ArşivŞia Gerçeği

Şia Nedir ve batıl görüşleri nelerdir?


   “Şia” kelimesi lügavi anlamı bakımından ele alınacak olursa “bir kimsenin yardımcıları, ve ona tabi olanlar” şeklinde manalandırılmaktadır. Aynı fırkanın bir diğer ismi olarak bilinen “Rafidi” yahud “Ravafıda” kelimesi ise kökü bakımından “terk etme” manasındaki “Rafd” kökünden gelmesi hasebiyle “Terk edenler” “ayrılanlar” manasındadır. Komutanını terk eden her bir ordu ya Ravafıd denilmektedir. Daha sonra bu kelimeler Ulema arasında lügat anlamları ile de bağlantılı bir şekilde kullanılmıştır. Mesela, Tabi olma manasını taşıyan “Şia” kelimesi Hz. Ali’ye (Radıyallahu Anhu) ve ehl-i beytine tabi olan, onları dost edinen bu fırkanın bir ismi olarak kullanılmıştır.
   Yani fakihler, mütekaddim ve müteahhir kelamcılar bu ismi, âmdan hassa nakl yoluyla Hz. Ali’yi diğer hulefa’ya tercih eden , Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den sonra açık veya gizli nas ile hak imam odur diyen ve “İmamet ve hilafet Hz Aliden ve onun evladından çıkmaz. Çıkarsa bu diğerleri tarafından yapılan bir zulüm yahud bunlar tarafından yapılan bir takiyye ile çıkar diyen güruh hakkında kullanmışlardır. “Terk etme” manasındaki “Rafd” kelimesinden gelen “Rafıdi” lerin bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi ise; Daha üstünü var iken ondan daha alt seviyedekinin imam olabileceğini savunan Zeyd bin Ali’ye itaat etmeleri ve bu sebeble Hz. Ali’nin imametinin zaruri olduğunu söyleyenleri terk etmeleri olarak belirtilmektedir.
   Şia mezhebini diğer sapık fırkalardan ayrı kılacak göze çarpan en belirgin özelliği, sırf kendi akidesini savunma ve doğru çıkarma adına Kur’an ayetlerine yaptığı tutarsız tefsir ve teviller ile Resul-i Ekrem (Sallallahu aleyhi ve Selem)’e yaptığı asılsız isnadlardır. Şiilerin bu konudaki cesaretlerini birkaç örnek çerçevesinde müşahhaslaştırmak gerekirse Rahman süresinde bulunan “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir” ayet-i kerimesinde ki iki denizden birinin Hz. Ali diğerinin Hz Fatıma olduğunu söylemeleri , ve Resulullah Aleyhissalatü vesselam’a “Ali Beşerin en hayırlısıdır bunu inkâr eden kâfir olmuştur”, “Ali bedenime nisbetle başım menzilesindedir”, Takiyyesi olmayanın imanı da yoktur” şeklinde ki rivayetleri isnad etmeleri zikredilebilir.
   Sathî bir bakışla dahi Mezhebin tamamının incelenmesi neticesinde görülecektir ki; Şia mezhebi her açıdan Hz. Ali’nin imametini esas almış, tabir-i diğerle imamet konusu üzerine tesis edilmiş bir siyasi mezhebtir. Ele aldıkları konuların hemen tamamını imamet ile bağdaştırmaya çalışan ve bu uğurda yapmadığı zorlama te’vil kalmayan, bundan da öte Kur’an’a dahi imamet bahsi ile ilgili ayetler derc edecek kadar yozlaşan bu mezheb, Allah ve Resul’üne nasıl iftira edilebileceğinin ve taassub mefhumunun bir insanı nerelere sürükleyebileceğinin ibretlik bir göstergesidir. Öyle ki Şiiler, Hz. Ali’nin imametini inkâr ile beraber Peygamberin nübüvvetini ikrarın bir faide sağlamayacağını savunmuşlar ve bu konuda bazı rivayetleri Hz. Aliye nisbet etmişlerdir. Bir de İmamların Enbiya gibi küçük ve büyük her türlü günahlardan masum olduklarını söylemeleri onların müşterek bir kelimesi kabilinden burada zikredilebilir.
   Mezhebi inceleyen kaynaklar, mezhebin kendi içinde de ayrıldığı fırkalar bahsinde farklılık arz etse de biz bu alandaki şöhreti bakımından Şehristânî’nin izlediği yolu takip edeceğiz. O, bu mezhebe ait başlıca beş fırka bulunduğunu zikretmektedir.
1. Keysâniyye: Hz Ali (Radıyallahu Anh)’în azadlı kölesi Keysan’a nisbet edilmektedirler. Keysan’ın Muhammed İbnu Hanefiyye’nin talebesi olduğu da söylenmektedir. Bu fırkanın müntesibleri Keysan’ı derecesinden fazla yükselterek bütün ilimleri ihata ettiği gibi bir takım itikadlara sahiptirler. Keysan’ın asıl adı “Muhtar İbnu Ebi Ubeyd” olup bu zat nübüvvet iddiasında bulunmuştur. Keysaniye fırkasının da kendi içerisinde “Muhtariyye”, “Haşimiyye”, “Beyaniyye”, “ Rizamiyye” gibi fırkalar varsa da mezhebin görüşlerinin bu gün mevcudiyeti olmadığı için üzerinde durulmasında bir faide yoktur.
2. Zeydiyye: Hz. Ali (Radıyallahu Anh)’ın torunlarından olan “Zeyd bin Ali” ye tabi olanların ismidir. Bu fırka, imameti Fatıma (Radıyallahu anh)’ın evladına hasretmiş, bu soydan gelmeyenin imametinin caiz olmadığını savunmuşlardır. Bu şartları haiz iki kişinin beraberce imam olabileceklerine cevaz vermişler ve bu durumda her ikisine de itaatın vacib olduğunu söylemişlerdir. Zeyd İbnu Ali, kendisine aid böyle bir mezheb olunca Usul ve Furu’a dair bir takım ilimleri tedarik etmek için ilim taleb etmek istemiş ve usul ilmini Mutezilenin reislerinden Vasıl İbnu Ata ‘dan okumuştur. Fakat Vasıl İbn Ata, Zeyd’in ceddi olan Hz. Ali (Radıyallahu Anh)ile Ashabı Cemel ve Ehl-i Şam arasında cari olan savaşlarda tamamen haklı olmadığına ve her iki fırkanın her hangi bir belirginlik olmaksızın hata üzerine olduğuna inanması sebebiyle onu terk etmiştir. Vasıl İbn Ata nın böyle bir itikada sahib olması ve Zeyd’in de ondan okuması sebebiyle kardeşi “Bakir Muhammed” ile aralarında münazaraları olmuştur. Bazı kaynaklar da Zeydiyye fırkası adı altında “Zeyd ibnü Ali’ye nisbet edilen bu akidenin kendisine ait olmadığını ve kendisinin bir yüce imam olduğunu kaydetmektedir.
3. İmamiyye: Bunlar açık naslarla beraber Hz Ali (Radıyallahu Anh)’in imam olduğunu savunmaktadırlar. Bunlara göre dinde imam tayin etmekten daha mühim bir iş yoktur. İmamet, Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’ın açık beyanıyla Hz.Ali’ye tahsis edilmiş ondan sonra sırasıyla oğlu Hasan(Radıyallahu Anh), Hüseyin (Radıyallahu Anh), Ali Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, ondanda Cafer-i Sadık’a kalmıştır demektedirler. Cafer-i Sadıktan sonra İmamiyye fırkası ikiye ayrılmaktadır ki bunlar İmametin Cafer-i Sadıktan sonra İsmail’e naklolunduğunu iddia eden “İsmailiyye” fırkasıyla, Hilafet hakkının Cafer-i Sadık hazretlerinin oğlu Musa el- Kâzım’a aid olduğunu savunan “İsnaaşeriyye” fırkalarıdır. İsnaaşeriyye’ ye göre imamet ahir zamanda gaib imamın gelmesi ile son bulacaktır.
4. Ğaliyye : Bunlar imamları halifelik hududundan çıkarıp ilahlık seviyesine çıkaranlardır. Bazen halifeyi ilah’a benzetmişler, bazen de ilah’ı mahlûkata benzetmişlerdir. Bunların şübhe ve batılları dört akide başlığı altında toplanmaktadır ki bunlar “Teşbih”, “Beda”, “Ric’at”, “Tenasuh” dur. Bu fırkanın her bölgede yaşayan insanlar tarafınca bir ismi bulunmaktadır. Ğaliyye’nin, ayrıldığı on sekiz fırka arasında birinci ve en meşhur fırkası Abdullah İbn Sebe’ye mensub olan “Sebeiyye” fırkasıdır. Abdullah İbn Sebe’, halkı Hz. Osman zamanında halifeye itaattan çıkmaya davet ve teşvik etmiş Yahudi asıllı birisi idi. Bir gün Hz. Ali’ye hitaben (hâşâ) “Sen hak olan ilahsın!” dedi. Hz. Musa’nın vasiyeti olan Yuşa’ (Aleyhisselam) hakkında da aynı şeyi söylemişti. İmamet meselesini ilk önce gündeme getiren budur. Şia’nın Ğaliyye fırkası bu heriften çıkmıştır. Bunlar Hz. Ali’nin vefat etmediğini, İbnü Mülcem’in onu şehit etmediğini savunup İbnü Mülcem’in öldürdüğü kişinin Hz. Ali suretinde bir şeytan olduğunu savunmaktadırlar. Bunlara göre Hz. Ali el’an bulutlardadır, gök gürültüsü onun avazı, şimşek ise kamçısıdır. Bu mezhebin tabileri gök gürlediğinde “Aleykesselam ya Emire’l Mü’minîn” / Ey Mü’minlerin halifesi! Selam senin üzerine olsun” derlermiş.
5. İsmailiyye: Geride de işlediğimiz üzere Cafer-i Sadıktan sonra büyük oğlu İsmail İbn Ca’fer’e hilafetin verildiğini savunanlar bu görüşleriyle hilafetin Musa el- Kâzım’a verildiğini savunanlardan ayrılıp “İsmailiyye” diye adlandırılmışlardır. İnandıkları bazı itikadlar cihetiyle farklı isimlerle de anılmışlardır. Mesela; Kur’an nasslarının zahir ve batını vardır, maksud olan Batınî manalardır” şeklindeki inançları sebebiyle “Batınıyye”, Haram olan şeyleri helal kabul ettikleri için “Haramiyye” adını almaları gibi…
   Buraya kadar olan bölümde Şia mezhebinin ayrıldığı fırkalar ve bu fırkaların kendine has görüş ve itikadlarını muhtasar da olsa aktarmaya çalıştık. Bundan sonra ise mezhebin genel anlamda taşıdığı bir takım inanç esasları üzerinde duracağız.

İmamet Meselesi:

   İmamet meselesi Şia mezhebinde dinin erkânından sayılacak kadar önemli bir dereceyi haizdir. Ta ki Şiiler imameti inkâr eden kimsenin kâfir olacağı ve bu sebeple ebedi cehennemde kalacağını kail olmuşlardır. Bu konuyu misallendirmek gerekirse; Küleyni’nin Ebu Cafer’den rivayet ettiği “ İslam beş şey üzerine bina edilmiştir: (Bunlar): Namaz, Zekât, oruç, hacc, Velâyet dir” şeklinde ki rivayeti zikredebiliriz. Görülmektedir ki Şiiler imameti İslam dininin bir zarureti olarak kabul etmekte ve Namaz, Oruç, hacc, zekât ve oruç gibi dinin rükünleri mesabesinde değerlendirmektedirler. Ve hatta imameti bu rükünler içerisinde en üstünü olarak telakki etmektedirler. Onlara göre “Efendimiz Aleyhissalatü vesselam On iki imamın imametini bizatihi sarih bir şekilde açıklamıştır. Çünkü imamet, nübüvvet gibi olduğundan nassla belli olmalıdır”. Şiilerin hemen tamamının ortak düşüncesi olarak zikredebileceğimiz bu inanç, on ikinci imam (Gaib imam- Beklenen Mehdi)’a gelince bazı görüş ayrılıklarına maruz kalmaktadır. Yani onlar Onbir imamın ilki Hz. Ali (Radıyallahu Anh), on birincisi ise El Hasenu’l Askerî’ dir” görüşünde ittifak halinde olup on ikinci imam hususunda ihtilaf halindedirler. Bu ihtilaf, bazılarına göre şahsın kim olduğu şeklinde olup, diğerlerine göre ise böyle bir imam olmadığı yönündedir.
   İmamet meselesi başlığı altında bu konuyla birebir bağlantılı olarak ele alınabilecek bir diğer bahis de İsmetu’l Eimme/ İmamların her türlü küçük ve büyük günahlardan masum olmaları bahsidir. Bu konuda Ali el Bahrânî şöyle demektedir: “İsmet (sıfatı) imamda aranan bir şarttır. Bizler imametin bunlar için açık nass ile sabit olduğunu isbat edince imamların ma’sum olmaları lazım geldi. Çünkü ma’sum olmayan imam yoktur.” Muhsin Hasan ez Zeyn ise şöyle diyor: “ Şia’ya göre imamet ancak nass ve ta’yin ile olur. Tayin edilen kişinin de Nebi gibi ma’sum olması şarttır. Bu inancın Şia mezhebinde neşet etmesinin sebebi olarak Abdullah İbn Sebe zikredilmekte ve onun bu görüşü ilk olarak Hz Ali (Radıyallahu Anh) hakkında ortaya attığı söylenmektedir. Aslında “Masum imam” inancı Yahudiliğin temelini teşkil ettiği bir inançtır. Çünkü Yahudîler Nebilerin masum olduklarına inanmaz ve hatta en büyük günahları dahi onlara nisbet etme cüretini(!) gösterebilmişlerdir. Onlara ait “Ahd-i Kadim /Eski Ahid ‘e bakıldığında buna misal bulunabilecektir.
   Zikredilenlerden başka bu konuyla alakalı Şiilerin imamet inançları ile ilgili “İmameti inkâr edenleri tekfir etmeleri”, “imamların ilimlerinin vahy yoluyla aldığına inanmaları”, “On iki imamı bütün peygamberlere ve melaikeye tafdil etmeleri”, “Peygamberin risaletinin ancak imamların öğretilmesi ile tamam olacağını kail olmaları”, “İmamların sözlerinin Peygamberin sözü gibi olduğunu söylemeleri”,” Hz Ali’ye Peygamber Aleyhisselam’a yüklemedikleri bir takım fedaili yüklemeleri”, “Hz. Ali’yi (hâşâ) ilah mertebesine çıkarmaları” zikredilebilir.

Humeyni’nin densizliği:

   Bu isimle alakalı özel bir başlık altında bir meseleyi ele alışımız tabii ki hâlî değildir. Zira bu isim, sahte bir ihtilal adı altında milyonlarca gafil ve şuursuz birçok müslümanı kendisine hayran etmiş ve hatta gözü kara birer âşufte yapmıştır. Evet, gerek iyi niyetle ve gerek kötü niyetle birçok Mü’min, Allah ve Resulü hakkında gelişi güzel konuşmayı kendine şiar edinmiş, Hulefa-i Selase gibi seçkin Ashaba saygısız laflar etmeyi mâ lâ budde minh’i kabul etmiş bu densizi bir dahi kabul etmiş ve eşine zor rastlanır bir kahraman addetmiştir. Hâlbuki şimdi bazı misaller üzerinden göreceğimiz üzere işin hakikati zannedilenin tamamen hilafınadır. Çünkü Humeynî, Allah Resulü Aleyhisselam’ın Hz Ali’nin hilafetini tebliğ edip bildirmek hususunda eksiklik yaptığı sonucunu doğuran ahlak dışı şu ifadeleri kullanmaktadır: “ Hadislerin nakli ve bu delillerin tamamından ortaya çıkan Nebi’nin imamet işine davet hususunda insanlardan korktuğudur. Geçmişte vaki olan tarihi haberlere bakan kimse bu korkmasında haklı olduğunu görecektir.” Humeyni’ye göre Efendimiz bu korkusu ve tereddüdünde Allah Teâlâ kendisine “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Şeklinde başlayan İlâhî haber kendisine indirilinceye kadar kalmıştır. Zira Humeyni ve diğer Şiilere göre bu ayet-i kerimede “Rabbinden sana indirilen” şeklindeki cümle Hz. Ali (Radıyallahu Anh)’in imametine işaret etmektedir.
   Humeynî, İmamet meselesini tebliğ etmekten korkması ve bu hususta tereddüd etmesi gibi yukarıda geçen saçma sapan iddialarla da yetinmiyor ve daha da ileri giderek Resul-i Ekrem’in kendisine vahy edilen şeyi tebliğ etmediğine işaret eden şu talihsiz sözleri söylüyor “ Açıktır ki; Nebi İmamet işini Allah’ın ona emrettiği gibi ulaştırsaydı Bu konuda bir takım cehd-ü gayret sarfetseydi İslam beldelerinde bütün bu ihtilaflar çekişmeler ve savaşlar baş göstermez, Dinin usûlü ve furu’u hususunda bu ihtilaflar ortaya çıkmazdı.”
   Basiret sahibi her bir Mü’min için bu ibarelerde alınacak büyük ibretlerin olduğu bedihi bir husustur. Hem Humeynî’nin şu abuzambak ifadelerine ve hem de inanç diye benimsenen şu hezeyanlara İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubatında ,”Risaletu reddi’r Ravafıd”ında Ebu Nuaym el- İsbehanînî’nin “Kitabu’l- İmame” sinde, İbn Hacer el- Heytemî’nin “es- Savaiku’l Muhrika” sı, Yusuf en Nebhânî’nin “el- Esâlîbu’l Bedîa” sı gibi eserlerde yeterli cevaplar bulunabilir. Biz burada yazının hacmini aşmama gayesini göz önünde bulundurarak nakil yapmıyoruz.

Beklenen Mehdi akidesi:

   Şia mezhebinin bariz itikadlarından birisi de “el- Mehdiyyu’l Muntezar /Beklenen Mehdi” itikadıdır. Bu tabir adı altında kasdettikleri kişi ise “Muhammed bin Hasen el-Askerî” dir. Şiilerin “el- Kaim” yahud “el- Hücce” diye tabir ettikleri bu şahıs onlara göre on ikinci imam olmaktadır. Bu inancı taşıyanlar on ikinci gaib imam hakkında çeşitli görüşlerin de sahibidirler. Mesela Muasır bir Şii olan Musa el- Musevî den örnek vermek gerekirse o “Ey İman edenler! Cuma günü namaz için nida edilince Allah’ın zikrine koşun ve Alışverişi bırakın! Şeklinde ki ayet hakkında şunları söylemiştir: “ İşte bu sarih ve kesin nass ile İslam Cuma namazını emretmiş, Allah’a, Resulune ve kitabına inanmakta olan her bir Mü’mine bunu farz kılmıştır. Şu kadarı var ki Şia fukahasının ekserisi bu açık nass hakkında ictihad etmişler ve kişinin Öğle namazı ile Cuma namazını kılması hususunda serbest olduğu şeklinde hüküm vermişlerdir. Çünkü Cumanın kılınabilmesi için İmam-ı Mehdî nin olması şarttır. İşte gaib olması sebebiyle Cuma kesin bir farz olmaktan düşmüştür. ” Görüldüğü üzere bu akideye sahib olanlar, böyle bir fasid akide üzerine fıkhî hükümler dahi bina etmişler ve bu sebeple önü alınamayacak ifrat vartalarına düşmüşlerdir.
   Gaib olduğuna ve Ahir zamanda çıkacağına bu mezheb tarafından inanılan “Gâib İmam” Hicrî 256 doğumlu “Muhammed bin Hasen el- Askerî’dir. Şu an yaşamakta olup, Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın ve ehl-i beytinin vadi ile sabittir. İmameti ve gizliliği tevatür derecesindedir. İmametin, imamın gizli olmasıyla kesilmesi ve Allah Teala tarafından va’d edilmiş bir güne kadar bu şekilde kalması caizdir. Bu kadar sene diri olarak yaşaması ve ahir zamanda çıkacak olması gibi bir mu’cize, onun insanlara imam olması mu’cizesinden daha büyük değildir. “Beklenen Mehdi” nin doğum tarihi, annesinin ismi gibi mesailde mezhebin müntesibleri arasında bir ittifak görülememektedir. Doğumu da garip bir şekilde anlatılmaktadır ki; annesi Mehdi’ye hamile imiş fakat bundan kendisinin haberi yokmuş. Ona hamile kalması ve onu doğurması bir gecede olmuş. Onun hamileliği de karnında tahakkuk etmeyip sol baldırında meydana gelmiş. Secde edici bir vaziyette doğan Mehdi’nin sağ dirseğinde “Hak geldi batıl zail oldu. Zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur.” yazılı imiş!…
Gaybet mefhumu iki merhalede değerlendirilmektedir ki bunlar ;
a)- Gaybet-i Suğrâ
b)- Gaybet-i Kübrâ’ dır.
   “Gaybet-i Suğra” diye tabir ettikleri gaybet Mehdi’nin imamlığı teslim aldığı günden itibaren halktan gizlenmesi ve takdir edilmiş güne kadar bu gizliliğini muhafaza edip insanlar ile vekilleri ve halifeleri vasıtasıyla görüşmesidir. Bu müddet içerisinde takva ve vera larına ittifak edilmiş dört kişi insanların müşkilatını Mehdi’ye sunacak ve onlara bazen şifahi, çoğu kez de yazılı cevaplar ulaştıracaktır. Mehdinin gizli olmasını öldürülmekten korkması şeklinde sebeplendiren Şiiler bu konuda da tenakuza düşmekten kurtulamamışlardır. Zira onlara göre imamlar ne zaman öleceklerini bilmekte ve kendileri isterse ölmektedirler. Tabii ki bu durumda olan bir insanın öldürülme korkusundan dolayı gizlenmesi garipsenecek bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mehdi hakkında Şiilerin inançlarını;
Hz. Hüseyin’in soyundan olması,
Ortaya çıktığında Cibril’in ve Peygamber Aleyhimesselam’ın ona biat edecek olmaları,
Meydana çıktığında Şiilerin Dünya’nın her bir yerinden onun etrafında toplanmaları,
Sahabeyi kabirlerinden çıkarıp onlara azab edeceği,
Hz. Aişe’yi kabrinden çıkarıp ona had sopası vuracağı, (Hâşâ ve Kellâ)…
Arabları ve Kureyş kabilesini öldüreceği,
Haremeyn başta olmak üzere bütün mescidleri yıkacağı,
Yeni bir din, yeni bir kitab ve yeni hükümler ihdas edeceği,
Peygamber Aleyhisselam’dan üstün olduğu vb. şeklinde sıralamak mümkündür.
   Şunu da belirtmek gerekir ki Ehl-i sünnetin de nebevî haberlerin bildirmesi ile ahir zamanda çıkacağına inandığı bir Mehdî inancı vardır. Hatta es- Suyuti, Mehdî hakkında varid olan merfu’ haberlerin tevatür derecesinde olduğunu söyleyip bu konuda yirmi kadar sahabiden rivayet bulunduğunu söylemektedir. Fakat bu inanç Şiilerin yukarıda anlatmaya çalıştığımız itikadından farklıdır. Ehl-i sünnetin inandığı Mehdi kısaca Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’ın ehl-i beytinden olacak, ahir zamanda Dünya zulümle dolduğu bir zamanda çıkıp adaleti ve doğruluğu yayacaktır. İsmi “Muhammed olup, baba ismi de Abdullah olacaktır. O gelince yağmurlar çoğalacak, bitkiler çok olacak yedi yahut sekiz sene yaşayacaktır. Belli başlıklar altında Şiilerin inandığı Mehdi ile ehl-i sünnetin beklediği Mehdi arasındaki farkları zikretmek gerekirse:
1. Ehl-i sünnetin inandığı Medi’nin ismi Muhammed bin Abdullah olup, Şia’nın ki ise Muhammed bin Hasen el- Askeri’dir.
2. Ehl-i sünnetin beklediği Mehdi Hz Hasan’ın soyundan olup, Şiilerin ki ise Hz Hüseyin’in soyundandır.
3. Ehl-i Sünnete göre Mehdi’nin doğumu ve vefatı sair insanlar gibidir. Şiilere göre ise annesi ona bir gecede hamile kalmış ve onu bir gecede doğurmuştur. Dokuz yaşındayken gizli hücresine girmiş ve üzerinden bin yüz elli sene geçmiştir. O ise hala ölmemiş bir vaziyette aynı mekânının da kalmaktadır.
4. Ehl-i sünnetin akidesinde yer alan Mehdi ahir zamanda Müslümanlara yardım için çıkacak ve her hangi bir ayırım gözetmeyecektir. Şiilerin akidesinde yer alan Mehdi ise sadece onlara yardım ve onların düşmanlarından intikam alma gayesi ile çıkacaktır.
5. Ehl-i sünnetin beklediği Mehdi Sahabe’ye ve Ümmehatü’l Mü’minin’e son derece saygılı olup, Şilerin beklediği Mehdi’nin durumu ise yukarıda anlatıldığı vaziyettedir.
6. Ehl-i Sünnetin inandığı Mehdi Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’ın sünnetini ikame edip onunla amel edecek, Şiilerin inandığı Mehdi’de yeni bir din ve kitab getirecektir.
7. Ehl-i sünnet itikadında mevcut olan Mehdi Mescitler bina edip var olanlarını onaracak, Şia itikadında mevcut Mehdi ise Mescidlerin tamamını yıkacaktır.
8. Ehl-i sünnetin akidesinde yer alan Mehdi Allah’ın kitabı Kuran ile hüküm verecek, Şia akidesinde yer alan Mehdi ise Davud (Aleyhisselam)’ın âlinin hükmü ile hükmedecektir.
9. Ehl-i Sünnet itikadında ki Mehdi Doğu’dan çıkacak, Şia itikadında ki Mehdi ise Batı’dan çıkacaktır.
10. Ehl-i sünnet itikadındaki Mehdi yukarıda Suyuti’den de naklettiğimiz üzere tevatür derecesinde ki Nebevi haberler ile sabit olup, Şiilerin inandığı Mehdi ise sadece hevalarında uydurdukları çıkmamış ve çıkmayacak olan asılsız bir yalandan ibarettir.

Beda İnancı:

   Lügatte “Beda” kelimesi “Gizlilikten sonra bir şeyin açığa çıkması” ve “ Daha önceden mevcut olmayan bir düşüncenin daha sonra akla gelmesi” gibi manalarda kullanılır. Mezhebin müntesibleri dahi bu manaca bir “Beda” nın Allah Teâlâ hakkında caiz olduklarını söylemektedirler. Hatta Küleyni bu konuda Allah Teâlâ’nın Her bir peygamberi Şarabı haram kılmak ve Beda’yı Mevla hakkında ikrar etme üzerine gönderdiğini ifade eden rivayetler nakletmektedir. Onlara göre Enbiya ve din imamlarının tamamının beda nın Allah Teala’ya nisbetle var olduğu hususunda ittifakı vardır.
   Aslına bakılırsa “Beda” inancı bir Yahudi inancıdır. Zira Yahudi’lere ait kaynaklar incelendiğinde onların bu şekilde bir itikada yani Allah Teâlâ’nın yaptığı bütün işlere baktığı ve hepsini beğendiği ve Yine Mevla’nın İnsanoğlunun daha sonraları bozulması sebebi ile onları yarattığına pişman olduğuna işaret eden ifadelere rastlanmaktadır. Bu itikadın Yahudilikten Şia mezhebine geçişi ise yine bir Yahudi asıllı olan Abdullah İbnu Sebe’ in eliyle olmuştur.

Sahabeyi tekfir:

  Şia mezhebinin mübtelâ olduğu bir hastalık olarak niteleyebileceğimiz bir arızası da güzide Ashabı tekfir etmeleridir. Kur’an-ı Kerim’in haklarında Allah Tealanın onlardan razı ve onların da Allah’tan razı olduğu şeklinde şehadet ettiği Ashab-ı Kiramı küfürle itham etmekten geri durmaz ve bu hususta varid olan tehditvâri nebevi haberlere de aldırış etmezler. Sahih olarak kabul ettikleri Küleynî’nin “el-Kâfî” sinde Ebu Ca’fere isnad edilen bir sözde o “ üç kişi haricinde Sahabenin tamamının Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’dan sonra dinden döndüklerini söylemekte ve bu üç kişiyi de “Mikdat ibn Esved, Ebu Zer el-Ğifarî ve Selman-ı Fârisî” olarak belirtmektedir. Daha sonradan bazı guruplar bu üç kişiye dört kişi daha ilave etmişlerdir ki onlar da “ Ammar, Ebu Süleyman el- Ensârî, Huzeyfe ve Ebu Amre”dir. Yani bu mezhebe göre Sahabe içerisinde İslamını muhafaza edebilen sadece bu yedi kişidir ve bunun dışındakilerin tamamı küfre geri dönmüştür.
   Tekfir meselesinin şahıslar üzerindeki yansıması genelde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömerin etrafında görülüyorsa da, bazen de Hz. Osman’a gelebilmektedir. Mesela onlara göre, Ehl-i sünnetin Ebu Bekir (Radıyallahu Anh)’ın Fedaili meselesinde en kavi delil olarak kullandığı Kuranda anlatılan mağarada ki olay çok farklıdır. Zira Ebu Bekir’e “Sıddik” lakabının verilmesinin sebebi, onun mağarada Peygamber Aleyhisselam dan sadır olan bir takım mucizeleri görmesi neticesinde kalbinde Nebi’ye karşı hasıl olan “Sen büyük bir sihirbazsın” düşüncesinden başkası değildir. Ve hatta Peygamber Aleyhissalatü vesselam’ın Hz. Ali’yi yatağına yatırıp Hz Ebubekir’i yanına almasının sebebi, Hz. Ebubekir’in ola ki bu haberi müşriklere duyurma ihtimali üzerine mebnidir.
   Hz. Ömer’in ise Beldeleri fethedip İslam’ın yayılması sebebiyle ebedi Cehennem’de kalacağını savunup, onun şehid edildiği günü bir bayram olarak kutlamaktadırlar. Bununla da kalmayıp böyle bir sünnetin Resul-i Ekrem menşe’li olduğunu söylemektedirler. Hz Ali’nin, kızını onunla evlendirmesine de takiyye yaftasını vuran Şiiler bu konuda da garipliklerini sürdürmektedirler. Söz gelimi, onlara göre Hz Ömer’in evlendiği kız Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm olmayıp Necranlı bir Yahudi olan Sehîfe Bintü Cerire isminde birisidir.
   Bunların dışında özellikle Şiilerin tekfir ve tenkid ettikleri sahabeler arasında Efendimiz Aleyhissaltü vesselam’ın amcası Abbas ve oğlu İbn Abbas, Halid bin Velid, Abdullah İbn Ömer, Talha, Zübeyr, Enes bin Malik, Bera bin Azib, Amr İbn As, Aişe (Radıyallahu Anhum) gibi koca sahabiler sayılabilir.
Takiyye:
   İnsanın içinde olan bir takım düşüncelerinin hilafını izhar etmesi manasına gelen “takiyye” Şia’nın temelini oluşturan inançlardandır. İnanmış oldukları meseleleri teyid maksadıyla söylemedikleri yalan ve uydurmadıkları rivayet kalmayan Şiiler bu konuda da aynı tutumu devam ettirmişlerdir. “takiyye” akidesini bir inanç olarak görmekten öte bir vecibe olarak telakki etmişlerdir. Onlara göre “takiyye” Allah Teâlâ’nın kullarına mecburen işlemeleri gerektiği bir vecibe ve çıkış yoludur. Ve bu emir Allah Azze ve Celle’nin kullarına karşı olan namaz emrinden farksızdır. Bu babta zikrettikleri bazı rivayetler ise şu şekildedir:
   “ Efendimiz Aleyhissalatü vesselam Allah Teâlâ’nın Peygamberleri sair insanlardan üstün kılmasının sebebi onları güzel idare etmeleri ve güzel takiyyelerinden dolayıdır” demiştir.”
   “Yine Efendimiz, Takiyye Mü’minin amellerinin en güzellerindendir. Onunla kendisini ve Mü’min kardeşlerini facirlerden korur” demiştir.
   “Hz. Ali (Radıyallahu Anh): arkadaşlarından birine “Takıyyeyi terk etmekten çokça sakın” demiştir.”
   “ Ca’fer-i Sadık dedi ki: Takiyye, atalarımın ve benim dinimdendir. Takiyyesi olmayanın imanı da yoktur.”
   “ Muhammed Bakir’e İnsanların en olgunu kimdir diye soruldu o da “Takiyye’yi en iyi bilenleri ve kardeşlerinin hukukuna en iyi riayet edenleridir” dedi.
   Bunlar ve benzeri rivayetlere bakıldığında Şiilerin diğer meselelerde olduğu gibi bu meselede de müteşeddit yalancılıkları göze çarpmaktadır. Şiiler, bu gibi rivayetleri uydurup mezkûr akidenin sübutunu bunlarla teyid etmekle kalmayıp, bu inanç üzerine yine bir takım fıkhi hükümler bina etmişlerdir. Meselâ Humeyni, “Takiyye” nin ancak Devlet ve otoritenin Şiilerin elinde olmadığı durumda caiz olduğunu aksi durumda yapılan takiyyenin ehl-i beyt imamlarına hiyanet olacağını söylemektedir. Ve yine Humeyni’ye göre takiyye ehl-i sünnetin arkasında namaz kılma ve onlarla nikâh yapma gibi durumlarda söz konusu olabilmektedir. Yani bu normal bir durumda geçerli olabilecek bir değilse de ancak takiyye yoluyla tahakkuk edebilecektir.
   Yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerden anlaşılacağı üzere Şia mezhebinin müntesibleri bir takım rivayetlerle takiyye inancını sabit kılmaktadır. İşte bu kaynakların içerisinde Kur’an-ı Kerim de vardır. Nitekim Şiiler takiyyenin “Ancak onlardan bir korunma yapmanız müstesna” şeklindeki ayet-i kerimeler ile sabit olduğunu savunmaktadırlar. Ve yine onlar bu ameli en çok ehl-i sünnete karşı kullanmaktadırlar. Çünkü onlara göre ehl-i sünnet Yahudi ve Hıristiyanlardan daha şerlidir.

Mut’a Nikâhı:

   Bir kadın ile muayyen bir ücret karşılığında, belli bir müddete kadar nikah akdi yapıp bu akdin bir gereği olması kabilinden bu kadından yararlanmak manasına gelen Mut’a nikahı şiilerce caiz olan bir nikah türüdür. Esasen ehl-i sünnete göre de bu nikah İslâm’ın ilk yıllarında zaruret icabı mübah kılınmışsa da daha sonra ilelebed haram kılınmıştır. Fakat şiiler böyle bir nikah’ın caiz olup olmaması yönünden öte bu tür bir nikahın fedailine dair bir takım Merfu’ rivayetler dahi uydurmuşlardır. Buna bir örnek olması kabilinden söz gelimi Efendimiz “Her kim bir kere mut’a nikâhı yaparsa onun derecesi Hüseyn gibidir. Her kim iki kere mut’a nikâhı yaparsa onun derecesi Hasan gibidir. Her kim üç kere mut’a nikahı yaparsa onun derecesi Ali bin Ebi Talip gibidir. Ve her kim dört kere mut’a nikahı yaparsa onun derecesi benim derecem gibidir” demiştir.
   Ayrıca Cafer-i Sadık “ Mut’a, benim ve babamın dinindendir. Her kim bununla amel ederse dinimizle amel etmiş olur. Ve her kim bunu inkâr ederse dinimizi inkâr etmiş ve dinimizden başka bir dine inanmış olur” demiş(!) tir. Görüldüğü gibi şiilerce meşru’ addedilen mut’a nikâhı, onlara göre dinde çok önemli bir mevkii haizdir. Bu mevkii haiz olmasının sebebi de sırf hevalarından uydurdukları söz gelimi rivayetlerdir. Bu kutsama o kadar ieleriye gidebilmektedir ki mut’a nikâhını inkâr eden bir kişi şiilerce kafir addedilmektedir. Lâkin mesele etraflı bir biçimde incelendiğinde farklı bir boyutuyla karşımıza çıkmaktadır. Zira Mut’a nın mensuh olduğuna ve dolayısıyla haram olduğuna dair toplamı hayli yekûn oluşturacak rivayetler mevcuttur.
   Mut’a nikâhının İslâmın başlangıcında zarurete mebni olarak belirli bir süre meşru kabul edildiğini bazı rivayetlerden anlıyoruz. Mesela Buharinin İbn Mesuddan yaptığı nakilde İbn Mes’ud, elbise mukabilinde kadınların belirli bir zamana kadar nikah edilmesinin bizzat Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından meşru’ kılındığını söylemektedir. Yine Buharî’nin Cabir Bin Abdillah’ tan ve Seleme İbn el- Ekva’ dan rivayetinde onlar, bir nida edicinin kendilerine gelip “Muhakkak ki Resûlullah Mut’a yapmanız için size izin vermiştir” dediğini söylemektedirler. İşte bu gibi rivayetler bize mut’anın bidayet-i İslâmda serbest olduğunu göstermekteyse de meselenin diğer boyutunun incelenmesi neticesinde böyle bir muamelenin neshedilmiş olduğu ve hükmünün de harama intikal ettiği gözlemlenecektir.
   Mut’a nın daha sonradan haram kılındığına dair birkaç misal zikretmek gerekirse, yine Buharî’nin rivayet ettiği “Ali (Radıyallahu anh) İbn Abbas (Radıyallahu Anh)’a Hayber günü Nebi Aleyhisselam ‘ın Mut’a nihahını yasakladığını söylemesi vb. gibi rivayetler zikredilebilir. Mut’a nikâhının bilahare haram kılındığına dair ulema arasında ittifak söz konusu ise de, bu haram kılınma işinin ne zaman tahakkuk ettiği hususunda ihtilaf mevcuttur. Bu gibi bir ihtilafın ise ala külli hal hürmet hükmüne her hangi bir tesiri olamayacaktır.
   Netice olarak diyebiliriz ki her konuda olduğu gibi bu meselede de şia mezhebi alışılagelmiş üslûbunu takınmıştır. Selefe isnad ettikleri bir takım rivayetler sebebi ile içinden çıkılamayacak çelişki ve tezada düşmüşlerdir. Ta ki yaptıkları bazı rivayetlerde mut’anın caiz ve hatta üstün bir amel olduğunda bahsedilirken, diğer bazı rivayetlerde ise muta’nın haram olduğundan dahi bahsedilebilmektedir.

Ric’at Akidesi

   Yukarıda işlenilen “Gaip İmam” konusuyla da irtibatlı olan bu konu şii mezhebinde bir inanç esası olarak kabul edilen bir meseledir. İmamlarının kıyametten önce adaleti ikame edip, düşmanlarından intikam alma gayesi ile tekrar Dünya’ya döneceğini söyleyen Şiiler, bununla beraber mezheplerinde “Ricat” akidesini tesis etmişlerdir. Bu akidelerini de her zaman ve zemindeki tutumlarıyla ayetler ve hadis(!)lerden desteklemektedirler. Söz gelimi Allah Teâlâ’nın “ Andolsun! Zikirden (Tevrattan) sonra Zeburda da “Yere muhakkak benim Salih kulların varis olacak diye yazmıştık” şeklinde inzal buyurduğu ayet-i kerimede anlatılan Salih kullardan maksadın şia imamları olduğunu söylemektedirler. Yine Şiilere göre “Ric’at” meselesi Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sır olup onun hakkında konuşabilmek için gayp ilminden nasipdar olmak gerekmektedir.
   Ric’at meselesine inanmak mezhebin müntesipleri tarafından bir zaruret mertebesinde değerlendirilmektedir. Hatta imamlar bu konuda “Ric’atimize inanmayan bizden değildir” demişlerdir. Kur’an-ı Kerimden bazı ayetlerin ricat hususunda sarih olduğunu söyleyen Şiilerin bazı istidlallerini zikretmek gerekirse şunlar söylenebilir:
   “Her ümmeten ayetlerimizi yalanlayanlardan bir gurubu toplayacağımız ve bunların (topluca hesap yerine ) sevkedilecekleri günü hatırla…” Ayet-i kerimesinde bahsedilen bir kısımlarının toplanıp sevk edileceğinin söylenmesinden, diğer bir kesimin terk edileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca şii bir tefsirci olan Kummî bu ayetin “ricat” e delalet eden en büyük ayet olduğunu söylemektedir.
   “And olsun ki elbette biz o en büyük azaptan önce o en yakın azabtan bir kısmını muhakkak onlara tattıracağız. Ta ki onlar dönsünler” ayet-i kerimesindeki “azab-ı edna” da ricate işaret eden Kur’ani bir tabirdir.
   Tabii ki Ehl-i Sünnete göre böyle bir itikadın fesadı açıktır. Çünkü herhangi bir beşerin öldükten sonra tekrar Dünya’ya dönmesi Kur’an naslarına muhaliftir. Mesela Allah Teala “ Nihayet onlardan birine ölüm gelince Rabbim! Beni Dünya’ya geri gönderiniz ki terk ettiğim Dünya’da Salih bir amel yapayım der. Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Gibi ayet-i kerimelerde bu kanun-i ilâhiyi haber vermektedir. Dolayısıyla, bu kadar sarih naslardan sonra, her hangi bir delile dayanmayan ve mahza ‘indî bir takım zorlama tevillerle Kur’an ayetlerinde adeta operasyon yapmanın sapıklıktan başka bir kavramla ifade edilemeyecek süfli bir iş olduğu ortaya çıkmaktadır.
Netice:
   Bizler bu makalede bütün Şia fırkaları ve inanç esaslarını serd etme davasında olmadığımız için böyle bir sonuca vardığımızı söyleyemeyiz. Bu makalede yapılmaya çalışılan mezkûr mezhebin belli başlıklar ve esaslar çerçevesinde sınırlı bir müzakeresini yapmaktan ibarettir. Aksi halde tabii ki Şia mezhebi gerek fırkaları ve gerekse temel inançları açısından burada zikredilenlerle munhasır değildir.
   Netice olarak diyebiliriz ki; Mü’min için en önemli şey, istikamet üzere bir hayat ile taassubtan gayet uzak, hakkı arayan ve doğruya her halükarda teslim olan bir zihin yapısıdır. İslâm’ın galibiyeti ve izzeti ancak ve ancak ilk önce böyle bir tasavvurun inşası ile mümkin olacaktır. Bu noktadan hareketle, Şia mezhebini sadece bir imamet noktasındaki ihtilaflarından bu gün içinde bulundukları noktaya getiren ana müessir/etken, böyle bir istikamet anlayışı ve taassupdan mücerred bir hak arayışı düşüncesinden mahrum olmalarıdır denilebilir. Zira bilenler bilmektedir ki “Bir şeyi sevmen Kör ve Sağır eder” denilmiştir. Allah Teâlâ istikametten ayırmasın. Âmîn! Yâ Erhamerrahimîn.
ÖMER FARUK KORKMAZ
——————————————–
Külliyat-u Ebi’l Beka, Faslu’ş Şin, Mekayisu’l Lüğa ş-y-a maddesi
El Kamusu’l Muhit, el Mu’cemu’l Vasit Babu’r “Ra”
Külliyat-u Ebi’l Beka, a.y.
Sırrı Giridi, Ârâu’l Milel S.107
Külliyat-u Ebi’l Beka, Faslu’r “Ra”
Bkz. Keşşafu Istılahati’l Funun, 1/35
Bkz. Abdurrahman Said Dımeşkiyye, Ehadîs Yahteccü biha’ş –şia 1/315,
Bkz. İhsan İlahi Zahir, Eş- Şîa ve’l Kur’an” S.55
Eş- Şehristani, el- Milel ve’n Nihal S. 118
Diğer bazı kaynaklar Şia’ nın “Zeydiyye”, “İmamiyye”, “Keysaniyye” olmak üzere üç ana fırkadan teşekkül ettiğini zikreder. –Bkz. Et-Tasbîr fi’ddin, Ebu Muzaffer el- İsferaini S.27
Eş- Şehristani, a.g.e, a.y.
Et- Tefsir ve’l Müfessirun, Hüseyin ez- Zehebi C.2 (Mevkifu’ş Şia)
Bkz. Sırrı Giridi, a.g.e. S.151
Eş- Şehristani, a.g.e, S.139
Allah teala’nın şahıslara hulul etmesi gibi bir takım batıl inançlardan kaynaklanan şahısları ilah mesabesinde değerlendirme hastalığına aynı mezhebten bir diğer misal için bak. Abdulkahir el- Bağdadi, el- Fark beynel Fırak (4.Bab, Sekizinci fasıl)
Bkz. Sırrı Giridi, a.g.e. S.108
Küleynî, el Kâfî, Kitabu’l İman ve’l Küfr Babu Deaimi’l İslâm 2/18 Muhammed Beyyûmî, Akaidu’ş Şia S.16
Bkz. Muhammed Beyyûmî, Hakikatu’ş Şia S.44
Muhammed Beyyûmî, a.g.e. S.55
Başka garabetleri için bkz. Mevkifu’l Humeyni min Ehli’s Sünne, Muhammed Malullah (Yer yok 1982)
Humeyni, Keşfu’l Esrar- 150
Kur’an, el-Maide 67
Humeyni, Keşfu’l Esrar- 155
İmam-ı Rabbânî, Mektûbât
El-Erbilî Keşfu’l Ğumme 2/437 Beyyûmî, Hakikatu’ş Şia S.144
Kur’an, el Cumu’a 9
Beyyûmî, Akâidu’ş Şia S.228
Ebu Cafer et- Tûsî’nin (460) “el- Mebsût fî Fıkhi’l İmamiyye” si bunun bir misalidir.
Kur’an, İsrâ- 81
Celalu’ddin es- Suyuti, El-Arfu’l Verdi fi Ahbari’l Mehdi (Baş taraf)
Bkz. İbn Manzur, Lisanu’l Arab (B-D-V) maddesi
Küleyni, Usulu’l Kâfi, Kitabu’t Tevhid, Babu’l Beda 1/148
Bu görüşü savunanlara kâfi ve şafi cevaplar için Abdu’l Azim ez Zürkani’nin “Menahilu’l İrfan”ı (2/72-75) mutalaa edilebilir.
Kur’an, Tevbe 100, el Feth 18 vd.
Buharî, Fedailu Ashabi’n Nebi 1, Müslim Fedailu’s Sahabe 1
Küleynî, a.g.e. Kitabu’r Ravda 8/168 No: 341
Beyyûmî, Akâidu’ş Şia S. 91
Beyyûmî, Hakikatü’ş Şia S.378- 380
Bkz. Eş-Şîa ve Tahrifu’l Kur’an, Muhammed Malullah S. 37
Küleyni, Usûlu’l Kâfî 2/219
Küleynî, Usul 2/217
Muhammed Malullah, a.g.e, S.36- 43
Kur’an, Al-i İmran 28
Beyyûmî, “Akaidu’ş Şia S.328- 329
Et-Tefsiru’l Kebir, Fahru’ddin er Râzî 10/41
Bu konuda Ehl-i sünnetin delilleri ve Şiilerin ilzamı için bkz. Atıyye Muhammed Salim, Nikahu’l Mut’a Matbaa-i Medeni Tarih: 1396
Bkz. Usûlu’l Akide li’l İmamiyye, Sabir Tu’me S.239
Sabir Tu’me, a.g.e. S.141
Buhari, el- Camiu’s Sahih, Nikah – 5075-
Buhari, el- Camiu’s Sahih, Nikah- 5117-
Buhari, el- Camiu’s Sahih, Nikah- 5115-
Sabir Tu’me, a.g.e. S. 246- 248
Kur’an, Enbiya 105
Bkz. El-Ahsâî, Kitabu’r Ric’at 111
Akidetü’ş Şiati’l İmamiyye, el- İsfehanî S.283, Beyyumi Akaidu’ş Şia S.291
Kur’an, en-Neml 83
Tefsirul Kummî 2/76, Beyyumi a.y
Kur’an, Secde 21
Kur’an, Mü’minûn 99-100
Mesela bkz. Yasin 31, İbrahim 44, Secde 12 En’am 27- 28
Ebu Davud ve el Askerî, Ebu’d Derda’dan Merfu olarak rivayet etmişlerdir. Bkz. Keşfu’l Hafa, Aclûnî 1/390

ihvanlar.net’ten alınmıştır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu