi: “Onun söylediği her şeyin doğru olduğuna inanıyorum.” Nakledildiğine göre, İslâm’ı yeni kabul etmiş olan bir grup insan, bu olayın büyüklüğüne dayanamayıp dinden çıkmışlardır. Yine anlatıldığına göre, Ebû Zerr, bu olaya tüm kalbiyle inanmakla birlikte, daha ayrıntılı bilgi almak için bazı sorular sormaktan da kendini alamamıştı: “Allah nasıldı? O’nu nasıl görebildin” vs. gibi. Dediğimiz gibi, türlü türlü mizaç ve yaratılış vardır.

Büyük siyer bilgini İbn Hişâm’ın açıkladığı bir olayla bu giriş bölümünü bitirelim: Vahiyler, Resulullah (AS)’a her çeşit vesile ile ve değişik biçimlerde geliyordu. Ancak Hira mağarasında kendisine gelen ilk vahiy, Resulullah (AS) uyuduğu sırada, rüyada iken gelmişti. Bu duruma şaşırmamalıyız. Zira alışılmadık ve tuhaf bir olay ilk kez meydana geldiğinde hissedilen sarsıntı, insan kalbinin tahammül edemeyeceği kadar büyüktür. Bu tür olaylara tamamen yabancı bir kimsenin semavî yaratıklarla temas kurması kolay değildir: Bu duruma tedricen alışması gerekir.

Mirac’la İlgili Ayrıntılar

Zurkânî’ye göre, birbirinden az ya da çok farklı rivayette bulunan en az 45 sahabe bize Mirâc olayı hakkında bilgi vermiştir. (Hz. Aişe gibi, henüz pek genç oldukları için, vukuundan hemen sonra olayın iç yüzünü kavrayamayanların anlattıklarını da küçümsememek gerekir. Zira daha sonra Resulullah (AS)’ın hanımı olması dolayısıyla, doğrudan doğruya Resulullah’la ilgili ayrıntıların sorulabileceği en uygun kişi idi. Ayrıca Resulullah (AS) onun zekâsını, entelektüel merakını ve ilime düşkünlüğünü yakından biliyordu (Bk. Buhârî, 3/35). Öte yandan, olayı anlatanların çokluğu, özellikle mirâc sırasında yaşanan olaylarla ilgili olarak bazı farklı durumların ortaya çıkmasına da yol açmıştır. İbn Kesîr, bu farklılıkları Tefsir’inde göstermiş ve bunlardan birinin diğerine tercih edilmesinde gözetilecek fıkhî görüşlerini de belirtmiştir. Biz, genel olarak onu esas almaktayız. Ama önce olayları Buhârî’nin ifadesine dayanarak özetleyelim:

Bir gece, Resulullah (AS) henüz yatağına yatmıştı.268 Kendisini uyku ile uyanıklık arasında hissettiği bir sırada Cebrâil gelip Resulullah (AS)’ın göğsünü yardı ve kalbini yıkadı. Daha sonra kendisine Burâk adında, oldukça gösterişli bir binek hayvanı takdim etti ve birlikte, Ka’be’den doğruca birinci semaya doğru çıktılar. Koruma görevlileri kapıyı açtılar ve Resulullah (AS) orada kendisini karşılayan Adem (AS) ile karşılaştı. Daha sonraki ikinci semada iki kuzen olan İsa ve Yahya (AS) vardı. Sonra sırasıyla üçüncü semada Yusuf (AS)’la, dördüncü semada İdris (AS)’le, beşinci semada Hârun (AS)’la, altıncı semada Musa (AS) ile ve yedinci semada da, arkasını Beytu’l-Ma’mûr mescidinin duvarına yaslayıp dinlenen İbrahim (AS)’le karşılaştılar. (Görünüşe bakılırsa, Kur’an’ın 17. sure 1. ayetinde adı geçen “en uzaktaki mescit” (Mescid-i Aksâ) burası olsa gerektir). Daha ilerde, sınır “Sidre” ağacı ile (bk. Kur’an, 53/14) belirtilmişti. Cebrail (AS) şöyle dedi:
“Ben bu sınırın ötesine geçecek olursam, ilahî tecellî gereği yanarım, ama sen davetlisin, ilerle!”
Cebrail (AS), sınır görevi üstlenen Sidre ağacından sonra İlâhî Huzur’un eşiğine varıncaya dek izleyeceği yolu kendisine tarif etti. Yolda Muhammed (AS) önce, ilahi hüküm ve kararları yazan kalemlerin (günümüzün deyimiyle, sekreterlik bürosundaki daktiloların) çıkardığı gürültüyü işitti. Daha sonra, Kur’an’ın ifadesiyle (Necm: 53/9), aralarında sadece bir yayın iki ucu hatta daha az bir mesafenin kaldığı İlâhî Makam’a vardı.269 Burada, Muhammed (AS), namazın tahiyyat bölümünde okuduğumuz şu duada bulundu:

Et-Tahiyyatu li’llahi ve’s-Salevâtu vet’-Tayyibâtu
Kutsanmış, saf ve içten gelen salât ve selâmlar Allah’a aittir!

Allah, bu duaya şöyle karşılık verdi:

Es-Selâmu aleyke eyyuhe’n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berakâtuh.
Ey Nebî! Selâm da, Allah’ın rahmet ve tüm bereketleri de senin üzerine olsun!

Muhammed (AS) şöyle karşılık verdi:

Es-Selamu aleynâ ve alâ ibâdillahi’s-sâlihîn
Selâm bizlerin ve güzel davranışlarda bulunan Allah’ın sâlih kullarının üzerine olsun!

Daha sonra, Kur’an’ın ifadesiyle (Necm: 53/10), “Allah Kulu’na (Muhammed’e) vahy etmek istediği şeyi vahy etti ve daha önce Musa (AS)’ya on emri (Evâmir-i Aşere) verdiği gibi, oniki emri vahy etti; bu konuya ilerde tekrar değineceğiz. Hadis’e göre Allah, kendisinin birliğine iman eden ve Muhammed’i resul olarak kabul eden bütün Müslümanların, eğer günahları varsa Cehennem’de bir süre cezasını çektikten sonra kurtulacaklarını vaat ederek, Muhammed (AS)’i çok cömert bir biçimde onurlandırmıştı. Daha sonra Allahu Tealâ, Arş-ı A’lâ’daki Hazinesinden Kur’an’ın ikinci suresinin (Bakara) son iki ayetini çekip çıkarmış ve onları bu yolculuğun bir anısı olarak kendisine hediye etmiştir. Nihayet Allah, günde beş vakit namazı farz kılmıştır. (Aslında bu rakam 50 idi, ama daha sonra, dönüş yolculuğu sırasında Musa’nın tavsiyesi üzerine, sayının azaltılmasını istemek için İlâhî Eşiğe tekrar varmış, sonunda bu rakam, her biri on vakit yerine geçmek üzere beşe indirilmiştir (Krş. En’am Suresi: 6/160). Bu arada Cebrail kendisine Cennet’i, oradaki nimetleri ve bu nimetlere layık görülen insanların mutlu hallerini; aynı şekilde Cehennem’i ve orasının korkunç hallerini ve bu hallere layık görülen insanların hallerini göstermiştir. Sonra gökyüzünden inilip, tüm eski peygamberlerin kendisini karşıladıkları ve kılacakları namaz için imamlık yapmasını istedikleri Kudüs’e varmışlardır (Zira artık onların kutsal görevleri sona ermiş, oysa onunki yeni başlamaktaydı). Buharî’de yer alan bu hadise göre, daha sonra Mekke’ye dönülmüş ve Muhammed, kendisini Ka’be’nin avlusunda bulmuştur.

Hz. Resulullah (AS)’ın sahabelerinin aklına da birçok soru takılmıştı. İşte bunlarla ilgili bazı hatıralar:

Kendisine “Allah’ı gördün mü?” diye soran Ebû Zerr’e, Resulullah (AS) şöyle karşılık verdi: “O bir nûrdur, onu nasıl görebilirim?” Hz. Ayşe de bu konuyla ilgili olarak öğrencilerine şu cevabı veriyordu: Kur’an’a göre “insanın bakışları Allah’a erişemez” (En’am: 6/103); ve “Allah bir kimseyle ancak vahiy yoluyla ya da bir perde arkasından konuşur” (Şura: 42/51). “O’nu bir defasında da Sidre-i Münteha’nın yakınlarında gördü” (Necm: 53/13-14) ve “Kuşkusuz O’nu apaçık ufukta gördü” (Tekvîr: 81/23) ayetlerine dikkati çekildiğinde ise, Hz. Ayşe şu açıklamayı yapmıştır: “Resulullah (AS) burada Cebrail’in söz konusu olduğunu ve O’nu Allah değil de bir melek biçiminde görmüş olduğunu söylemiştir.”

Resulullah (AS)’ın Mekke’den Kudüs’e ve oradan da gökyüzüne mi yükseldiği, yoksa Mirac dönüşü sırasında mı Kudüs’e uğradığı konusunda ihtilaflı rivayetler vardır. Kudüs’e uğrayışın dönüşte gerçekleştiği rivayetini benimseyen İbn Kesîr gibi bir kısım yazarlar, örneğin şu tür delillere dayanmaktadırlar: Muhammed (AS)’ın Allahu Teala ile göklerde buluşmasının ardından, önceki peygamberlerin kendisini kutlamak için karşılamaları, ve artık ilahi görevlerinin sona ermiş olması nedeniyle ondan kendilerine imam olmasını istemeleri normaldir. Bu ilim adamları, “Allah’ın kulunu Mescid-i Haram’dan (Kabe) en uzak mescide (Mescid-i Aksâ’ya), Kudüs’e götürdüğünü” ifade eden ayete (İsra: 17/1) dikkatleri çekildiğinde, Kur’an’a göre (Rum: 30/3) Filistin’in Resulullah (AS) için “en yakın ülke” (Edne’l-Arz), sınırdaş memleket, Arabistan’ın hemen yanı başındaki komşusu olarak nitelendirildiği, bu durumda, en uzak mescidin en yakın ülkede bulunamayacağı cevabını verirler. Yine bu ilim adamları en uzak mescidin (İsra: 17/1), meleklerin sürekli ibadet halinde bulunduğu semavî bir mescit olduğu kanısındadırlar.270 Ka’be ile bu semavi mescit arasındaki eksene Resulullah (AS)’ın bir başka hadisinde de dikkat çekilmiş ve Ka’benin tam olarak bu semavi mescidin altında bulunduğu, başka bir deyişle, bu mescitten bir taşın atılması halinde Ka’be’nin damına düşeceği bildirilmiştir.

Bu semavi yolculuğu, Kur’an “Sana gösterdiğimiz o görüntüleri (rü’ya) ancak insanları sınamak için meydana getirdik” (İsra:17/60) şeklinde nitelendirmektedir. Yukarıda belirtmiş olduğumuz Buhari’den nakledilen hadiste, Resulullah (AS)’ın dönüş yolculuğu sırasında uyandığında, kendisini Ka’be’nin avlusunda bulduğunu görmüştük. Bu konuda daha farklı düşünen Taberî ve Râzî şöyle derler: Eğer sıradan bir rüya söz konusu olsaydı, Mekke’li müşriklerin isyan edip ona yalan isnat ederek başkaldırmaları için bir neden olmazdı. Ancak müşriklerin karşı çıktığı şeyin bir rüya düşüncesi değil de, Allah’ın, kendilerinin düşmanı olan Muhammed’i, daha büyüğü hayal edilemeyecek övgü ve şereflerle kabul etmesi olduğu da düşünülebilir. Bu arada, peygamberlerin gördüğü rüyaların uyanıklık halinde başlarından geçenlerden daha az değerli olmadığını da hatırlatalım. Muhammed (AS)’e Hira mağarasında iken gelen ilk vahiy rüya halinde vuku bulmuştu. Kur’an’a göre İbrahim (AS) çok sevgili biricik oğlunu kurban etme konusundaki ilahi buyruğu bir rüyada almıştı (Saffat: 37/102-105). Tevrat’a göre, Yakup (AS) da, Allah’ı gördüğü bir rüyaya nail olmuştu (Tekvîn 28/12). Süleyman (AS)’a da Allah rüyada iken görünmüştü (Hükümdarlar I, 3/5, 9/2). Bu arada, Buhari’nin ifadesiyle, Resulullah (AS)’ın bizzat nitelendirdiği bu halin uyku ile uyanıklık arasında olduğunu da göz ardı etmeyelim.

Mi’racın uykuda mı yoksa uyanık iken mi cereyan ettiği hususu daha ilk günlerden itibaren tartışma konusu edilmiştir. Ibn İshak, Resulullah (AS)’ın hanımı Ayşe’ye göre, Mi’rac’ın uykuda iken olduğunu nakleder (Bu konuda Suheylî’nin Ravz adlı eserine ve Taberi ile İbn Kesîr’in de Kur’an tefsirlerine vs. müracaat ediniz). Ayşe (RA), “Onun bedeni asla gözden kaybolmadı, onun ruhu nakledildi” diyerek, bu konuda ısrar eder. Resulullah (AS)’ın kayınbiraderi ve vahiy kâtibi Mu’aviye de aynı görüştedir. İbn el-Kayyım’a göre (Zad el me’ad), Hasan el-Basrî de aynı kanıdaydı. İbn Kayyım’ın kendisi de, bu semavi yolculuğun uyanıkken ama ruhen cereyan ettiğini söylemeyi yeğlemektedir. Sonraki kuşaklardan (Müteahhirîn’den) Şah Veliyyullah Dihlevî, aklî ilimlerle tasavvufî ilimleri bir araya getirmekle ünlüydü. Ona göre Mirac bedenen cereyan etmiş, ama o sırada beden ruhun niteliklerini taşır bir halde bulunmuştur. Kuşkusuz, Mi’rac’ın tamamen bedensel bir olay olduğunu ve bunun uzayda fiilen meydana gelen bir yer değiştirme olduğunu söyleyen başka kimseler de vardır.

Daha önceki dönemlerde yaşamış olan ve Mi’rac’ın fiilî bir yer değiştirme olduğunda ısrar eden bilginlere sonsuz saygı duymakla birlikte, ben kendi kendime, bu yer değiştirme olayının Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olma sıfatına ters düşüp düşmediğini sorarım. Kur’an’da Allah bizzat şöyle açıklamaktadır: “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf: 50/16). Bir başka ayette ise: “(Can boğaza geldiği zaman, hastaya) biz sizden daha yakınızdır” (Vâkı’a: 83-85). “Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir” (Mücâdele: 58/7). Kısaca, biz nerede isek O da oradadır (Hadid: 57/4, Mücâdele: 58/7). Aynı mealde daha birçok ayet vardır. Şayet Allah’ın bizimle ve bize çok yakın olmadığı ve O’nu gökyüzündeki Arş’ı üzerinde aramak gerektiği öne sürülürse, bu anlayış Allah’ın Arş’tan, Arş’ın göklerden, göklerin de bu kâinattan daha küçük olduğu anlamına gelir ki, Allah böyle düşünmekten bizi korusun!

Olayları kendi konumları içerisinde değerlendirmek en iyisidir. Bu yorum ve hüküm çıkarmalardan hiçbiri Resulullah (AS)’den kaynaklanmadığı ve Resulullah (AS) de bu konuyla ilgili olarak hiçbir açıklamada bulunmadığı, dahası, Resulullah (AS)’ın ashabının da bu konuda farklı görüşlere sahip olmaları nedeniyle, söz konusu ihtilaflar burada herhangi bir kimse ya da grubu sapıklık ya da Ehl-i Sünnet yolundan sapma gibi ithamlara yol açmamalıdır. Herkes Allah’ın kendisine nasip ettiği bilgi ve hikmet yolunu izlemekte ve kendisini tatmin eden alimin delillerini benimsemekte özgürdür. Şahsen ben, bir Müslüman için bu anlamsız tartışmaya katılmamasının daha iyi olacağı kanısındayım; bunun yerine, Allah’ın insanlığa bağışlamış olduğu Mi’raç gibi yüce bir lütuftan manevî olarak yararlanmak gerekir. Resulullah (AS)’ın özellikle ifade ettiğine göre (bk. Ibn Hanbel, III, 321, 339; Suyutî, vs.), namaz mü’minin miracıdır (başka kaynaklarda Allah’a yaklaşma, kurban ya da Allah’ın burhan’ı ifadesi kullanılmaktadır). Resulullah (AS)’ın mirac’ı kendisine, bizim miraclarımız da, bireysel liyakatlerimize göre kendimizedir. Bununla birlikte, daha İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren, Mirac’ın değişik yorumlara konu teşkil ettiğini görürüz. Hoşgörülü olmamız gerektiği düşüncesiyle bu kadarla yetiniyoruz.

Yukarıda Musa (AS)’nın kendi mirac’ında On Emir (Evamir-i Aşere) (bk. Çıkış, 20/3-17, Tesniye, 5/6-21), oysa Muhammed (AS)’ın Oniki Emir (İsra: 23-39) aldığına işaret edilmişti. Bu emirleri şu şekilde karşılaştırmak mümkündür:

Kur’an
1. Ancak O’na ibadet ediniz.
2. Ana-babaya iyilikle muamele et.
3. Akrabaya, fakire ve yolda kalanlara hakkını ver.
4. (Bu konuda) ne cimri, ne de savurgan ol.
5. Geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz.
6. Zinaya yaklaşmayınız.
7. Haklı olduğunuz durumlar dışında kimseyi öldürmeyiniz.
8. (Sorumluluğunuz altındaki) Yetimlerin mallarına ancak güzel niyetlerle yaklaşınız.
9. Verdiğiniz söz ve vaatleri yerine getiriniz.
10. (Tartarken) Ölçüyü tam yapın.
11. Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın şeyin ardından koşma
12. Yeryüzünde gurur ve kibirle yürüme!
Tevrat
1. Benim huzurumda başka ilahlara tapmayacaksın.
2. Yontma put ya da resim yapmayacak, onların önünde secde etmeyeceksin.
3. Zat-ı Ezelî olan Rabbinin adına boş yere yemin etmeyeceksin.
4. Dinlenme gününü (yevm-i sebt) hatırla.
5. Babana ve annene hürmet et.
6. Asla adam öldürme.
7. Zina etmeyeceksin.
8. Hırsızlık yapmayacaksın.
9. Yalan şahitlik yapmayacaksın.
10. Komşunun/akrabanın evine göz dikmeyeceksin, komşu ve yakınının hanımına, erkek ya da kadın hizmetçisine, öküzüne, eşeğine, ya da komşuna ait herhangi bir şeye göz dikmeyeceksin.

Bu oniki emri zikrettikten sonra, Kur’an şu eklemede bulunur: “ (Ey Muhammed!) İşte bunlar, Rabbinin sana vahy ettiği hikmetlerdir” (İsra: 17/39).

Çağdaşımız Süleyman Nedvî, Resulullah (AS)’ın hayat hikâyesi (Sîret) ile ilgili olarak, İsrâ suresinin hemen tamamının Mi’rac’ı anlattığı tespitinde bulunmuş ve konuyu şöyle analiz etmiştir:

Mi’raç, ilâhî kudretin bir göstergesi olduğu kadar, Rabbinin eşiğine kadar yücelme imkânı vererek kulu Muhammed (AS)’a bahşettiği ilahi bir lütuf olarak da değerlendirilmelidir. İslam Peygamberi, tüm peygamberlerin ayrı ayrı elde etmiş olduğu nimetleri kendi nefsinde toplamış ve böylece, iki kıble’nin, yani Adem ve İbrahim (AS)’ın Ka’be’si ile Süleyman (AS) ve ondan sonra gelen peygamberlerin kıblesi olan Kudüs’ün peygamberi olmuştur. Bu surede Mekkeli müşriklere yönelik bir ceza tehdidi, Muhammed (AS)’ın Medine’ye hicret kararı, emirlerin açıklanması, Muhammed (AS)’ın peygamberlik vasfını ve Kur’an’daki ilahi vahyi tartışan kimselere de bir cevap vardır. Öldükten sonra dirilmenin ve mucizelerin gerçek olduğu, Musa (AS)’nın başından geçenlerden çıkarılması gereken derslere (kıssadan hisse) ait işaretler de bu surede yer almaktadır.

Bu arada, Tevrat, Musa (AS)’ya verilen On Emir’den söz etmekle birlikte, Kur’an, “Andolsun ki biz Musa’ya açık açık dokuz ayet verdik” (İsra: 17/101) buyurmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, gerçekte On Emir söz konusu iken, Resulullah (AS)’ın Tirmizî, İbn Hanbel, Nesâî, İbn Mâce, Taberî gibi hadisçilerce nakledilen bir açıklamasına göre, sadece Yahudiler için olan sebt günü ile ilgili emir bunların dışında tutulmuştur. Kur’an da, sebt gününün genel bir ilahî emir olmayıp, cemaat halinde yapılan haftalık ibadetlerde ayrı baş çektiklerinden, Yahudiler için ihdas edildiğini açıklamaktadır. (Nahl: 16/124).

Konuyu bitirmek için, Arş’ın Hazinesinden çekip çıkarılan ve Bakara suresinin son iki ayetinden oluşan şu ilahî hediye konusuna değinelim:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık. Dönüş sanadır!’ dediler.”
“Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Ey Rabbimiz! Eğer unutur ya da hataya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize, üstesinden gelemeyeceğimiz işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize merhamet et! Çünkü Sen bizim efendimizsin! Öyleyse kâfirler güruhuna karşı bize yardım et!” (Bakara: 2/285-286)

Gerçekten bu çok harika bir durumdur! Bu iki ayetten ikincisini tekrar ele alalım: “Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler.” Bu ne hoş bir lütuf ve nimettir! Eğer bir görevin mutlak bir mükemmellik içerisinde yerine getirilmesi gerekseydi insanın hali nice olurdu? Ama eğer herkesin kendi güç ve yeteneğine göre elinden geleni yapması gerekirse, en az yetenekliler için bile bir kurtuluş ümidi var demektir. Ayette “yaptığımız iyilik” ve “bilerek yaptığımız kötülük” arasındaki ayrıma da dikkat çekilmektedir.

Öte yandan, ilk ayet insanlık adına, uluslararası ve dinlerarası ilişkiler adına çok büyük bir lütuftur: Yalnız ve sadece Muhammed (AS)’e ve Kur’an’a değil, tüm peygamberlere ve kutsal kitaplara inanmayı emretmektedir! Böyle bir hoşgörü diğer dinlerde duyulmuş şey değildir. Bu hoşgörü anlayışı, din ve ırklarının farklılığına rağmen yeryüzündeki tüm insanlar arasında barış ortamını tek başına oluşturmaya muktedirdir: Ancak bir İslamî yönetim ortamında, Müslüman olmayanlar için bile barış ve adalet mümkün olabilir ve tarih boyunca da öyle olmuştur.

Son Birkaç Uyarı

Bu semavî yolculuğun dönüşünde Resulullah (AS) bu “gece yolculuğu” (İsrâ) sırasında manevî alemde başından geçenleri anlattığında, kendisini dinleyenlerin tepkileri çok farklı olmuştu: Bazı Mekkeliler onunla alay edip, kendisinden Kudüs şehrini tarif ve tasvir etmesini istediler. Kimileri ise Filistin istikametinden gelecek olan ve günlerdir bekledikleri kervanlarının şimdi nerede bulunduğunu söylemesini istediler. Biri de Ebû Bekir’in evine koşarak, ona bu yeni “skandal”ı haber vermek istedi. Ama o sadık insan, bir an bile tereddüt etmeyip “Muhammed (AS)’ın söylediği her şeyin doğru ve gerçek olduğuna şehadet ederim” dedi. O günden itibaren, Ebû Bekir, Müslümanlar nezdinde herkesin gıpta ettiği Sıddîk lakabına nail olmuştur.

Ramazan ayında Resulullah (AS)’a ilk vahyin geldiği geceden sonra, Mi’raç da, on yıl kadar sonra Recep ayının 27. gecesi vuku bulmuş ve Müslümanlar tarafından büyük törenlerle kutlanan bir gece olmuştur.

Delil, Ayet ve Hikmetlerle Dolu Bu Gecenin Son Saatleri

İlahi huzura kabul edilip yeniden insanlar arasına dönen Muhammed (AS), kendisine yöneltilen ilâhî tebliğ görevini yerine getirmede eskisinden çok daha kararlı hale gelmişti. Artık, önyargılarla dolu olan kendi hemşehrilerinden çok ümitli değildi. Bununla birlikte, Mekke’ye uğrayan yabancı ziyaretçileri de ihmal etmedi. Nitekim onların nazarında çok da başarılı olmuştu. Hicret’ten önceki son yıllarda cereyan ettiklerinden emin olunmasına rağmen, aşağıdaki olayların kesin tarihlerini belli bir kronolojiye oturtmak zor görünmektedir:

İbn Hacer’in ifadesine göre,272 Orta Arabistan bölgesinde yaşayan Benî Hanife kabilesinin reisi Sumâme ibn Usâl, Mekke’ye uğradığı bir gün Muhammed (AS)’e şöyle dedi: “Daha çok konuşursan seni öldürürüm.” Ancak bu konuda ayrıntılı bilgi verilmemiştir.

Yemen’deki Devs kabilesinden Tufeyl ibn Amr, bir şair ve oba reisiydi. Kendisini, Muhammed’in sözlerini dinleyenlerin fitneye uğradığı ve ailelerinde karılarla kocaların, çocuklarla ana-babalarının arasında ayrılıklar yaşandığı dedikodusuna inandırmışlardı. Tufeyl bu düşünceye kendisini o denli kaptırmıştı ki, ne zaman Muhammed (AS) orada iken Ka’be’nin önüne gelse, Muhammed’in büyüsünün kendisine erişmemesi için kulaklarına pamuk tıkardı. Bir gün, kendi kendisine: “Ne kadar batıl inançlı biriyim ben! Onun sözlerini duymakta ne kötülük olabilir? Eğer bu sözlerin herhangi bir değeri var ise, buna kendi kendime karar verecek kadar aklım ve mantığım vardır.” Bu düşüncelerle, Kur’an’ı dinledi ve Kureyşlileri büyük kederler içerisinde bırakarak, derhal İslam’ı kabul etti.

Yemen’in Ezd kabilesinden Damâd, büyük bir sihirbaz olarak ün yapmıştı. Mekke’ye uğradığı bir sırada, Kureyşlilerden şehirde bir “rakib”inin bulunduğunu öğrendi ve onlara, gidip onu iyileştireceğine dair güvence verdi. Muhammed (AS)’ın yanına vardı ve onun kendisinin sihirli sözlerini dinlemesini istedi. Ancak Muhammed (AS), Allah’ı yüceltip O’nu sena eden, O’nun sıfatlarını ve sonsuz kudretini ihtiva eden ayetleri okuyunca Dâmad o denli etkilendi ki, Resulullah (AS)’a bunları üç kez tekrar ettirdi; sonra da İslam’ı kabul etti.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu