Selefice Bir Yaklaşım: Belli Dualar Okumak, Zikir Meclisleri, Evrad Okumaları Tembellik Çağının Ürünleridir
Yaşar Nuri Öztürk’ün tercüme ettiği, Seyyid Kutub’a ait İslâm-Kapitalizm Çatışması adlı kitabın 108. sayfasında şu ifadeler yer alır: ‘İslâm idaresi; sofuluk satan dervişleri, şeyhleri, şunun bunun adaklarıyla yaşasınlar diye kendi âlemlerine başıboş bırakmaz. Namâzlar, duâlar kişisel olup toplumsal karektere sahip değillerdir. Belli duâlar okumak, zikir meclisleri ve evrâd okumalar vs. tembellik çağının ürünleridir.’
Bu görüşlere verilecek cevap nedir?
Bu ibâdetlerin tamamı sahâbe efendilerimizden rivâyet edilmiştir ve asr-ı saâdet Müslümanlarının amellerindendir. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz zamanında Ashab-ı Suffa diye isimlendirilen zatlar bulunurlar, Allahü Teâlâ’ya gece ve gündüz namâzla, tesbîhle ve zikrullahla ibadet etmekle meşgûl olurlardı.
Sûre-i Müzzemmil, Âyet 20:
“(Resûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını (bazen) yarısını (bazen de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor.” dediği zümre, işte bu Ashab-ı Suffa’dır. Her konuda en güzel örnekleri şahıslarında barındıran bu insanların hâlleri; duâ, zikir meclisleri ve evrâd okumanın delîli olmuştur.
Ayrıca Allah (c.c.) dostu veliler ve hakiki şeyhler hiçbir zaman halkın eline bakmayıp onlardan da bir beklenti içerisine girmemiştir. Hatta tam tersi, en zor şartlarda halk, bu zatlara sığınmış ve bunların maddî ve mânevî yardımlarını görmüştür. Örneğin; Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin, Bağdat’ta hâlâ açık olan dergâhında o zamandan günümüze kadar kimsesizlerin yiyip içip barındığı, herkes tarafından bilinmektedir.
Hemen hemen her Osmanlı padişahının bir şeyhi vardı ve padişah olmalarına rağmen, o zatların önüne asla geçmezler, tarîkatten istifade ederlerdi. Çağlar açan Fatih’in hocası ve İstanbul’un fethinin mânevi mimarı, Bayramiyye tarîkatı şeyhi ve Pastör’den asırlar evvel mikrobu bulan kişi Akşemseddin Hazretleri’dir. Bunun gibi dünya siyasetinin yüzde doksan beşini elinde tutan Abdulhamid Han merhum da Sâzeliyye tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebû’l-hüdâ Efendi’den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandırmıştır. Bu insanlar arkalarındaki güç sayesinde dünyaya hükmetmişlerdir.
Başarı ve güzelliklerle dolu, Müslümanların refah ve bolluk yılları olan bu zamanlar, -hâşâ- bu tembel insanlar mı, tüm Dünya’ya hükmetmiştir. Tasavvuf, hangi dönemde, gerilemenin sebebi olup, ilerlemenin de önünde engel teşkil etmiştir?
Aslında tasavvuf ehli bu insanlar, tembel olmadıkları gibi aksine çok çalışkandırlar. Şöyle ki; normalde beş vakit namâz farz kılınmışken, bunlar; gece namâzı, kuşluk, işrak ve evvabin gibi nâfile namâzları fazladan yaparlar, ayrıca namâz sonrası çekilen tesbîhatlara ilaveten günlük yüzlerce evradı vazife olarak yapıp, Allahü Teâlâ’yı da çokça zikrederler. Farz olan Ramazan orucu haricinde, pazartesi ve perşembe günleri ile muharrem ayında ve diğer günlerde herkesten fazla nâfile oruçlar tutarlar. Bunun haricinde, toplumsal konularda da en önde bu insanlar mücadale ederler. Osmanlılar hem ibadeti fazla fazla yapmış hem de her türlü ilerlemeyi kaydetmişlerdir. Kimya ilminin kurucusu Cabir b. Hayyan, büyük mutasavvıf ve Nakşî postnişîni Cafer-i Sâdık (r.a.)’in talebesidir. Yine Câfer-i Sâdık (r.a.)’in optik ve astronomi alanlarında kendisinden sonraki bilim adamlarına ışık tutacak araştırmaları ve kuramları mevcuttur. Merak ediyoruz: Acaba, Seyyid Kutub’un “tembellik çağı” dediği; bu yeniçağ mı, yoksa eskisi mi?
(Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, MİSVAK NEŞRİYAT, İstanbul, 2014)