Harun ÇetinNurettin Yıldız

NURETTİN YILDIZ’DAN OSMANLI’YA SUÇLAMALAR 4

: “EVLADINI HAKSIZ YERE KATLETTİ”
Nurettin Yıldız: “İslam adına var doğru Müslümanlığa hizmet etmiş doğru kardeşini öldürmekten çekinmiyor oğlunun ölümü için fetva arıyor olabiliyor. Bir insan haksız yere öldürüldüğünde artık o devletin gereği var mı? Devletin bekası için!”
Nureddin Yıldız’ın bu videoda uslüpsuz konuşması ayrı bir dert olsa da kardeş katlinialananın uzmanı olan Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil hocanın yazısından nakledelim:

Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir.
Busbecq (Avusturya İmparatoru Ferdinand’ın elçisi)

Cenab-ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din-i İslamın yegâne istinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdir.
Kanunî Sultan Süleyman Han

Kadimden töredir kardeşe kıymak

Atayı anayı gussalıkomak

Aşıkpaşazâde’nin bu beyti Osmanlı tarihinin en mühim bir meselesine işaret ediyor. Bu şanlı hânedana tarihin görmediği uzun süreli saltanat hayatı sağlayan kudret kaynaklarından biri de, şüphesiz merkeziyetçi bir devlet oluşumu idi. Ancak böyle bir ideali gerçekleştirirken ortaya çıkardıkları kardeş katli meselesi her zaman tartışılageldi. Art niyetli olanı, Osmanlı düşmanlığını ilke edinen ve tarih metodundan uzak bulunan yazarlar ve kimseler arasında ise padişahlar, kardeşlerini, kardeşlerinin oğullarını, hatta kendi oğullarını hunharca katlettiren adamlar olarak değerlendirildi. Kendi saltanatları ve tahtları için görülmemiş mezalimler yaptıran insanlar olarak gösterildi.

İşte bu ve benzeri görüşler karşısında genellikle insanlar sükutu tercih ettiler ve bir ölçüde bu ifadeleri kabul etmek mecburiyetinde kaldılar. Zira olayın insani ve vicdani boyutu pek büyüktü ve aklı başında bir kimse için evlat katli, kabul edilmesi imkânsız bir işlemdi. Dolayısıyla konuyu geçmişi, devrinin özellikleri, anlayışı, sosyal ve siyasi şartları ile ve objektif bir biçimde ele alacağız ve tarih metodu ile okuyucularımızın bilgilerine sunmaya çalışacağız.

Kutsal kan

Gerek eski Türk ananesinde ve gerekse İslâm’dan sonraki dönemde devlet, hükümdar ailesinin ve hanedanın müşterek malı sayılırdı. Nitekim İslâmiyet’ten önce Türkler, kendilerinin dünyayı idare etmekle görevli olduklarına inanırlardı. Yaradan bu görevi onlara bahşetmişti. Kağanların yaptıkları işlerin Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle olduğu Orhun Abideleri ile de sabittir. Dolayısıyla Türkler, onların hükümdar ailesinden olan kimseleri idam ederken kanlarını akıtmıyorlar, yay kirişiyle boğuyorlardı. Zira onların kanları kutsal biliniyordu.
İşte, aynı inanışların İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da dini bir çerçeve içerisinde ele alındığı ve yaşatıldığı görülüyor. Karahanlılar’da, Gazneliler’de, Selçuklular’da, Timur oğullarında ve Anadolu beyliklerinde devlet hep hanedanın müşterek malı kabul edildi. Yalnız uygulamaya geçildiğinde bunun devlete ve milli menfaatlere zararlı bir yönü ile hep karşı karşıya kalındı. Bu hastalık devletin birliğini, gücünü, kuvvetini kırıyor ve kısa bir süre içerisinde onu tarihe mal ediyordu.

Böl, parçala, yut

Devletlerimizin çabuk yıkılmasına sebep olan bu uygulama, devletin müşterek hakimi olmaları sebebiyle oğullar arasında pay edilme geleneği şeklinde de kendini göstermişti. Eski Türkler’de doğu-batı diye her zaman bölünmeye yol açan ve Çinliler’in ekmeğine yağ sürmekten öteye gitmeyen bu usûl, İslâmiyet’ten sonraki Türk devletlerine de aynen yansıdı. 940′larda Türkistan ve Maveraünnehir’de güçlü bir hâkimiyet kuran Karahanlılar, bir asır geçtikten sonra önce ikiye sonra üçe bölündü ve yine aynı süre bittikten sonra da yıkıldılar. Gazneli Sultan Mahmud’un Azerbaycan hudutlarından Hindistan’ın Yukarı Ganj vadisine Orta Asya’da Harezm’den Hint Okyanusu sahillerine kadar çok geniş bir sahada teşekkül ettirdiği devleti (962-1030) kendisinden sonra daha çok hanedan üyelerinin saltanat mücadelelerine sahne oldu ve 1187′de tamamen ortadan kalktı.
Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah dönemlerinde çok geniş ülkeleri elinde tutan Büyük Selçuklu Devleti, yine bu inanç ve gelenek dolayısıyla İran, Kirman, Konya, Halep ve Dımaşk Selçukileri adıyla beş parçaya ayrıldı. Bütün bu bölünmeler ne yazık ki ilk düşman ve ilk tehlike oluyordu. Özellikle komşu ülkelerde siyaseti iyi bilen idereciler, bu bölünmüş ve parçalanmış hanedanları birbirleri ile kapıştırmakta hiç zorlanmıyordu. Neticede sel gibi Türk kanları akıyor, memleketler harap oluyordu. Birinci Haçlı seferinde 600 bin kişi Anadolu’ya girmiş, ancak Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ülkedeki birlik ve beraberliğin verdiği güçle bunların sayısını Antakya kalesine ulaşıncaya kadar (1096-1097) 100 bine indirmişti. Oysa Suriye’de Büyük Selçuklu Devleti’nin bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı az sayıdaki bu Haçlı birliklerinin işine yaradı. Müslüman, Musevi ve Hristiyanların birlikte yaşadığı, her üç dinin mensuplarınca da mübarek bilinen Kudüs, Haçlılar’ın eline geçince büyük bir katliâma sahne oldu. Yetmiş bin Müslüman ve Yahudiyi, mabetlere sığınan çocuklar ve kadınlar dahil, acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları kan ve cesetlerden geçilmez oldu.

Diğer taraftan Anadolu’da da Sultan II. Kılıç Arslan’ın 1188′de memleketini yine eski Türk hâkimiyeti telâkkisine göre, onbir oğlunun arasında pay etmesi, devletinin geleceğini gayet fena bir şekilde etkilemeye başladı. Şehzadelerin birlik ve beraberlik için verdiği mücadeleler binlerce Türk’ün ölümüyle sonuçlandı. Ve sonunda da 50 yıl geçmeden Moğollar’ın tahakkümü altına girdi. Bütün bu gelişmeler ise, düşmanların kafasına Türkler’i yok etmenin bir reçetesi olarak kazınıyordu. Ve bu reçete üç kelimeden ibaretti. Böl, parçala, yut.

Bir ülkeye tek çoban

Anadolu Selçukluları’nın Moğol tabiiyeti altına girmesi uçlardaki Türk beylerini harekete geçirdi ve her biri bulundukları mıntıkalarda istiklallerini ilân etmeye başladılar. Karamanoğulları, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları ve Saruhanoğulları gibi güçlü beyliklerin bu taksim töresine sadıkane bağlı kaldıkları müşahede edilirken, Bizans sınırına yakın bir mevkide yer alan ve beyliklerin en zayıfı olarak telakki olunan Osmanlılar’ın ise ne yapacakları merak edilmeye başlandı.

Ertuğrul Gazi’den sonra aşiretlerin ve beylerin kararıyla oğlu Osman başa geçirilmişti. Aşireti beyliğe çeviren Osman Gazi’nin vefatından sonra Alaaddin ve Orhan isimlerinde iki oğlu kalmıştı. Osman Gazi’nin bıraktığı ülke nasıl pay edilecek ve bu konuda nasıl bir yol izlenecekti? İşte devletin en temel dinamiği bu husus olacak ve geleceğini etkileyecekti.

Tek yürek

Orhan Bey’in vefatından sonra Hüdavendigar lâkabı ile anılan oğlu I.Murad babasının vasiyeti ve vezirlerinin ittifakıyla hükümdar olurken, saltanat davasına kalkışan iki kardeşi İbrahim ve Halil beyleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Bizans İmparatorunun oğlu Andronikos ile birlikte olup kendisine isyan eden oğlu Savcı Bey’i yine devletin sıhhat ve selameti için öldürttü. Böylece saltanatta birlik prensibi Osmanlılar için olmazsa olmaz bir devlet telakkisi haline geldi.

Nitekim I. Murad Han, 1389′da Kosova meydanında şehid düşünce beylerin ittifakı ile babasının yerine seçilen Yıldırım Bayezid, kaçan düşmanı takipten dönen kardeşi Yakup Çelebiyi öldürterek muhtemel bir iç savaşı önlemek istedi. Gerçekten de Anadolu beylerinin bu olayı vesile ederek Osmanlılar’a karşı ittifak kurmaları ve faaliyete geçmeleri, Yıldırım ve beylerinin yerinde bir karar aldıklarını açıkça gösterdi. Zira muhtemeldir ki Yakub Çelebi bu beyler tarafından rahat bırakılmayacak ve Yıldırım’a karşı teşvik edilecekti.

Timur hadisesinden ve Ankara bozgunundan sonra yaşanan 11 yıllık fetret devresi ve şehzade kavgaları aslında, firaset ve siyaset sahipleri için mükemmel bir dönemdi. Kardeş katli meselesinin devlete ne derece bir hayatiyet bahşettiğinin vesikası hüviyetindeydi. Tarih metoduna sahip kimseler, bu açık vesikayı okuyup değerlendirmekte hiç güçlük çekmezler.
Fetret devrinden önce ve sonra 10 yıllık dönemlerde mevcut topraklarını iki kat büyütebilen Osmanlılar, bu defa birbirlerinin hasmı ve düşmanı olmuşlardı. Sadece birbirlerini kırmakla kalmamışlar, Bizans, Eflak ve Karamanoğulları karşısında önemli ölçüde toprak kaybına da uğramışlardı.

Yaşanan bütün bu olaylar birlik prensibini daha da pekiştirdi. Çelebi Mehmed kardeşlerini ortadan kaldırarak devletin ikinci bânisi sıfatını kazandı. Onun yerine tahta oturan oğlu II.Murad da önce tarihlere “Düzmece” lâkabıyla geçen amcası Mustafa Çelebi’yi, ardından kardeşi Şehzade Mustafa’yı ortadan kaldırarak tek başına ülke idaresine sahip oldu.

Ekser ulemâ dahi…

İstanbul’un fethinden sonra ise, Fatih Sultan Mehmed ülkenin bölünmezliği ilkesini sistemleştirdi ve bir kanun maddesi haline getirdi. İşte meşhur kanunnâmede yer alan kardeş katli ile ilgili hüküm:

“Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizâm-ı âlem içünkatl etmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Ânınla amil olalar”.

Fatih Sultan Mehmed böylece ata ve dedesinin pratikte uygulaya geldiği bir usûlü böylece kanun olarak yerleştirdi, hanedanı rahatlattı ve sistemi kalıcı kıldı. Fatih’ten sonra tahta çıkanlar daha rahat hareket etme imkanını buldular. Nitekim II. Bayezid Han kardeşi Cem’in oğullarını, Yavuz Sultan Selim şehzade Ahmed, Korkud ve evlatlarını, Kanuni oğullarını, III. Mehmed, III. Murad, IV. Mehmed, IV. Murad ve diğerleri kardeşlerini hep bu kanuna istinaden ortadan kaldırdılar.

Kanunnâmede bu uygulamanın “Nizam-ı âlem” için yapıldığı belirtilirken, yine kaynaklarda meşruiyeti göstermek bakımından şu hukuki prensipler veya siyasi gerekçeler göze çarpıyor.

Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.

Umumî bir zararı def edebilmek için, hususî bir zarar tercih olunur.

Bir kafeste iki aslan, bir kında iki kılıç olmaz.

Kangren olan kolun kesilmesi bütün vücudu kurtarmak için zaruridir.
İşte bütün bu ifadeler ve hükümler, devlet bütünlüğünün parçalanmasına, binlerce Müslümanın ve askerin ölümüne, köy ve şehirlerin felaketine ve cihad hizmetinin durmasına yolaçacak olan kardeş kavgalarının önüne geçebilmek için bir veya bir kaç kişinin ortadan kaldırılmasını gerekli kılıyordu.

Kemalpaşazâde bir kıtasında bu hadiseyi şu şekilde belirtir.

Çü şah baştır memleket ona ten

Yaramaz iki başlı olmak beden

Taksim tehlikesi

İşte bu özellikleri dolayısıyladır ki, her şehzade babasının bıraktığı mülke vâris olmanın yanısıra, kendisini devlet idaresine namzet görüyor, bu uğurda mücadele yoluna atılmakta tereddüt göstermiyordu. Bu mücadeleler sırasında eski Türk geleneği üzere zaman zaman devletin bölünmesi ve müşterek idare olunması teklifleri de gündeme gelmeye başladı.

Nitekim fetret devrinin ortaya çıkardığı karışık devrede kardeş kanlarının akıtılmasını istemeyen Çelebi Mehmed ağabeyi İsa Çelebi’ye Anadolu’nun ikisi arasında pay edilmesini isteyerek şöyle demişti:

“Ey canım kardeşim, ey sevincimizin neşemizin kaynağı, boşa giden dünya malı için İslamın yiğitlerini savaşa salmak, sonu mutsuzluk ve pişmanlık olan bir iştir. Cihan sultanlığı hem bir anlık, hem de sonu gelmeyen bir dilektir. Bilgili, ileri görüşlü ve akıllı kişiler bu değersiz mala istekli olmaz.

Yer yüzünün Müslüman kanıyla sulanması ne din için gereklidir, ne de aklın görüşüne uygun düşer. Gazilerin ok ve kılıçları din düşmanlarının kanı ile boyanmalı. Bu ortada iken müminlerin kanına girmek yerinde midir? İki günlük devlet için güzel adımızı boşa salmak uygun mudur? Kardeşçe ilişkiler kurmak ve birbirimizi desteklemek varken sonu kötü düşmanları sevindirmek, doğruyu araştıran aklın gereği değildir. Güçlü kişilere uygun düşecek olan budur ki Anadolu diyarına yarı yarıya hükmederiz, kardeşlik ve hoşnutluk yolunu tutarız…”

İsa Çelebi ise küçük kardeşinin kendisine yol göstermesi karşısında hiddetlenerek sert ve ağır ifadelerle cevap verdi ve atının dizginlerini mücadele meydanına çevirdi.
İki padişah fazla

Neticede Mehmed, Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler arasında onbir yıl devam edecek büyük mücadele başladı. Mehmed Çelebi Osmanlı devletini yeniden bir idare altında toplamayı başarırken bu durumdan memnun olmayan devletler de vardı. Batıda güçlü bir devletin bulunmasını istemeyen ve dağınık mevcut statünün devamında kendisi için faydalar gören Timur’un oğlu Şahruh, Çelebi Mehmed’e bir name göndererek dikkatini çekmişti. Şahruh mektubunda; onun Osmanlı töresi üzerine kardeşlerini öldürtmesinin İlhanlı töresine uymadığını söylüyor ve yaptıklarından dolayı Çelebi Mehmed’i şiddetle tenkit ediyor, aksi halde üzerine geleceğinden dem vuruyordu.

Osmanlı sultanı ise bu sözlere karşı; “Osmanlı padişahları başlangıçtan beri tecrübeyi kendilerine rehber yapmışlar ve saltanatta ortaklığı kabul etmemişlerdir. On derviş bir kilim üzerinde uyur, lakin iki padişah bir iklime sığmaz. Zira etrafta din ve devlet düşmanları fırsat beklemektedir. Nitekim malumunuzdur ki pederinizin arkasından (Ankara Savaşından sonra) kafirler fırsat buldu. Selanik ve başka beldeler elden çıktı” diyerek cevab vermişti.

Cem Sultan’ın teklifi

Osmanlı devleti fetret devrinden sonra en ciddi bölünme tehlikesini Fatih Sultan Mehmed’in oğulları Bayezid-Cem mücadelesi sırasında yaşadı. II.Bayezid’in saltanatı elde etmesine karşılık Bursa’yı zapteden Cem, kendisini Anadolu’ya hakim olmuş sayarak bir elçilik heyetini ağabeyine gönderdi ve bu durumun kabul edilmesini istedi.

Elçilik heyetinde, Çelebi Mehmed’in kızı ve şehzadelerin halaları ihtiyar Selçuk Hatun da bulunuyordu. Bayezid Han, huzuruna gelen halasına büyük izzet ve itibar gösterdi. Selçuk Hatun ona:

“Padişahım olmaz mı ki can beraber olan kardeş kanını dökmeğe kalkışmayasın. İslam arasında cenk ateşini yakıp tutuşturmayasın. Rumeli topraklarıyla yetinip Anadolu ülkesini kardeşine bağışlayasın. Böyle yaparsan o da eğdiği boynunu bir daha boyunduruğundan çıkarmaz. Çekişme bir ağaç için dahi olsa üzüntüden başka meyve vermez. İki şanlı padişah döğüşmeye niyet etseler bundan halk büyük zarar görür. Ülke kavgası yüzünden ortalığı harabeye çevirmek yüce gönüllü olmaya ve yiğitlik şanına uygun değildir” dedi.

Evlâttan daha mühim

Sultan II. Bayezid hissiyatla dile getirilen duygu yüklü bu konuşmaya aldanmadı.

Lâ erhemebeyne’l-müluk (Hükümdarlar arasında merhamet olmaz) ve

Bu kişver-i Rûm bir ser-i pûşîde-i arus-ı pür namustur ki iki damad hutbesine tâb götürmez. (Osmanlı Devleti öyle başı örtülü namuslu bir gelindir ki iki damadın talebine tahammül edemez) ifadeleriyle saltanatın taksim edilemeyeceğine dair namus ve kudsiyet duygularını belirtir.

Mücadelenin sonunda Cem’in Rodos’a geçmesinin, Osmanlı devletine nelere malolduğu meselesi ise tarih uzmanlarınca çok iyi biliniyor. İşte Osmanlı padişahları bu tarihî geçmişi, vuku bulan kavgaları ve neticelerini görerek kat’i tedbirlere başvurmaktan geri durmadılar. Nizam-ı âlem mefkuresini, din ve devlet, mülk ve millet duygusu ile ele alarak her fedakârlığa katlanmaktan çekinmediler.

Kanuni devrinde Türkiye’ye gelen İmparator Ferdinand’ın elçisi Busbecq bu anlayışı şu sözleriyle ifade etmektedir: Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın feda etmek istemediği oğlu Bayezid’e gönderdiği namesinde aynı duygu ve inancı görmek mümkündür:

Cenab-ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din-i İslamınyeganeistinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdir.

İşte Kanuni’nin oğlunu ve padişahların kardeşlerini ortadan kaldırırlarken düşündükleri yüksek devlet şuuru bu anlayıştır.

Tevbe kıl canım oğul

Osmanlı padişahlarının bu yüce duygularını ve hareket tarzlarını anlamak, onları taht için kardeşlerini öldürten hunhar ve zalim kimseler şeklinde göstermek, yanlıştır. Oysa İslam ülkelerinin harap olmaması ve Müslüman halkın huzuru için canlarından çok sevdikleri kardeşlerini ve çocuklarını biremirleriyle öldürtmek acaba cihad hizmetini yürütmek ve adaletten çıkmak korkusuyla yıpranan ruh ve bedenlerine daha ne şekilde etkilerde bulunmuştu. Genç denilebilecek yaşlarda, üzüntü ve kederlerin yol açtığı hastalıklarla ölümlerinde, ne gibi etkenlerin rolü vardı. Bunlar, öncelikli olarak incelemeye değer mevzulardır.
Padişahların kardeşlerini ortadan kaldırdıkları sıra yaşadıkları halet-i ruhiyeden bazı örnekleri şöyle sıralayabiliriz:

“Çelebi Mehmed ağabeyi Musa’nın vücut donanımını yitirdiği cihetten üzülmüş, onun gençlik deminde yokluk diyarına gidişine yanmış, üzüntüsünü belli edercesine huzursuz olmuştu. Kirpiklerinin ucundan dökülen yaş taneleri göz bebeklerini nar gibi kan içinde bırakmış, akan yaşlar yanaklarını kızartmış, oturduğu yeri nemlendirmişti”.

Yavuz Sultan Selim de kardeşleri Korkud ve Ahmed’in ölümlerinden büyük üzüntü duydu ve ruhları için sadakalar dağıttı. Kanuni Sultan Süleyman nasihatçileri de dinlemeyerek isyan eden oğluna “Bî-günahım deme bari tevbe kıl canım oğul” derken ne iç buhranları geçirmişti acaba?

Yavuz devri tarihçilerinden Celalzâde Mustafa bu hususu:

Cihana verme gönül bî-vefadır

Mülûkun menzili taht-ı fenadır

Huzur-ı saltanat bir bâda benzer

Karındaşı kişinin yâda benzer

Cihan için karındaşa kıyarlar

Bıçak ile ciğer çeşmin kıyarlar

diyerek ifade ederken belki de meliklerde bu sebeple huzur ve sükûnun bulunmayacağını idafe etmektedir.

Meşhur tarihçi Kemalpaşazâde ise:

Akıbet şirzâdeşîr olur,

Zirzâde büyür emir olur.

beytiyle arslan yavrusu büyüyünce aslan olacağı gibi, küçük de olsalar saltanat üyelerinin büyüdüklerinde padişah olacaklarını belirtip ortadan kaldırılmalarının, cihan görmüş, tecrübe sahibi yaşlıların tedbiri ve tavsiyeleri neticesinde devam ettiğini belirtir.

Bir veliye bende olmak…

Öte yandan Osmanlı padişahlarının zevk için, mevki ve makam için insan katledecek kadar aşağı ve bayağı kimseler olmadıkları, onların ruhi yönlerini yansıtan ifadelerinden daha açık bir şekilde anlaşılır. Reayayı koruma yönünde gayretleri, dini yaşantıları, İslamiyetin emirlerine bağlılıkları, adaletle hükmetmelerinin yanısıra şahsiyetlerini yansıtan en mühim yönleri onların ilmi ve edebi cihetleridir.

Hemen her biri mükemmel bir eğitimden geçen Osmanlı sultanlarının veya hanedan mensuplarının tamamı şiirle meşgul olmuş, belki de med-cezir hareketleri gibi üzütülü-coşkulu iç dünyalarını bu şekilde ifade etmişlerdir. Onların bu yönleri dikkatle ve tarafsız bir şekilde incelenirse sanatçı özellikleri, içli ve duygulu yapıları, saltanatın ağır yükünden bunalışları, ahiret hesabı içerisinde bunaldıkları açık bir biçimde görülür.

Yavuz Sultan Selim:

Padişahı âlem olmak bir kuru kavga imiş

Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş

Kanuni Sultan Süleyman:

Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır

Olmaya baht-ü saadet dünyada vahdet gibi

II.Selim Han:

Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasın

Kâm alırsan adl ile ol dem be-câdır saltanat

Fatih Sultan Mehmed ise:

Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihad

Hamdülillah var gazâya sadhezârânrağbetüm

ifadeleriyle hangi duyguların hasretliğini çektiklerini açık bir tarzda ortaya koymuşlardır.

Ekber evlât

Sultan III. Mehmed’e halef olan oğlu I. Ahmed’den itibaren şehzadelerin sancağa çıkarılmaları usulü kaldırılıyordu. İşte bu uygulamanın sona erdirilmesi ile kardeş katli problemine de çözümler aranmaya başlandı. Zira III. Murad ve III. Mehmed devrinde sayıları artan şehzadelerin öldürülmeleri sarayda derin akisler doğurmuş, büyük üzüntülere yol açmıştı. I.Ahmed devrinde il k defa olmak üzere, oğlu Osman dünyaya geldiğinde kardeşi Mustafa’ya dokunulmadı. Yine ilk defa olmak üzere I.Ahmed Han vefat ettiğinde oğlu Osman küçük olduğundan amcası Mustafa tahta çıkarıldı. Buna rağmen şartların getirdiği sıkıntılar sebebiyle II. O sman ve IV. Murad dönemlerinde yine Fatih kanunnâmesine dayanılarak şehzade idamları vuku buldu. Ancak bütün bu idamlar padişahın sefere çıkması sırasında sarayda saltanata geçebilecek namzet bırakmak istememelerinden kaynaklanıyordu. Zira IV. Murad defalarca zorbalar tarafından ayak divanına çağırıldığında hep kardeşlerinden birinin tahta çıkarılmasıyla tehdit olunmuştu.
Nihayet I. Ahmed döneminde tavsayan kardeş katli meselesi, Sultan IV. Mehmed zamanında sona erdi. Bu devirde Osman oğulları içinden yaşça en büyüğünün tahta geçmesi kabul edilerek kardeş katlinin önüne geçildi. Hemen hemen Osmanlı hanedanının nihayete ermesine kadar devam eden bu usulün öncesi ile mukayesesi ise her zaman yapılageldi.

Güçlü nefeslerden göç şarkılarına

Yetenekli, kabiliyetli, ilim ve siyaset bakımından üstün nice şehzadeler kenarda beklerken idarede başarısız olanlar uzun yıllar icranın başında bulundular.

Diğer taraftan gerek bazı haris devlet adamları, gerekse askerler beğenmedikleri veya menfaatlerine uygun gelmeyen padişahları her zaman tahttan indirme imkanına sahip bulundular. Artık ayak başa hükmetmektedir. Bu durum karşısında Osmanlı sarayı eskiyi aratmayacak acılara sahne oldu. Genç Osman’ın, III. Selim’in ve Abdülaziz Han’ın şehadetleri bunun e n bariz misalleridir. Bu uygulamalar padişahların rahat hareket etme imkanlarını ortadan kaldırdı, onların pek çok dengeleri gözetmesine yol açtı; böylece güçlü devirler yerini çekingen ve korkak uygulamalara bıraktı.

Kanuni Sultan Süleyman’ın:

Allah Allah diyelim sancak-ı şâhi çekelim

Yürüyüp her yanadan Şarka sipahi çekelim

İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın

Bulanıp toz ile toprağa bu râhı çekelim

Pay-ı mâl eyleyelim mülkünü düşmen-i dinin

Gözüne sürme deyudûd-ı siyahi çekelim

şeklindeki güçlü kudretli sedaları yerini,

III. Mustafa Han’da:

Yıkılubdur bu cihan sanmaki bizde düzele

Devleti çerh-i deni verdi kamu mübtezele

Şimdi ebvâb-ı Saadet’te gezen hep hâzele

İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem-Yezel’e

mısralarıyla iç sıkıntılarına ve çaresizliğe terkediyordu.

Dolayısıyla kardeş katli meselesi ve sonraki uygulamalara dair mukayesenin pek çok bakımdan ve sıhhatli bir şekilde yapılması; hissi, yanlı, düşmanca tavır ve değerlendirmelerden uzak kalınması gerekiyor.”

5 dk. Boyunca süren iftiraların tamamı burada: https://www.youtube.com/watch?v=NZ0u-5NxN70

Harun Çetin, İttihattan İhtilafa

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu