La İlahe İllallah Ne Demektir – İmam-ı Rabbani (k.s.)
Lailahe illallah Ne demektir? Mektûbât-ı Rebbânî’den Üçüncü Cild, Üçüncü Mektûb-i Şerîf
Tercüme : Mehmed Bolubeyi
Bütün hamdler Allah celle celâlühû’ya ve (bizden) selam O’nun seçmiş olduğu kullarına olsun.
(لا اله الا الله) Benzeri olmayan Allah teâlâ’dan başka, hiçbir kimse, ilah olmayı ve ibâdet edilen olmayı hak edemez. O, varlığı vâcib olandır. (Varlığı kendinden olup, öncesinde yokluk bulunmayan ve kendisine yokluk bitişmeyendir. Kendinden başka olanları îcâd edendir.)
Noksanlık alâmetlerinden yüce olandır. Sonradan meydana gelme sıfatlarından berîdir/uzaktır. Çünki, tam bir zelîllikden, boyun bükmekden ve gönül kırıklığından ibaret olan ibâdeti hak eden, bütün kemâlâtın/üstünlüklerin sâhibi olan bir zâttır.
Ve gene bu Zat, kendisinde hiçbir noksanlık bulunmayan, bütün eşyanın, var olmalarında ve varlıklarını takib eden kemâlâtı/olgunlukları hakkında, kendisine muhtac olduğu bir zâttır. O ise, hiçbir işte hiçbir şeye muhtac olmayandır. Zarar ve menfaat veren de ancak O’dur. O’nun izni olmadan, hiçbir şeyin, hiçbir kimseye, her hangi bir zararı veya menfaati ulaştırmaya gücü yetmez. Bu yüksek vasıfları zatında bulunduran ise ancak Allah teâlâ hazretleridir. O’ndan başkası da böyle olmaz. Çünki, Mevlâ celle celâlühû’dan başkası, eksikliği, fazlalığı olmadan, yukarıda sayılan kemâlât /olgunlukları ifade eden sıfatlarla vasıflansa, onun, Mevlâ celle celâlühû’dan başkası’ olmaması gerekir. Çünki, biri diğer birinden başka olan, iki şey, biri birinden ayrı olan iki şeydir. Hâlbuki takdir ettiğimiz/var saydığımız hâlde temâyüz/ayrılık bahis mevzûu değildir.
Eğer, ayrılığın var olduğunu söyleyerek, başkalığın bulunduğunu isbât etmeye çalışsak, ikisinden birisinin noksan olması gerekir ki, bu da ulûhiyete (ilah olmaya) ve ibâdet edilen olmaya zıttır. Bu sözümüzü biraz daha açacak olursak, şöyle deriz; ikinci zat hakkında, (birinciden) temâyuzü/ayrı olmağı isbât etmek için, bu, kemâl /noksansızlık ve tâmlık ifade eden sıfatların hepsini isbât etmezsek noksan olması lazım gelir. Veya gene temâyüzü/ayrı oluşu temin etmek için noksanlıkların tamamını kaldırmayacak olsak, bu halde de nâkıs/eksik olması gerekir. Mahlûkat, herhangi bir şey hususunda kendisine muhtac değilse, hangi vesile ile ibâdet edilmeyi hak edecektir?. Eğer bu zat işlerden her hangi biri hakkında başkasına muhtac ise, noksan olur. Gene bizzat menfaat veren ve zarar veren değilse, mahlûkat, ona hangi mevzuda ihtiyac duyacaktır ve hangi sebebten onların kendisine ibâdet etmelerini hak edecektir?. Şayet, onun izni olmadan, her hangi birisinin mahlûkata zarar vermeye gücü yetecek olsa, muattal kalır/iş görmez olur. Ve ibâdet olunmayı hak edemez. O halde, netice; bu, kemâl/tamlık ve noksansızlık ifade eden vasıfları zatında toplayan ancak, her hangi bir ortağı olmayan, tek olan Zattır. Ve ibâdet olunmayı hak eden de ancak; O, her şeye galip gelen ve Bir olan Zattır.
Denilse ki; bu sıfatlarda temâyüzün/ayrılığın bulunması, açıklandığı şekilde, noksanlığı gerektirip, bu da ilah ve ma’bûd/ibâdet olunan olmaya zıt ise de, ancak, bu, başka olan zata ait, ayrılığa sebeb olacak ve noksanlığa mani olan, başka bir takım kemal sıfatları, -bu sıfatların neler olduğunu bilinmese de- bulunabilir.
Bu soruya şöyle cevab verilir: Bu, mahiyeti/ne olduğu binmeyen sıfatlar, ya, kemâl/tamlık ve noksansızlık ifade eden, yahut noksanlık ifade eden sıfatlardandır. Her iki takdirde de, aynı (yukarıda sözü edilen) mahzur mevzu-i bahis/söz konusu olur. Her ne kadar, bu sıfatların hususi olarak neler olduğunu bilmiyorsak da, kemâl/tâm ve noksansız olmak veyahut noksanlık ifade ettiklerini kesinlikle bilmek durumundayız. Neticede, bahsedilen kusur lazım olur.
Kemal sıfatlarını kendinde bulunduran, noksanlık sıfatlarından uzak be pâk olan Allah teâlâ ve celle celâlühû’dan başkasının, ma-bûd/ibâdet edilen olmayı hak edemeyeceğine delalet eden başka bir delil de şudur:
Muhakkak ki, Allah teâlâ ve celle celâlühû, eşyanın var olmasının zaruriyatından/kaçınılmazlarından olan bütün meselelerde ve varlığı takib eden bütün kemâlâtta/olgunluklarda yeterli olunca, aynı zamanda eşyanın menfaat görmesi veya zarar görmesi O’na bağlı olunca, O’ndan başkası katıksız muattal/iş görmez olur. Hiçbir suretde eşyanın ona ihtiyacı kalmaz. O halde hangi cihetden, ibâdet edilmeyi hak etmesi düşünülür?. Ve ne için, eşya kendini zelîl görerek, boyun bükmekle ve gönül kırıklığı ile ona teveccüh edecektir.
Şerli olan kâfirler, Hak sübhanehü ve teâlâ hazretlerinden başkasına ibâdet ederken, elleri ile yonttukları putlarını, ilâh edinirken, bozuk olan inançlarına göre, onları, Allah celle celâlühû katında şefâatçi kabul ederler. Onların vesilesiyle Allah celle celâlühû’ya yakınlık kazandıklarını zannederler. Ne büyük bir ahmaklık ve akılsızlık!… O putlarına ait bir şefâat mertebesinin bulunduğunu, Allah teâlâ ve celle celâlühû’nun onlara şefâat hususunda izin vereceğini nereden bildiler?!… Sadece evhamla/çok zayıf zanla Allah teâlâ ve celle celâlühû’nun ibâdetine başkasını ortak etmek, mahrumiyetin ve zararın son noktasıdır.
İbadet kolay bir iş değildir ki, her taşa ve cansıza ibâdet yapılsın; her âciz ve belki ibâdet edenden daha güçsüz bir varlık hakkında ibâdete layık olması düşünülsün. İlah olmak manası gerçekleşmeksizin ibâdeti hak etmek düşünülemez… Kimde ilah olmaya elverişlilik varsa, ibâdet olunmayı hak eder. Kimde de ilah olmaya elverişlilik yoksa ibâdet olunmayı hak edemez. İlah olmaya elverişlilik ise, varlığı vâcib olmaya bağlıdır. Varlığı vâcib olmayan, ilah olmaya layık olamaz. İbadet olunmayı da hak edemez. Varlığı vâcib olmak hususunda Allah celle celâlühû’ya ortak koşmayan ama bununla beraber ibâdetde O’na ortak koşanlar ne kadar da beyinsizdirler!.. Bilmiyorlar mı ki, varlığı vâcib olmak ibâdeti hak etmenin şartıdır. O halde, varlığı vâcib olmak hususunda ortağı yoksa, ibâdeti hak etmek hususunda da ortağı yoktur. İbadeti hak etmekte ortak koşmak, aynı şekilde varlığı vâcib olmakta da ortak koşmayı gerektirir. Bu sebebten, bu pak olan kelimeyi tekrarlamakla, varlığı vâcib olmakdaki ortağı ve ibâdeti hak etmekdeki ortağı kaldırmak lazımdır. Hattâ, bu Tarîkat-ı aliyyede/çok yüce tarîkatta en mühim, en çok ihtiyac duyulan ve en faydalı olan şey, Peygamberler salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim hazretlerinin davetine has olan ibâdeti hak etmekdeki ortağı kaldırmaktır. Çünki, her hangi bir Peygamberin Şeriatının lazım olduğuna inanmayan ve tevhide muhalefet edenler de, kısmen de olsa, akli delillerle varlığı vâcib olmak hususundaki ortağı kabûl etmiyorlar. Bir taneden çok varlığı vâcib olanı var kabûl etmiyorlar. Ancak bunlar, ibâdeti hak etmek muamelesinden habersizdirler. Ve ibâdeti hak etmekteki ortağı kaldırmaya aldırış etmezler. Allah celle celâlühû’dan başkasına ibâdet etmekten de çekinmezler.
Puthaneleri tamir etmekten üşenmezler. Puthaneleri yıkanlar, Allah celle celâlühû’dan başkasına ibâdet etmeyi yasaklayanlar, ancak, Peygamberlerdir. Bu büyüklerin salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim’in dilinde Müşrik; her ne kadar varlığı vâcib olmaktaki ortağı kaldırıyorsa da, Hak teâlâ hazretlerinden başkasına ibâdet etmeye esir olandır.
Çünki, O Nebîler salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim’in ihtimâmları/ehemmiyet vermeleri, Mevlâ celle celâlühû’dan başkasına amelle ve muâmeleyle alakalı olan ibâdeti kaldırmak hususundadır; ki bu, varlığı vâcib olanın ortağını kaldırmayı gerektirir. O halde, bu büyükler (salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim)’in, Allah celle celâlühû’dan başkasının ibâdet edilmeyi hak etmesini inkâr etmekten haber veren Şeriatına girmeyen kimse şirkten, içindeki ve dışındaki ilahlara ibâdet etmek şirkinin kısımlarından kurtulamaz. Çünki, bu her türlü şirkten kurtulma manasını gerçekleştirmeyi üstlenen, Peygamberler (salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim)’in Şeriatleridir. Ve bu büyüklerin Şeriatlerinin dışında bu tür şirkten kurtulmak ele geçecek bir şey değildir.
Mevla teâlâ ve celle celâlü-hû’nun kullarından beklediği tevhid, onların (Salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim) milletini/dinini kendine lüzumlu görmeksizin mümkin değildir. Allah-ü Tebareke ve Teâlâ hazretleri Nisa sure-i celile-i cemilesinin 116.cı ayetinde meâlen şöyle buyurmaktadır; “Muhakkak ki Allah teâlâ ve celle celâlühû Kendisine ortak koşulmasının cezasını ebedi azab olarak kesin hükme bağladığı için bağışlamaz. Bunun dışındakini ise (ne kadar büyük günah olsa da, tevbe şartı koşmaksızın) dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah celle celâlühû’ya (her hangi bir şeyi) ortak koşarsa kesinlikle (hakdan) çok uzak bir sapıklıkla sapmıştır. “
Bu ayeti celileden kasdedilen Allah teâlâ’nın ve celle celâlühû irade ettiği manadır. Şu mananın kasdedilmesi de ihtimallidir; Peygamberlerin şeriatlerini kendisine lüzumlu görmemeyi affetmez. Çünki şeriatleri kendisine lüzumlu görmemek, şirkden ayrılmayan bir düşüncedir. (Allah teâlâ celle celâlühû’ya ortak koşmak, her hangi bir şeriati kabul etmemeyi gerektirir.) Ayet-i celilede, melzum/kendisinden ayrı kalınmayan (şirk) zikredilmiş, lâzım/ayrılmayan (her hangi bir şeraiti kabul etmemek) kasdedilmilştir. Bu şekilde mana vermekle, vehm edilebilecek şöyle bir yanlış anlayış da kalkmış olur; Ortak koşmak af edilemeyeceği gibi, kesin delillerle sabit olan diğer şer’i hükümleri inkâr etmek de af olunmaz. O halde, hususi ile ortak koşmanın af edilmeyeceğinin zikredilmesinin vechi/îzâh tarzı nedir? (Yani Rabbimiz celle celâlühû şirk koşulmasını af etmem demekle, kesin delillerle sabit olan Şer’i hükümlerden herhangi birisini lüzumlu görmemeyi affetmem, buyurmuş oldu. Böylece, her hangi bir şeriati kabul etmemenin kaynağı olan şirki affetmeyeceğini söylemekle, şeraitleri lüzumlu görmemeyi affetmeyeceğini de ifade etmiş oldu.)
Ortak koşulmasını affetmez, tabirinin manasının, inkâr edilmesini, kabul edilmemesini affetmez.’ şeklinde olması da ihtimallidir. Çünki şeriatleri inkâr etmek, Allah-ü Sübhanehü hazretlerini kabul etmemek demektir ki, mağfiret edilmez.
Şirk ile Küfür arasındaki alaka da umum ve husûs iledır. Çünki şirk, mutlak küfre/inkâra göre daha hususi bir inkâr/kabul etmeme şeklidir. (Şeriatlerin itikada, ibâdetlere, amellere, ukubata/cezalara dair birçok hükümleri vardır. Mutlak küfür, bu hükümlerden, kesin delillerle sabit olan her hangi birini kabullenmemektir ve umumilik/genellik ifade eder. Şirk ise, bu hükümlerden hususi bir hüküm olan, tevhidi inkâr/kabullenmemektir. İbâdette başkalarını Allah’a ortak yapmak küfrüdür. Hususilik ifade eder.) Mevla teâlâ ve celle celâlühû hususi bir küfür şeklini zikretmiş, umumi olarak bütün küfür şekillerini kasd etmiştir.
Şunu bilmek lazımdır ki, Allah teâlâ’dan başkasının ibâdet edil-meyi hak etmemesi bedihi/sıradan insanlara varıncaya kadar herkesin düşünmeden görüp anlayabileceği ve isbâta muhtâc olmayacak bir şekilde açık olan şeylerdendir. Bilinmesi için fikir yürütmeye gerek yoktur. Bedîhî değilse/apaçık olmasına itiraz edilse bile, en azından hadsî/birden akla düşen, sezgiye dayalı bir bilgidir. Çünki ibâdetin manasını gerektiği şekilde anlayan ve Allah teâlâ’dan başkasını layık olduğu vech ile enine, boyuna, derinlemesine düşünen kişi, hiç duraklamadan ibâdeti hak edemeyeceği ile karar verir. Bu mananın isbât edilmesi için zikredilen mukaddimeler/ön kadıyyeler/bilgiler, fikir yürütmeye ihtiyac kalmadan bilinebilecek bilgilere tenbîh/kısa hatırlatma kabilindendir. Münazara ilminde, aşikâr olan bilgilere itiraz edilmeyeceğine göre, buradaki mukaddimelere nakz, münakaza, muaraza gibi itiraz şekilleri ile karşı koyma imkânı yoktur. Ancak, bu mukaddimeleri firaset (müminlerde bulunan ince görüş)le anlayabilmek için iman nuru mutlaka lâzımdır. Aşikâr/apaçık olan birçok bilgi, zekâsı az ve kısa görüşlü olan kimselere gizli kalabilir. Aynı şekilde, bedeni rahatsızlık (körlük, sağırlık v.b. gibi) ve ruhi rahatsızlık (akli muvazenede bozukluklar gibi) sahibi olanlar hakkında da, bedihi olan bilgilerin açık ve kapalı olanları gizli kalabilir.
Denilse ki, Meşayihi Kiram (kaddesallahü esrarehüm) hazerâtının sözlerinden olan; maksudun ne ise, ma’budun odur tabirinin manası nedir; hamledilebileceği/yorulacağı doğru açıklaması nedir?
Şöyle cevab verilir; Kişinin maksudu, o kişi tarafından kendisine teveccüh edilen/yönelinen şeydir. Bu şahıs diri olduğu müddetçe onu elde etmekten geri kalmaz ve bu hususta gevşeklik de göstermez. Onu elde etmek hususunda kendisine isabet eden bütün kırıklıklara ve zilletlere katlanır. O uğurdaki sıkıntılar kendisine kolay gelir ve maksudunu ele geçirmeyi terk etmez. Bu ise ibâdetin ifade ettiği manadır. Çünki ibâdetin ifade ettiği, Rabbinin celle celâlühû huzurunda zelîl, hor, hakir ve gönlü kırık olduğunu isbâttır. O halde bir şeyin maksud olması onun ma’bud olmasını lâzim getirir/gerektirir. Dolayısıyla, Hak sübhanehü’den başkasının ma’bud olmasını kaldırmak ancak Hak teâlâ celle celâlühû’dan başka maksudun kalmaması anında gerçekleşir. O(cc)’ndan başka muradın bulunmaması anında mevzu bahis olur. Bu büyük nimeti elde edebilmek için manevi bir yürüyüşle Mevlâ celle celâlühû’ya doğru yürüyen kimseye münasib olan; Kelime-i Tayyibe’yi ( لا اله الا الله); (Allah celle celâlühû’dan başka hiçbir maksûdum/ yöneldiğim yoktur) manasıyla düşünmesidir. Ve bu Kelime-i Tayyibe’yi, Mevlâ celle celâlühû’dan başkasının maksud olmasından bir isim veya resim kalmayıncaya ve ondan başka hiçbir muradı bulunmayıncaya kadar tekrar etmesi lazımdır. Ta ki, neti-cede, Allah celle celâlühû-dan başkasının ma’bud olmadığını, söylediğinde, doğru sözlü olsun. Birden çok ilahın bulunmadığını ifade ettiğinde, haklı olsun.
Bu minval /şekil üzere birden çok ilahın bulunmamasının hakikatine erişmek ve Mevlâ celle celâlühû’dan başka maksudların kaldırılmasından, O’ndan başka ma’budun bulunmadığı manasına ulaşmak, ehl-i hal katında, kamil olan imanın şartıdır. O kamil iman da veliliğe bağlıdır. Velilik ise nefsi emmarenin heva ve arzularından ibaret olan, nefsani/içerdeki ilahların yok edilmesine bağlıdır. Nefis emmarelikten kurtulup mutmeinne olamadığı müddetçe, bu mananın geçekleşmesi düşünülemez. Nefsin itmi’nanı ise ancak (Allah’ın Râzı olduğu şeylerde) tam fani (yok olan) ve (sonra da onlarda) tam baki olduktan sonra tasavvur edilebilir. (Dönüşü olmayan fena ve beka) Bu tabirin (maksudun ne ise, ma’budun odur) ; zayıflık üzere yaratılan kullardan, çetinliği kaldırmayı bildiren ve kolaylığı ve de yumuşaklığı haber veren Şerîat-ı ğarranın zahirine göre manası şudur; Bir kimse maksudunu elde etmek hususunda, başını İslam yularından çıkarırsa (böyle bir hâle düşmekten Allah celle celâlühûya sığınırız), maksudunun meydana gelmesi için Şeriatı Ğarrânın belirlemiş olduğu sınırları aşarsa, onun maksudu, ilahı/ibâdet ettiği şey olur. Eğer kişinin hedeflediği şey böyle olmazsa; onu elde etmek veya onun meydana gelmesi hususunda Din-i Mübin-i İslâm’ın yasakladığı şeyler işlenmiyorsa, o kasd edilen şey, Şerî’at’ça yasaklanmış olmaz. Bu tür hedeflenen bir şey, sanki o kimsenin, mekasıdından (kasd ettiği şeylerden) değildir. Ve bu taleb ettiği, sanki onun istediği şeylerden değildir. Bilakis, bu şekilde, İslamın sınırlarını kollayan kimsenin kasd ettiği, hakikatde, Hak sübhanehü olur. Taleb ettiği de, Allah teâlâ ve celle celâlühû hazretlerinin, Şeriatındaki emir ve nehiyleri olur.
Elde etmeye çalıştığı şey için ise, tabiatına yerleştirilmiş olan meyletmekden başka bir maksud olma manası kalmaz. Bu bile, Şeriatın hükümlerince mağlub edilmiştir. Mevlâ celle celâlühû’dan başkasının maksud olmasını söküp atmak, imanın olgunluğuna delalet eden, Şeriatın hakikatinde, elde edilmek istenilen bir hedeftir. Çünki, Hak sübhanehü’den başkasının maksud olmasına izin verilecek olsa, bu, nefsani heveslerin karşı koymasının galebesinin yardımıyla ve nefsin hevasının istilasının imdad etmesiyle olabilir. Bunun da ötesinde, Hak teala hazretlerinin razı olduğu şeylerin aleyhine, elde edilmesi tercih edilebilir. Neticede sonsuz zarara sebeb olabilir. O halde, kamil imanda, Mevlâ celle celâlühû’dan başkasının maksud olmasını kaldırmak mutlaka lazımdır. Ta ki, bu iman yok olmak ve kendisinden dönülmesinden emin olunup korunmuş olsun… Ya Rabbi nurumuzu tamamla ve günahlarımızı mağfiret eyle..Muhakkak ki gücün her şeye yeter….(Amin!)