Musa Carullah Afeti Ve Mehmet Görmez
(MEHMET GÖRMEZ TARAFINDAN ESERLERİ YAYINLANAN MUSA CARULLAH’A AİT KİTAPLARDAKİ HEZEYANLAR)
1-GENEL OLARAK
Musa Carullah, 1875’te Rusya’da doğmuş. Rus teknik Lisesi’ni okumuş. Buhara’da İslami ilimler, felsefe, matematik ve astronomi tahsil etmiş. Filozoflardan Decartes ve Bacon’u mütalaa etmiş. Daha sonra tahsil amaçlı İstanbul’a ve oradan Kahire’ye gitmiş. Mısır’da Muhammed Abduh’a öğrenci olmuş. Arkasından Hicaz, Hindistan ve tekrar Mısır’a, buradan Beyrut ve Şam’a yolculuk yapmış. Memlekete döndüğünde Rus Hukuk Fakültesine girmiş. 1906’larda radikal modernist gazetelerde yazı yazmış, sonra kendisi gazete kurmuştur. Bir süre sonra Orenburg Üniversitesine Arapça ve Dinler Tarihi hocası olmuş. Burada, “müşrikler dahil kimsenin cehennemde ebedi kalmayacağı” fikrini ileri sürünce, Müslüman alimler ve üniversitenin tepkisini çekmiş. Daha sonra Petesburg’a giderek yayıncılığa ağırlık vermiş. İslam’da kadın Hakları konusunda sunduğu bir tebliğ, İslam âlimlerinden büyük tepki toplamış. Osmanlı âlimleri tarafından büyük tenkide uğradığı için onlarla arası açılmış ve bu yüzden Türkiye’de barınamamış.
1920’lerde “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Müracaat” adlı eserini Mustafa Kemal’e sunmuş.[1] 1925’li yıllarda Ankara’da İsmet İnönü ile de görüşmüş. Türkiye’den sonraki seyri, sırasıyla Berlin, Tahran, Bağdat, İstanbul, Ankara, Kahire, Hindistan, Japonya, Afganistan, Delhi, Kahire, İstanbul ve Kahire. Kahire’de 1949’da ölmüştür.[2]
Musa Carullah’ın fikirlerini Türkiye’de, “Musa Carullah Bigiyef” adlı kitabıyla Mehmet Görmez tanıtmıştır. Bu çalışmasının yanı sıra Mehmet Görmez, Carullah’a ait bazı kitapları yayına hazırlamak veya tercüme etmek suretiyle yayınlanmasına vesile olmuştur.[3] Yayınladığı kitap ve makalelerinde Görmez, Musa Carullah’tan sitayişle alıntılar yapmaktadır. Mehmet Görmez’in kendi ifadelerinden, iyi bir Musa Carullah Bigiyef hayranı olduğu anlaşılmaktadır.[4] Musa Carullah’ın “İslam’ın Elifbâ’sı” adlı eserini ise, İbrahim Maraş, Seyfettin Erşahin’in yayına hazırladıklarını görüyoruz. [5]
Musa Carullah, hayatında ve eserlerinde, İslam dünyasının fikri ve içtimai yönden kalkınması yolunda çaba sarf ettiği görünümü vermişse de fikirleri İslam âlimleri üzerinde büyük şüphe uyandırmıştır. Yukarıda sözü edilen kitaplardan incelediğimiz kadarıyla Musa Carullah’ın, gizli bir şekilde dini dejenerasyon hedefldiği anlaşılmaktadır. Fikirlerinde pek çok çelişki göze çarpmaktadır. Kendisini, iyi niyetliymiş gibi algılatacak kadar sinsi bir üsluba sahip olduğunu görüyoruz.
Zararlı düşüncelerini açıklıkla dile getirmeyip doğru bilinenleri kabul eder bir görüntü içerisinde zehrini sunduğundan dolayı Musa Carullah’ın, Fazlurrrahman’dan daha tehlikeli olduğu kanaatindeyiz.
2- MUSA CARULLAH’IN ESERLERİNDEN BİR ÖRNEK!
Yukarıda bahsettiğimiz, Mehmet Görmez tarafından tercüme edilip Ankara Okulu tarafından yayınlanan “Kitabu’s-Sünne” isimli kitabını Hindistan’daki “Kurâniyyûn” akımına karşı sünneti savunmak amacıyla yazdığını söylemektedir. Kitapta içerik olarak sözde şer’î delilleri incelemektedir. İlk bakışta İslami ilimlerde bilinen makbul bilgileri veriyor görüntüsü göze çarpmaktadır. Bölüm başlarında ve sonuçta yer alan bilgiler, içerik olarak oldukça cazip, doğru ve masum bir görüntüdedir. Ancak konuları öyle bir incelemektedir ki, adeta katlı pasta gibi, kitapta baştan sona, doğru bilgiler arasında gizli zehrini kusmaktadır. İnancında samimi, dini hamiyetli, büyük ve erdemli bir alim görüntüsü altında çok sayıda ayet-i kerime tahrif edilerek İslam itikat ve esaslarına aykırı düşünce ve bilgiler verilmektedir. Bazen samimi olduğuna dair yemin bile edebilmektedir.
Musa Carullah’ın “Kitabu’s-Sünne” adlı kitabında, şer’î delilleri tanıtma ve savunma görüntüsü altında, İslami ilimlerde bildiğimiz şer’î delilleri çeşitli fasit yorumlarla sulandırarak bertaraf etmeyi amaçladığı görülmektedir. Bu bağlamda Carullah, büyük bir bilgelik havası içerisinde yer yer abuk sabuk yeni deliller sokuşturmakta, bilinen asli ve fer’î delilleri de keyfince yorumlara tabi tutmaktadır. Bunu yaparken de en çok ayet-i kerimeleri tahrif etmektedir. Kitabı okuyup anlamak ise oldukça zordur. Tercüme olarak piyasaya sürülmüş kitabın basım kalitesi ve mizanpajı da oldukça kötü. Yazı puntosu küçük ve yazı rengi soluk. Görmez tarafından hazırlanan uzun dipnotlar 8 (sekiz) punto olsa gerek. Metin kısmındaki çoğu ayetler de aynı puntoda ve italik yazı biçiminde. Bu özellikleriyle kitap, oldukça sıkıcı ve okuması yorucu. Belli bir gayeniz veya göreviniz gereği değilse, ilk bakışta bu haliyle kitabı okumaktan imtina edersiniz.
Neden böyle derseniz?
Çünkü bu tür kitaplar halk için yazılmış kitaplar değildir. Esasen bu tür kitaplar, İlahiyat Fakültesi öğrencileri için yazılmış, genç beyinleri sarsacak kitaplar. Bu fikirlerin savunucusu Teologlar, bir şekilde bunları öğrencinin okumasını sağlıyorlar. İlahiyatlara gelen çoğu öğrenci henüz hiçbir dini altyapısı olmadan, usul ilimlerini de öğrenmeden bu kitaplarla karşılaşıyor. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, Fazlurrahman’ın bir fikrini kaynağından görmek için, elimde bulunmayan bir kitabını satın almaya gittiğimde “kitapçı”, o kitapların elinde kalmadığını, kısa bir süre önce tamamının satıldığını söyledi. Neden diye sorduğumda, o kitabın Ankara ilahiyatta ders kitabı olarak okutulduğunu söyledi.
3- MUSA CUARULLAH’IN FİKİRLERİNDEN ÖRNEKLER
Mehmet Görmez tarafından tercüme edilen veya yayına hazırlanan Carullah’a ait kitaplardan elde edilen bazı fikir ve söylemleri şöyledir:
Musa Carullah, diğer din ve inançlara hoşgörüyle bakılması ve insanların cehennem ateşinde sonsuza kadar yanmayacağı görüşünü savunmaktadır.[6] Müslümanın başka toplumlara karşı her halükârda teslimiyet duygusu içerisinde olması gerektiğini öğütlemektedir. Bu husustaki ifadeleri şöyledir:
“İslam toplumu hiçbir topluma hiçbir zaman düşman olmaz.”[7]
“Her zaman her devletin kanunlarına uymak herkesin büyük bir görevidir.”[8]
“Kanunların birini yıkmak veya terk etmek için bile hile, hiçbir zaman caiz olmaz. Hile yapacak kişi, Allah’a, Rasülü’ne ve Kitabına savaş açmış olur.”[9]
“Asıl zararlı ve yasak olan şey düşmanlıktır. Bütün ümmetin yapması gereken ilk şey her türlü düşmanlığı ortadan kaldırmaktır…”[10]
“Alınması gereken ilk tedbir hürriyet ve saygıya bağlı kalarak kalpleri birbirine ısındırmaktır. Herkes hür ve herkes saygıya değer kabul edilmelidir. Bu prensip başta yerleşirse daha sonra her şey kolaylaşacaktır.”[11]
Bu ifadelere göre Müslüman daima hümanist,[12] kendisine haçlı seferi ilan edilse de karşıdakine iyimser ve saygılı olacaktır. Kanaatimizce bu ifadelerde güdülen gaye, kendisine karşı tertiplenen tuzaklara karşı Müslüman toplumu uyuşturmak ve böylece karşıdakilerin, sinsi plan ve tuzaklarını rahatça gerçekleştirebilmelerine zemin hazırlamaktır.
Musa Carullah, İslam hak mezheplerini, kelam, fıkıh ve fıkıh usülü ulemasını adeta İslam düşmanı kabul edecek kadar zararlı addetmektedir.[13] Buna karşı Carullah, fikir ve düşünce ayrılıklarıyla farklı örf, adet ve yaşam tarzlarını ise rahmet ve genişlik olarak telakki etmektedir.[14] Bununla kastettiği, diğer dinlere karşı hoşgörüdür.
Musa Carullah, çoğu fırsatta bu günkü şekliyle İslamiyet dışındaki dinlerin doğruluğuna ve yol göstericiliğine işaret etmektedir. Bu hususta, Nisâ Sûresi’nin 26. Ayetinin anlamını[15] saptırarak şöyle demektedir:
“Bu ayette Allah’ın bizden öncekilerin hakikate uygun sünnetlerine uymamızı istediğini görmekteyiz. Şayet İslam Ümmeti’nin kadim milletlerin sünnetlerine tabi olması, onları kendine rehber edinmesi, ilahi iradeye uygun görülmüş ve İslam tarafından meşru kabul edilmişse, Kur’an-ı Kerim açıkça ümmeti böyle bir şeye davet ediyor ve kadim ümmetlerin iyi sünnetlerini delil olarak görüyorsa, Kur’an’ı bize getiren Hz. Peygamber’in sünnetlerini, böyle bir haktan kim mahrum edebilir?”[16]
Halbuki söz konusu ayet-i kerimedeki “sünene’l-lezîne min kabliküm” ifadesinde kastedilen, sâlihlerin ve nebilerin yoludur.[17] Ayet, “müminleri, sâlihlerin yoluna ulaştırmaktan” söz etmektedir. Fakat Carullah, güya sünnet’in delil oluşunu anlatmak için yukarıdaki sokuşturmayı yapmaktadır.
Musa Carullah, İslam sosyal şeriatını tanıtmak[18] için bütün dinlerin, önceki milletlerin bütün kanunlarının, günümüz medeniyetinin bütün sistemlerinin tamamıyla kucaklanması gerektiğinden de söz etmektedir.[19]
Carullah, aşırı bir şekilde tahrif ettiği Âraf Suresi’nin 28. Ayetindeki “âbâ’enâ”[20] (babalarımızı) kelimesinden de diğer dinlerin meşruiyetine kapı aralamaktadır. Bu konuda şöyle demektedir:
“Eski ümmetlerin dinî literatürlerinde ‘baba’ kelimesi muallim ve peygamberler için kullanılmıştır. Bu sebeple ‘Allah da bize bunu emretti’ demişlerdir. Kur’an-ı Kerim bâtıl sünnetleri reddettiği için, ‘Allah kötülüğü emretmez’ diyerek onların bu düşüncelerini reddetmiştir. Aynı ayette doğru, iyi (salih) sünnetleri kabul söz konusudur. İslam, toplumsal bir fesâda ve batıl bir inanışa yol açmadıkça, her ümmeti kendi kadim örf ve âdetleri ve milli sünnetleri (süneni’l- kavmiyye) üzerinde serbest bırakmıştır.”[21]
Mehmet Görmez de Musa Carullah’ın, bazı gerekçeler dolayısıyla bu fikirlerinde haklı olduğunu ifade etmektedir.[22] Musa Carullah ve benzerlerinin, İslam âlimlerine ve İslami kaynaklara hoşgörüleri yok; ama diğer dinlere ve inançlara karşı hoşgörüleri sonsuz!
Halbuki, ayet-i kerimenin sevk ediliş kastıyla (nassı) hiçbir ilişkisi olmadığı halde Carullah, ayette geçen “kul inne’l-lâhe lâ ye’müru bi’l-fahşâ / De ki: Allah çirkinliği emretmez!”[23] ibaresinden, diğer dinlerin bu günkü yaşam tarzının iyi sünnet olduğu sonucunu çıkarıyor. Halbuki Allah Teâlâ İslamiyet’i, bu dinler bozulduğu için göndermiş ve bu surette önceki dinlerin hükmünü de yürürlükten kaldırmıştır. Sünnet veya hayat tarzı aranacaksa İslamiyet kâfidir, İslam’dan başka bir hayat tarzı da Allah tarafından kabul edilmez.[24] İslamiyet’in yanına diğer geçmiş milletlerin/dinlerin sünnetlerini sokuşturmak, tam anlamıyla bir çarpıtma ve saptırmadır. Geçmiş şeriatlara ait uygulamaların İslamiyet’teki hükmü ise bellidir. İslamiyet, kısas ve oruçta olduğu gibi, o hükümlerden bazılarını onayladığını veya akmış kan ve ölü hayvan etinin yenmesinin haramlığında olduğu gibi bazılarını da reddettiğini bildirir. Önceki dinlerle ilgili İslamiyet’in onayladığı hükümler, İslamiyet’in kendi hükümleridir, bu hükümler önceki dinlerin kabulü anlamına gelmez. Bunun dışında önceki şeriatlardan dini hüküm veya yaşantı aramak, İslamiyet’e alternatif aramak anlamına gelir ki böyle bir düşünce kesin olarak reddedilmiştir.[25]
Bilindiği gibi kâfir olarak dünyadan ayrılanların kesinlikle ebedi cehennemde oldukları gerçeği çok sayıda ayet ve hadisle sabittir. Kur’an-ı Kerim, “Deve iğne deliğine girinceye kadar kâfirlerin cennete giremeyeceğini” (kâfirlerin cehennemde ebedi kalacaklarını) bildirmektedir.[26] Diğer bir ayeti kerime ise, “kâfirler, yeryüzü dolusu altını cehennemden kurtulmak karşılığında verseler bile bu teklifin kabul edilmeyeceğini” haber vermektedir.[27]
Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim, “Peygamber Efendimiz’e indirilen İslam Dini dışında bir din arayanlardan, asla hiçbir şeyin kabul edilmeyeceğini ve bu kimselerin Ahirette hüsrana uğrayacaklarını”[28], bildirmektedir. -Semavî olsun beşerî olsun- Peygamberimiz (s.a.v.)’e indirilen Din dışındaki herhangi bir dine intisap edenlerin “kâfirler” oldukları da Kur’an’da çok yerde zikredilmiştir.[29]
Ve Bir Not:
Bu çalışma sırasında Diyanet’in 2006 baskılı (12.baskı) Kur’an-ı Kerim mealinin fihristinden, “teslis” ve “üçlü teslis” kavramlarını aradık, bulamadık. Belki “Hıristiyanlar” kavramında aradığımız ayet numaraları verilmiştir diye düşündük. Ancak gördük ki, “Hristiyanlar” maddesinde, “Hristiyanların teslis inançları dolayısıyla kâfir olduklarını” açıkça haber veren ayetlerin (Maide, 5/17 ve 73) numaralarının fihriste alınmadığını gördük. Önceki ve sonraki baskılarda var mı bilmiyoruz. 2006 yılında M. Görmez, Dini yayınlardan sorumlu Başkan Yardımcısı’dır.
- b) Musa Carullah Pek Çok Yerde Tevrat’ın ve Yahudiliğin Gizli Propagandasını Yapmaktadır
Musa Carullah, “İslam’ın Elifbâ’sı” adlı kitabında, “Yahudilerin Tevratlarına, şeriatlarına, tabiatlarına ve tarihlerine Kur’an-ı Kerim büyük önem vermiştir. (…) Müslümanlar, her namazın son oturuşunda Yahudilere dua eder”[30]
Musa Carullah, Yahudiliğin değişmez, İslamiyet’in ise topluma ve çağa göre değişebilir(!) olduğunu söylüyor. Şöyle ki:
“İlahi bir din, Yahudilik gibi, milli bir nitelikte olursa, dinin kendisine geldiği kavmin örf ve adetlerini dinî birer sünnet olarak kabul etmek mümkün olabilir. Ancak söz konusu olan din, bütün insanlığa gelmiş evrensel bir din ise (İslamiyet gibi) herhangi bir kavmin adetlerini sünnet kategorisinde değerlendirmek asla mümkün olmaz. Zira toplumların tabiatları, seciyeleri, örf ve adetleri farklılık arz edecektir. ‘Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre amel edecektir’.”[31]
Bu sözler akılcılığın ve keyfiliğin tipik bir örneğidir. Asıl önemlisi, yürürlükten kaldırılmış muharref bir din olan Yahudiliğin değişmez bir din olarak, İslamiyet’in ise topluma göre değişebilir bir din olarak gösterilmesidir. Bu sözlerdeki asıl maksadın, Dinimizi yozlaştırmak olduğu düşüncesindeyiz.
- c) Musa Carullah Sünnet’i Savunmak İçin Yazdığı Kitapta, Sünnet Dahil Bütün Şer’î Delilleri Bozma Çabası İçerisindedir
Sözde, sünnet’i savunmak için yazdığı “Kitabu’s-Sünne”de[32] Musa Carullah, sünnet hakkında son derece çarpık fikirler ileri sürmektedir. Bu hususta söylediklerinden örnekler:
“Şüphesiz bütün ümmetler, bilge (hekim), büyük insanların ve peygamberlerin yaşamları süresince söyledikleri ve yaptıklarını kutsal, toplumsal birer sünnet olarak addetmiş ve bu sünnetler her türlü işlerinde onlara rehberlik etmiştir. Bu husus toplumların yapısında hiç kimsenin inkâr edemediği ve aklı başında hiç kimsenin de inkâr edemeyeceği fıtrî/tabii bir durumdur. Hiç kimse Hatemu’l-Enbiya Hz. Muhammed’i bu bilge kimselere, büyük insanlara ve bütün peygamberlere verilen böylesi bir şereften istisna edemez.”[33]
Bu ifadelere göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), toplumsal sünnet sahibi diğer bilge ve filozoflar gibi(!) kutsal olmayı ve rehberliği hak etmektedir. Peygamber Efendimiz’in sünnetine uymanın meşruluğuna delil olarak Carullah, bilge ve filozofları gösteriyor. Onların sünneti varsa, Hz. Peygamber’in niye olmasın, diyor ve bu surette güya sünnet’i savunmuş oluyor(!).
Şimdi de şu ifadelerine bakalım:
“Allah Teâla bütün peygamberlerin en basit hallerini dahi sonra gelen herkese (örnek kılmış) ve onlara (sürekli anılacak) bir ün kazandırmıştır.”[34]
İfadeye göre, önceki bütün peygamberlerin en basit halleri, sonra gelen herkese örnek ve sünnet oluyor(!). Bu durumda Carullah’ın sünnet anlayışına göre, bu günkü Tevrat ve İncil’de anlatılanlar da bize örnek(!) demektir. Bu ifadelerle Carullah’ın asıl anlatmak istediği de budur, zaten.
Filozofların, bilgelerin ve her peygamberin en basit halinin sünnet olduğunu belirten Carullah’ın; bunun karşısında, “her hadisin sünnet olmayacağını” belirtmesi, O’nun maksatlılığını ortaya koyan çok önemli işaretlerden biridir.[35]
Musa Carullah, peygamberler gönderilmeden de insanların akıl yoluyla şeriat ilkelerine ulaşabileceklerini savunmaktadır. Çünkü insan, Kur’an indirilmeden önce de açık bir “beyyine” üzere olup Şeytan’dan uzak olabiliyormuş(!). Gelen kitap, insanın sadece aklında ve kalbinde olanı teyid etmiş oluyormuş(!) …[36]
Sözde “Kur’an İslamı”na karşı çıkmak için hazırlanmış bu kitap, zihinleri karmakarışık edecek sakıncalı açıklamalarla doludur. Bunlardan birkaç örnek şöyledir:
Bilindiği gibi sünnet, dini hükümler için Kur’an’dan sonra gelen ikinci ana kaynaktır. Kur’an’daki hükümlerin açıklaması, uygulaması ve bazen de Kur’an’da bulunmayan hükümler için sünnet’e bakılır. Makbul sünnet, ibadet, muâmelat ve ukubatta delil teşkil eder. İtikâdi konularda yalnızca mütevatir ve sahih meşhur sünnet delil olur. Haram helalı ortaya koyma konusunda Kur’an’la sahih sünnet arasında fark yoktur.
İslami literatürdeki bu bilinenlerin aksine Musa Carullah, sünnet’i birinci ana kaynak, Kur’an’ı ise, sünnet’i te’yid ve tespit eden ikinci kaynak olarak göstermektedir. Bu iddiasını ispatlamak için de bütün şer’î hükümlerde önce sünnet’in varid olduğunu, sonra Kur’an’ın bunları tespit ettiğini ileri sürmektedir.[37] Carullah’ın, burada sünnet’ten kastettiğinin, “yaşayan sünnet”, yani toplumun yaşadığı dini hayat olduğunu da göz ardı etmeyelim…
Carullah’ın bu görüşü, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olduğu gibi, tarihe ve sahih bilgiye de aykırıdır. Musa Carullah’ın iddiasıyla, yukarıda ne denli yanlış olduğunu izah ettiğimiz “Kur’an İslamı” saçmalığına kapı aralanabilir. Musa Carullah’ın dediği gibi Sünnet, asıl kabul edilirse, “şu hadis zayıf, bu uydurma, bunlar da tarihsel” yorumlarıyla önce Sünnet yok edilir. Carullah’a göre Sünnet asıl olduğuna göre, bu durumda asıl yok edilmiş olmakla, fer’ kabul edilen Kur’an’ın bina edileceği bir temel de ortadan kaldırılmış olur. Sonuçta, temeli bulunmayan Kur’an da kendiliğinden münfesih olur.
Nitekim Musa Carullah, “Hz. Peygamber’in bazı uygulamalarının dini tebliğ amacıyla değil, Arap örf ve adetleri gereği ortaya çıktığını” belirtmektedir. Devamında ise Carullah, “İslam genişliği gereği, her ümmeti kendi tabiatı ve âdeti üzerinde serbest bırakmıştır. Hiçbir ümmete başka bir ümmetin adetlerini dayatmamıştır”[38] demektedir.
Bu takdirde Dinimizin evrenselliği ve hayatı tanzime yönelik hükümleri nerde kalır ki? Her toplum tabiatı ve âdeti üzere serbest kalsaydı, Peygamber Efendimiz’in hiçbir mücadelesi olmaz ve o günkü Arap toplumu kendi örf adetine göre yaşardı. Carullah’ın bu fikrindeki asıl maksat, ona göre Araplara inmiş olan “İslam Dini”nin, başka kavimler hakkında geçersiz olduğu düşüncesine kapı aralamaktır.
Musa Carullah, sadece akla uymayan değil, Kur’an’a, fıtrata, tarihi hakikatlere, makam ve karineye uymayan hadislerin de uydurma olduğunu söylemektedir.[39]
Bu şartlardan herhangi birine uymayan hadisler uydurmadır denirse, dini literatürde hadis kalmaz. En masum gibi görünen şarttan -Hadis’in Kur’an’a uygun olması- şartının nerelere götüreceği konusuna bir örnek verelim: Bir kadının halası veya teyzesiyle birlikte aynı anda bir erkeğin eşleri olarak bulunması dinen haramdır. Bu hüküm Kur’an’da yoktur, sünnet’in ortaya koyduğu bir hükümdür. Aynı şekilde yeminle hüküm vermek, âkileye diyet, ninenin mirası, yırtıcı kuşların etinin haram olması gibi şer’î hükümler de sünnet’in müstakil olarak koyduğu ve Kur’an’da yer almayan hükümlerdir.[40]
“Kur’an’a uymayan hadis uydurmadır” genellemesi yapılırsa, hadislere karşı ciddi bir suiistimalin önü açılmış olur. Temelde sünnet, hiçbir zaman Kur’an’a aykırı düşmez. Bu bakımdan din; akılla, mantıkla, tarihle, fıtratla vb. şeylerle değil, vahiyle belirlenir. Bunun da kaynağı Allah ve Rasülü’dür. İkisi birbirinden ayrılamaz. Aksi halde “hevâ”ya dayalı beşerî bir din ortaya çıkar.
Musa Carullah, başka bir eserinde akıl hakkında şöyle demektedir:
“Hikmet sahibi bir alim için, istikamet üzere olan bir akıl, her şeyin ölçüsüdür.”[41]
Bu ölçü tam bir ölçüsüzlük örneği ve ciddi bir saptırma kuramından başka bir şey değildir. Zira, âlim kimdir? Hikmet sahibi âlim kimdir? İstikamet sahibi akıl nasıl bilinir? Bütün bunlar, soyut ve belirsiz kabullerden ibarettir. Böyle bir kurgu ile vahyin bağlayıcılığından sıyrılmanın ve hevâlara uygun bir din tesis etmenin yolu açılmış olur.
Doğruyu veya hakikati tespitte aklın temel kabul edilmesi halinde, birkaç kitap ya da sıradan bir Kur’an meali okuyan kimsenin, “ben hikmet sahibi bir âlimim, aklımla dinde her türlü hükmü koyabilirim” demesi halinde kendisine itirazda bulunulamaz. Bu durum, Musa Carullah’ın yukarıda belirtilen “herkese fikir hürriyeti ve içtihad yetkisi verilmeli” düşüncesiyle de uygunluk arz etmektedir.
Carullah’a göre akıl, dinin birinci kaynağıdır.[42] O’na göre her akıl bir “nebi”dir.[43] Carullah’ın bu görüşlerine göre aklın, dinin kaynağı yerine konduğu, dolayısıyla şâri’ makamına oturtulduğu açıktır. Akıl ve şeriat ilişkisiyle alakalı olarak Carullah şunları söylemektedir:
“Hür akıl mizan-ı hakikattır. Hakikatın haklılığı vezn-i akıl ile sabit olur. Aklın terazisine hafif gelen şey, hakikat pazarında rayiç bulmaz. Menkul’un sıhhati için sarih akla mutabakat zaruridir. Sahih menkul daima sarih mâkula mutabık olur. Sarih mâkula ters düşen menkul, hiçbir vakit sahih olmaz.”[44]
Burada “menkul”, nakledilen anlamına, “nakli delil” demektir. Nakli delil vahiydir. O da Kur’an ve sünnet’tir. Bu ifadelere göre, akla uygun olmayan hiçbir dini delil ve hüküm kabul edilmeyecektir(!). Bu da doğrudan rasyonalizm/akılcılık demektir. Görüldüğü gibi Carullah’a göre akıl, her hakikatin terazisidir. Ona göre hakikatin haklılığı, aklın terazisi ile sabit olur. Akıl terazisinde hafif gelenler, hakikat pazarında değer bulmaz. Menkul’un (naklî delilin) doğru kabul edilebilmesi için, açık akla uygun olması zorunludur. Ona göre, akla uymayan menkul (naklî delil) hiçbir zaman sahih olmaz(!)[45]
Halbuki insan aklı, Allah’ın irade ve düşüncesine denk midir ki de onun hükümlerini tartabilsin? Kaldı ki bir şeyi değerlendirebilmek veya tartabilmek, tartılan bilginin kaynağından daha üstün olmayı da gerektirir. Bu konuda Hz. Ali (k.v.)’nin sözü çok vecizdir: “Din akıl olsaydı, insanlar, mest’in üstünü değil, altını meshetmeleri gerekirdi.”
Carullah’ın bu fikirlerine göre Kur’an ve sünnet’te gelen hükümler, akla uymadığı gerekçesiyle kolaylıkla reddedilecektir ki bu, apaçık sapıklık demektir. Carullah, akla verdiği önemden dolayı, felsefeyi reddetmeyi de “aklı boyunduruğa almak” olarak görmektedir.[46]
Halbuki akıl, dinde nakille bildirilen şeyleri anlama aracıdır, dini hükümleri doğrudan belirleme aracı değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi, dinin inanç, ibadet, nübüvvet ve ahirete ilişkin konuları, sadece nakille (vahiyle) bilinir.[47] Bu sahada akıl terazisi çekmez. İmam Şâtıbî de şer’î hükümlerde, aklın nakle tâbi olması gerektiğini, aklın alanının naklin müsaade ettiği oranda geçerli olduğunu belirtmiştir.[48]
Carullah, bilginin kaynaklarını anlatırken, kendince önem verdiği her kaynağı, dinde birinci kaynak olarak nitelemektedir. Örneğin yukarıda aklı birinci kaynak ilan etmişti.[49] Bu yüzden Carullah, “en sapık fırka, aklı ve aklî delili, nakli bilgilerle çelişiyor iddiasıyla iptal eden fırkadır” diyebilmektedir.[50] Başka bir yerde ise “keşf” ve “ilhamı”, en doğru ve en kuvvetli bilgi olarak nitelemektedir.[51] Bu durumun apaçık bir çelişki olduğu aşikardır.
- cd) Musa Carullah’a Göre Keşf ve İlham Dinde Kesin Delildir(!)
Carullah, keşf ve ilhamla ilgili olarak, “gerçeğe en uygun, en doğru, en kuvvetli, en kapsamlı, en geniş bilgi ise, keşf, ilham ve vahiyle elde edilen bilgidir “[52] demektedir. Halbuki vahyi, keşf ve ilhamla eş tutmak, son derece sakat bir düşüncedir. Musa Carullah’ın, vahyi bu ifadelerin arasında zikretmesinin nedeni, vahye önem verdiği görünümünü vermektir. Halbuki buradaki asıl maksadın, ilham ve keşfi vahiyle eşit tutarak, vahyin itibarını sarsmak olduğu düşüncesindeyiz.
Carullah, keşf ve ilhamı, gerçeğe en uygun, en doğru, en kuvvetli, en kapsamlı ve en geniş kesin delil kabul ederken, fıkıh usulü ve kelâm/akâid kitaplarında yazanların, şüphe yaratmaktan başka bir işe yaramadığını ifade etmektedir. Çünkü kötülediği bu ilimler, dine sokulmak istenen batıl düşünceler karşısında tartışmasız bir engeldir.
Carullah’a göre felsefede Sokrat’ın, tıpta Hipokrat’ın, matematikte Arşimet’in, ilahiyatta Pisagor’un ve diğer ilim ehlinin ortaya koydukları bilgiler, Allah’tan aldıkları birer keşf ve ilhamdır(!).[53] Dolayısıyla bu sayılanlar Carullah’a göre kesin ve doğru bilgilerdir. “Sünnet genel itibariyle kesin bilgidir” dese de yukarıda belirttiğimiz gibi, kendisinin inandığı sünnet’in, İslam âlimlerinin tanımladığı sünnetle hiçbir alakası yoktur. Filozofların görüşlerini bile Allah kaynaklı kabul eden bir zat, yukarıda belirtildiği gibi sahabe’nin hadis uydurduğunu dahi söyleyebilmektedir.
Aslında “keşf”, ruhun ya da nefsin gerçeğe vakıf olması, melekût aleminin ortaya çıkması demektir.[54] “İlham” ise, kazanıma dayalı bir bilgi veya düşünce olmaksızın, feyz yoluyla kalbe atılan manevi şeydir.[55] İslam akaidindeki ağırlıklı görüşe göre, peygamberlerden başkaları için keşf ve ilham, şer’î bir delil değildir. Kelamcılar dışındaki bazı âlimler aksi görüş beyan etmişlerse de ileri sürdükleri şartlarla, çoğunluğun görüşüne katılmışlardır. Allah Teâlâ bazen sâlih kullarına bazı konularda keşfini açabilir ya da bazı kullarına ilham verebilir. Veli kullara doğru ilham da gelebilir. Fakat vicdani olmaları hasebiyle ilham ve keşfin doğru mu yanlış mı olduğu öncesinde bilinemez. Bu yüzden bunlar, herkes için bilgi ifade etmez, sadece kişinin kendisi nazarında ilim ifade edebilir. Bu yüzden keşf ve ilhamla sadece sahibi amel
edebilir. Başkasını ise keşf ve ilham bağlamaz.[56] Keşf ve ilham dinde delil kabul edildiğinde, herkes olanı da olmayanı da din diye iddia etmeye kalkışır. Carullah’ın amacı da zaten, keşf ve ilham olduğu iddiasıyla dini delillere aykırı düşünceleri topluma kabul ettirmektir.
- d) Musa Carullah’ın İlk Hedefi, Kelam İlmi ve Kelamcılardır[57]
Musa Carullah, kelâm ilmini, pratik bir faydası olmayan, manasız sözlere taalluku olan ve boş laflardan ibaret bir alan olarak görmektedir. Bu yüzden kelâm ilmi hakkında “Lafoloji” tabirini kullanmaktadır.
Carullah’a göre “kelamî mezhepler”, hamâkat (ahmaklık), taassup ve düşmanlık esaslarına dayanır ve Müslümanları güzel öğretilerden[58] mahrum bırakırmış. Milyonlarca Müslümanı sapıklık vadisinde şeytanın pençesine bırakırlarmış(!). Anlaşılmayan şeyleri, asılsız şeyleri, boş yere inanç esaslarına sokarak milyonlarca Müslümanı imanda şaşkınlık ve tereddüde sürüklemişler (!). Carullah’a göre kelam ilmi, ilimde ve dinde pratik faydayı itibar etmediği için, Müslümanları geri bırakmış, bataklığa sürüklemiş (!). [59] Zira kelamcıların hastalığı, sirayet yoluyla bütün Müslümanlara bulaşmış. Kelâm kitapları çekirge belası gibi bütün beldelere yayılmış (!). Medrese ve mekteplerde çocuklar bu kitapları öğrenmekten fırsat bulup faydalı ilimlerle meşgul olamamışlar. Milyonlarca çocuğun kıymetli ömürleri beyhude yere zayi olmuş. Allah’ın kitabı, Rasülü’nün sünneti adeta unutulmuş. Böylece cehalet karanlığında yetişen Müslümanlar, her yerde başkalarının elinde esir gibi olmuş, güya![60] Bu iddiaların hepsine kocaman bir hâşâ diyoruz.
Mehmet Görmez’in, Carullah’tan getirdiği bu görüşleri pekiştirme maksadıyla bizzat kendisinin söyledikleri ise kanımızı donduracak kadar vahimdir. Şöyle ki:
“Carullah’ın kelami mezhepleri hafife alması, onların tartışma usullerine, en çirkin taassub yollarına sülük ederek Müslümanların imanlarını çocuk oyuncağı gibi hafife almalarındandır. Kelamcıların ındî tefsir ve yorumları, ekseriyetle kitap ve sünnet gafletleri, Kur’an’ın açıklamaları ile iktifa eden Musa Carullah’a cesaret vermiştir. …[61]
Evet bunları, Hadis Profesörü ve DİB Başkanı Mehmet Görmez söylüyor… Ne söylüyor? Şunları söylüyor:
“Kelâm mezheplerimiz (kelâmcılarımız), en çirkin taassub yollarına koyulmuşlar, Müslümanların imanlarını çocuk oyuncağı gibi hafife almışlar, ındî/keyfi tefsir ve yorumlar yapmışlar, kitap ve sünnet’te gaflet etmişler (!)” Hâşâ lillah diyoruz!
Mehmet Görmez’in tenkide konu ettiği kelam mezhepleri Selefiyye (Sahabe, Tâbiûn, Tebeu’t-Tâbiîn ki ilk Hanefiler, ilk Şafiiller, ve ilk Hanbeliler selefidir. Dört mezhep imamının hepsi selefidir)[62], Maturidiye ve Eş’âriye’dir. Mutezile ve benzerlerine fazlaca diyecekleri bir şey olduğunu sanmıyoruz. Şu kadar var ki Mutezile ve benzeri kelam mezheplerinin görüşleri, bu görüşlerin en az yüz kere daha yıkanmışıdır! Şayet bid’at ve batıl mezhepleri konu etseydi, bunların ayırt edilmesi gerekirdi. En azından genellemeden dolayı bu hakarete, Ehl-i Sünnet kelâm mezhepleri dahil olmaktadır.
Devamla Görmez, şunları söylemektedir:
“Musa Carullah’ın kelam ilmine ve kelamcılara yönelttiği tenkitleri iki noktada yoğunlaştırmak mümkündür. [63]
Birincisi; kelâmcıların en büyük hatası, delilleri kendi hevalarına tabi kılmalarıdır. Kelamcılar önce ortaya bir iddia atmış, sonra da bunu ispat etmek için her türlü fedailiği göstererek, şer’î nassları tahrif pahasına da olsa te’vil yoluna başvurmuşlardır. Tevhid ilminden ibaret olan kelam ilminin, hevaların çalıştığı bir ilim dalı haline gelmesi bundandır.[64]
Carulllah’a göre kelamcılar, hiçbir zaman kendilerini delillerle sınırlandırmamışlardır. (…) Umum olmayan şeyleri genelleştirmiş, aklın ihâtasına girmeyen şeyler hakkında hemen hüküm vermişlerdir. [65]
Kısaca kelamcıların birinci hatası (…) Şer’î nassları bazen lafzın zevahiri, bazen de lügavi mecaz diye isimlendirerek Kur’an’ın ayetlerinin ve Hz. Peygamber’in hadislerinin ilmi ehemmiyetini iptal etmeleridir. (…) Ancak onlar bu kadarla da yetinmeyip, kelami vehimlerini kabul etmeyen adamları ya tekfir etmişler veya sapıklıkla suçlamışlardır. Kendi taraflarına cennete giriş bileti,[66] cehennemden kurtuluş beratı verirken, başkalarına da cehenneme giriş bileti kesmekten başka bir şey yapmamışlardır. [67]
İkinci nokta; itikadi meselelerde kesinlik zorunlu iken, zanni olan birçok şeyi inanç esaslarına sokmalarıdır. Kelamcıların bu hatasından dolayı bir taraftan şer’an muteber olan imanın kudsiyeti ve ehemmiyeti düşmüş, diğer taraftan Müslümanlar arasında birbirine düşman farklı mezhepler zuhur etmiştir. (…) İslam’ın ve Müslümanların başına gelen her bela bu fırkalaşmadan neş’et etmiştir. [68]
Musa Carullah’a göre, hâlis dinleri harab eden; aslı astarı olmayan hayallerle, batıl itikadlardır. Kati delillerle sâbit olmayan şeyleri itikadın bir parçası olarak kabul etmek büyük bir cinayettir. Binaen aleyh Hz. İsa’nın nüzulü, Deccal’ın zuhuru, Mehdinin gelişi vs. gibi şeyleri akaid kitaplarına dercetmek ona göre doğru olmamıştır.”[69]
Görmez bu ifadelerinde “Musa Carullah’a göre dese de kendisi de makale ve eserlerinde aynı fikirleri savunmaktadır. Özellikle ifadedeki son cümle, Görmez’in makalesinde tıpa tıp mevcuttur.[70] Kelamcılarımız/akaid bilginlerimiz/İslam alimlerimiz hakkında yapılan ağır hakaretlere, özellikle “Birincisi” denen kısımda lütfen dikkat ediniz: Güya, “Kelâmcılarımız şer’î delilleri kendi hevalarına tabi kılmışlar, şer’î nassları tahrif etmişler, kelam ilmini hevaların çalıştığı bir ilim dalı haline getirmişler (!). Yine “hâşâ lillâh” diyoruz! Ve Görmez bunları, kabullenerek Musa Carullah’tan aktarmaktadır.
Değerlendirme: Kelam ilminin başlangıçtaki adı, dinin temelleri anlamına “Usulü’d-Din”dir. Bu adla başlangıçta fıkıh ilmini de muhtevasında barındırmıştır. Sonraki devirlerde fıkıh ve fıkıh usülü bu ilimden ayrılıp müstakil hale gelmiştir. “Usülü’d-Din” ise, kelime olarak “dinin temeli” anlamına gelir ve “ilm-i tevhid” (inanç ilmi) adıyla da anılır. İlm-i Tevhid’in diğer adı da “kelâm”dır. Kelam İlmi’nin konusu “inanç esasları”dır. Gayesi, batıl inançlardan dini korumak ve iyi niyetli kimselerin zihinlerinde oluşan batıl düşünceleri ve şüpheleri gidermektir. Kelime anlamı olarak “kelâm”, etkili söz ve “yaralayan” anlamına gelir. Kelâm ilmi bir bakıma, İslam itikadının savunma gücüdür. Kelâm ilminin yaraladığı, İslam itikadının karşısındaki batıl inanç ve düşüncelerdir. Yani Kelâm, akli ve nakli deliller serdederek İslam inancına yönelen batıl düşünceleri yaralayıp yok eder. Böylece kelâm ilmi, naklin kontrolündeki bir akılla, Kur’an ve sünnet’e karşı saldırıları bertaraf eder. Bu bakımdan Müslüman toplumda kelam ilminin tahsili “farz-ı kifâye”dir. Yani toplumda bu ilmi tahsil eden olmazsa, bütün Müslümanlar bundan sorumlu ve günahkâr olurlar.
Burada şunu da hatırlatmak yararlı olacaktır. Fazlurrahman olsun, Musa Carullah olsun, kelâm ilmi ile akaid ilmini aynı anlamda ya da birbiri yerine kullanmaktadırlar. Haddi zatında” akâid”, halka yönelik olarak İslam Dini inanç esaslarını tartışmasız şekilde özetleyip anlaşılır hale getiren ilimdir. Sonuç itibariyle akâid, kelam ilminin hülasası olup, Kur’an ve sünnet’te yer alan inanç esaslarını toparlar. Dolayısıyla akaid’de yer alan esasların tamamı Kur’an ve mütevatir[71] sünnet’ten süzülmüş umdelerdir. Bu çalışmayı yapan ulema da kelâm ulemamızdır. Bu bakımdan, akaid ilmini hedef almak, doğrudan İslam itikadını hedef almak anlamına gelir.
Demek ki, kelâm ilminde asıl olan “menkul”dür, yani ayet ve hadislerdir. Çünkü Allah ve Rasülü (s.av.)’in koyduğu hüküm asıldır. Akıl, nakli/menkulu anlamaya yarar. İnsanın, basit ve sınırlı aklıyla Yaradan’ın koyduğu hükümleri tartması, her şeyden önce mantıksız bir tutum olur. Carullah’ın “menkul” dediği şey “nakli delil”dir, yani Kur’an ve sünnet’tir.
O halde, Musa Carullah’ın, kelâm ilmini ve kelamcıları birinci hedefe koymasının nedeni ortaya çıkmış olmaktadır. Zira, batıl fikirlerinin en güçlü engeli, kelâm ilmidir.
Musa Carullah’ın, “İslam’ın her ferdine fikir hürriyeti, ehil olan herkese de içtihat hakkı verilmesini”[72] istediğini yukarıda belirtmiştik. Bu fikir hürriyeti “din” üzerinde rastgele konuşmayı da kapsamaktadır tabii ki. Kendisini içtihada ehil gören kimse de din adına ahkam kesecektir. Carullah’ın, içtihada ehliyetli gördükleri ise, kendisinin yolunda gidenlerden başkası olmayacaktır. Sahte ya da ehil olmayan doktor, nasıl ki insanın canına mâl olursa, türedi müçtehitlerin de insanın dünya ve ahiretine zarar vereceği muhakkaktır.
- e) Musa Carullah’ın Diğer Hedefleri; İcma, Fıkıh, Fıkıh Usülü, Mezhep İmamları ve Fakihlerdir[73]
Âlim ve müçtehit olmayan, dini hakikatleri kaynağından anlayamayan mü’minlerin başvuru kaynağı elbette dini iyi kavrayan ihlaslı âlimlerdir. Sosyal bir olgu olarak teşekkül etmiş olan “hak mezhepler” de bu ihtiyaçtan doğmuştur. Aynen doktor olmayan bir hastanın tedavi için doktora gittiği gibi. Hatta hastalığı kendi branşı dışında olan doktor bile, o branşta uzmanlaşmış başka bir meslektaşına gitmek zorundadır. Dahası, kendi branşı dahi olsa, bir ortopedi uzmanının veya genel cerrahın, kendi kendini ameliyat etme gibi bir durum düşünülemez. Aklın da ilmin de yolu budur. Toplumda herkesin dinde ihtisaslaşması, özellikle müçtehit seviyesine gelmesi mümkün olmadığına göre, ihtiyaç sahibi kimse elbette bilmediğini bir bilene soracaktır. Kur’an-ı Kerim’in emri de böyledir.[74] Bu tutum aynı zamanda, toplum fertleri arasında bulunması gereken zorunlu bir dayanışmanın da sonucudur. Çünkü herkes her branşın uzmanı olamaz. İnsanları doğru itikattan uzaklaştırmak için çeşitli “mahfiller”ce görevlendirilmiş “din âlimi” görünümlü kimselerin, insanları doğru kaynaklardan uzaklaştırmak istemelerinden daha tabii bir şey olamaz. Böylesi maksatlı çevrelerin ilk hareket noktaları, doğru itikadı gösteren kaynakları yıpratmak ve Müslüman toplumun elinden o kaynakları almaktır.
Nitekim Musa Carullah, keşf ve ilhamı, gerçeğe en uygun, en doğru, en kuvvetli, en kapsamlı ve en geniş kesin delil kabul ederken, fıkıh usulü ve kelam kitaplarında yazanların, şüphe yaratmaktan başka bir işe yaramadığını ifade eder. Bunun yanında felsefede Sokrat’ın, tıpta Hipokrat’ın, matematikte Arşimet’in, ilahiyatta Pisagor’un ve diğer ilim ehlinin ortaya koydukları bilgilerin de Allah’tan birer keşif ve ilham olduğunu belirtir.[75] Dolayısıyla bu sayılanlar Carullah’a göre kesin ve doğru bilgilerdir. “Sünnet genel itibariyle kesin bilgidir” dese de Carullah, O’nun inandığı sünnet’in, İslam alimlerinin tanımladığı sünnetle hiçbir alakası yoktur. Filozofların görüşlerini bile sünnet kabul eden Carullah, en güçlü mütevatir hadisleri bile uyduruk kabul edebiliyor, sahabenin dahi hadis uydurduğunu söyleyebiliyor. Neticede Carullah’a göre filozofun sözü, kesin doğru ve ilahi kaynaklı, sahabenin Hz. Peygamber (s.a.v.)’den aktardığı hadis ise, uyduruk (!). Bir başka ifadeyle, filozof mutlak doğru sözlü, sahabe ve selef-i salihîn/ulemâ yalancı, hâşâ!
Musa Carullah, İslam mezheplerinin ve mezhep imamlarının doğru ve etkin rolünü, saçma, dolaylı ve ihtimalli bir anlatımla küçümsemekte ve inkâr etmektedir. Şöyle ki
“Ortaya çıkan her olay için fıkhi mezhepler çözüm getirememiş olabilir. Ancak bu, ümmetin hakikate uygun hüküm ve doğru bir çözümden mahrum olduğu anlamına gelmez; Allah, ya ümmetten birine ya da bir gruba doğru çözümü gösterecektir. Zira İslam ümmeti, peygamberine mirasçı olmuş, risaletin bereketi sayesinde her imamdan daha çok hak ve hakikati tespit eder olmuştur. İslam ümmeti kitap, risalet ve akıl sayesinde peygamberi gibi masumdur. Ümmet reşit olmuş ve imama ihtiyaç duymayacak bir dereceye ulaşmıştır. Ümmetin rüşdü ve aklı bir imamın varlığını gereksiz kılmıştır.”[76]
Bu ifadelerle Carullah yine, toplumun keyfi dini yaşantı şeklinden ibaret olan “yaşayan sünnet”e yol aralamaktadır. Ona göre dinde alimler değil, toplum söz sahibi olmalıdır. “Ümmet” dediği toplum, masumdur, ne derse doğru söyler (!). Dolayısıyla herkes din adına her şeyi saçmalayabilir. Bu şekilde konulacak dini hükümler, güya mezhep imamlarının açıkladığı hükümlerden daha doğrudur(!).
Carullah’ın kendisi, “ümmet” dediği toplumdan bir canlı örnek olsa gerektir!.
Musa Carullah, usül kitaplarına tarihin şahitliği, hayat tecrübesi, aklın yol göstericiliği, sosyal ihtiyaç ve zamanın gerçeği gibi maddelerin de delil olarak eklenmesini isteyerek, eklenmesini istediği unsurların teşride delil olması gerektiğine de işaret etmektedir.[77] Burada asıl hedef, usul ilimlerini bozmaktır.
- f) Musa Carullah İcmâ’yı İnkâr Etmekte ve Parlamentoya Benzetmektedir
Musa Carullah, “icmâ”yı delil olarak kabul etmediğini açıkça ifade etmektedir.[78] Bu bağlamda Carullah, icmâ’nın kesinliği, bağlayıcılığı, genelliği, ebediliği ve senedinin bulunmasının zorunluluğu konularında, fıkıhçıların görüşünü kabul etmediğini söylemektedir.[79] Dolayısıyla Carullah, icmâ’nın, sadece ictimai kuralların uygulanmasında muteber bir güç olabileceğini, herhangi bir hükmün varlığına ve doğruluğuna delil olamayacağını kabul eder.[80] Yani Carullah’a göre, icmâ’nın dini bir değeri yoktur, ancak toplum beğenirse sıradan birisinin sözü gibi alıp kullanabilir (!).
Musa Carullah, icmâ’yı, “Ehlü’l-Hall ve’Akd”in ittifakı gibi görmektedir. O’na göre “hall”, sorunların ilim ve akılla çözülmesi, “akd” ise işleri karara bağlamaktır. Bu yüzden Carullah, icmâ’nın genel ve ebedi nitelikte olmadığını savunmaktadır. İcma’yı öylesine tenkit eder ki, Fıkıh Usülü kitaplarında yer alan icmâ hakkındaki bilgilere, fakihlerin bile basiretle ve ihtiyatla yaklaşmaları gerektiğini söyler.[81] Bu yaklaşımıyla Carullah, icma’nın künyesini bozmakla işe başlamakta ve bu konuda fakihlere de direktif vermektedir.
Carullah, milli meclis ve parlamentolarda alınan çoğunluk kararını da fıkıh usulündeki icmâ’ya benzetmektedir. Çoğunluğun iradesinin, bir kararın yürürlüğe girmesi için en kısa yol olduğunu ancak bunun doğru, faydalı ve toplum yararına hizmet eden bir karar olduğu anlamına gelmeyeceğini söyler. Hatta azınlık tarafından ileri sürülen bir görüşün bazen daha doğru ve yararlı olabileceğini ifade eder. Bu görüşüne de delil olarak, “Eğer yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar”[82] ayetini delil getirir.
Halbuki Fıkıh Usülü’ndeki “icmâ”nın, Carullah’ın bu değerlendirmeleriyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. İcmâ, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra, herhangi bir asırda şer’î bir konuda müçtehitlerin görüş birliğine varmalarıdır.[83] Bu tarif üzere üzerinde icmâ edilmiş bir dini hüküm, Müslümanlar için kesin ve bağlayıcı delildir; bu hükme muhalefet etmek veya bunu bozmak asla caiz değildir.[84] İcma’nın delil oluşu da ayet-i kerime[85] ve hadis-i şeriflerle[86] sabittir.
Müslüman âlimlerin ittifakla kabul ettikleri hükümleri kabule yanaşmayan bir kimsenin, yukarıda belirtildiği gibi bütün din ve kültürleri kucaklaması, halkın rasgele görüşünü doğru kabul etmesi oldukça manidardır.
Musa Carullah’ın, gerek icmâ’yı reddetmesi, gerekse İslami ilimler ve İslam hak mezhepleri ile fıkıh ve kelamcıların tamamen karşısında durması, Fazlurrahman’ın bu konulardaki tutumuyla aynıdır.[87]
Dini görüşlerindeki hezeyanları dolayısıyla devrin Osmanlı Uleması tarafından ağır eleştirilere maruz kalan ve kitaplarının basım ve dağıtımına yasak konan Musa Carullah, çareyi, Osmanlı âlimlerine, Şeyhülislamlığa ve Hanefi kaynaklarına saldırmakta bulmuştur. Bu bağlamda, o zamanki Vakit Gazetesi’nde Şeyhülislamlığa hitaben bir mektup yazmıştır. Mektubunda özetle şöyle demektedir:
“… Şeyhülislamlık Makamının benim dört kitabım hakkında İçişleri Bakanlığına bir ferman gönderdiği, güya bu dört kitabın küfriyâtı muhtevi olup, Müslümanları iğfal (tuzak) kastıyla kaleme alındığı için, her nerede bulunursa müsadere lüzumu Bakanlık yetkililerine bildirilmiş.[88] (…) Tarih boyunca hıyanetlerin, fesatların her birinde önayak olagelmiş Şeyhülislamların, Kazaskerlerin ve Müftülerin, Osmanlı Devletini ıslah etmeye azmeden 3. Sultan Selim hadisesinde nasıl hareket ettikleri herkesçe malumdur. (…). Şeyhülislamlık, bütün kadrosuyla, fesatların her birine ya alet oldu ya da rehber oldu. Islahat fikir ve hareketlerine, şeriat namına her defasında savaş açmış ve galip olmuştur(!).[89] (…) Eğer Hanefi kitapları ‘Küfriyat ve safsatadan’ ibaret değilse, benim Kavâid-i Fıkhiyyem de batıl ve safsata olmaz. Eğer onlar safsata ise doğrudur, o zaman benim kitap da safsata olur. …”[90]
- Görmez’in kaleme aldığı eserinde naklettiği bu mektuptan yaptığımız alıntında, kitapları aleyhinde verdiği karardan dolayı Musa Carullah, Şeyhülislamlık makamına, Osmanlı âlimlerine ve Hanefi kaynaklarına ağır ithamlar yöneltiyor. “Benim yazdığım kitaplar, Hanefi kaynaklarına uygundur” mu? Demek istiyor, pek belli değil. Ancak, onun görüşlerinin, İslam alimlerinin ve mezheplerin yoluna ters olduğunu, İslami ilimlerle birlikte hak mezhepleri kıyasıya eleştirdiğinden yukarıda söz etmiştik.
Carullah, İstanbul’da engellendikten sonra, Konya ve Bursa’da da birer medrese açarak Türkiye’de yeniden bir uyanış (!) hareketi başlatmak istemiş. Fakat Musa Carullah’ın bu faaliyetlerine de engel olunmuş.[91]
Bir asır önce bu fikirlerin sahiplerinin kitaplarının satışına bile izin verilmemiş ama bugün, “meşihat makamı”, aynı düşüncenin önderliğini yapan ateşli savunucularına teslim edilmiş durumdadır. Bu bakımdan neticede “maçın gâlibi Musa Carullah” demektir.
- h) Musa Carullah, Kuş Diliyle Tesettür Hakkında Zihinleri Karıştıracak Tutarsız Açıklamalarda Bulunmaktadır
Mehmet Görmez tarafından yayınlanan “Hatun”[92] isimli kitabında yer alan ifadelere göre Musa Carullah, ilk bakışta kadının örtünmesini savunuyor gibi bir izlenim verirken, farklı anlatımlar arasında birbirini nakzeden, örtünme ve kadınla ilgili diğer hükümler konusunda zihinleri bulandıracak açıklamalara yer vermektedir. Kanaatimizce bu yöntemde asıl amaç da zihinleri bulandırmak olsa gerektir. Çünkü bilinen dini hükümlere aykırı olan fikirleri doğrudan serdetmek, toplum tarafından ilk basamakta reddedilecektir. İyi niyetlilik kılıfı altında dini yozlaştıracak inanç ve fikirlerin zerk edilmesi ise daha etkin ve risksiz olacaktır.
Fazlurrahman’da da aynı özellik görülmektedir. Bu yöntemi benimseyenler, anlatmak istedikleri fikirleri anlaşılsın diye değil, adeta anlaşılmasın, zihinler bulansın diye vermektedirler. Bu durum, inançları sağlam olan İslam toplumu üzerinde yürütülmesi gereken birinci basamak çalışmadır. Bundaki amaç, mevcudu yaralamak ve yıpratmaktır. Önce sersemletme, sonra yıkma, yere serme… Bu sağlanırsa, artık anlaşılır daha net cümlelerle yerleştirilmek istenen bozuk fikirlerin aktarılmasına ve yerleştirilmesi aşamasına geçilecektir. Bu metot, “oryantalizm” yönteminin temel özelliğidir. Oryantalistlerin, İslam itikadına aykırı bir cümleyi sokuşturmak için, bir kitap yazdıklarına şahit olmaktayız.
Tarihselcilerin yazılarında tercih ettikleri anlatım yöntemi de bu kabildendir. Zira birisi tenkit ettiğinde, “efendim, bu ifadeyle bunu kastetmedik, bu ibareden bu düşünce anlaşılmaz” şeklinde kaçamak yorumlarla töhmetten uzak durmak isteyecekler ve olduklarının dışında görüntü vermeye devam edeceklerdir.
Bu bağlamda Musa Carullah, Mehmet Görmez tarafından yayına hazırlanan “Hatun” kitabında, bir yandan “kadının avret yerlerini ve ziynetlerini örtmesi vaciptir” diyor, diğer yandan da “kadınların nezaheti sadece örtüde değildir. Asıl örtü insanın nefsindedir. Nefsinde hicap etmeyen hatuna örtü kar etmez. Nefsi iffetli olan kadına da açıklık zarar vermez” demektedir.[93] Ebu’l-Alâ Maarri’den naklettiği şu beyit de onun bu fesadını desteklemektedir:
“Hicap altında, nice hatunlar cinayet işledi, Gözünde örtü olamayan nice hatunlar sadakat gösterdi.”[94]
Bu dizelerin, tesettürün önemsizliğine işaret ettiği ve açılıp-saçılmanın zarar vermeyeceğine işaret ettiği açıktır. Halbuki ayeti kerimede, örtünme ile “Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” buyurulmaktadır.[95]
Musa Carullah, kadın-erkek ihtilatı konusunda tercih belirtmeksizin, -sözde- “ihtilat caiz ve hatta gereklidir” diyenlerle, “ihtilat caiz değildir” diyenlerin görüşünü aktarmakla yetinmektedir.[96] Bu açıklamada, İslam âlimlerinin görüşüne zıt bir düşünceyi, doğru hükme eşit bir düzeyde sunma gayreti vardır. Halbuki, sadece ciddi zaruret durumunda, tesettürlü olmak şartıyla kadın erkek ihtilatı caiz görülmüştür, bunun dışında kadın erkek ihtilatını caiz gören makbul bir İslam âlimi olmamıştır.
Kitabın başka bir yerinde ise, muhtelif cemiyetlerde hatunların yüzlerinin açık olarak hazır bulunmalarının İslam’da yasak olmadığını belirtmektedir. Carullah’ın bu ifadeleri aynı zamanda -yukarıdaki beyanının aksine- kadın erkek ihtilatının caiz olduğunu açıkça belirtmiş olmaktadır.[97]
Musa Carullah, kadınların vücutlarının üzerinde bulunan güzel elbisenin, organların ve ziynetlerin açığa çıkmasında da bir beis olmadığını belirtmektedir.[98] Halbuki İslam âlimleri, ayeti kerimedeki “ziynetlerini göstermesinler” ifadesinden, kadını süslü gösteren her türlü giysi yanı sıra, takı ve bu takılarla ilgili uzuvları “ziynet” olarak anlamışlardır. Bu husustaki dayanakları da sünnet’tir.
Musa Carullah, karma-karışık fikir ve anlatım tarzıyla örtü ve saygınlık konularına yer verirken, (örtünme yerine) asıl olanın, hatunların hürmet ve şereflerine saygı duymak olduğuna vurgu yapmakla, kanaatimizce örtünmenin değerini ikinci plana atmış ya da hiçe saymış olmaktadır.[99]
Bu bağlamda Carullah, hatunların yüzlerini örtmekle sorumlu tutmayan Kur’an’ın[100], onların hürmet yolu ile örtünmelerini pek çok ayette övdüğünü dile getirmektedir.[101] Carullah, İslam âlimlerinin, tesettürü fitneden korunma esasına dayandırdıklarını, bu anlayışın asırlar boyu kadınları hukuksuz uygulamalara ve hapsetmeye zorladığını ileri sürmektedir.[102]
- Görmez de hayranı olduğu Carullah’tan aldığı ilhamla, Carullah’a ait bu kitabın “Önsöz”ünde, “örtünün, fitne korkusuna dayandırılamayacağını; örtünün, kadınların yüzlerine ve vücutlarına ait değil, hürmetlerine ve hukuklarına ait olduğunu” belirtmektedir.[103]
- i) Tesettürü Anlatma Sadedinde Musa Carullah’ın Örnek Verdiği Şiirler Açık-Saçıklığı ve Kadınlara Düşkünlüğü Çağrıştırmaktadır
Carullah, İslam’a göre kadın ve tesettürün anlatıldığı “Hatun” isimli kitabında, İslâmî hicab kurallarına ve İslam ahlakıyla bağdaşmayacak dizelere de yer vermektedir. Bu şiirlerden bazı örnek satırlar şöyledir:
“Durakladığımızda ve o kadınlar selam verdiklerinde,
Örtüye ihtiyaç duymayacak güzellikte yüzleri parlardı.”[104]
“İnsanların bakışlarından kıskanıyorsan, Saliha kadına zarar verir mi kem bakışın.”[105]
“Kalpte edep perdesi bulunursa hatunların yüzü,
Sadece safa verir, yalnız nur olur,
Bir insan gölgesini düşman görürse,
Ne Hint’te ne de Hotan’da güven bulur.”[106]
“Yanımdan geçti, sanki nikabının altında güneş vardı,
Kaşının biri görünüyor, biri gizlenmişti.”[107]
“Hayrı yoktur gizli düğünün
Hayrı olmaz misafirsiz evin
İnsanların bakışlarından kıskanıyorsan
Saliha kadına zarar verir mi kem bakışın.” [108]
Bu dizelerin, namahreme bakışın zevkinden bahsettiği ve harama bakışı meşrulaştırdığı açıktır. Bundan dolayı bu dizeler, Carullah tarafından kadınların yüzlerinin açılması gerektiğinin ısrarla vurgulanmasının ve demagojik yöntemlerle tesettürün karma-karmaşık hale getirilmesinin nedenine ışık tutar gibi. Yüzü açmaktan maksat, dağınık bir tesettür müdür? o da belli değil![109]
Musa Carullah, seçme seçilme, [110] miras[111] ve şahitlikte[112] genel olarak kadının erkeğe eşit olduğunu kabul etmektedir.[113] Ne var ki bu konuda farklı yerlerde çelişkili ifadelerine rastlanmaktadır. Adeta kitabın bir bölümünü bir başkası yazmış gibi. Bir yerde ikili birli taksimi kabul ederken,[114] diğer bir yerde bu taksimin yanlış olduğu belirtilmektedir.[115] Başka bir yerde ise sosyal hayatın nizam ve esaslarına bağlı olarak kadınların mirasta erkeklerle eşit ya da onlardan daha fazla pay alabileceğini ifade etmektedir.[116]
Musa Carullah, peçeyi kaldırdığı gerekçesiyle Türk inkılaplarını “güzel Türk inkılapları” nitelemesiyle övmektedir. Peçenin kaldırılmasıyla hanım efendilerin saygınlığının daha da arttığını ve fitne korkusunu üzerlerinden attığını ileri sürmektedir.[117] Peçe, tesettür için zorunlu bir giysi değilse de o günün örfündeki tesettürün yerine göre bir parçası olabilir. Dolayısıyla o tarihteki tesettür şeklinin kaldırılmasına alkış tutmak, bir nevi tesettürsüzlüğe alkış tutmak demektir. Dolayısıyla bu sözlerde tesettür aleyhine bir duruş söz konusudur.
Musa Carullah’ın, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Atatürk, İsmet İnönü ve TBMM ile de doğrudan ya da dolaylı ilişkileri olmuş. Görmez’in belirttiğine göre Carullah, 1921’de Türkistan’a gelen TBMM üyesi Soysallı İsmail Suphi Bey’e, yeni Türk devleti yöneticilerine tavsiyelerini ve bir anayasa taslağını ihtiva eden “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Müracaat” adlı eserini vererek, Mustafa Kemal’e takdim etmesini istemiş.[118] 1925’li yıllarda Ankara’da İsmet İnönü ile de görüşmüş. 1926 yılında Mekke’de katıldığı bir kongre dönüşünde Ankara’ya uğrayarak, Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’le sohbet etmiş. Bu sırada, TBMM görüşmelerine katılarak 4-5 saat meclis müzakerelerini dinlemiş. Aynı ziyarette, Başbakan İsmet İnönü tarafından da kabul edilmiş.[119] Ölümünden iki-üç yıl önce ise Carullah, Bombay’da yazdığı “el-Kanunu’l-Medeniyyu’l-İslâmî” adlı eserini, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye ithaf etmiş.[120]
Musa Carullah’ın hezeyan dolu kitap ve fikirlerinin ağırlıklı olarak M. Görmez tarafından yayınlandığını yukarıda söylemiştik.[121] İlmi irfanı olan hiçbir kimse, Görmez tarafından yayınlanan Musa Carullah’a ait bu görüşlerin, iyi niyetli ve meşru fikirler olduğunu söyleyemez.
Buna rağmen M. Görmez, Musa Carullah’ın kitap ve fikirlerini yayınlarken dipnotlar dahil hiçbir yerde herhangi bir itiraz getirmemektedir. Aksine Musa Carullah’a hayranlığını ve fikirlerini benimsediğini sitayişle anlatmaktadır.[122] Buna göre, asıl niyetini bilmeyiz ama Görmez’in, Musa Carullah’ın fikirlerini topluma yaymak ve benimsetmek için yayınladığını söylememizin hatalı olmayacağını düşünüyoruz.
Esasen Fazlurrahman ve Carullah’ın kitaplarını tercüme edip yayınlayanların ne maksatla bu faaliyeti yaptıklarına tam da akıl erdirebilmiş değiliz… Bir Müslümanın inanmadığı ya da dinine zararlı gördüğü fikirleri işleyen kitapları tercüme etmesi veya yayınlaması düşünülemez.
SONUÇ
Kur’an ve hadislerin anlaşılmasını İslam alimleri köklü bir usule bağlamışlardır. Bu usuller, İslami ilimler içerisinde ittifakla kabul edile gelmiştir. İslami ilimler içerisinde en çok emek sarf edilen ve üzerinde ciddiyetle durulan ilim dalı, hadis ilimleri olmuştur. Çünkü “hadis/sünnet”, İslam’ın ikinci ana kaynağı, Kur’an’dan sonra birinci derece müfessir ve İslam’ın canlı uygulama kaynağıdır. Hadislerin yelpazesinin Kur’an’a göre çok daha kapsamlı olması da hadisler üzerinde titiz olmayı ve daha çok çalışmayı gerekli kılmıştır. Bu kapsamlı çalışmalar ise, hadis ilimlerinin mükemmelliğiyle sonuçlanmıştır. Sünnet’i paralamak isteyenlerin iştahını da bu mükemmellik kabartsa gerektir…
Öte yandan Batı, tarih boyunca İslam’ı bozma yolunda açık mücadeleler yanında çok çeşitli sinsi planlar da üretmiş ve uygulamıştır. Bugüne kadar bu planların hiçbirisi, ilahi koruma altındaki Dinimize en ufak bir zarar verememiştir. Bu meş’um planlar, son on yıllarda “tarihsellik”, “diyalog” ve “ılımlı İslam” kılıfları içerisinde sunulmaya çalışılmaktadır. Bu rezil planlar, 15 Temmuz 2016 hain darbe teşebbüsü ile adeta taçlandırılmak istenmişse de şükürler olsun Mevla-ı zü’l-Celâl, Devlet adamlarımıza ve milletimize verdiği üstün cesaretle bu ihanete müsaade etmemiştir.
Kur’an ve hadislerdeki dini hükümlerin bugün itibariyle geçerliliğini yitirdiği tezini savunan “tarihsellik” tezini İslam âlimi görüntüsüyle ortaya atanların başında Fazlurahman ve Musa Carullah gelmektedir. Bunların akıl hocaları, Goldzier ve Schacht gibi Yahudi asıllı İslam düşmanı müsteşriklerdir. Tarihsellik, Fazlurrahman ve Carullah gibi Müslüman görüntülü şahsiyetler eliyle de icra edildiği için, şimdiye kadar olan İslam aleyhtarı çalışmaların en sinsi ve en tehlikelisi durumundadır.
Günümüzdeki yerli teologların tarihsellikte en çok model aldığı isimlerin başında Fazlurrahman, ondan sonra da Musa Carullah’ın geldiği söylenebilir. Her iki şahsiyetin fikirleri de Schaht ve Goldzier gibi oryantalistlerin düşünceleriyle örtüşmektedir. Fazlurrahman bunu bazen açıkça söyleyebilse de Musa Carullah’da bu şeffaflığı görmek zordur. Her ikisi de usül ilimleri başta olmak üzere İslami ilimleri yıpratmak ve büyük İslam alimlerini kötülemek suretiyle sanatlarını (!) icra etmektedirler. Fazlurrhaman’la Carullah’ın görüşleri aşağı yukarı aynı olsa da Carullah sanatını (!) biraz daha sinsice icra etmektedir. Bu yüzden Carullah’ın, Fazlurrahman’dan daha tehlikeli olduğunu söylemek mümkündür.
Dini hükümleri muattal kılma yolunda tarihsellik ve Fazlurrahmancılık, “Ilımlı İslam” ve “Dinler Arası Diyalog” müessesinin de bal-kaymağı olmuştur.
Fazlurrahman’ın ve Musa Carullah’ın görüşleri günümüzde, “Ankara Okulu” namı altındaki bir ekol tarafından yayılmaya çalışılmaktadır. Mehmet Görmez M. Emin Özafşar, Yavuz Ünal, Bünyamin Erul ve Diyanet’teki Kurul Üyeliği sona eren İsmail Hakkı Ünal gibi Diyanet üst görevlilerinin de bu ekole mensup oldukları kamuoyu nezdinde malumdur. Bardakoğlu ve Görmez yönetimindeki Diyanet’in çalışmalarında bu ekolün izleri bariz şekilde görülmektedir. Bardakoğlu dışındaki bu zevatın evveliyatlarındaki İslamcı kimlikleri de âdetâ bu işin tuzu biberi olmuştur. Zira eskiden bilinen bu kimlikleri sayesinde kamuoyuna verdikleri güven sonucunda rahatça çalışabilme avantajı elde etmişlerdir. Belki bu şahsiyetler, karşıt çevrelere İslam’ı güzel gösterme niyetiyle bu yanlış fikirleri benimsemiş de olabilirler. Ancak, bu fikirlerin İslam itikadına aykırılığı gün gibi ortadadır. Her ne amaçla olursa olsun, Fazlurrahman ve Musa Carullah’ın fikirlerinin, İslam itikad ve esaslarıyla bağdaşması şöyle dursun, bu iki zatın, İslami ilimleri yıpratma yoluyla İslam’ı zaafa uğratma gayretinde olduklarını yukarıda somut örneklerle ortaya koyduk.
Görmez ve ekibinin fikirlerini konuşup yazdıkları dönem, 28 Şubat dönemidir. İcraat süreci ise 2003 yılından bugüne uzanan dönem. 28 Şubat’tan sonraki dönemde Bardakoğlu DİB Başkanı olarak atandıktan hemen sonra Mehmet Görmez de DİB Başkan Yardımcısı olarak atanmıştı. 2003 yılından itibaren dışarıdan da olsa Bünyamin Erul ve Özafşar başta olmak üzere tüm ekibiyle birlikte Görmez, doludizgin yayınları değiştirmeye başlamıştı. 2008’den itibaren ise Özafşar resmen Başkan Yardımcısı olarak dini yayınlar başta olmak üzere yurt dışı ve personel gibi stratejik birimlerin başına geldi. Kontenjandan Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğine alınan Bünyamin Erul ise o süreçte DİYK’da yayın komisyonu başkanlığına getirildi. Bu süreçte Diyanet’te neredeyse değişmedik kitap, eğitim merkezlerine ait değişmedik program kalmamıştır. Yeni ortaya konan bu kitapların tamamı, bu üçlünün ekip arkadaşlarının editörlüğü ile hazırlanıp yayınlanmıştır. Hadislerle İslam çalışmasının da bu rüzgârdan nasibini aldığını düşünüyoruz. Söz konusu kitapların maliyetinin önemli bir bölümü Devlet bütçesinden finanse edildiğinden dolayı, kitapların pek çoğu, okullara, öğrencilere, kamu görevlilerine ve halka önü açık olarak meccanen dağıtılmaktadır…
Cenâb-ı Hakk bizlere basiretler ihsan etsin, encamımızı hayreylesin!
Şubat/2010
Güncelleme: 20 Temmuz 2017
Dr. Ahmet GELİŞGEN
[1] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, TDV Yayınları, 1994, Ankara, s. 41.
[2] Mehmet GÖRMEZ, Musa Carullah Bigiyef, s. 9-50.
[3] Bkz. Mehmet GÖRMEZ, Musa Carullah Bigiyef, TDV Yayınları, 1994, Ankara; Musa Carullah, Kur’an Sünnet İlişkisine Farklı Bir Yaklaşım: Kitâbu’s-Sünne, (Çev. Mehmet Görmez), Ankara Okulu, 2000, Ankara; Musa Carullah, Hatun (Yayına Haz: Mehmet Görmez. (Görmez, Önsöz’de, kendine rehberlik eden hocası M. Said Hatiboğlu’na ve kitabın yayınlanmasına vesile olan Ömer Özsoy’a teşekkür etmektedir), Kitâbiyat, 2007, Ankara.
[4] Bkz. Mehmet Görmez, “Kur’an İslamı ve Kitabu’s-Sünne”, (Musa Carullah’ın “Kitabü’s-Sünne”sinde Takriz yazısı), Ankara Okulu, 2000, Ankara, s. V; Musa Carullah, Hatun, s. 7, 8; Mehmet GÖRMEZ, Musa Carullah Bigiyef, s. IX, XI, XII, 159.
[5] Musa Carullah, İslam’ın Elifbâ’sı (Yayına Hazırlayanlar: İbrahim Maraş, Seyfettin Erşahin), Ankara, 1997.
[6] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 157-159.
[7] Musa Carullah, İslam’ın Elifbâ’sı, s. 79.
[8] Musa Carullah, İslam’ın Elifbâ’sı, s. 81.
[9] Musa Carullah, İslam’ın Elifbâ’sı, s. 79.
[10] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 32.
[11] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 33.
[12] İslam hümanizmi arayışı açısından Carullah, Fazlurrahman’a benzemektedir. Bkz. Fazlurrahman, İslam’da İhya ve Reform (İngilizce Baskı Editörü Ebrahim Mousa’nın “Giriş” yazısı), s. 41.
[13] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, 30, 81, 92, 105, 125,
[14] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, 32.
[15] “Allah, size hükümlerini açıklamak, size sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/26).
[16] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 15.
[17] “Allah, size hükümlerini açıklamak, size sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/26).
[18] Kanaatimizce “oluşturmak için” demek istiyor.
[19] Musa Carullah, İslam’ın Elifbâ’sı, s. 44.
[20] “(Müşrikler) çirkin bir iş yaptıklarında ‘biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk’ derler. De ki: ‘Şüphesiz ki Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?’” (A’raf, 7/28).
[21] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 25.
[22] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s.159.
[23] Âraf: 7/28.
[24] “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/85).
[25] Abdülkerim Zeydan, el-Veciz fî Usûli’l-Fıkh, s. 263-266.
[26]A’raf, 7/40.
[27] Ali İmran, 3/91.
[28] Ali İmran, 3/85.
[29]Mâide, 5/17, 73. Ayrıca bkz. Mâide, 5/51.
[30] Musa Carullah, İslam’ın Elifbâ’sı, s. 78.
[31] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 30.
[32] Mehmet Görmez çevirisidir.
[33] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 17.
[34] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 18.
[35] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 26.
[36] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 98.
[37] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 99.
[38] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 29.
[39] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 26.
[40] Abdülkerim Zeydan, el-Medhal li Diraseti’ş-Şeriati’l-İslamiyye, s. 164.
[41] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 29.
[42] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s.87.
[43] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 82.
[44] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 82.
[45] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 82.
[46] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 21.
[47] Gazzâlî, Mustasfâ, I/377.
[48] Şâtıbî, el-Muvâfakât fî Usûli’ş-Şerîa, I/79.
[49] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s.87.
[50] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 93.
[51] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 92.
[52] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 92.
[53] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 92.
[54] Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn, IV/19, 20.
[55] Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn, IV/93.
[56] Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Tebsiratü’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, Başak Matbaacılık (DİB Yayınları, Tahkik ve neşre hazırlayan: Hüseyin Atay), Ankara, 2004, I/35; Sadeddîn Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, el-Mektebetü’l-Hanefiyye, Dâru’t-Tıbâati’l-Âmire (ofset), İstanbul, (t.y.), s. 45, 46; Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn, IV/94; Ali Arslan Aydın, İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam, Sistem Matbaacılık, İstanbul, 1985, s. 129, 130; Şerafettin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelam, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Konya, 1988, s. 291. Keşf hakkında ayrıca bkz. DİA, XXV/315, 319.
[57] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 82-105.
[58] Carullah’ın güzel öğreti dediği şeylerin birincisi, delilsiz hiçbir şeyi kabul etmemek; ikincisi ise, hakikat olduğu ortaya çıkan şeyi inkâr etmemekmiş! (Görmez, Musa Carullah, s. 83). İki esasın birbirine taban tabana zırt olduğuna dikkat ediniz. A. Gelişgen.
[59] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 83.
[60] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 84.
[61] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 84.
[62] Şerafetin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelam, s. 34, 36.
[63] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 84.
[64] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 85.
[65] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 85.
[66] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 85.
[67] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 86.
[68] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 86.
[69] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 86.
[70] Görmez, “Hadislerde Delalet Sorunu”, DİB Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas toplantısı, Tebliğ ve Müzakereler 02-06 Ekim 2002 Ankara, TDV matbaası, Ankara, 2004, s. 225-242; Görmez, “Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metotoloji Sorunu ve Yeni Bir Metodoloji İçin Atılması Gereken Adımlar”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt, 10, Sayı, 1,2,3, 1997, s. 31-41. Ayrıca bkz. Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, s. 60, 78-81, 317.
[71] Çoğunluk ulemaya göre, meşhur sünnet de itikatta delildir. Maturidilere göre, Kur’an’da temeli bulunan itikadi konular hakkında açıklama getiren sahih “haber- i vahid” de itikadi konularda delil olarak kabul edilmiştir (Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, XXVIII/168).
[72] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 107.
[73] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s.130.
[74] Nahl, 16/44.
[75] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 92.
[76] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 81.
[77] Musa Carullah, İslam’ın Elifbâ’sı, s. 44.
[78] Musa Carullah, İslam’ın Elifbâ’sı, s. 45.
[79] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 123, 124.
[80] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 124, 125.
[81] Musa Carullah, Kitâbu’s-Sünne, s. 125.
[82] En’am, 6/116.
[83] Abdülkerim Zeydan, el-Veciz fî Usûli’l-Fıkh, s. 179.
[84] Abdülkerim Zeydan, el-Veciz fî Usûli’l-Fıkh, s. 182.
[85] “Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir. (Nisâ, 4/115).
[86] Peygamber (s.a.v.), “Şüphesiz ümmetim hiçbir sapıklık üzerinde birleşmez” buyurmuşlardır. (Tirmizi, Fiten, 7; İbn Mace, Fiten, 8). Bu konuda Rasülüllah Efendimiz’in duası da vardır (Dârimî, Fiten, 1).
[87] Bkz. Fazlurrahman, İslam, s. 328, 343; Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, s. 17, 18, 49, 50, 69-71, 136-138, 163.
[88] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s.179.
[89] Musa Carullah, Hatun, (Yayına Hazırlayan: Mehmet Görmez), s. 184.
[90] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s.188.
[91] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 177.
[92] Musa Carullah, Hatun, s. 9, 10.
[93] Musa Carullah, Hatun, s.135.
[94] Musa Carullah, Hatun, s.134.
[95]Ahzab, 33/33.
[96] Musa Carullah, Hatun, s.134.
[97] Musa Carullah, Hatun, s.52.
[98] Musa Carullah, Hatun, s.49. (Bu ifadelerle Carullah, vücut hatlarını belli olmasını kastetse gerektir. Halbuki vücut hatlarını veya vücut tenini belli eden elbise tesettür kabul edilmemiştir. Ayet-i kerime, ziynet namına olan şeylerin, namahrem erkeklere gösterilmesini de yasaklamıştır. Nur, 24/31; Bkz. Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut, 2015, II/149,150).
[99] Musa Carullah, Hatun, s.45-54,139; Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 150, 151.
[100] Kuran’da bu konu açık değildir. Detayı sünnetten anlıyoruz. Bunun da farklı boyutları vardır. Bkz. Nur, 24/31; Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân, II/149, 150.
[101] Musa Carullah, Hatun, s.55.
[102] Musa Carullah, Hatun, s.139.
[103] Musa Carullah, Hatun, 2007, s.9.
[104] Musa Carullah, Hatun, s.48.
[105] Musa Carullah, Hatun, s.54.
[106] Musa Carullah, Hatun, s.54
[107] Musa Carullah, Hatun, s.47.
[108] Musa Carullah, Hatun, s.54
[109] Tesettürle ilgili olarak bkz. Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân, II/147.
[110] Musa Carullah, Hatun, s.64.
[111] Musa Carullah, Hatun, s.64, 116.
[112] Musa Carullah, Hatun, s.64, 115, 116.
[113] Musa Carullah, Hatun, s.64.
[114] Musa Carullah, Hatun, s.109.
[115] Musa Carullah, Hatun, s.114.
[116] Musa Carullah, Hatun, s.110. Bkz.114-116.
[117] Musa Carullah, Hatun, s.57.
[118] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 176.
[119] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 176.
[120] Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. 39.
[121] Carullah’ın, “İslam’ın Elifbâ’sı” adlı kitabının da Seyfettin Ersoy ve İbrahim Maraş tarafından yayına hazırlandığını yukarıda söylemiştik. Mehmet Görmez Bey’in Eşi Hatice Kübra Görmez tarafından da Carullah’ın, “İslam Şeriatının Esasları” adlı kitabı, OTTO yayınları tarafından basılmıştır.
[122] Bkz. Mehmet Görmez, “Kur’an İslamı ve Kitabu’s-Sünne”, (Musa Carullah’ın “Kitabü’s-Sünne”si Takrizi), s. V; Musa Carullah, Hatun, s. 7, 8; Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s. IX, XI, XII, 159.