Risale-i Nur

Risale-İ Nur’da İsevilik Ve Dinlerarası Diyaloğun Kökenleri

Said Nursi’nin risalelerde, Hristiyanlara önemli atıflarda bulunur, hatta aralarında “hakiki İsevilerin” bulunduğunu söyler ve dinlerarası diyaloğa kapı aralar. Bugün Fetö’nün dinlerarası diyalog söylemini nereden devşirdiğini öğrenmek isteyenler için Said Nursi’nin bu hususta söyledikleri önem arzetmektedir.
Evvela Risale-i Nur’da İsevilik ile alakalı geçen yerlere bakalım ve sonra değerlendirmemizi yapalım.

“21. Nasraniyet ya intıfâ veya ıstıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfâ bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm işaret etmiştir ki, “Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.” (İctimai Reçeteler II, s. 168; Mektubat, 446)

“Hem Deccalın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle mânâsı gizlenmiş. Meselâ, “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsâ (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz”2 rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek, ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur’âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nüzulüyle o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.” (Siracu’n-Nur, s. 234; Şualar, s. 448)

“Âhirzamanda Hazret-i İsâ aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek”1 meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.” (Mektubat, s. 6)

Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nev’inden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvâtta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.” (Mektubat, s. 50-51)

“Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.” (Mektubat, s. 417)

“Ahirzamanda dinsizlik cereyanına karşı mukabele etmek, ancak İsevi’nin hakiki dini, Hakikat-ı Kur’an’la ittihad ederek; Kur’an ise esas ve imam olup, İsevi dini ona tabi olacağına işareten bir rivayette var ki; “İsa gelir, namazda Mehdi’ye iktida eder.” Eğer o kısım ulemaların fikri gibi olsa, o halde İsevilik esas ve imam olması lazım geliyor.” (Müdafalar, s. 131)

“Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Mûsâ’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz:

Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avâma müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir. Her neyse, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.” (Emirdağ Lahikası I-II, s. 150)

“Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhânîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor.” (Emirdağ Lahikası I-II, s. 194)

“Lillâhilhamd, Risale-i Nur, âlî beyanatıyla ruhlarımızı teskin ediyor, hakikî dersleriyle kalblerimizi tatmin ediyor. İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak Hıristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittihadı, yani İncil, Kur’ân ile ittihad ederek ve Kur’ân’a tâbi olması neticesi elde edilecek semâvî bir kuvvetle mağlûp edileceği iş’ar buyuruluyor ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın da vürûduna intizar etmek zamanının geldiğini mânâ-yı işârî ile ihtar ediyor. Mesmuata göre, bugünkü Amerika, aktâr-ı âleme tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek sâlim bir din taharrisine memur etmiştir. Bu ise, müceddidliğini mahkeme lisanıyla her tarafa ilân eden Risale-i Nur, bu muztarip, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.” (Emirdağ Lahikası I-II, s. 62)

Gördüğünüz gibi Said Nursi, burada okuyucularına devamlı olarak, Hıristiyanların içerisinde bir grubun olduğunu ve bunların hakiki isevi olduğunu söylüyor. Bu hakiki İsevilerin dinlerini tahriften temizleyerek asli hale getireceklerini ve böylece İslam ile omuz omuza vererek küfr-ü mutlak olan dinsizliğe karşı mücadele vereceğini söylüyor.

Hatta küfrün ikiye ayrılacağını, birinci kısmın Peygamber Efendimizin (s.a.v.) risaletini inkar edeceğini, ikinci kısmın ise Allah’ı inkar edeceğini söylüyor.

Tuhaf ve korkunç olanın ise; Said Nursi’nin Peygamber Efendimizi inkar edenlere karşı Müslümanların mücadelesinin yeterli olacağını ama ikinci kısım olan Allah’ı inkar edenlere karşı yetersiz olacağını söylemesidir. Bu yetersizlik sebebiyle biz “gerçek İseviler” ile omuz omuza verecekmişiz ve Allah’ın varlığını kabul edecekmişiz.

Ve ahirzamanda, Hazret-i İsa tekrar nüzul ettiği zaman İseviliği canlandıracakmış. Cenab-ı Hakk, Peygamber Efendimiz ve Hz. İsa Aleyhisselam; Said-i Nursi’nin bu bühtanlarından elbette Müberra ve münezzehtirler.

Gördüğünüz gibi, Said-i Nursi Hıristiyanları kafir olarak görmüyor. Halbuki Kur’an’da Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Keza, ‘biz Hristiyanız’ diyenlerden de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu unutmuşlardı. Biz de, onların arasına kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlığı soktuk. Allah (kıyamet günü), ne yapmış olduklarını onlara elbette haber verecektir. Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklayan, çoğundan da vazgeçen Peygamberimiz size gelmiştir. Ayrıca size, Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap da gelmiştir.” (Maide Suresi, 14-15)

Kur’an-ı Kerim’de hıristiyanların küfre girdiklerine dair birçok ayet vardır. Said Nursi, şimdi derse “efendim, biz küfre girmiş olanlarından değil hakiki İsevilerden bahsediyoruz” derse, biz de deriz ki; hakiki İseviler İslam ile ‘amasız’ müşerref olan Hıristiyanlardır. Tıpkı Adiy İbn Hatem (r.a.) gibi.

“Allah katında din, İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılıktan ötürü, ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr eden bilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir. Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben de kendimi Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da.’ Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: ‘Siz de islâm oldunuz mu?’ Eğer islâm olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer dönerlerse, sana düşen, yalnız duyurmaktır. Allah, kullarını hakkıyla görmektedir.” (Al-i İmran, 19-20)

Tuhaf olanı Nurcuların ve diyalogcuların kendi iddialarını savunmak için yapıştıkları ayetin sonunda bile batıl görüşlerine reddiye vardır:

“De ki: ‘Ey Kitap ehli! Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceğimiz, hiçbir şeyi ona ortak koşmayacağımız, Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyeceğimiz hususunda bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye geliniz.’ Eğer yine de yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz muhakkak ki Müslümanız’” (Al-i İmran, 64)

Gördüğünüz gibi, Cenab-ı Hakk, Hıristiyanları müşrik saymıştır. Fahreddin Razi de, tefsirinde Hıristiyanların Müşrik Sayılma Sebeblerini şöyle maddelendirmiştir:

Allah Tealâ bu ayette şu üç şeyi zikretmiştir: 1- “Allah’tan başkasına tapmayalım”; 2- “Ona hiçbir şeyi eş tutmayalım”, 3- “Allah’ı bırakıp da, birbirimizi Rab edinmeyelim”.

Allah Tealâ, özellikle bu üç şeyi zikretmiştir, çünkü Hristiyanlar bu üç işi bir arada yapıyorlardı. Onlar, Allah’tan başkasına, yani Mesih İsa (a.s.)’ya ibadet etmişler ve Allah’a onu eş tutmuşlardır. Bu böyledir, çünkü onlar, “Allah şu üç şeydir: baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs” demişler, böylece de kadim ve eşit üç varlığın mevcut olduğunu söylemişlerdir. Biz onların, üç kadim varlık olduğunu söylediklerini ifade ediyoruz, çünkü onlar şöyle demişlerdir: “Kelime” uknumu Mesih’in beşerîlik vasfına (nâsût); Ruhu’l-Kudüs uknumu da, Meryem’in beşerîlik vasfına (nâsût) bürünmüştür. Şayet bu iki uknum, müstakil iki zat olmasaydı, Baba’nın zatından ayrılıp İsa ve Meryem’in beşerîlik vasfına bürünmeleri caiz olmazdı. Onlar, müstakil üç ayrı zatın varlığını kabul etmekle, muhakkak ki müşrik olmuşlardır.

Onların, Allah’ı bırakarak âlimlerini ve zahitlerini Rab edinmiş olduklarına şunlar da delâlet eder:

Rab Edinmenin Manası Nedir?

  1. a) Onlar, helâl ve haram kılma konusunda âlimlerine ve zahitlerine itaat ediyorlardı.
  2. b) Onlar, âlimlerine secdeye kapanıyorlardı.
  3. c) Ebu Müslim şöyle demiştir: “Onların mezhebine göre riyazat ve mücahede konusunda kâmil olan herkeste, ona lâhût (ilâhîlik vasfı)un hulûl ettiğinin eseri görülür; böylece de o kimse, ölüleri diriltebilir. Körleri ve alacalı hastaları iyileştirebilir.” Onlar, böyle olan kimseye her ne kadar Rab demeseler bile, ne de olsa o kişi hakkında rububiyet manasının tahakkuk ettiğini kabul ediyorlardı.
  4. d) Onlar, günahlar konusunda âlimlerine itaat ediyorlardı. Rububiyetin manası da ancak budur.

Bunun bir benzeri de, “Hevasını (ve hevesini) kendisine tanrı edinmiş kimseyi gördün mü?…” (Câsiye, 23) ayetidir. Böylece, Hristiyanların bu üç şeyi birden yaptıkları sabit olmuş olur. Bu üç şeyin batıl olduğu, akıl sahiplerince üzerinde ittifak edilmiş olan bir husus gibidir.” (Fahreddin-i Razi, Tefsir-i Kebir, c. 6, s. 381-382)

Said Nursi, burada hem İslam’a hem Müslümanlara hem kaynaklara iftira atmaktadır. Zira, Cenab-ı Hakk, İslam’ı hak, gayrisini batıl ettiğine göre, İslam hak olmayan herşey ile tek başına mücadeleye kadirdir. Zira az aşağıda vereceğimiz hadislere göre zaten Deccal ve ordusu ile savaşacak olan ordu, Said Nursi’nin uydurduğu gibi hakiki İsevilerle ittifak eden Müslümanlar değil sadece Müslümanlardır. İslam’ın bu hususta kafir Hıristiyanların yardımına ihtiyacı yoktur. Ayrıca Said Nursi’nin ve takipçilerinin bilmesi lazım gelen şu ki: Tarihte Haçlı Seferlerini yapanlar, son yüzyılda en büyük Müslüman soykırımlarına imza atanlar (birkaç istisna hariç) hep nedense “sevgili müttefikimiz” ve “müttehidimiz” Hıristiyanlar olmuştur.

Said Nursi, Hazret-i İsa’nın tekrar nüzulünü ise tamamen tağyir etmiş ve okuyucularını sanki, Hz. İsa, Hıristiyanlar içine inecekmiş ve Hıristiyanlıkta bazı düzeltmeler yaparak eski haline getirip “hakiki İseviler” oluşturarak onlarla beraber İslam’a yardım edecekleri zannına sürüklemiştir.

Hazret-i İsa, Müslüman olarak nüzul edecek ve ayrıca ilk iptal ettiği şey Hıristiyanlık olacak ve Müslümanlardan oluşan ordu ile Deccal’e karşı savaşacaktır. Zira Hazret-i İsa bir peygamber olarak değil bir Müslüman olarak nüzul edecek. Zira İmam Nevevi, Hazret-i İsa’nın tekrar indikten sonra herkesi Müslüman olmaya zorlayacağını söylemektedir.

“(…) Müslüman askerler nihayet Şam’a geldikleri zaman, harp için hazırlık yapıp saflarını düzeltirlerken namaza kamet yapılır. Hemen Meryem oğlu İsa (a.s.) iner ve peygamberlerinin Sünnetini alıp tâbi olmak için, o Müslüman cemaatının yanına gelir. İşte o sırada Allah’ın düşmanı olan Mesih Deccal, İsa’yı görünce tuzun suda erimesi gibi erir. Şayet, İsa onu terk edip bırakmış olsaydı, (Deccal) kendi kendine helâk oluncaya kadar eriyip gidecekti. Lâkin, Allah onu kendi eliyle öldürür de süngüsündeki kanını Müslümanlara gösterir.” (Müslim, Fiten, 10/35)

“Arap yarımadasına gaza edeceksiniz. Allah, onu fethedecektir (onu size açıp fethine muvaffak kılacaktır). Sonra Fars’a (İran’a gaza edeceksiniz), Allah onu fethedecektir. Sonra Rum’a gaza edeceksiniz. Allah onu da fethedecektir. Sonra Deccal’la gaza edeceksiniz., Allah onu da fethedecektir.” (Müslim, Fiten, 9/34)

İşin ilginç yanı; Said Nursî’nin Hristiyanlarla Müslümanların birleşeceği, komünizm ve dinsizliğin ancak bu şekilde mağlup edileceği şeklindeki kehaneti gerçekleşmeden komünizm tarih sahnesinden silinip gitmiştir.

Bu hadislerde görüldüğü gibi Deccal ile savaşacak ordu İslam ordusudur ve hiç “hakiki veya gayr-i hakiki İsevilerden” bahsetmemektedir. Zaten İslam’da da böyle uydurma mefhumlar yoktur. Anlaşılan o ki, Said Nursi, Dinlerarası Diyaloğu başlatmak için Hıristiyanların gönlünü kazanmak istemiştir.

“Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları dost edinen de onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.” (Maide Suresi, 51)

“İslâm’dan başka bir din arayandan, (bu din) asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Al-i İmran, 85)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu