Risale-i Nur

Cifr Ve Ebced İle Risale-İ Nur’un İlişkisi

Said-i Nursi, risalelerin meşruluğunu kanıtlamak için kullandığı yöntemlerden biri de cifr ve ebceddir. Hatta Said-i Nursi, bu metotla kıyametin tarihini bile hesapladı ve yazdı. Tılsımlar Mecmuası adlı eserinin Maidetü’l Kur’an bölümü başta olmak üzere risalelerin birçok yerinde göreceğiz. Evvela Said-i Nursi’nin cifr ve ebced ile alakalı görüşlerini yazalım, sonra değerlendirmeye geçelim.

Tılsımlar Mecmuasının mezkur bölümünde Said-i Nursi, Kur’an ayetlerinin kendisinin doğumuna işaret ettiğini şöyle mütevazi (!) şekilde söyler: “(…) Hakimiyet-i kafiranenin yıkılmasına mebde’ 1877 tarihinde doğan son bir “Nur-u Hidayet”in zuhuru tarihidir.”

Vazifeye başlama senesi de, yine ayetten cifr ile çıkarılmış meğer: “(…) baştaki vav hari. Ve (…)daki lam-ı tarif dahil, 1900 tarihi, 1316 tarihinin miladi karşılığı olup; son “İmam-ı Hidaye”e vazife-i me’muriyetinin verilmesiyle, heyula-i küfrün inhidamı başlamış” (Tılsımlar Mecmuası, Maidetü’l-Kur’an, s. 173)

“144 adediyle o tarihteki ‘mücahede ordusu’nun pişdarının ism-i paki olan ‘Said’ kelime-i mübarekesine tevafukla, o ordunun şahsiyeti maneviyesini, o pişdarın şahsiyet-i maneviyesinde temessül ettiriyor.” (Tılsımlar Mecmuası,, s. 175)

Said-i Nursi’nin sadece ismine değil lakaplarına da Kur’an işaret ediyormuş. Mesela “Kürdî” lakabına işaret ettiği mezkur risalenin 177-178. sayfalarda geçiyor.

Yine bir ayetin Said-i Nursi’nin esaretten kurtuluşuna işaret ettiği yazılıdır. (s. 192)

Ayrıca hadis-i şerifler de Said-i Nursi’yi işaret ediyormuş:

“(…) bu hadis-i şerifin ifade-i riyaziyesi: 1293’te doğup, 1374’e kadar ifa-yı cihad edecek olan bir zatın, bir cihette Al-i Pâk-i Muhammedî’den (a.s.m.) olduğuna ve hatta bu tahsis dolaysıyla silsile-i sadat’ın bir nevi mümessili bulunduğuna şehadet etmekte ve O’nun rızk-ı mübarekinin kut-u yevmiyeden ibaret bulunacağına delalet etmektedir.” (Tılsımlar Mecmuası, s. 179)

Burada Said-i Nursi’nin doğumuna işaret eden hadisin dışında bir de kendisinin Peygamber Efendimizin soyundan geldiği vurgulanıyor. Halbuki yine Said-i Nursi, Emirdağ Lahikasında “Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacaktır.” demiştir. Bu açıklanamaz bir tezattır elbet.

Bu mecmuada, Peygamber Efendimize olan “Ya Eyyühel Müddessir” hitab-ı ilahisinin Said-i Nursi’yi müjdelediği yazılıdır. Yine aynı sayfada “Ya Eyyühel Müzzemmil” hitab-ı ilahisinin de “Kürdî” lakabına işaret ettiği yazılıdır. (Tılsımlar Mecmuası, s. 180)

“Gerek hazret-i Kur’an ve gerek Ehadis-i Risalet-penah, birçok yerlerinde bu üç adedi pekçok defa zikretmektedir. Nitekim hamule-i envarın kendisine tevdiini ve vazife-i mukaddese ile tavzifi tarihi olan 1316’nın miladi karşılığı bulunan 1900 tarihi; yani, yirminci asrın mebdei, gerek Kur’an-ı Kerim’in ve gerek Ehadis-i Nebeviye’nin pek ziyade itibarına mazhar olarak birçok yerlerinde mezkurdur.” (Tılsımlar Mecmuası, s. 181)

Cifrin ilim yollarından bir yol olmadığını kabul edersen, Said-i Nursi’ye göre vahim bir durumdasın: “Seyrânî’dir. Bu zat, Hüsrev gibi Nura müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı Kur’âniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevafukata dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları kemâl-i şevkle iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kat’î bildiğim hakikatten vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. “Eyvah!” dedim, “bu talebemi kaybettim.” Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mânâ daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib, bir halvethanede (yani hapiste) bekledi.” (Lemalar, s. 50)

Cifr, ilmini ilim yollarından bir yol kabul eden Şiilerdir. Ve bunu İmam Cafer-i Sadık hazretlerine nispet ederler ki, kendisi bundan münezzehtir. Şii kaynaklarında cifr için, çalışmakla elde edilemeyen ve Allah katından olan, dünyanın başlangıcından sonuna kadar meydana gelecek bütün hadiselerin bilinmesini sağlayan ilimdir denilmiştir. İsrailoğullarundan Ehl-i Beyte verilmiş bu ilim. (Seyyid Muhammed Hüseyin el-Muzaffer, Kitabu’s-Saduk, c. 1, s. 109)

Şii alimi el Kuleyni şöyle der: “Cefrde Musa’nın Tevrat’ı, İsa’nın İncil’i ve bütün peygamber ve vasilerin, geçmiş İsrailoğulları alimlerinin ilimleri, helal, haram, olmuş ve olacak şeylerin ilmi mevcuttur. Cefr iki kısma ayrılır: Birinci kısmı keçi derisi üzerine yazılmış kitaplar, diğeri de koç derisi üzerine yazılmış kitaplardır.” (el Kafi fi’l-Usul, c. 1, s. 132)

Tılsımlar Mecmuasının bu bölümü böyle onlarca misalle doludur. Daha fazla sıkmamak için nakli bırakıyoruz. Ama şu son iki örneği vererek işin vahametini göstermek istiyoruz:

“Bu ayet-i kerimeye göre, Risale-i Nur’un sada-yı Muhammed (a.s.)’dan başka bir şey olmadığı ve sair her nevi beyanların onun fevkine yükseltilmemesi ihtar olunmamaktadır.” (age, s. 188)

Bu beyan-ı hezeyanın hemen altında ise ebced hesabı yapmış:

محمد محمد= الزمان بديع

92 92 184 (Tılsımlar Mecmuası, s. 188)

Risalelerin içinde geçen hataların hiçbiri bende bu ifade kadar dehşet uyandırmadı.

“محمد kelimesi ayna karşısına konularak محمد bir farkla “elkürdî”

132 132 265

Binaenaleyh, bu zat da, risalet yani tebliği vazifesinde mirat-i Peygamberi olup Zat-ı Pak-ı Risaletin katıksız tercümanıdır.” (Tılsımlar Mecmuası, s. 205)

Said-i Nursi’nin risalet vazifesinin olduğunu ifade eden şu cümleler maalesef okuyucusu olan yüzbinlerce kişiyi hiç rahatsız etmiyor.

Bir de bu bölümün sonunda Said-i Nursi, geçmiş bütün ulemanın hakikati anlamadığını ve anlatmadığını, ancak kendisinin hakikati idrak ettiğini şu pervasız cümlelerle ifade eder:

“ulema-yı İslamiye, semavat ve arzın yaratılışındaki esrar-ı Rabbaniye ve ayat-ı Sübhaniye üzerine nazarlarını çevirip, vukuf-u tam ile esrar-ı mukavvenatı teşrih ve ondan ukul-ü mütefekkireyi burç-u samedaniyeye is’ad eden ve ondan saadet-i ebediyeyi akli ve mantıki isbat eden tarik-i ulyayı keşf ve tefriş edememişler. Ve kainatın sonsuz mükemmeliyetteki namütenahi san’at-ı mucizeleri karşısında saadet-i ebediye neticesini ondan görüp, kemal-i hayret ve istihsanla (…) Risale-i Nur gibi diyememişlerdi.” (Tılsımlar Mecmuası, s. 194)

Demek ki, Risale-i Nur yazılmadan önceki 1400 senenin Müslüman alimleri semevat ve arzın yaratılışındaki esrar-ı Rabbaniyeden habersiz yaşamışlar, öyle mi? Hazret-i Allah’ın laneti yalancıların ve iftiracıların üzerine olsun.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu