Ömer Faruk Korkmaz

Hanefî Mezhebine Göre Tevessül Caiz Değil mi? – Ömer Faruk Korkmaz

Soru: Hocam Selâmun aleyküm, ben sizi Almanya’dan takip ediyorum. Size bir sorum olacak: Bugün selefilerin, tevessülü kabul etmeyenlerin önemli argümanlarından biri de Hanefî mezhebinin tevessülü kabul etmediği malumunuz. Buna delil olarak da fıkıh kitaplarımızda geçen  ve tevessülün mekruh olduğunu gösteren ibareyi öne sürüyorlar. Bu ifadeleri nasıl anlamalıyız hocam? Cevabınız bize çok yardımcı olacak inşallah. Buradaki selefîlere bu konuda pek cevap veremiyoruz. Şimdiden Allah razı olsun.

Cevap: Ve aleyküm selam ve Rahmetullâh! Öncelikle meselemizi daha anlaşılır kılma adına fıkıh kitaplarımızda geçen o ifadeleri nakledelim: Hanefi mezhebine ait kitaplarımızın “Kerâhiye” bahislerinde şöyle denmektedir:

“Kişinin dua esnasında « بمَقْعَدِ العز من عرشك» “Arşından oturduğun yer hakkı için” demesi mekruhtur. Ebû Yûsuf’tan gelen rivayete göre; eğer aynı kaftan önce getirirse (« بمَعْقد العز من عرشك» diyerek) bir beis yoktur. Bu hususta varid olan eserden dolayı Ebu’l- Leys bunu kabul etmiştir. Yine de en ihtiyatlısı böyle bir şeyi söylemekten kaçınmaktır. Zira bu hususta vârid olan eser kat’î  delile muhalif bir şekilde gelmiş haber-i vahiddir. Zira müteşâbih ancak kat’î delille sabit olur. Tatarhâniye’de el Münteka’ya nisbet edilerek Ebû Yûsuf’tan o da Ebû Hânife’den  rivayet ediyor: Hiçbir kimse için Allah Teâlâ zatından, sıfatlarından başka hiçbir şeyle çağırmak uygun değildir. İzin verilen ve emredilen dua Cenâb-ı Hakk’ın şu ayetinden[1] anlaşılan dua şeklidir. “En güzel isimler sadece Allah’a aittir. Binaenaleyh Allah’ı o isimlerle çağırınız.”[2]

Hemen belirtelim ki, meseleyi tahlil etmek yerine kolaycı bir tavır sergileyerek zikrettiğimiz bu ifadelerin Hanefî mezhebinin müteahhir belli başlı birkaç kaynağında yer aldığını söyleyerek konuyu yüz üstü bırakmak ilmî bir davranış değildir. Zira bu ifadeler mütekaddimîninden müteahhirînine bir çok Hanefî kaynakta yer almaktadır.[3]

Bu ifadeleri sırasıyla tahlil etmeye gayret edeceğiz. Öncelikle Cenab-ı Hakk’a “Arş’ından izzetle oturduğun yer” veya  “izzetinin bağlı olduğu yer” ifadeleriyle niçin dua edilemeyeceği konusuna değinelim. Haskefî’nin Dürru’l-Muhtâr’ından alıntıladığımız bu kısmı gayet güzel bir şekilde tafsil eden İbn Âbidîn’in izahı bu noktada kâfidir. Şöyle diyor İbn Âbidîn:

“Muğrib  isimli eserde: “Ma’kidu’l-İzz” “izzetin bağlı olduğu yer” demektir şeklinde geçiyor. Bunun mekruh oluşu Allah Teâlâ’nın izzetinin Arş’a bağlı olduğunu vehmettirmesindendir. Halbuki Arş  hâdistir ve onunla taalluk eden de zarûreten hadis olur. Cenâb-ı Hâk ise izzetinin hâdise bağlı olmasından yücedir. Bilakis onun izzeti kadimdir. Zira izzet onun sıfatıdır. Onun bütün sıfatları kadim ve zatıyla kâimdir. O ezelde o sıfatlarla vasıflandığı gibi ebedî olarak da onlarla mevsuftur. Arş ve gayrısının meydana gelişiyle ezelde kemalden olmayan bir şey ona ziyade olmuş değildir.[4]

(Bu işin) hâsılı (şudur):  Bu ibare, hususi bir taalluk ile Allah’ın izzetinin Arş’a bağlı olduğunu vehmettirmektedir. Bu da  (مِنْ) kelimesinin de vehmettirdiği gibi Arş’ın, Allah Teâlâ’nın izzetinin mebdei ve menşei olduğu anlamına gelir. Zira  (مِنْ) kelimesinin  bütün manâları gayenin ibtidâsı manasına yöneliktir. Bu ise Allah Teâlâ ‘nın sıfatlarının hiçbirisinde tasavvur edilemez. Çünkü bu mana işi, izzet sıfatının hâdis olan Arş’tan neşet etmesine götürür. Buna göre de izzet sıfatı hâdis olur. (İyice) anla!

Bu yaptığımız izahla, sıfatın hâdise taalluk etmesi, sıfatın da hâdis olmasını gerektirmez, zira sıfat o hâdise bağlı değildir. Tıpkı kudret ve benzerlerinin vücuda gelenlerle ilgisi gibi. Nitekim Tûrî’nin de tafsil ettiği gibi.

Bu müşkilin def olma veçhi şöyledir: Her ne kadar sahih bir manaya ihtimali olsa dahi muhal olan bir manayı sadece vehmettirmesi bile böyle bir kelâmı telaffuz etmenin yasak olması için yeterlidir. Bunun bir benzeri  ‘Ben inşallah müminim” sözüdür.  Fukaha bu ifadeyi mekruh görmüştür. Şayet (bahsini yaptığımız bu sözle şahıs) ta’liki değil de teberrükü kastedecek olsa dahi diğer manayı vehmettirdiği için caiz değildir. Nitekim allâme et-Teftazânî Şerhu’l-Akaid ‘inde, İbnü’l-Hümam da el-Müsâyere’ sinde takrir ettikleri gibi. Buna göre bu lafzı söylemekten kişi menedilir.

Eğer “عِزّ” ile Arşın sıfatı olan ‘izz’ kastedilirse;-ki (sıfat ıtlak edildiğinde) ilk akla gelen Allah Teâlâ’nın sıfatı oluşudur- Zeylaî’nin sözü müşkil olur. Şayet “عِزّ” Arş’ın sıfatı kılınırsa caiz olur. Çünkü Arş Kur’an-ı Kerîm’de mecd ve kerem sıfatlarıyla sıfatlanmıştır. Buna göre “عِزّ” sıfatıyla da sıfatlanır. Her ne kadar Cenâb-ı Hak böyle bir şeyden müstağni olsa da Arş’ın, heybetini ve kudretinin kemalini izhar yeri olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Lakin Dürer ve Minah da bunu böylece tasdik etmiştir. El-Makdisî de böyle söyleyerek ibaredeki (مِنْ) kelimesi beyâniye manasını ifade eder. Yani: ‘Senin Arş’ın olan ‘Ma’kidü’l-İzz’ ile senden isteriz” demek olur” demiştir. Bu tevil, fakihin seçmiş olduğu manâya yakışan güzel bir yorumdur.”[5]

Şayet kuud/oturma kökünden gelen “mak’idu’l-izz” telaffuzuyla okuyacak olursak bu Allah Teâlâ’nın Arş’a oturduğu gibi bir mana ifade edeceğinden dolayı batıldır ve söylenmesi caiz değildir.[6] Zira bu, Mücessime’nin görüşüdür.[7] Şayet “ayn” harfini öne alıp “مَعْقد” şeklinde okuyacak olursak o zaman da zâhiri itibarıyla teşbihi gerektirmektedir. Zira Arş, Allah Teâlâ’nın mahlukatından bir mahluktur. Allah U’ın izzetinin ona bağlı olması muhaldir. Zahiri âhâd mertebesinde olan haberin zâhiri teşbihi gerektirdiğinde onunla amel edilmemesi en sâlim yoldur.[8] Bununla birlikte bu telaffuzla yapılan şeklin yukarıda İbn Âbidîn’den aktardığımız manaya hamledilebileceğini savunmak da mümkündür.

Alâ külli hâl, meselenin bu kısmının tevessül inkârcılığına mesnet kılınacak bir yönü yoktur. Zira, İmam Ebu Hanife, İmam Muhammed ve Hanefî ulema bu ifadeyle dua edilmesini bir şekliyle Allah Teâlâ’nın arşına oturduğu manasına gelmesi ve diğer şekliyle de Allah Teâlâ’nın izzetinin sanki Arş’a bağlı olduğu gibi bir manayı vehmettirmesi sebebiyle tecviz etmemişlerdir. Zira Arş hadistir izzet ise Allah Teâlâ’nın sıfatı olup kadimdir. Ayrıca, Emevî devletinin sonları ve Abbâsî devletinin başlarında Mücessime, Kaderiyye ve zındıklar baş göstermiş ve bidat sancağını taşıdıkları için İmam Ebu Hanife, sefihleri saptırırlar endişesiyle avamı bu tarz kelimeleri söylemekten nehyetmiştir.[9]

İmam Ebu Yusuf’un ve Ebu’l-Leys’in bunu caiz görmelerine gelince, yukarıda da aktardığımız üzere bazı kitaplarda onların sadece “mak’id” ifadesine cevaz verdikleri nakledilirken kimi eserlerde böyle bir ayrım yapılmamaktadır. Her halükarda eserlerimizde onların bu duayı caiz kabul etmelerinin sebebi Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in de bu şekilde dua ettiği şeklindeki rivayetin kendilerine ulaşmış olması zikredilmektedir. Ancak İbnu’l-Cevzî bu rivayeti el-Mevzûât’ında zikrederek uydurma olduğunu söylemiştir. Hadisin senet tahliline girerek tatvilde bulunmak istemiyorum. Merak edenler İ’lâu’s-Sünen’in ilgili yerine bakabilirler.[10] Hadisin mevzu olduğu üzerinden konuya yaklaştığımızda her iki tarafın da meseleye ictihâdî yaklaştığını söylememiz gerekecektir.[11] Yani bu duanın yapılmasını caiz gören İmam Ebu Yusuf ve Ebu’l-Leys gibiler bu ifadenin yukarıda aktardığımız tevil ile anlaşılmasının mümkün olduğunu savunmuş olabilirler. Ayrıca, İmam Ebu Hanife’nin bidatlerin yaygın olduğu dönemde bunu caiz görmeme illeti de daha sonra Mehdî’ nin hilafetinde zındıkların öldürülmesiyle tesirini kaybedince İmam Ebu Yusuf zaviyesinden bakılınca sâkıt olur. Bu sebeple Ebu Yusuf 6’un bu hususta kendisine eser varid olmuşsa onunla hükmetmiş olma ihtimali de vardır.

Gelelim meselenin ikinci bölümüne. Bu bölümde yukarıda alıntıladığımız ve zahiri itibarıyla tam da bugünkü selefîlerin savunduğu “zat ile tevessülün caiz olmadığı” şeklindeki görüşü teyit ettiği görülen kısmın kısa bir tahlilini yapalım. Bu tahlilin Hanefî kaynaklardaki sair verilerin ışığında yapılması gerekmektedir. Aksi takdirde, sadece bu ifadelerin cımbızlanarak okunması halinde selefî akımın görüşlerini destekleyeceğinde hiç şüphe yoktur. Ne var ki, ilim dediğimiz şey, mevzuları bütün yönleriyle inceleyip tetkik etmek olduğu için böyle bir davranış da sadece onlara yaraşacaktır. Nitekim, el-Elbânî[12] ve Humeyyis[13] gibilerinin mal bulmuş mağribi gibi  bu ifadelerden hareketle İmam Ebu Hanife’nin zat ile tevessülü caiz saymadığını savunmaları bunu göstermektedir. Hanefîleri gerektiği şekilde anlamaktansa kendi ön kabullerinden hareketle anlamayı yeğleyen bu anlayış, zat ile tevessülün caiz olmadığını fıkıh kitaplarından destekleyerek kendilerini nakzetmiş oluyorlar aslında. Zira sırf bu yüzden tekfir ettikleri insanları bu mevzunun akidevî bir mevzu olduğu gerekçesiyle küfre nispet etmiyorlar mı?

Öncelikle sormamız gereken soru şudur: İmam Ebû Hanife 6’nin nakledilen bu ifadelerden hareketle zat ile tevessülü kabul etmediği doğru mudur? Yani İmam Ebu Hanife zat ile tevessülü inkâr etmekte midir? Bu sorunun cevabını bu bapta kendisinden nakledilen diğer nakillere bakarak bulmamız en ikna edici yol olsa da  meseleye bu zaviyeden yaklaştığımızda bir kısım kaynaklarda İmam Ebu Hanife’ye (rahmetullâhi aleyh) nispet edilerek zikredilen ve hakikatte el-Ebşîhî’ye ait olan[14] malum beyitleri[15] bir kenara koyacak olursak İmam Ebu Hanife’den zat ile tevessül yaptığına dair -en azından şuan- bir nakil bilmiyoruz.

Ancak İmam es-Sübkî’nin (rahmetullâhi aleyh)  Şifâu’s-Sikâm’ında[16]ve İbn Hacer el-Heytemî’ nin el-Cevheru’l-Munazzam’ında[17] İbn Teymiye gelinceye dek tevessülü kimsenin inkâr etmediğini naklederek bunun cevâziyeti noktasında icma olduğunu kaydetmiş olmaları İmam Ebu Hanife’den (rahmetullâhi aleyh) nakledilen bu ifadeyi farklı anlamamızı gerektiren bir unsurdur. Bu ifadeyi tevessül inkârı şeklinde anlamamamızı gerektiren daha mühim bir unsur da tevessülün cevaziyeti noktasındaki bir çok hadis, sahabenin bu noktadaki ameli ve selefin tevessül yapmış olmasıdır. İbn Teymiye gelene kadar ümmet arasında cevaziyeti bu kadar müsellem olan ve hakkında onca nas bulunan böyle bir ameli İmam Ebu Hanife’nin (rahmetullâhi aleyh)  külliyen reddettiğini düşünmek mümkün değildir.

O halde İmamın bu ifadelerini nasıl anlamak gerekir diye bir soru sorduğumuzda bu ifadelerin ilerisinde gelen ta’lil konuyu anlamamıza yardım etmektedir. Zira kimsenin filanın hakkı ile Allah Teâlâ’dan  istemesinin caiz olmadığının belirtildiği bu ifadeler “Çünkü kimsenin Allah Teâlâ üzerinde bir hakkı yoktur” şeklindeki cümle ile gerekçelendirilmektedir.[18] Buradan da anladığımız üzere İmam Ebu Hanife (rahmetullâhi aleyh), Mu’tezilenin hararetle savunduğu, kelam ilminde adına “vücub alellah” denen ve Allah Teâlâ’ya birtakım şeylerin vacip olduğunu iddia eden görüşü reddetmektedir. Bununla birlikte de o dönemin Mu’tezilî itikadının önüne geçebilmek için bu ifadelerin kullanılmasının “mekruh” olduğunu söylemiştir. Zira ehl-i sünnet itikadına göre Allah Teâlâ kendi fazlından kullarına bir takım haklar bahşetmiştir. Bu haklar kendisine vacip olması anlamında değildir. Aksi takdirde, el-Cezerî’ nin el-Hisnu’l-Hasîn’inde[19] ve başkalarının da muhtelif yerlerde[20] rivayet ettiği üzere nebiler ve velilerle tevessülde bulunmak duanın âdâbındandır.[21]

Bahsimizin üçüncü bölümünde de Hanefî fıkıh kitaplarımızda geçen ve mezhep ulemamızın zat ile tevessüle nasıl baktıklarını yansıtan birkaç nakle yer verip tamamlamış olacağız. Sair fıkhî meselelerde de İmam Ebu Hanife ve diğer imamlarımızın sözlerini anlayabilmemiz için mezhebin mütekaddim ve müteahhir kitaplarının meseleyi nasıl tahlil ettiklerine bakmamız gerekir. Bu Hanefî mezhebine mahsus bir durum olmamakla birlikte her mezhebin meseleye bakışını kavrayabilmemiz için zaruridir. Zat ile tevessül meselesini de mademki selefiler mezhebimizin kitaplarında bulunan bir mesele üzerinden zat ile tevessülün caiz olmadığına delil getirmektedirler o halde bizim de aynı eserler üzerinden bunun caiz olduğunu ispat etmemiz yerinde olacaktır. Bunun için şu birkaç misali zikretmemiz kâfi gelecektir:

  • Meşhur Hanefi ulemadan sûfî fakih el-Kelâbâzî (h. 380), yaygın eseri et-Ta’arruf’un başlangıcında “” وبالله أستعين وعليه أتوكل وعلى نبيه أصلي وبه أتوسل/ Sadece Allah’tan yardım talep ediyor, ona tevekkül ediyorum. Nebisi üzerine salat edip onunla tevessülde bulunuyorum” demektedir.[22]
  • Mütûn-i erba’a sahiplerinden el-Mevsîlî, Hz. Peygamber r’in kabr-i şerifini ziyaret esnasında ne söylenmesi gerektiğini beyan ederken şöyle demektedir: يَا رَسُولَ اللَّهِ، نَحْنُ وَفْدُكَ، وَزُوَّارُ قَبْرِكَ، جِئْنَاكَ مِنْ بِلَادٍ شَاسِعَةٍ، وَنَوَاحٍ بَعِيدَةٍ، قَاصِدِينَ قَضَاءَ حَقِّكَ، وَالنَّظَرَ إِلَى مَآثِرِكَ، وَالتَّيَامُنَ بِزِيَارَتِكَ، وَالِاسْتِشْفَاعَ بِكَ إِلَى رَبِّنَا “(Ziyaretçi şöyle der:) “Ey Allah r’ın Resulü! Biz sana gelen elçileriz ve kabrinin ziyaretçileriyiz. Çeşitli beldelerden ve uzak nahiyelerden senin hakkını ödemek, geride bıraktığın izlerini temâşa etmek, ziyaretinle bereketlenmek, Rabbimiz’e karşı (onun katında) seni şefaatçi kılmak niyetiyle geldik sana.”[23] Aktardığımız bu bölümün biraz daha ilerisinde ziyaretçinin Allah U’a dua ederek şöyle de diyebileceğini belirtiyor el-Mevsîlî: “اللَّهُمَّ إِنَّكَ قُلْتَ وَقَوْلُكَ الْحَقُّ {وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ جَاءُوكَ} [النساء: 64] الْآيَةَ، وَقَدْ جِئْنَاكَ سَامِعِينَ قَوْلَكَ طَائِعِينَ أَمْرَكَ، مُسْتَشْفِعِينَ بِنَبِيِّكَ إِلَيْكَ” Allah’ım, sen buyurdun ve sözün haktır ‘Şayet onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelseler, ve Allah’tan mağfiret talep etseler ve Resul de onlar için istiğfar etse elbette Allah’ı çokça tevbeleri kabul eden ve merhametli olarak bulacaklardır.’ [24] Biz de, sözünü işitir, itaat eder ve Nebini de sana karşı (senin katında) şefaatçi kıldığımız halde, sana geldik.”[25]
  • Bu ifadelerin aynısı Hindistan ulemasından müteşekkil bir heyet tarafından hazırlanan el-Fetâva’l-Hindiyye isimli esere de alınmıştır. Bu eserin de Hanefi mezhebi açısından kıymeti ehli tarafından bilinmektedir.[26]
  • Yine benzeri ifadeler, Hanefî Fukahâsından eş-Şürunbulâlî tarafından Merâki’l-Felâh’ta zikredilmektedir.[27]
  • Hanefi fukahasından İmam ez-Zeyla’î, “İcâre bahsinin sonunda şöyle demektedir: “هَذَا مَا ظَهَرَ لِكَاتِبِهِ بَلَّغَهُ اللَّهُ مَقَاصِدَهُ بِمُحَمَّدٍ وَآلِهِ/ İşte bu yazarına zahir olandır. Allah U Muhammed r ve âli ile (onlar hürmetine) onu maksatlarına ulaştırsın.”[28]
  • Hanefi’lerin önemli isimlerinden Bedruddin el-Aynî Buhârî üzerine yazdığı meşhur şerhinde şöyle diyor: فها نَحن نشرع فِي الْمَقْصُود بعون الْملك المعبود ونسأله الْإِعَانَة على الاختتام متوسلا بِالنَّبِيِّ خير الْأَنَام وَآله وَصَحبه الْكِرَام/İşte biz, mabud ve melik (olan Allah U’ın izni) ile başlıyoruz. Ve ondan, mahlukatın en hayırlısı olan Nebi ve âli ile tevessülde bulunarak (bu eseri) bitirebilmemiz üzere yardım talep ediyoruz.”[29]
  • Muhakkik imamlarımızdan İbnu’l-Hümam, Allah Resulü r’nün mübarek kabirlerini ziyaret âdâbını anlattığı bahiste ziyaretçinin ne yapması gerektiğini ifade sadedinde şöyle der: “”ويسأل الله حاجته متوسلا إلى الله بحضرة نبيه ثم قال يسأل النبي صلى الله عليه وسلم الشفاعة فيقول يا رسول الله أسألك الشفاعة يا رسول الله أتوسل بك إلى الله/ Allah Teâlâ’ya, Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in huzurunda olmasını vesile kılarak hacetini Cenab-ı Hak’tan ister. (…) Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den şefaat isteyerek ‘Ya Resulellah, senden şefaat istiyorum, Ya Resulellah, senden şefaat istiyorum ve seninle Allah Teâlâ’a tevessülde bulunarak senin dinin ve sünnetin üzere Müslüman olarak ölmeyi ondan istiyorum’ der.[30]
  • Haskefi, ed-Dürru’l-Muhtâr isimli eserinde şöyle söyler: “فَنَسْأَلُ اللَّهَ تَعَالَى التَّوْفِيقَ وَالْقَبُولَ، بِجَاهِ الرَّسُولِ/ Resül r’ün şânı hürmetine Allah Teâlâ’dan tevfîki ve kabulü istiyoruz.”[31]
  • Allâme Murteza ez-Zebîdî de meşhur eseri et-Tecrîdu’s-Sarîh’ e başlarken şöyle diyor: “والمسؤول من الله تعالى أن ينفع بذلك، ويجعله خالصاً لوجهه الكريم، وأن يصلح المقاصد والأعمال بجاه سيدنا محمد وآله وصحبه أجمعين” /Allah Teâlâ’dan istenilen şey, bununla (eserle) fayda vermesi, onu keremli veçhine halis kılması ve maksatlar ve amelleri Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem, âli, ashabı, hepsinin hürmetine ıslah etmesidir.”[32]
  • Muhakkiklerin hâtimesi, İbn Âbidin Reddu’l-Muhtar’ ında şöyle diyor: “بِجَاهِ مَنْ هُوَ لِلْأَنْبِيَاءِ خِتَامٌ، وَآلِهِ وَصَحْبِهِ السَّادَةِ الْكِرَامِ، عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ الصَّلَاة وَالسَّلَامُ” /Peygamberlerin sonuncusu olanın, âlinin ve değerli büyükler olan sahabesinin hürmetine…”[33]
  • el-Lübâb sahibi Abdülğani el-Ğuneymî el-Meydânî, Akide-i Tahaviyye üzerine yazdığı şerhin sonunda şöyle dua edip bitirmektedir: “وصلِّ وسلم على سيدنا محمد فإنه أقرب من يُتَوسل به إليك” /Efendimiz Muhammed r’e salat ve selam eyle, zira o kendisiyle sana vesile kılınanların en yakınıdır.”[34]

Buraya kadar aktardığımız nakiller ve aktarmadıklarımız zat ile tevessülün Hanefilerce caiz olduğunu çok net bir şekilde ortaya koyduğu gibi Hanefi uleması tarafından uygulandığını da göstermektedir. Bu durum da, İmam Ebu Hanife’ye (rahmetullâhi aleyh) nispet edilen mezkûr fetvanın sedd-i zerî’a amaçlı zamansal bir fetva olduğu neticesini vermektedir. Aksi takdirde Hanefi ulemasının kendi mezheplerini anlamadıkları ve imamlarının caiz olmadığını söylediği bir şeyin caiz olduğunu savunmak şöyle dursun uyguladıkları şeklinde bir manzarayla karşı karşıya kalmamız söz konusu olacaktır ki böyle bir şey muhal kabilindendir. Vesselam.


[1] A’râf, 180

[2] Alâuddin el-Haskefî, ed-Dürru’l-Muhtar şerhu Tenvîri’l-Ebsâr, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1386, VI/395

[3] Bkz. Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî, el-Câmi’u’s-Sağîr, Âlemu’l-Kütüb, 1406, s. 481, el-Merğinânî, Burhanuddin, Bidâyetu’l-Mübtedî, Mektebetu Muhammed Ali Subh, Kahire, s. 224

[4] ez-Zeyla’î, Fahruddin Osman b. Ali, Tebyînu’l-Hakâik şerhu Kenzi’d-Dekâik, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2000, Baskı: I, VII/69

[5] İbn Âbidîn, Muhammed Emîn, Reddu’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr, Daru Âlemi’l-Kütüb, Riyad, 2003, IX/ 566-67

[6] Allâme eş-Şelebî, Hâşiyetu’ş-Şelebî, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2000, Baskı: I, VII/69

[7] İbn Mâze, Burhanuddin, el-Muhîtu’l-Burhânî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, V/141

[8] el-Kâsânî, Alâuddin, Bedâi’u’s-Sanâi’,Daru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1982, V/126

[9] et-Tehânevî, Zafer Ahmed el-Usmânî, İ’lâu’s-Sünen, Dâru’l-Fikr, Beyrut-Lübnan, 2001, Baskı: I,  XVI/8249

[10] XVI/8246,

[11] Şu kadarı var ki, Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’inde, Hz. Peygamber r geceleyin yatağına girdiğinde içinde “أسألك بمعاقد العز من عرشك” ifadesi yer alan bir duayı okuduğunu naklederek isnadının hasen olduğunu söylemiştir. Bkz. Heysemi, Mecma’u’z-Zevâid, X/125

[12] Nasıruddin el-Elbânî, et-Tevessül Envâ’uhû ve Ahkâmuhû, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut-Lübnan, 1983, Baskı: V, s. 51

[13] Muhammed b. Abdurrahman el-Humeyyis, Usûlü’d-dîn inde’l-İmâm Ebî Hanîfe, Dâru’s-Samî’î, 2007, Baskı: II, s. 274 vd.

[14] el-Ebşîhî, Şihâbuddin Muhammed b. Ahmed, el-Müstatraf fi külli fennin Müstezraf, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1986, Baskı: II, I/493

[15] Müfrit bir selefi olan Şemsuddin b. Muhammed el-Efğânî bu beyitler üzerinden yürüyerek bütün bir ümmetin benzerlerini kullandığı beyitleri de örnek olarak zikredip Hanefî uleması adına ahkâm keserek ümmeti “Kabirlere tapanlar” şeklinde nitelemeyi eksik etmemiştir. (Bkz. Cuhûdu’l-Ulemâi’l-Hanefiyye fî İbtâli akâidi’l-Kubûriyye, Dâru’s-Samî’î, 1996, Baskı: I, II/1086) Hanefî ulemasının bu meseleyi nasıl anlayıp uyguladıkları ileride beyan edilecektir.

[16] Takiyyuddin es-Sübkî, Şifâu’s-Sikâm fî Ziyâreti Hayri’l-Enâm, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2008, Baskı: I,,s. 357

[17] İbn Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-Munazzam fî Ziyâret’l-Kabri’ş-Şerîfi’l-Mükerrem, Dâru Cevâmi’i’l-Kelim, Kâhire,  s. 148

[18] İbn Mâze, el-Muhîtu’l-Burhânî, V/141, el-Merğinânî, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 2004, Baskı: I, IV/381, el-Mevsîlî, Abdullah b. Mahmud, el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, er-Risâletu’l-Âlemiyye, Dımeşk, 2009, Baskı:I, IV/142, Sadru’ş-Şerî’a, Ubeydullah b. Mes’ûd el-Mahbûbî, Şerhu’l-Vikâye, Müessesetu’l-Verâk, Ürdün, 2006, V/106

[19] el-Cezerî, Ebu’l-Hayr muhammed b. Muhammed, el-Hisnu’l-Hasîn min KelâmiSeyyidi’l-Mürselîn, Ğerâs, Kuveyt, 2008, Baskı: I, s. 58

[20] Ahmed b. Hanbel, Müsned, XVI/247, No: 11156, İbn Mâce, “Kitâbu’l-Mesâcid”, No: 778, İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, No: 29812, Beyhaki, ed-Da’avâtu’l-Kebîr, No: 65, Taberânî, ed-Dü’â, No: 421, İbnu’s-Sünnî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle, No: 84

[21] Ali el-Kârî, Fethu Bâbi’l-İnâye, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2009, Baskı: I, III/115

[22] el-Kelâbâzî, Ebubekir Muhammed b. İshak, et-Ta’arruf li Mezhebi ehli’t-tasavvuf, Mektebetu’l-Hâncî, Kahire, 1994, Baskı: II, s. 5

[23] el-Mevsîlî, el-İhtiyâr, I/541

[24] Nisa, 64

[25] el-Mevsîlî, el-İhtiyâr, I/543

[26] Şeyh Nizamudin el-Belhî, el-Fetâva’l-Hindiyye, Dâru Sader, Beyrut, 1991, I/266

[27] eş-Şürunbulâlî,Hasen b. Ammar, Merâki’l-Felâh Şerhu Nuru’l-İzah, el-Mektebetu’l-Asriyye, 2005, s. 285

[28] ez-Zeyla’î, Fahruddin Osman b. Ali, Tebyînu’l-Hakâik şerhu Kenzi’d-Dekâik, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2010, Baskı: II, VI/166

[29] Bedruddin el-Aynî, Umdetu’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2001, Baskı: I, s. 33

[30] Kemal b. Hümâm, Şerhu Fethu’l-Kadîr, Daru’l-Fikr, Beyrut-Lübnan,  III/181

[31] Alâuddin el-Haskefî, ed-Dürru’l-Muhtâr Şerhu Tenvîri’l-Ebsâr, (Reddu’l-Muhtâr), Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1992, Baskı: II, I/78

[32] ez-Zebîdî, Ahmed b. Muhammed, et-Tecrîdu’s-Sarîh li Şerhi’l-Câmi’i’s-Sahîh, el-Matbaatu’l-Meymeniyye, Mısır, I/4

[33] İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1992, Baskı: II, IV/119

[34] Abdülğani el-Ğuneymî el-Meydânî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahaviyye, Daru’l-Fikri’l-Muasır, Daru’l-Fikr, Dımeşk, 1995, s. 144

Dirayet.com’dan alınmıştır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu