ArşivMehmet Okuyan

Mehmet Okuyan’ın Kur’ân ve Sünnetle İlgili Temel Yanlışları

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. Sizden olan ulû’l emre de (itaat edin). Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.” (Nisa: 59.)
Bir evvelki yazımızın devamı olarak bu yazımızda da Mehmet Okuyan’ın İslâm inanç esaslarına, özellikle de İslâm’ın ana kaynaklarına ters düşen bozuk ve yanlış görüşlerini ortaya koymaya çalışacağız.
1- Edille-yi Şeriyye Hakkında Zaruri Bir Açıklama
Konuya girmeden evvel, yüce dinimiz İslâm’ın temel delilleri hakkında kısa bir açıklama yapalım.
Bilindiği üzere İslâm’ın temel delilleri dörttür. Bunlar “Kur’ân” “Sünnet” “İcma” ve “Kıyas”tır. Bunlara “edille-yi şeriyye / şer’i deliller” veya sayılarının dört oluşundan dolayı “edille-yi erbaa” denir.
Bir meselenin İslâmî olabilmesi için, bu dört delilden en az biri veya birkaçı ile sabit olması gerekir.
Bu şer’i delillerin birbirleriyle irtibatı şöyledir:
Kur’ân, dinde ana kaynaktır. Edille-yi şeriyyenin diğer üç delilinin de esasını teşkil eder. Yani diğer üç delil asla Kur’ân’a ters düşemez.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) Sünnet ve Hadisleri de Kur’ân’ı açıklayıcı mahiyette dinde ikinci kaynaktır.
Kur’ân ve Sünnet’in (Hadislerin) ikisine birden “nass” denir. Nassla sabit bütün İslâmî hükümler bağlayıcıdır, İslâm’ın ta kendisidir. Kaynak ve dinde bağlayıcı olmaları cihetiyle Kur’ân ve Sünnet arasında bir fark yoktur.
Sünneti (Hadisleri) Kur’ân’dan ayrı yahut ona alternatif gibi düşünmek son derece yanlış ve itikadî açıdan da tehlikelidir. Kur’ân’la Sünnet’in (Hadislerin) arasını ayırmak, Nisa Suresi 150 ve 151. Ayetlerin ortaya koyduğu ölçüye göre, “Allah ile Resûlünün arasını ayırmak ve dini parçalamak” sayılır.
Şüphesiz ki Kur’ân Allah’ın kelamıdır, beşer sözü değildir. Ona “vahy-i metluvv” denir. Yani o, tilavetiyle ibadet edilen vahiydir.
Sünnet ve Hadisler ise “vahy-i gayrimetluvv”dur. Aslında onlar da vahiydir ama tilavet edilmeyen vahiydir. “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin.” (Haşr: 7.) mealindeki ayet-i kerimede buna işaret vardır.
Buna göre Resûlüllahın (s.a.v.) -Kur’ân’ı okuması haricinde- din adına ortaya koyduğu bütün açıklama ve uygulamalar vahy-i gayrimetluvvdur.
Nitekim Cenab-ı Hak “O asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmaz. Onun bildirdikleri, kendisine Allah tarafından gelen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm: 3 – 4. ) buyurmuştur.
Kur’ân’da Resûle (s.a.v.) itaati, onun söz ve davranışlarını esas ve örnek almayı emreden seksen kadar ayet-i kerime mevcuttur. Bu durum Kur’ân ve Sünnet (Hadis) bütünlüğünü ve bu bütünün dinde belirleyici olduğunu ortaya koyar. Kim bu bütünü parçalarsa, dini de parçalamış olur.
İşte dinde bu iki ana kaynağın teşkil ettiği bütünlüğe “nass” denir. Bazı reformistlerin iddia ettikleri gibi nass sadece Kur’ân değildir; Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne verilen addır.
Hiç kimse dinde kendi nefsine, keyfine, hevâsına göre kavram üretemez yahut tanım getiremez. Buna teşebbüs etse de yaptıkları mesnetsizdir, geçerli olamaz.
Muhterem okuyucularımız burada şunu sorabilirler:
Tamam, dinde iki temel kaynağı ve bunların bütünlüğünü anladık. Peki, İcma ve Kıyas diye adlandırılan edille-yi şeriyyenin diğer iki delili nereden çıkıyor?
Cevap gayet açıktır:
İcma ve Kıyas’la istikbale taşınan, aslında Kitap ve Sünnet’in muhtevasıdır.
İcma ve Kıyas olmasaydı her Müslüman Kitap ve Sünnet’ten kendi aklını kullanarak delil çıkarmaya kalkardı. Bu ise hem dinin bozulmasına hem de bunu yapanların sapmasına neden olurdu. Böylece birkaç ulemayı, müçtehidi ve mezhebi kabul etmeyenler sayısınca sahte müçtehid ve bozuk mezhep ortaya çıkardı. Nitekim bugünkü reformistler bizi ve dinimizi böyle bir felakete sürüklemektedirler.
Kitap ve Sünnet’ten herkes delil çıkaramaz. Bu ancak ehil olanların işidir.
İcma, şer’i bir meselenin hükmü konusunda belirli bir çağdaki Müslüman âlimlerin ittifak etmeleridir. İcma, Kitap ve Sünnet’e bir ilave ya da onlardan farklı yeni bir şey değildir. Onun Kur’ân’dan da Sünnet’ten de delili vardır.
Mesela Nisa Suresi 115. Ayette mealen şöyle buyurulur:
“Her kim hidayet (hak) kendisine apaçık olduktan sonra Resûle karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu benimsediği o şeyde bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir sondur!”
Bu ayette Resûlden hariç olarak bir de “mü’minlerin yolu”ndan bahsedilmiş olması İcmaın delili kabul edilmiştir.
Aynı şekilde âlimlerimiz Bakara: 143 ve Âl-i İmran: 110. Ayetleri de İcmaya delil göstermişlerdir.
Edille-yi şeriyyenin dördüncü delili de Kıyas’tır.
Kıyas, hakkında nass bulunan bir olayın hükmünün, aralarındaki ortak illet sebebiyle nasslarda hükmü geçmeyen bir olaya aktarılması işlemidir. Bir anlamda içtihad demektir. Karşılaşılan yeni bir hadisenin hükmünün, hevâ ve hevese göre değil, Kur’ân ve Sünnet’teki benzeri hükümlerle olan ilişkisi üzerinden verilmesidir. Buna göre hiçbir fakih ya da müçtehid ortaya nassdan bağımsız, kendi aklı ve tercihiyle bir şey koymaz.
Kıyas’ın şer’i delil olmasının sebep ve hikmeti, İslâm hukukunun kıyamete kadar uygulanmasının önünü açmaktır. Yani Kıyas İslâm’ın her döneme cevap vereceğinin, cihanşümul olduğunun bir delilidir.
Ulû’l-emr hakkındaki iki ayet (Nisa: 59, 83.) Kıyas’ı yapacak müçtehidin keyfiyetini ortaya koyar.
Ayrıca Muaz bin Cebel Hadisi olarak bilinen hadis de Kıyas’ın Sünnet’teki delilidir.
Hadis şöyledir:
Hz. Muaz, Medine’den ayrılacağı sırada Peygamber Efendimiz ona “Sana hâlli için herhangi bir dava getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?” diye sordu. Hz. Muaz “Allah’ın Kitabındaki hükümlerle hüküm veririm.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz “Eğer Allah’ın Kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm verirsin?” diye sordu. Hz. Muaz “Resûlullahın Sünnetine göre hüküm veririm.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer “Resûlullahın Sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?” diye sordu. Hz. Muaz “O zaman, kendi görüşüme göre içtihad eder hüküm veririm.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu. Bu memnuniyetini şöyle ifade etti: “Allah’a hamdolsun ki, Resûlullahın elçisini, Resûlullahın razı olduğu şeye muvaffak kıldı.” (Tabakât, 3:584; Müsned, 5:230; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:199.)
Dikkat edilirse bu hadis-i şerifte Kur’ân ve Sünnet’ten sonra sahabenin kendi içtihadı ile Kıyas yapabileceği anlatılmaktadır.
Görülüyor ki edille-yi şeriyyenin temeli Kur’ân’dır. İslâm dini bu dört ana delille yapılanmış ve sistemleşmiştir. Kim bu yapıya ters düşer, bu sistemi bozarsa, Kur’ân ayetlerini bağlamından çıkararak saptırır ve neticede dinî hükümleri bozarak dinde tahrifat yapar. Tıpkı bugün tahrifatı meslek edinmiş modernist reformcuların, oryantalistlerin ve onların yerli uşak ve avukatlarının yaptıkları gibi…
Şimdi asıl konumuza dönelim:
Konumuz M. Okuyan’ın İslâm inanç esaslarına ters düşen görüşleri idi. Edille-yi şeriyyeye dair bu kısa malumatı bu konuda gerçeği anlayabilmek için vermiş bulunuyoruz.
2. Mehmet Okuyan’ın Kur’ân ve Sünnet’e ve Dolayısıyla Edille-yi Şeriyyeye Bakışındaki Büyük Yanlışlar
M. Okuyan dinde tek kaynak olarak Kur’ân’ı kabul eder ve geleneksel din anlayışının Müslümanları Kur’ân’dan uzaklaştırdığı tezini savunur. Tek de kalsa doğrunun kendi söylediği olduğu ve Kur’ân’ı da ancak kendisinin anladığı iddiasındadır. Hz. Peygamberin (s.a.v.) Sünnet ve Hadislerini “rivayetler” diye küçümseyerek bir çırpıda devre dışı bırakır, delil kabul etmez. Hadislerin Kur’ân’a arz edilmesi gerektiğini söyler. Bu iddiasına delil olarak “Arz Hadisi” diye bilinen ve hadis âlimlerince uydurma olduğu ispatlanmış bir hadisi ileri sürer. Arz hadisinin neden uydurma olduğunu daha önceki yazılarımızda ele alıp incelemiştik. (Bak: Hadisleri Kur’ân’a Arz Etmenin Taşıdığı Arızalar, Yanlışlar ve Tehlikeler)
M. Okuyan’ın temelden bozuk bu yaklaşımını, yukarıda kısaca anlattığımız edille-yi şeriyye ölçüleri açısından tahlil edelim:
1- M. Okuyan “Dinde tek kaynak Kur’ân’dır” diyor, ama Kur’ân’a yarım Arapçasıyla, salt aklıyla, keyfine ve hevâsına göre ve belki de kendisini alkışlayan çevrelere yaranmak istikametinde mana veriyor. Bunun pek çok örneği vardır. Oysa hadis-i şerifte “Kim Kur’ân’ı kendi reyi ile tefsire kalkışırsa ateşteki yerine hazırlansın.” (Tirmizî, Tefsir, 1.) buyurulmaktadır.
Kur’ân’ı kendi reyi ile tefsir demek, “Ben bilirim, benim tespitim doğrudur” demektir. Bu son derece yanlıştır ve ayrıca bir benlik iddiasıdır.
Kur’ân’ı tefsir eden kişi şöyle demelidir:
Allah’ın ayetlerdeki muradını en iyi Allah’ın Resûlü bilir. Onun ayetleri anlayıp tatbik etmesi, hadisleriyle açıklama yapması ve bu haberleri ashabın ve daha sonraki nesillerin bize ulaştırması en sağlıklı ve doğru tefsirdir…
Ne hazindir ki M. Okuyan’da “Sadece benim dediğim doğrudur” şeklinde katı ve fanatik bir yaklaşım vardır. Ve o kendi görüşlerini insanlara bağırıp çağırarak, onların cehalet ve gafletinden istifade ile kabul ettirmeye çalışır.
2- O bu yaklaşımı ile, tefsir adı altındaki izahlarında çoğu kez ayetleri bağlamından çıkararak tahrife varan yanlış sonuçlara varır. Böylece hem kendini ve hem de takipçilerini itikadî yönden tehlikeye sokmaktadır. Bunun birçok örneği vardır. İlerleyen satırlarda ve müteakip yazılarımızda bunların bir kısmına yer vereceğiz.
3- Yine o, tefsir kurallarına ve şartlarına uymayan bu yaklaşımıyla “ayetin ayeti tefsiri” “hadisin ayeti tefsiri” kurallarına ve on dört asırlık tefsir tecrübelerine uymadığından, devamlı Kur’ân’la tenakuza / çelişkiye düşer ve hatta ayetlerin açık hükmüyle de çatışır. Bunun birçok örneğini de yine gelecek yazımızda inşallah vereceğiz
4- Müfessirlik iddiasındaki bir kimsenin, ısrarla benim görüşüm doğrudur iddiasında bulunması, ilmen kabul edilebilir bir tavır değildir, olamaz. Bu aynı zamanda o kimsenin yanlışlarda ısrarcı olduğunun da bir delilidir.
Gerçek bir müfessir, yukarıda zikrettiğimiz “ayetin ayeti tefsiri”, “hadis ve sünnetin ayeti tefsiri” yöntemlerine ve tarih boyunca gelip geçmiş deha derecesindeki müfessirlerin görüşlerine yer verdikten sonra, kendi de mütevazı bir şekilde mevcut mana istikametinde diyeceklerini aktarır ve en sonunda “En doğrusunu Allah bilir / Allahu a’lem” diye bitirir.
Bunu düşündüğümüzde M. Okuyan’ın durumunun gerçek tefsir anlayışından ne kadar uzak olduğu ortadadır.
5- M. Okuyan’ın düştüğü yanlışlar silsilesinin kaynağını, Sünnet ve Hadisleri “rivayetler” diyerek geçiştirmesi, dinde delil kabul etmemesi tavrı oluşturmaktadır. Hâlbuki İslâm’da iki ana kaynak, Kur’ân ve Sünnet’tir. Sünnet ve Hadislerin dinde kaynak olduğu yine Kur’ân’la sabittir. Her zaman vurguladığımız gibi, Kur’ân’da seksen civarında ayet-i kerime, Resûle itaati, ne getirdiyse onu almayı, onun en güzel örnek olduğunu anlatmaktadır. M. Okuyan’ın bu ayetleri dikkate almaması, onun Kur’ân’da samimi olmadığının ve sadece Sünnet’e değil, Kur’ân’a da ters düştüğünün açık bir göstergesidir.
Sünnet ve Hadisin delil kabul edilmemesinde Okuyan ve onun gibi Kur’âncı geçinenlerin bahanesi, “Hadisler acaba gerçekten sahih midirler?” sorusu ve şüphesidir.
Bu şüphe ve şaibeyi ortaya atanlar ise Müslüman olmayan yabancı araştırmacılar, müsteşrik ve oryantalistlerdir. Zaten onların hedefleri İslâm’ı bozup dejenere etmek, tahrifata sürüklemek ve reforma sokmaktır. Onların bu kötü maksatları ortadayken, güya “İslâm davetçisi” konumundaki adamlar nasıl bu fitneye kapılabiliyorlar, hayret etmemek mümkün değildir.
Hâlbuki Sünnet ve Hadislerin sıhhati konusu, İslâm ulemasınca incelenmiş, mesele inceden inceye tetkik edilmiş, çözülmüş ve böyle bir sorun kalmamıştır.
Tarihte hayatı Hz. Peygamber (s.a.v.) kadar detaylarıyla bilinen başka hiçbir insan mevcut değildir.
Ona dair haberler de, tarihin en kâmil toplumu olan ashab-ı kiramdan gelmiştir. Dinde samimiyette, dürüstlük, adalet ve güvenirlikte böyle eşsiz bir toplum daha yoktur, gösterilemez. Nitekim Kur’ân’da ashabın methinin Tevrat ve İncil’de de geçtiği haber verilmektedir. (Bak: Fetih: 29.)
İşte Kur’ân’da methi geçen bu insanlık semasının parlak yıldızları, Kur’ân’ın inişine de, Hadis ve Sünnetin cereyanına da şahitlik etmişlerdir. Kur’ân mütevatir haberle sabittir. Onun bu özelliği kazanmasında zincirin başında yer alan nesil, sahabe toplumudur.
M. Okuyan ve onun gibiler zahiren Kur’ân’dan şüphe etmediklerine göre, sahabenin adaletinden ve güvenilirliğinden de şüpheleri yok demektir. Peki, o halde sahabeye olan bu güveni, onların Sünnet ve Hadisler konusundaki şahitliklerine neden göstermiyorlar? Bu bir çelişki değil midir?
Kaldı ki İslâm’da hadislerin yazılı ve sözlü tespiti, bir araya toplanması, yani tedvini; konularına göre ayrılıp incelenmesi ve hadis külliyatlarının oluşması, yani tasnifi, tarihin bir benzerini kaydetmediği büyük bir titizlikle yapılmıştır. Tarih ve ehl-i vicdan buna şahittir. Bu titizlik batılıları bile şaşırtmaktadır. Öyle hadis vardır ki üç kelimeden oluşan bir cümledir. Ama senedinde bulunan ravilerle ilgili malumat sayfalar dolusudur. Tarih ilmi her duyduğunu yazar ve haber verir; fakat hadis ilmi öyle değildir. Hadisler defalarca ince süzgeçlerden eleklerden geçirilerek rivayet edilirler. İşte bu hassasiyetledir ki uydurma sözler gerçek hadislerden ayrılmış, hadisler de çeşitli kriterlere göre kategori ve sınıflara ayrılmışlardır. Mütevatir, sahih, hasen, mürsel, zayıf gibi… Bu adlandırmalarda kullanılan kelimelerin sözlük manasından ayrı olarak birer terim manası kazandıkları gerçeği asla dikkatten kaçırılmamalıdır. Buna göre mesela “zayıf” denen bir hadise kimse “bu söz Hz. Peygambere ait değildir” diyemez. Zayıf hadis ulemanın koyduğu kriterler ve güvenlik şartları açısından zayıftır, ama böyle bir hadis pekâlâ Hz. Peygambere ait olabilir.
Uydurma / mevzu denen sözlere gelince, bunlar zaten ulemaca gerçek hadislerden ayrılmış, metin ve / veya senet olarak hadis olmadıkları ispatlanmıştır.
Bu uydurma hadislerin sayısı iki yüz küsur kadardır. Bu konuda İmam Suyûtî’nin ve İbn Hacer Askalânî’nin eserleri önemli olup incelemeye değerdir.
Şimdi düşünelim:
Yirmi üç yıllık nübüvvet ve risalet döneminde Hz. Peygamberin (s.a.v.) davranış ve sözleri on binlerce olup, yukarıda belirtildiği üzere en adil, en güvenilir insanların şahitliği ile haber verilirken, bunların arasından -zaten ayıklanan- iki yüz küsur uydurma söz çıktı diye bütün Sünnet ve Hadislere şüphe ile bakmak hangi iz’an, insaf ve vicdanla bağdaşır?
Müslüman olan bir kimse böyle şeytani vesveselere iltifat etmez. Bu şaibelere ancak oryantalistleri dost edinen ve kalbinde itikadî maraz bulunanlar inanır.
Dinin ana kaynağı Kur’ân, bir noktası bile değişmeden ortadadır.
Sünnet ve Hadisler ise başta Kütüb-i Sitte ve Kütüb-i Tis’a külliyatları olmak üzere birçok eser ile ortadadır. İslâm’da her şey açık ve nettir. İslâmî sahalar itikat, muamelat, ibadet ve ahlak olmak üzere sistemleşip netleşmiştir. Allah (c.c.) bu yüce dini korumayı vadettiği içindir ki (Hicr: 9.) İslâm mükemmel ve noksansız bir nizam olarak muhkemleşmiştir, oturmuştur. Dinde gedik çatlak arayanlar ham hayal peşindedirler, avuçlarını yalarlar. Bu yüce din 14 asırlık tatbikatı ile sapasağlam ayaktadır, günümüzde Müslümanların dini yaşamaması, -haşa- dinin noksanlığından değildir. Bugünkü menfi manzaralar yüce İslâm’a isnat edilemez. Bu nedenle zamanımızda ot biter gibi biten tahrifatçı ve reformcuların Kur’ân’ın / dinin yeniden anlaşılması, yeniden yapılandırılması gibi hezeyanları, tarihin çöplüğüne atılacak cüruflar mesabesindedir.
Demek istediğimiz şudur:
M. Okuyan dâhil Kur’âncı geçinenler bilsinler ki, Kur’ân’dan sonra Sünnet ve Hadisler de dinin müstakil ikinci kaynağıdır. Uydurma rivayetler İslâm ulemasınca ayıklanmıştır, şüpheye mahal yoktur. Oryantalistlerin değirmenine su taşımak ne büyük bedbahtlıktır. Yazıklar olsun. Ama ne hazindir ki M. Okuyan Sünnet ve Hadisleri dinde delil saymıyor ve sadece Kur’ân diyor.
Bakınız bunun neticesi nedir:
Hadisleri ve Sünneti dışlamak, yukarıda izahı yapılan edille-yi şeriyyenin diğer üç delilini direkt olarak yok hükmüne sokar. Yani Sünnet, İcma ve Kıyas’ı kaldırıp atar. Bunun manası İslâm’ın tahrip ve tahrifidir. Vahiy ürünü olan Allah’ın dinini bozmak, bunun yerine salt akıl ve felsefeyi koymak, hevâ heves uğruna insanları bâtıla, dalalete, helake sürüklemek demektir.
Bu aynı zamanda sahabeyi, tâbiîni, tebâitâbiîni, her biri birer zirve mezhep imamlarını, her biri bir derya müçtehitleri, muhaddisleri, müfessirleri, fakihleri, muvahhidleri, gönül erbabı irşad erlerini, yani Geylanî, Şah Nakşibend, İmam Rabbanî gibi gönül sultanlarını, Akaid ilmine hizmet eden Kelamcıları, itikattaki imamlarımızdan Hasan Eş’arî’yi, Muhammed Mâturûdî’yi, İslâm’ın hakikat ve hikmet sesini bütün dünyaya duyuran İmamu’l Haremeyn’i ve Gazalî’yi, kısaca İslâm’ın topyekûn ilim ve irfan ordusunu yok saymak, onları itibarsızlaştırmak demektir.
İşte biz Kur’âncıyız diyenlerin “geleneksel din” diyerek karalamak istedikleri, bu ilim ve irfan ordusudur.
Burada şu gerçeği önemle vurgulamak isteriz:
Oryantalist zihniyetin yerli temsilcilerinin dilindeki “geleneksel İslâm”, aslında gerçek İslâm demektir. Mehmet Okuyan geleneksel din anlayışının Kur’ân’dan uzaklaştırdığı hezeyanını seslendirirken, bütün İslâm tarihini, topyekûn İslâmî edebiyatı, İslâm medeniyeti birikimini reddetmiş oluyor.
Bunun anlamı açıkça dini budamak, tahrif etmek ve redd-i miras yapmaktır. Bundan sonra geriye Okuyan’ın rehbersiz zavallı aklı ile oryantalistlerin saçma sapan görüşleri kalır.
Yarım yamalak bir Arapça ile tefsire kalkışmak, dinin içini boşaltmaktan başka bir şey değildir. M. Okuyan’ın yaptığı gibi hafızlığını bâtıla hizmet ettirmek, ayetlerin numarasını bilmek, dini bilmek ve anlamak demek değildir.
Okuyan edille-yi şeriyyenin üç delilini (Sünnet, İcma ve Kıyası) ve tüm İslâm geleneğini yok sayarak, sımsıkı sarıldığını iddia ettiği Kur’ân’a da ters düşmüş olmaktadır. Çünkü Sünnet ve Hadisler olmadan Kur’ân anlaşılamaz. Gerçek İslâm ulemasına uymadan İslâm zaten anlaşılamaz ve yaşanamaz. Okuyan’ın Kur’ân’la nasıl çelişip çatıştığına dair bazı delilleri ortaya koyduğumuzda bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır.
3. Mehmet Okuyan’ın Kur’ân’la Çelişmesi ve Çatışması
Israrla Kur’ân’a uymaya ve onu tek kaynak kabul etmeye vurgu yapan Okuyan, acaba Kur’ân’la ne kadar uyumludur? Bu soruya cevap teşkil eden pek çok örnekten birkaçına bakalım.
Onun Hilal TV’de yaptığı Envaru’l Kur’ân adlı programın kayıtlarına ve internette paylaşılan diğer videolarına bakanlar aşağıda vereceğimiz örneklerin çok daha fazlasını görebilirler.
3. 1. Hz. Peygamberin Teşri Görevini Kabul Etmemesi
O, Hz. Peygamberin (s.a.v.) Kur’ân’da geçen teşri, yani dinde Allah’ın emri ve izniyle hüküm koyma görevini inkâr eder. Hz. Peygamberin böyle bir yetkisi yoktur der. Hâlbuki defaatle ifade ettiğimiz gibi, seksen civarında ayet-i kerime Resûle (s.a.v.) itaatten, onu dinlemekten, emirlerine uymaktan, onun en güzel örnek olduğundan, ne getirdi ise alınması gerektiğinden, ona tâbi olup itaat etmeyenlerin Allah’a da isyan etmiş olacağından bahsetmektedir. Bu ayetlerin meallerini yazının daha da uzamaması için aktarmıyorum. Ancak Hz. Peygamberin dinde hüküm koyuculuğu, yani teşri görevini anlatan iki ayet-i kerimenin mealini verelim:
“…Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar…” (A’raf: 157.)
“Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (Ahzab: 36.)
Bu ayetler izaha gerek kalmayacak kadar açık bir şekilde Hz. Peygamberin dinde teşri görevine işaret etmektedir. Şimdi soralım:
Mehmet Okuyan Hz. Peygamberin böyle bir yetkisi yoktur diyerek Kur’ân’la çelişip çatışmıyor mu? Bunu anlamak için dinde derinleşmiş âlim olmaya gerek yoktur.
3. 2 Kur’ân’daki Nesih – Mensuh Meselesini Kabul Etmemesi
M. Okuyan Kur’ân’da açık olarak haber verilen ayetin ayeti neshetmesi meselesini de inkâr ediyor. Hâlbuki nesih – mensuh konusu Kur’ân’da yer alır, tefsir ve fıkıh ilimlerinde bu konu çok önemlidir. Sahabî müfessir Abdullah b. Abbas, Kur’ân’daki nesh konusunu bilmeyenin Kur’ân’ı tefsir edemeyeceğini söylemiştir.
Kur’ân’da haber verilen ayetin ayeti neshi, ayetlerin inişindeki tedricilikle ilgilidir. Mesela içkinin kesin haram edilmesi birkaç safhada olmuştur. Kâfirlerle cihad da aşama aşama birkaç safhada emredilmiştir. Cenab-ı Hak şartlara ve ihtiyaca göre bir emir indirir; şartların gelişmesiyle bir önceki hükmü bir sonrakiyle değiştirir. Hükmü koyan da kaldıran da Allah’tır. Bunda ne mahsur vardır? Hem insanı ve toplumu yaratan Allah, nasıl bir eğitim süreci takip edeceğini de kendisi bilir. Kulların (haşa) Allah’a neden böyle yaptın diye soru sorma hakkı ve yetkisi yoktur. Nesihle ilgili şu ayetin mealini aktaralım:
“Biz bir ayetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara: 106.)
Şimdi yine düşünelim:
Hani M. Okuyan Kur’ân’a tam bağlıydı?
Mealini verdiğimiz nesihle ilgili bu ayet Kur’ân’dan değil mi? Neden onu yok saymaktadır? Bu durum gösteriyor ki bu şahıs Kur’ân’la çelişki ve çatışma halindedir.
Ancak unutmayalım ki nesih konusu Resûlüllahın (s.a.v.) Kur’ân’ı tebliğinden ve dinin tamamlanmasından sonra bitmiştir. Çünkü bir hükmün kaldırılması, yerine başka bir hükmün getirilmesi yetkisi Allah’a aittir. Allah bunu nübüvvet döneminde Resûlüne bildirmiş ve böylece Kur’ân noksansız bir şekilde Allah’ın Kitabı olarak tamamlanmıştır. (Bak: Maide 3.) Dolayısıyla ondan başka hiçbir kimse nesih – mensuh konusunda yeni bir tasarrufta bulunamaz.
Nesih – mensuh olayı Kur’ân’ın bir gerçeğidir. Tefsir ve fıkıh ilimlerinde sahih din anlayışının ortaya konması için bu konunun çok iyi bilinmesi bir zarurettir.
M. Okuyan nesih – mensuh meselesini kabul etmemekle Kur’ân’ın birçok hükmünün anlaşılması ve tatbikinde yanlış bir çığır açmış, dinde birçok yanlışların yapılmasına sebebiyet vermiş olmaktadır.
3.3. M. Okuyan’ın Tefsir Adı Altında Manayı Saptırması, Tevil Sınırlarını da Aşarak Ayetleri Tahrife Yol Açması
M. Okuyan’ın, geleneksel din anlayışına karşı çıkarak Sünnet (Hadis), İcma ve Kıyas’ı dışlaması, ulemayı, müçtehitleri yok sayarak kendini dini en iyi bilen ve anlayan kişi olarak kabul ve lanse etmesi, onu Kur’ân’a bağlılık iddiasında çukura düşürmüştür. Burada ve gelecek yazımızda aktaracağımız üzere, o bizzat bu haliyle Kur’ân’la çelişip çatışmakta, iddia ettiği tezlere ters düşmektedir. Asıl ibretli olan durum da budur. Esasen “biz Kur’âncıyız” diyen bütün herkesin gerçek hali de budur, Kur’ân’la çelişip çatışmaktır. Israrla belirttiğimiz gibi bunun sebebi Sünnet ve Hadisleri dışlayarak aklın öne çıkarılması ve tefsir ilminin şart ve erkânına uyulmamasıdır.
Tefsir, Allah’ın ayetlerdeki mana ve muradını anlamak ve bunu açıklamaktır. Bu ise şüphesiz ki vahiyle desteklenen Resûlüllahın yapabileceği bir iştir. O da bunu Sünnet ve Hadisleriyle ortaya koymuştur. M. Okuyan’ın en büyük yanlışı, tekraren söylüyoruz ki bunu, yani Sünnet ve Hadisleri, Resûlüllahtan gelen haberleri dışlamaktır. Bu öyle bir yanlıştır ki diğer binlerce yanlış bu ana yanlışın yavrusu gibidir.
Bu büyük yanlış, dini bozmak ve ayetlerdeki manayı saptırmaktır. M. Okuyan’ın Kur’ân’da / dinde saptırdığı pek çok konudan bazılarını değerlendirmesini gelecek yazılarımızda yapmak üzere burada birer cümleyle verelim:
-Hz. Âdem’in babası vardır ve Âdemler birden çoktur.
– Hz. Meryem çift cinsiyetlidir (hermafrodittir).
– Edison elektriği keşfettiği için cennete gider.
– Kader diye bir şey yoktur, herkes kendi fiilinin failidir.
– Hırsızın elinin kesilmesi hırsızlıktan el çektirme anlamındadır.
– Kıyamet alametleri diye bir şey yoktur.
– Kabir azabı yoktur.
– Şefaat yoktur.
– Cehennem azabı demek, insanın canının sıkılması demektir.
– Günahlarının çokluğu ile cehenneme atılan bir kişi bir daha oradan çıkarılmaz.
– Miraç ruh ve bedenle değil, sadece ruhla gerçekleşmiştir.
– Seferilikte namazı kısaltmak diye bir şey yoktur.
– Cuma namazı kadınlara da farzdır.
– Adet dönemindeki kadınlar namaz kılabilir.
– Kadir Gecesi hariç kandil geceleri diye bir şey yoktur.
– Namazda rükû ve secdedeki ve diğer tesbihatlar farzdır.
– Farz-ı kifâye diye bir şey yoktur.
– Kur’ân’a abdestsiz dokunulabilir.
– Hadisler dinde delil değildir, Kur’ân’a arz edilmelidir.
– Nebi – Resûl diye bir ayrım yoktur, her peygambere kitap verilmiştir.
– Vayh-i gayrimetluv diye bir şey yoktur.
– Mucizeler ilmî ve aklî metodlarla izah edilmelidir.
– Fecir Suresinde geçen nefs-i mutmainne, yani huzur bulmuş, mutlu olmuş nefis ifadesi Müslümanlar hakkında değil, Firavun gibi nefsini ilahlaştıranlar hakkındadır vs.
Liste böyle uzayıp gidiyor.
Bu maddelere dikkat edilirse hepsi de dini darbelemekte, başta Kur’ân’a, Sünnete ve topyekûn İslâm’a aykırı düşmektedir. Bunu ilmi olmayan, sıradan bir Müslüman bile rahatlıkla anlayabilir.
Peki, hani M. Okuyan tek delil Kur’ân’ı kabul ediyordu ve Kur’ân’a hiç ters düşmeyecekti? İşte manzara ortada…
Demek ki onun tek kaynak Kur’ân deyip bağırıp çağırması rol icabı imiş, Kur’ân’a bağlılığının da aslı yokmuş.
Bu şahıs ortaya attığı bu bozuk görüş ve yorumlarla sadece Sünnet ve Hadislere değil, en başta Kur’ân’a ters düşmektedir. Adeta Allah’ın diniyle, Kur’ân’la bir mücadele havasındadır. Yeni hükümler ortaya koyma iddiasındadır.
O halde M. Okuyan ve onun gibi “Kur’âncı” geçinenlerden istikametimizi koruma adına uzak durmalı ve bu konuda etrafımızı da uyarmalıyız.


Ali DEĞERMENCİ

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu