Mezhep krizinin sorumlusu kim?
İran Devrimi, bazı naif çevrelerce 1400 yıllık ihtilafı sona erdirecek bir gelişme, sadece Şii halklar için değil Sünni halklar için de bir özgürlük ve emperyalizm kuşatmasından kurtuluş umudu olarak değerlendirilmişti. Gel gör ki bu umut İran’ın devrime destek veren Sünni âlim ve entelektüelleri (çoğu idam edilmiştir) dışlaması, devrimin bir Şii devrime dönüştürülüp, anayasaya da devletin resmi mezhebi Şiiliktir hükmünün konulması ile adeta daha doğmadan ölmüştü.
Günümüzde İslam dünyası son derece zorlu bir bunalım yaşıyor. İslam toplumları teknik, askeri ve iktisadi alanlarda yaşanan geri kalmışlığa ek olarak hiçbir zaman sorumlusunun egemen Batı güçleri olduğunu unutmamamız gereken bir de işgal ve iç çatışma ile boğuşuyor. İşgal sözcüğünü iç çatışma ve mezhep çatışmasının önüne geçirmem, ikincisinin aslında birinciye refere edip onun bir sonucu olması nedeniyledir. Her ne kadar bu yazının konusu Arap-İslam toplumlarında yaşanmakta olan iç çatışmalar ve mezhep çatışması olsa da yaşananların Batı emperyalizminin ektiği ayrılık tohumlarının bir sonucu olduğunu söylemek ve bu iddiayı akademik belge ve bilgilerle doğrulamak mümkündür. Dolayısıyla yaşanan mezhep krizinin asıl sorumluların etki ve politikalarıyla yine Batı’ya yönelik dikkatleri dağıtmaya dönük olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Günümüzde Mısır’dan, Afganistan’a, Orta Afrika’dan Suriye’ye varıncaya dek yaşanan her acıda ve dökülen her damla kanda Batı toplumlarının 1 ve 2. Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasındaki faaliyet, işgal, sömürü ve politikalarının önemli etkisi vardır.
Ortadoğu yerine Arap-İslam Coğrafyası kavramını kullanmam da bir rastlantı değil doğal bir tercihin sonucudur. Sömürge dönemlerinden kalma bu isimlendirme bile izi sürüldüğünde bizi günümüzde yaşanan karmaşanın nedenlerine götürecektir. Ne var ki artık İslam dünyası birilerinin ‘orta’sının ‘doğu’su olmayı reddediyor. Küreselleşmenin sadece bir Batılılaşma, Kültürel homojenleşme ya da dünyevileşme doğurmuş olduğu savını destekleyenler basitçe yanılıyorlar. Bilakis İslâm dünyası küreselleşmenin araçları ve getirmiş olduğu karşılıklı etkileşim ile daha da fazla ümmet bilincine ulaştı. Bu bilinci peygamber efendimize yönelik hakaret karikatürleri krizinde dünyanın her yerinden Müslümanların kitlesel gösterilerde, Filistin konusunda pratikteki zaaflar dolayısıyla somut olmasa da oluşan farkındalık ve Arap Baharı sürecinde gözlemlemek mümkündür. Bilincin seviyesi olumlu düzeyde artıyor olsa da halklarımız arasında politik birliğin sağlanmasına neden olmuyor. İslâm dünyası ile kendisini kuşatan güçler ve kullandıkları araçlar itibariyle imkânları arasında ciddi bir güç farkı bulunuyor ve bu da sorunları daha da derinleştiriyor.
Mezhepçilik nasıl başladı?
Zaten etrafı onlarca Batı ülkesinin orduları tarafından kuşatılmış, çoğu ülkesinde daimi Amerikan üsleri, Rusya ya da Batı kaynaklı işgal ve askeri varlıklar bulunan İslâm dünyasının bütün bu sorunlara ek olarak bir de bir mezhep savaşı ile enerjisini harcıyor oluşu büyük bir travmadır. Kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmesinden çekinilen ancak reelde gerçekleşen bir olgu olarak İslâm dünyasında mezhep çatışmasını kim körükledi ve kim sürdürüyor?
Krizin 1400 yıl önce başlayan ilk mezhebi farklılaşmaya atfedilmesi doğru ancak eksik bir tanımlamadır. Geçmişte mezhep bazlı çatışmalar yaşandığı doğru olsa da günümüzde tartışmaların üzerinde yürüdüğü zemin farklılaşmıştır. Bunu en basit biçimiyle Şiiliğin tarihsel değişiminde ve Sünniliğin hilafına Şiilikte kendine özgü olan din inşacılığına bağlamak mümkündür. Din inşacılığı ile mezhebin kendini sürekli yeniliyor oluşu, yeni ictihadların dinin temel sabitesi olarak algılanışı, Şii mercilerin ise peygamber derecesinde yetkili görülmesine atıfta bulunuyoruz. Mesela Yemen’de 1. Dünya Savaşında Sünni olan Osmanlı ile birlikte saf tutup savaşan Zeydiler arasında bazı kesimlerin bugün dolaylı ABD ve İran desteği ile güçlenip Sünnilere karşı savaşmasını nasıl yorumlamalıyız? Ya da İran devrimine kadar Şii-Sünni çatışmasına dair son derece nadir örneğin bulunduğu Irak’ta Şii grupların son 15 yılda ABD işgal güçlerine destek vererek bir milyonu aşkın Sünni Müslüman’ı katledip, 3 milyondan fazlasını ülkelerinden sürmelerini, Ebu Garib ve Taci hapishanelerinde yaptıkları insanlık dışı işkenceleri nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu soruların cevabı Şiiliğin son yüzyılda yaşadığı dini dönüşümde gizlidir. Şiilikte 12. İmamın ğaybeti, Ayetullah, Uzma gibi dini sıfatlar, mehdi gelinceye kadar mehdinin yerine Şii devlet ve toplumunu dini liderin yönetme yetkisi anlamına gelen Velayeti Fakih inancı adeta dini birer sabite gibi ele alınır ve bunların çoğu 20. yüzyılda Şiiliğe yerleştirilmiştir. Ehli Sünnet içerisinde Haricilik uç görüşü temsil ediyorsa -ki genel kabul budur- Şiilik içerisinde de Caruidye ekolü benzer bir ucu temsil eder ve günümüzde İran ve bağlantılı dini grupların bu ekol etkisinde olduğunu söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle Şiilik içerisinde aşırı görüşlerin günümüzde normalleştiği, norm haline geldiği ve İran’ın dış politikasında hatırı sayılır etkisinin bulunduğu inkâr edilemez bir gerçektir.
1979 Şubatında Fransa’dan kalkan uçağı ile Tahran’a inen ve coşkulu kalabalıkları selamlayan Humeyni, aynı zamanda o döneme dek yaklaşık 60 yıldır İslâm devleti ve devrim hayali ile yaşayan Sünni halkların da hayalini gerçekleştirmişti. O gün Humeyni’yi sadece İran Şiileri değil, İran Sünnilerinin de selamladığı hatta Sünni dini hareketlerin güçlü olduğu Mısır’dan laikliğin kalesi olan Türkiye’ye kadar İslam dünyasında halkların içten içe -Şiiliğine bakmadan- Humeyni’yi desteklediğini ekstra bir argümana da ihtiyaç olmadan söylemek mümkündür. Devrim sonrasında Şeriati’den, Hüseyin Nasr’a, Muttahari’den Fadlallah’a varıncaya kadar Şii entelektüel ve din adamlarının kitaplarını en fazla Sünni yayınevlerini bastığını, bu kişilerin Şiilikleri ile ilgili çok az tartışma yaşandığını söylemek de mümkündür. Türkiye özelinde Şiilik ile hiçbir fikri-akidevi ilişkisi bulunmayan cemaat ve kesimlerin bir dönem İrancı olarak isimlendirilmesi sadece laik cenahların ötekileştirmesi olarak değil dindar kesimlerin de öz beyanı ve kabulü, self determinasyonu olarak görülmelidir. (O dönemde İslâmi camiaları İrancı olarak ötekileştirip, şeriatçılar İran’a diyen Kemalist ve Sol kesimin bugün İran ile yakınlaşmaları, aynı zeminde buluşmaları ve hatta İran Büyükelçisinin Cumhuriyet Gazetesine başyazı yazması ikisi için de apayrı bir çelişkidir.)
Emperyalizmden kurtuluş!
İran devrimi bazı naif çevrelerce sadece Şii halklar için değil Sünni halklar için de bir özgürlük ve emperyalizm kuşatmasından kurtuluş umudu olarak değerlendirildi. Gel gör ki bu umut İran’ın devrime destek veren Sünni âlim ve entelektüelleri (çoğu idam edilmiştir) dışlaması, devrimin bir Şii devrime dönüştürülüp, anayasaya da devletin resmi mezhebi Şiiliktir hükmünün konulması ile adeta daha doğmadan ölmüştü. İran’ın elde ettiği güç, coşku ve imajı ümmet bilincini – en azından stratejik olarak birlik ve beraberliği- yaygınlaştırıp güçlendirmek yerine Şiiliği yaymak ve siyasi-askeri nüfuz elde etmek için kullanması zaten küllenmiş olan umutları tamamen bitirmişti. Geriye sadece devrim nostaljisi yaşayanların (bir kısmı Şiileşmiştir) yaşatmaya çalıştıkları ümit kalmıştı. 1979-2011 yılları arasında İran, Zahedan başta olmak üzere Sünnilerin yoğun olduğu yerlerde Şah İsmail’in Safevi uygulamalarına benzer bir asimilasyon politikası uygulamaya başladı. (Bu bölgeler hala İran’ın en az yatırım yapılan en mahrum bölgeleridir). İşler Şiiler arasında az da olsa kısık sesi ile yapılanın ötekileştirici ve yanlış olduğunu iddia edenlerin de ötekileştirilip mahkûm edilmesine, Hz. Ömer’in katili olan bir ateşperestin (Ebu-Lu’lu el Mecusi) türbesinin yapılarak onurlandırılması, (Kuburan Abu Lu’lu’ah Pembunuh, youtube) Tahran’da Sünni camilerin kapatılması, Sünni din adamlarının idamlarla yargılanmasına dek vardı. Resmi bayram merasimleri ve dini törenlerde İslâm büyüklerine hakaretler edilen Şiirlerin okunup bu yönlü dövizlerin taşınması, İran Devriminin Maslahatlarını Koruma Kurulu Başkanı Ayetullah Rafzancani’yi bile rahatsız etmişti. İran’ın devrime yönelik hayalleri bir bir katlediş hikâyesi sadece ülke içinde gözlemlenmiyordu. 1982 yılı Hama katliamına Humeyni rejimi destek olmuştu. İran Irak, Yemen, Mısır, Nijerya, Lübnan ve Suriye başta olmak üzere birçok ülkede kurduğu dini-askeri ağlar ile yoğun bir Şiileştirme ve nüfuz projesi devreye koydu. Kimlikleri itibariyle Sünni ya da dindar olmasalar ve daha çok laik olarak kabul edilseler bile bu faaliyetler yönetimleri rahatsız ettiği ve yönetimlerin tepkilerinin yukarıdan tabana doğru halklarda da bariz bir reflekse neden olduğu söylenebilir. Irak bu açıdan çarpıcı bir örnektir. Saddam Hüseyin dönemi boyunca Şiilere dini hürriyet verilmiş, hatta rejim Sünnileri tamamen Evkaf Bakanlığı’na bağlarken Ebu’l Kasım el-Hoyi (1899-1992) liderliğindeki Necef dini havzasına hürriyet tanımıştı. Devrim sonrası İran’ın Irak’a müdahaleleri ve devrim ihracı projeleri Irak yönetiminde rahatsızlığa neden oldu. Irak-İran savaşı boyunca İran’ın büyülü vahdet ve İslâm inkılâbı söylemiyle Amerika ve İsrail karşıtı sloganlarının etkisinde kalan Sünni İslâmi hareketlerin çoğu İran’ı desteklemiş, Saddam’ı ise şeytanlaştırmıştı.
İrangate’in üstü örtüldü
İran’ın Amerika’ya kafa tuttuğu yönündeki algı da Humeyni ve devrimin eleştirilmesinin önüne geçiyordu. 1986 ortaya çıkan İrangate skandalı “acaba Şiiler danışıklı dövüş yoluyla Sünni dünyayı bölmek için mi güçlendiriliyor?” yönlü seslerin kısa süreli yükselmesine neden olmuş, fakat çabucak unutulmuştu. Skandal ABD’nin ambargo koyduğu İran’a gizlice silah sattığını gösteriyordu. (Irangate, the secret government, and the LaRouche case, EIR Investigative Team; 1989) İran dinî lideri Ali Hamaney, Mısır halkına mesajında 25 Ocak devrimini “İran İslâm devrimi ruhundan ilham almış bir İslâmi uyanış” olarak tanımlamış, Arap Baharını ve Bahreyn’de protestolar düzenleyen Şii’leri de desteklemişti. (İran ve Müttefiklerinin Suriye’deki Rolü’’, Haksozhaber, 14 Mart 2015.) Hamaney kısa süre sonra devrimin Suriye’ye sıçraması üzerine Arap Baharını Batı oyunu bir fitne olarak nitelemişti. Bu döneme kadar İran yanlılarının kendilerine yönelik eleştirileri İsrail karşıtlığı, Amerikan oyunu, mukavemet ekseni, Kudüs davası ve vahdeti engelleyen mezhepçi söylemler suçlamasıyla bastıma yönünde mutlak derecede bir söylem hâkimiyeti söz konusuydu. İran’a yönelik her eleştiri 2011 yılına dek mezhep çatışması çıkarma suçlamasına maruz kalarak köreltildi. İran 2003 Irak işgalini fırsata çevirerek Irak’ı neredeyse tamamen Şiileştirdi. Bu dönemde Bağdat’taki Sünni varlığı %50 oranında azaldı. 2009 yılından sonra ise neredeyse hiç Sünni kalmadı. Lübnan’da adım adım Sünni hareketleri zayıflatıp Hizbullah’ı implant etti. Suriye’de Deyru’z-Zor ve Rakka başta olmak üzere yoğun bir Şiileştirme faaliyetine girişti.( The Shiite Turn in Syria, Current Thrends In Islamist Ideology / Vol. 8 Khalid Sindawi,) Yemen’de aslında Sünni/Şafi olarak görülen Zeydiler kademeli olarak Şiileştirildi. İran Yemen’de kurmuş olduğu Genç Mü’minler Hareketi (ağırlıklı olarak Husi aşireti üyeleri) ile Yemen’de yoğun bir Şii misyonerliğine girişti ve bu süreçte Husilerin lideri Bedruddin el-Husi başta olmak üzere birçok Zeydi İran’a gidip Kum’da eğitim aldı ve Şiiliğe geçti. İran’ın yaklaşık 30 yıl boyunca desteklediği Şiiler 2014 yılında ABD’nin de önlerini dolaylı olarak açması sonucu Yemen’in başkenti dâhil pek çok bölgesini ele geçirdi. ABD 2009-2014 yılları arasında El Kaide ile ilişkili olan ve olmayan Sünni hareketleri (İhvan, Ensaru’ş-Şeria ve Sünni aşiretler) yoğun bombardıman, insansız uçak saldırısı, Ali Abdullah Salih liderliğindeki yönetime verdiği destek ve yönetimi teşvik etmesiyle yapılan ağır operasyonlar, istihbarat operasyonları ve yaptırımlar ile zayıflatırken, yine silahlı bir illegal örgütlenme olan Husileri hiç hedef almadı. Başkent Sana ele geçirildiğinde İranlı parlamenter Ali Rıza Zakani 4. Arap başkenti de artık kontrolümüzde diye övünecek, hem de İran projelerinin amacını açığa çıkarmış olacaktı. İran bir yandan bu proksi güçlerle övünürken, diğer yandan da tepkileri engellemek için ilişkilerini gizlemekteydi. Hizbullah lideri Nasrallah, İran dinî liderliğine bağlı olduğunu, amaçlarının İran devrimini Lübnan’a taşımak olduğunu belirtmiştir. (‘’Hezbollah’s Plans in Lebanon in Hassan Nasrallah’s own words’, Youtube, 11 Ekim 2010) Yemen’de Husi Hareketi Irak ve Suriye’de savaşan Şii gruplar gerek liderleri gerekse de resmi kanalları aracılığı ile Hamaney merciyetine ve velayeti fakihe bağlı olduklarını duyurmuşlardır. İran’ın Şiileştirme ve vekâlet savaşı yürütme politikaları Afrika’dan Asya’ya hemen her ülkeye yayıldı. Nijerya’da Zakzaki hareketi yüzbinlerce Sünni’yi Şiileştirmişti, Bahreyn’de İran rejimi devirmeye çalışan muhalefete büyük destek verdi. S. Arabistan’da El-Katif’te bulunan Şiiler güçlendirildi. Eritre ve Sudan’da Şii hareketler kuruldu. Türkiye’de de İran tarafından desteklenen televizyon kanalları, dergiler ve hareketler bulunuyor. Afganistan’da Hazara Şiileri Ayetullah Muhsini liderliğinde desteklendi ve bugün Afganistan ve Pakistan’da Taliban’a karşı da Amerikan işgal güçlerine destek sağlamaktalar. 10 yıldan fazla süredir işgal altında bulunan Kabil’in en ihtişamlı binası İran’ın Şiileştirme merkezi olarak kullandığı Ayetullah Muhsini tarafından yönetilen üniversitedir. 50 milyon dolara mal olan devasa bir komplekstir burası.
Karadavi ve Dar’ut-Taqrib
Müslüman Âlimler Birliği lideri Yusuf el-Kardavi 2000’li yılların başında İslam Mezheplerini Yakınlaştırma Kurumu (Dar’ut-Taqrib) isimli bir kurul oluşturarak Şii din adamı Ayetullah Teşhiri’yi de yardımcısı olarak atamıştır. Dar’ut-Takrib tarafların Şiileştirme ya da Sünnileştirme faaliyeti yapmaması, diğer ülkelerin iç işlerine karışmaması, silahlı güçleri desteklememesi ve sahabeye sövmemesi gibi kararlar aldı. Fakat İran kuralların hiç birine uymadı. Sadece Nijerya’da dağıtılan ve İslâm büyüklerine hakaretler içeren kitapların sayısı milyonları bulmuştu. Karadavi 2012’de İran’ın vahdet söylemini yayılmak için bir araç olarak kullandığını ve Sünni dünyayı aldattığını söylediğinde. İran yanlısı kesimlerce “bağnaz, mezhepçi, bunak ve tekfirci” olmakla suçlandı. Sünni dünyada İran ve Hizbullah’a mezhebini sorun etmeden verilen destek sadece İhvan Hareketi gibi yapılarca değil, El Kaide için de geçerliydi.
Peki, İran ile Suudi Arabistan’ın yaşanan çatışmada birbirinin karşıt ikilisi olarak sunulması ne derece doğrudur? Günümüzde İran’a bağlı dini gruplar bir yandan yoğun Şiileştirme faaliyetleri yürüterek sahabeye hakaret de dâhil öfkeye neden olacak bir retorik kullanırken diğer yandan Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’de Rusya, Çin ya da ABD tarafından desteklenen Şii güçler İran çıkarları için savaşıyor. Mezhep çatışması ile ilgili tartışmalarda İran selefi grupları suçlamaktadır. Ancak İran’ın ne Yemen’de savaştığı hareketler (örn Yemen İhvan’ı Islah Partisi) ne Irak ve Suriye ya da Lübnan’da ötekileştirip savaştığı grupların ana gövdesi Selefilerden oluşmaktadır. Dünyada mezhep çatışmasına taraf olan hiçbir örgüt de Suudi Arabistan, Türkiye ya da başka bir ülkedeki dini ya da siyasi bir liderliğe bağlı değildir. Yani İran dini lideri Hamaney’e bağlı gruplar onun emirlerini tam bir hiyerarşik ilişki ve dini görevle yerine getirirken diğer taraftan Sünni gruplar bağımsız-kontrolsüz hareket etmekteler. İran’a yakın çevreler Türkiye ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölge ülkelerini IŞİD ve El Kaide’ye destek vermekle suçlamaktadırlar. Ancak neden Arabistan’ın sahabeye yönelik ağır hakaretleri bulunan Şii liderin yanında 40’ı aşkın El Kaide yanlısı din adamını da idam ettiği, 7 binden fazla El Kaide üyesini hapsettiğini ve Türkiye’nin neden IŞİD’e karşı Suriye’de uluslararası koalisyona destek verdiği sorusunu cevapsız bırakıyorlar.
İslâm dünyasında mezhep savaşının öteki tarafı olarak konumlandırılan Suudi Arabistan da dâhil hiçbir ülkeye bağlı örneğin İran’da faaliyet gösteren bir örgüt olmaması oldukça manidardır. Maalesef İran günümüzde mezhep çatışmasını hem başlatan, hem de devam ettiren en önemli unsurdur ve mezhebi siyasallaştırması, araçsallaştırıp bir dış politika haline getirmesi, böylece tüm Şii grupların lideri olarak kendisini sunması itibariyle de kendine özgü tek örnektir. Bugün Suriye’de bulunan İran dini liderliğine bağlı Şii militan grupların sayısı 40’ı geçmekte ve savaşçı sayıları 35 bini aşmaktadır. İran tüm Şii grupları, hatta Nusayriler, Hazaralar ve Alevileri bile tek tipleştirmekte ve devrim sonrası güncellenen yayılmacı ve ötekileştirici dini anlayışına yaklaştırmaktadır.
Bu durum Şiiler arasında da tepki görmekte Arap ve Fars Şiiler ile Hamaney, Sistani ve Şirazi ekolü arasında da kırılmalara neden olmaktadır. Bu politikalar yalnız Sünni kesimlerden değil, İran’ın Mekke’yi işgal etmeyi amaçladığını, İslam dünyasının düşmanı olduğunu, Hz Hüseyin’in İran’dan beri olduğunu savunan Şii lider Ali el-Hüseyni’den (Şii Lider: İran Mekke ve Medine’yi işgale hazırlanıyor “incanews”) Suriye’de ölen Şii askerlerin cehennemlik olduğunu söyleyen Hizbullah’ın ilk kurucu lideri Subhi et-Tufeyli’ye (‘’İsrail’in Bekçisi Hizbullah’’, Youtube, 22 May 2013,) varıncaya dek büyük tepki toplamaktadır.
Abdülkadir Şen