Hayrettin Karaman

Hayrettin Karaman’ın Sahabe Konusundaki Tutumuna Cevap – E. Sifil

Ehli Sünnet’in sahabe telakkisi

Ehl-i Sünnet’in her konuda olduğu gibi Sahabe konusundaki tutumu da açık ve nettir. Bu konuda herhangi bir problem yok. Problem, şu veya bu kesimin/kimsenin Ehl-i Sünnet’in kabullerine aykırı düşen söz ve iddialarının halk üzerinde hemen şüphe ve tereddütlere yol açması, ‘bizim bu konudaki inancımız nasıl olmalıdır’ türünden soru işaretlerine vücut vermesidir. Oysa normal olan, bu ümmetin avamının dahi itikadî konularda kale gibi sağlam/sarsılmaz bir bilinç ve teslimiyet durumunda olmasıdır.

Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin tamamını “udul” kabul eder. Bunun anlamı -Usulcüler farklı mülahazalarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tesbit edebileceğimiz gibi-, onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, desise, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, Sünnet’i naklederken de emin/güvenilirdirler.

Ehl-i Sünnet, derece ve fazilet bakımından Sahabe’nin hepsinin aynı olmadığını kabul eder. Onlar arasında İslam’a ilk girenler, hicret edenler, Ehl-i Bedir, Efendimiz (s.a.v)’in ev halkı, cennetle müjdelenenler… gibi diğerlerinden daha üstün olanlar vardır. İbn Sa’d Sahabe’yi 5 tabakaya, el-Hâkim en-Nîsâbûrî 12, Abdülkahir el-Bağdâdî ise 17 tabakaya ayırarak vermiştir.

Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum ve hatadan masun olduğunu iddia etmez. Onlar da beşerdir; hata yapar, kusur işlerler. Sahabîlik faziletine sahip olmak ayrı, masum/günahsız-hatasız olmak ayrıdır.

“Sohbet” şerefine nail olması Sahabe’yi günahsız kılmayacağı gibi, aralarından -nadiren de olsa- içki içmiş, zina etmiş… kimselerin çıkması da onları sıradan insanların seviyesine indirmez. Onları farklı kılan, “sohbet-i canan”a nailiyetleri, teslimiyet, fedakârlık ve feragatları, sabır ve gayretleri, en önemlisi de Kur’an ve Sünnet tarafından methedilmiş olmalarıdır.

Ehl-i Sünnet, Sahabe arasında cereyan eden üzücü olaylar hakkında dili tutmayı ve Kur’an’ın öğrettiği gibi, “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş mü’min kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen Raûf’sun, Rahîm’sin!”1 demeyi esas alır.
Evet, Mu’âviye b. Ebî Süfyân (r.a) Sahabe’nin ileri gelenlerinden, Muhacirlerden veya Ensar’dan değildir. Sıffin savaşında karşısında yer aldığı Hz. Ali (r.a)’nin faziletine erişmesi ve onunla denk tutulması imkânsızdır; bunu iddia eden de yoktur.

Ancak bütün bunlar, “sahabîlik” vasfını haiz olduğunda şüphe bulunmayan Mu’âviye (r.a) hakkında Şia’yı çağrıştıran tutumların sergilenmesine sessiz kalınabileceği anlamına elbette gelmez.

Ehl-i Sünnet ulema, Mu’âviye (r.a)’ın hak halife olan Hz. Ali (r.a)’a bey’at etmemekte ve onunla mukatelede haklı olmadığını söylemekten geri durmamıştır. Ancak onları başkalarından ayıran en önemli nokta, ona ya da Sahabe’den herhangi birisine karşı saygısızlık anlamına gelecek, onların manevi şahsiyetlerini rencide edecek tavırlardan uzak durma hassasiyetini daima gözetmiş olmalarıdır.

Tecrübeyle sabittir ki, Sahabe’den herhangi birine ilişme tavrı, ilişilen sahabî ile sınırlı kalmıyor, başkalarına da sirayet ediyor. Söz gelimi bir kimse Hz. Mu’âviye’yi davasında haksız, zalim, baği… olduğu gerekçesiyle hedef tahtasına oturttuğu zaman, onun safında yer alan sahabîleri de kaçınılmaz olarak aynı kategoriye sokacaktır. Bir sonraki adımda Hz. Ali (r.a) ile mücadelesinde onun yanında da karşısında da yer almayan, tarafsız kalmayı tercih eden -İbn Ömer (r.a) gibi- sahabîlere sıra gelecektir normal olarak. Tutarlılık bunu gerektirir. Zira onlar da işlediği zulme sessiz kalmış (!) olmakla Mu’âviye (r.a)’nin vebaline ortaklık etmiş olacaklardır. Bu silsile bu şekilde uzayıp gidecektir…
1 59/el-Haşr, 10.

Hz. Mu’âviye

Hayreddin Karaman hocanın bir cümlesi ve daha sonra o cümleyi açıklama/gerekçelendirme sadedinde kaleme aldığı yazı dolayısıyla gündeme gelen Hz. Mu’âviye hakkında, tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Şia’nın iddia ve ithamlarına cevap vermek ve Ehl-i Sünnet’in konuya bakışını yansıtmak maksadıyla hayli çalışma yapılmıştır.

Şia’nın tavrını anlamak mümkündür de, her fırsatta Ehl-i Sünnet olduğunu söylemekten geri durmayan insanların tavrını anlamak gerçekten mümkün değildir.

Ne diyor hoca?

“Peygamberimiz (s.a.) “Sövmeyin” diyor, ben de sövmüyorum, Peygamberimiz “onları seven benim sebebimle (beni sevdikleri için severler, onlardan nefret edenler de benden nefret ettikleri için böyle yaparlar” buyuruyor. Ben bu hadise de dayanarak “Peygamberimiz’in göz bebeklerini inciten adamı ve adamları sevmiyorum; çünkü hadis Peygamberimize olan sevgiyi öne alıyor ve ashabın da bu sebeple sevilmesini istiyor. Bir kişi Peygamberimizin üzerlerine titrediği aile fertlerini üzer, onlara hakaret eder, tehdit eder, sonunda meşru halifeye isyan eder ve kılıç çekerse “yine de onu sevin” demiyor, hadis bu manaya gelmiyor…”

İki noktayı birbirinden ayırmak gerekiyor: Hocanın bu ifadesi ve ileride gelecek olan sözleri Hz. Ali (r.a) muhabbetinden mi kaynaklanıyor, Hz. Mu’âviye (r.a) antipatisinden mi?

Eğer Hz. Ali (r.a) muhabbetinden kaynaklanıyorsa, onu bir şekilde inciten herkese karşı aynı tavrın gösterilmesi gerekir. Mesela bilindiği gibi Efendimiz (s.a.v)’in vefatı üzerine Hz. Ebû Bekr (r.a) ile Hz. Fâtıma (r.anha) arasında Fedek arazisi konusunda çıkan anlaşmazlık, Hz. Fâtıma (r.anha) validemizin gücenmesi ile neticelenmiştir. Şimdi Hz. Ebû Bekr (r.a)’a bu olay sebebiyle tavır almamız mı gerekiyor?

Ya Hz. Hasan (r.a)’ın hilafeti Hz. Mu’âviye (r.a)’a devretmesini nasıl yorumlamalı?

Onlar, “Hz. Peygamber’in göz bebekleri”, Hz. Mu’âviye (r.a)’e bey’at etmekle Hz. Peygamber (s.a.v)’in onaylamayacağı bir iş mi yapmış oldular?

Hoca devam ediyor:

“Peygamberimiz (s.a.) Ammâr’a “Seni meşru başkana isyan edenler (bağîler) öldürecek” demiş ve onu Muaviye’nin askerleri öldürmüşlerdir. Meşru halife olan Hz. Ali’ye isyan etmek ve silah çekmek günahtır, caiz değildir; Muaviye ve yandaşları bunu da yapmışlardır. Hz. Peygamber’i sevenler bunları yapmazlar, bunları yapanlar da sevilmezler, ama Ehl-i sünnetin bir kuralı olarak onlara hakaret edilmez ve sövülmez.”

Hz. Ali (r.a), Şam ordusunun hareketi konusunda “Kardeşlerimiz bize isyan etti” demiş ve Şam askerlerine hakaret etmek isteyenleri uyararak, Sıffin savaşında onların ölülerinin de, kendi saflarında bulunanlardan önlerinde cennette olduğunu söylemiştir.

Şimdi bize ne oluyor ki anlaşmazlığın taraflarından birini oluşturan Hak halifenin böyle bir tavır sergilediği insanlar hakkında böyle bir tavır takınıyoruz?

Bildiğim kadarıyla bu topraklarda Ehl-i Sünnet bilinen çevreler içinde Hz. Mu’âviye hakkında açıkça menfi bir tavır takınan ve cür’etli sözler söyleyen ilk kişilerden birisi Muhammed İhsan Oğuz’dur. Onun Saadet Anahtarları isimli eserinde Hz. Mu’âviye (r.a) konusunda söyledikleri ile hocanın tavrı arasındaki ilgi çekici benzerliği fark etmemek mümkün değil.

Karaman hoca Hz. Mu’âviye (r.a) hakkındaki tavrını et-Teftâzânî’nin ifadeleriyle refere ediyor ve şöyle diyor: “Eserleri yıllarca Osmanlı medreselerinde okutulmuş bulunan büyük Sünnî alim Teftâzânî’nin (v. 792/1390) bu konuda söylediklerini önemli bir örnek olarak sunuyorum: “Sahabe arasında geçen kavgalar ve tartışmalar açıkça gösteriyor ki, onların bir kısmı haktan sapmış, zulüm ve günah sınırına ulaşmıştır. Bunun da sebebi kin, inat, haset, direnme, servet ve iktidar talebi, dünyanın çekiciliğine (lezzet ve şehvete) meyildir. Bu böyledir; çünkü her sahâbî masum (günahsız ve günah işleyemez) değildir ve Peygamber’i (s.a.v.) gören, ona ulaşan herkes hayırlı (iyi) değildir… Ehl-i sünnet ulemasının bu olayları farklı yorumlayıp mazeretlere bağlamalarının sebebi büyük sahabeye dil uzatılmasını engellemek içindir. Onlardan sonra Peygamber’in Ehl-i beytine yapılan zulüm ve kötülüklere gelince bunu kimse inkar edemez, buna dağlar taşlar ve hayvanlar bile şahitlik eder, göklerde ve yerde olanlar göz yaşı dökerler; dağlar paralanır, taşlar parçalanır. Bu sebeple o kötülükleri yapanlara, buna razı olanlara veya katkıda bulunanlara Allah lanet etsin! Ehl-i Sünnet alimlerinin bir kısmının, onun daha fazlasını da hak ettiğini bildikleri halde Yezîd’e lanet etmeyi caiz görmemiş olmalarının sebebi, cahil ve aşırı gidenlerin işi ileriye götürüp büyük sahabeye kadar dil uzatmalarını engellemek içindir.”

Et-Teftâzânî’nin bu sözlerini Hz. Mu’âviye (r.a) antipatisine dayanak yapabilmek için onun Sahabeve özellikle de Hz. Mu’âviye hakkında söylediklerinin tamamına bakmak gerekir. Yukarıdaki satırların özel olarak Hz. Mu’âviye hakkında herhangi bir hüküm içermediği açıktır. Dolayısıyla sadece bu genel ifadelerden hareketle sonuca gitmek doğru değildir.

Şurası kesin ki, bu konuda et-Teftâzânî’nin Ehl-i Sünnet ulemanın genelininkinden farklı bir tavrı yoktur. Sahabe’ye arşı takınılması gereken tavır hakkında şöyle der: “Sahabe’ye ta’zim göstermek ve onlara ta’n etmekten kaçınmak gerekir. Zahiriyle onlara ta’n etmeyi gerektiren hususları da güzelce tevil etmek ve uygun anlamlara yormak gerekir…”1

Onun, konuya doğrudan delalet eden ifadelerinden en önemlisi şudur: “Hz. Ali’ye muhalif olanlar, hak imama bir şüpheye Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulanmamasına- dayanarak başkaldırdıkları için bağidirler; (…) fasık, kâfir veya zalim değildirler. Çünkü bir tevilden hareket etmişlerdir. Eğer onların bu tevilleri batıl ise, onlar hakkında olsa olsa, ictihadda hata ettikleri söylenebilir. Bu ise -tekfir şöyle dursun- onların fasık olduklarını söylemeyi dahi gerektirmez. Bu sebeple Hz. Ali, Şam ordusuna lanet okuyan arkadaşlarını bundan men etmiş ve “Kardeşlerimiz bize karşı ayaklandı (bu onların lanetlenmesini gerektirmez)” demiştir.”2

Yine et-Teftâzânî, Şia’nın Hz. Ali (r.a) muhalifleri hakkındaki tutumunu eleştirirken şunları söyler: “Şia’nın, Hz. Ali’yle savaşanların kâfir ve ona muhalif olanların fasık olduğu görüşüne gelince (…) bu onların cür’et ve cehaletlerinin eseridir. Zira onlar tevil ve ictihad sonucu ortaya konulan muhalefet ile böyle olmayan muhalefet arasında herhangi bir fark gözetmiyorlar…”3

Onun, Şerhu’l-Akâid’deki tavrı da farklı değildir.

“Sahabe arasında cereyan eden anlaşmazlıklar ve savaşların hamledileceği manalar ve teviller vardır. (…) Hasılı müctehid seleften ve salih ulemadan Mu’âviye ve yardımcılarına lanet ettikleri nakledilmemiştir. Çünkü onların yaptıkları son tahlilde hak imama itaatten çıkıp isyan etmekten ibarettir. Bu ise laneti gerektirmez…”4

Daha fazla örnek zikredilebilirse de, zikrettiklerimin, “Mu’âviye’yi sevmiyorum” tavrının et-Teftâzânî ile refere edilebilecek bir tavır olmadığını açıkça göstermektedir.

1 Et-Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, V, 303.
2 A.g.e., V, 308.
3 A.g.e., a.y..
4 Et-Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, 102-3.

“Mu’âviye’yi sevmiyorum” diyen Prof. Dr. Hayreddin Karaman hocanın, bu tavrını et-Teftâzânî ile desteklemek amacıyla ondan naklettiği bir pasaja 31 Ocak tarihli yazımda yer vermiştim. et-Teftâzânî’nin genel olarak Sahabe ve özel olarak da Hz. Mu’âviye hakkındaki görüşünü yine aynı yazıda özetle aktarmıştım.

Acaba et-Teftâzânî’nin konu hakkındaki tavrını hangi iktibas gerçek olarak yansıtıyor? “Zahiriyle onlara ta’n etmeyi gerektiren hususları da güzelce tevil etmek ve uygun anlamlara yormak gerekir…”, “Hz. Ali’ye muhalif olanlar, hak imama bir şüpheye Hz. Osman’ın katillerine kısas uygulanmamasına- dayanarak başkaldırdıkları için bağidirler; (…) fasık, kâfir veya zalim değildirler. Çünkü bir tevilden hareket etmişlerdir. Eğer onların bu tevilleri batıl ise, onlar hakkında olsa olsa, ictihadda hata ettikleri söylenebilir. Bu ise -tekfir şöyle dursun- onların fasık olduklarını söylemeyi dahi gerektirmez” diyen et-Teftâzânî, hem de aynı bağlam içinde “Sahabe arasında geçen kavgalar ve tartışmalar açıkça gösteriyor ki, onların bir kısmı haktan sapmış, zulüm ve günah sınırına ulaşmıştır. Bunun da sebebi kin, inat, haset, direnme, servet ve iktidar talebi, dünyanın çekiciliğine (lezzet ve şehvete) meyildir” demiş olabilir mi?

Eğer böyleyse burada açık bir tutarsızlık yok mudur?

Aslında burada “tutarsızlık” gibi görünen durum, hocanın, et-Teftâzânî’nin ifadesini tercüme ediş tarzı dolayısıyla ortaya çıkıyor. Şöyle ki:

et-Teftâzânî’nin, hocanın alıntı yaptığı yerdeki ifadeleri şöyle başlıyor: “Enne mâ vaka’a beyne’s-sahâbe mine’l-muhârebât ve’l-müşâcerât ale’l-vechi’l-mestûr fî kutubi’t-târîh ve’l-mezkûr alâ elsineti’s-sikât yedullu bizâhirihî alâ enne ba’dahum kad hâde an tarîki’l-hakk ve beleğa hadde’z-zulmi ve’l-fısk (…) İllâ enne’l-ulemâ li husni zannihim bi Ashâbi Resulillâh (s.a.v) zekerû lehâ mahâmîle ve te’vîlâtin bihâ telîku ve zehebû ilâ ennehum mahfûzûne ammâ yûcibu’t-tadlîl ve’t-tefsîk…”

Hocanın çevirisine bakılırsa yukarıda verdiğim ifadelerinde et-Teftâzânî şöyle diyor: “Sahabe arasında geçen kavgalar ve tartışmalar açıkça gösteriyor ki, onların bir kısmı haktan sapmış, zulüm ve günah sınırına ulaşmıştır.”

Oysa yukarıdaki ifadelerin birebir çevirisi şöyle olmalı: “Tarih kitaplarında kaydedildiği ve güvenilir raviler tarafından zikredildiği şekliyle Sahabe arasında vuku bulan muharebe ve çekişmeler zahiri anlamıyla, Sahabe’den bazılarının hak yolundan saptığını, zulüm ve fısk sınırına ulaştığını gösteriyor.

(…) Şu kadar var ki ulema, Hz., Peygamber (s.a.v)’in ashabına olan hüsn-i zanları sebebiyle bu olayları uygun şekillere haml ve tevil etmiş, Sahabe’nin tadlil ve tefsik gerektiren hususlardan mahfuz olduğu görüşünü benimsemiştir…”

Hoca, et-Teftâzânî’nin, “yadullu bi zâhirihî” sözünü, “açıkça gösteriyor” şeklinde çevirmiş. Oysa “zâhir”in delaleti her zaman “açık” olmaz. Hatta zahirin delaletinin uygun şekillerde tevil edilmesini gerekli kılan durumlar vardır. Kelamın zahiri her zaman kasd-ı mütekellimi vermez. Tafsilat gerektirdiği için bu noktayı belki başka bir yazıda ele alırız…

Burada dikkat çeken husus, et-Teftâzânî’nin bu ifadelerinin tabir yerindeyse “nötr” olup, kendi adına herhangi bir hüküm ifade etmiyor oluşudur. Burada o, tarih kitaplarının ve ravilerin aktardığı hususların zahiri haliyle birşey ifade ettiğini, ancak bunun ulema tarfından uygun bir şekilde tevil edildiğini söyleyerek bir durum tesbiti yapıyor. Kendisi herhangi bir şey söylemiyor.

et-Teftâzânî’nin konu hakkındaki tutumunu kendisine ait net ifadelerle yukarıda belirttiğim yazıda aktardığım için tekrarına lüzum görmüyorum. Dolayısıyla onun konu hakkındaki ifadeleri arasında herhangi bir çelişki ve tutarsızlık bulunduğunu söylemek doğru değildir. Onun tavrı bellidir: Sahabe’yi uygun olmayan ifadelerle anmak, aralarında geçen olaylar sebebiyle onların bir kısmının fasık, zalim… olduğunu söylemek doğru değildir.

Onun da diğer Ehl-i Sünnet ulemasının da Hz. Ali ile Hz. Mu’âviye’yi bir tutmadığı, aralarında geçen olaylarda Hz. Ali’nin haklı olduğu görüşünü benimsediklerini ise ayrıca belirtmeye gerek yok.
Mu’âviye (r.a)’ı sevmediğini deklare eden yazıları üzerine kaleme aldığım iki yazıya cevabında Prof. Dr. Hayreddin Karaman hoca birkaç hususu dermeyan etti. Hocaya göre,

1. Kendisine yönelik yazılarıma hakim olan üslup, beni “kurtarıcı” gibi gören bazı kimselerin kendisine aşırı tepki göstermesine sebep olmuştur.

2. “Zâhir”in delaleti konusunda söylediklerim yanlıştır.

3. et-Teftâzânî’nin Mu’âviye (r.a) konusunda nötr olduğunu söylemişim. Oysa o nötr değildir, tam aksine, onun tavrı hocanın tavrından daha keskindir.

Bu hususlar hakkında, aynı sırayla ve kısaca şunları söyleyeceğim:

1. Kendimi hiçbir zaman “kurtarıcı” mevkiinde görmedim, böyle görülmeye asla ve kat’a rızam yoktur. Haddimi bilirim. Yazdıklarımı okunmaya değer bulan insanlardan hususi istirhamım, bende böyle bir hava, böyle bir eda görürlerse uyarmaları, böyle görenlere rastlarlarsa onları da ikaz etmeleridir.

İslamî ilimlerin sadık bir talebesi olabilirsem kendimi bahtiyar sayarım. Birilerinin beni “kurtarıcı” olarak görmesi veya hocanın beni öyle gördükleri sonucunu çıkarmasına sebebiyet veren davranışlarda bulunması benim iradem, rızam ve bilgim dahilinde olan bir husus değil. Birileri hocanın bazı düşüncelerini yanlış buluyor ve bu konudaki hissiyatlarını benim yazdıklarım üzerinden dile getiriyorsa bunun benimle ve hele de üslubumla bu tarzda ilişkilendirilmesini kabul edemem.

Hoca, bu ülkede Yahudi ve Hristiyanların belli şartları yerine getirerek ve fakat Kur’an’a ve Efendimiz (s.a.v)’e iman etmeden cennete gidebileceği görüşünde olanlar bulunduğunu belirtmekten ibaret olduğunu söylediği ifadeleri sebebiyle birilerinin Yahudi ve Hristiyanların cennete gideceğine inanmasına yol açmakla sorumlu tutulmaya ne der?..

Bir noktayı göz ardı etmeyelim: Bu ülkede benimle başlamadığı açık olan -öyle ya da böyle- bir Ehl-i Sünnet hassasiyeti var. Sahabe’den herhangi birisi hakkında “Ben onu sevmiyorum” denmesine -ben bir şeyler yazmasam da- tepki gösterilecektir; bunu normal karşılamak gerekir. Aksi, “Ben diyeceklerimi diyeyim, kimse tepki göstermesin” demeye gelir ki, eşyanın tabiatına aykırıdır.

Üslubuma gelince, yanlış bulduğum bir şeyi, niçin yanlış bulduğumu da belirterek açık yüreklilikle ifade etmem dışında üslubumda bir problem olduğunu düşünmüyorum. Tahrik, ajitasyon, karalama, jurnal, hakaret… vb. içeren bir ifadem gösterilirse özür ve helallık dilemeye hazırım.

2. et-Teftâzânî’nin hoca tarafından, “Sahabe arasında geçen kavgalar ve tartışmalar açıkça gösteriyor ki, onların bir kısmı haktan sapmış, zulüm ve günah sınırına ulaşmıştır” şeklinde çevirdiği cümlesinde geçen “yedullu bi zâhirihî” ifadesi üzerine şöyle demiştim: “Oysa “zâhir”in delaleti her zaman “açık” olmaz. Hatta zahirin delaletinin uygun şekillerde tevil edilmesini gerekli kılan durumlar vardır. Kelamın zahiri her zaman kasd-ı mütekellimi vermez.

Hoca benim o ifadelerimin Usul-i Fıkıh’a gönderme olduğu zannıyla, “Zahirin delaleti her zaman açık olur, ancak tevile ve neshe de açık bulunur. Açık olmayana hafî derler. Zahirin özelliği manasında biri kuvvetli, diğeri zayıf iki ihtimalin bulunmasıdır. Kuvvetli olan mana açıktır, bunu bırakıp da zayıf olana gitmek için mucib sebepler bulunmalıdır” diyerek Usul-i Fıkıh diliyle mukabele ediyor.

Bir sonraki yazıda Usul-i Fıkıh’taki “zâhir” terimi üzerinde duracağım. O sözlerimin bu terimle bir bağlantısı yoktu. Orada tırnak içinde verdiğim “açık” sözcüğü, hocanın “açıkça gösteriyor” ifadesinde geçen “açık”a göndermeydi. Şunu demek istemiştim: et-Teftâzânî’nin “yedullu bi zâhirihî” ifadesinin, hakkında kullanıldığı hususları “açıkça gösterdiğini” söylemek, ifadeyi bu şekilde çevirmek isabetli değil.

Zira “zahir” kelimesi her kullanıldığı yerde anlattığı hususu “açıkça” göstermez. Oysa biz Türkçe’de bir şeyin bir şeyi “açıkça gösterdiğini” söylediğimizde onun, anlattığı durumu herhangi bir yoruma, fluluğa, karışıklığa meydan vermeden, net ve kesin biçimde anlattığını, o şeyin başka türlü anlaşılmasının mümkün olmadığını ifade ederiz.

Söz gelimi, “Küfredenler resullerine, “Andolsun ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız, ya da dinimize döneceksiniz…” (14/İbrâhîm, 13) ayetindeki “dinimize döneceksiniz” (le te’ûdunne fî milletinâ) ifadesinin zahiri, bahsi geçen resullerin daha önce kâfir kavmin dininde olduğunu, bilahare o dini terk edip Hak Din’e girdiğini anlatmaktadır. Oysa herhangi bir peygamber hakkında böyle bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.

Bir diğer örnek, “Onlar Rabblerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini zannederler” (2/el-Bakara, 46) ayetinde huşu sahibi mü’minler hakkında geçen “yezunnûne” kelimesidir. Bu kelimenin zahiri, ayette anlatılan kimselerin, Rabblerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini “zannettiklerini” ifade etmektedir. Oysa zikredilen hususlar hakkında sadece “zan” sahibi olanların “huşu sahibi mü’minler” olması mümkün değildir…

Örnekleri çoğaltabiliriz. İmdi, bu ayetlerin zahir ifadesinden hareketle, peygamberlerin daha önce kavimlerinin küfür dininde olduğunu ve huşu sahiplerinin Rabblerine kavuşacaklarını sadece zannettiğini “açıkça gösterdiğini” söyleyebilir miyiz? “Kelamın zahiri her zaman kasd-ı mütekellimi vermez” derken kasdettiğim bu gibi durumlardır.

Daha evvelki bir seri yazıda, ele aldığı birtakım meselelerde Usul zemininde hareket etmediğini söylediğimden olsa gerek, son tartışmada hoca, “kelamın zahiri” hakkında söylediklerimi Usul-i Fıkıh’taki “zâhir” terimine çekerek bu vadide bazı açıklamalarda bulundu. Oysa et-Teftâzânî’nin “yedullu bi zâhirihî” şeklindeki sözü doğrudan Usul-i Fıkıh’taki “zâhir” anlamında olmayıp, günlük dildeki kullanımı yansıtmaktadır. Bir başka deyişle orada geçen “zâhir”den kasıt, “sözün ilk akla gelen anlamı”, okuyanda/dinleyende ilk anda çağrıştırdığı anlam”dır ve Usul-i Fıkıh’taki “zâhir”le doğrudan bir ilgisi yoktur.

Bir an için oradaki “yedullu bi zâhirihî” ifadesinin Usul-i Fıkıh’taki “zâhir”in delaletini kasdettiğini düşünsek bile, mesele yine hocanın mutlak ifadelerle yansıttığı gibi değildir. Bizzat et-Teftâzânî, bunun böyle olduğunu söylememizi gerektiren bir tavırdadır. O, Sadruşşerî’a’nın et-Tavdîh’te “zâhir” terimine ilişkin olarak söyledikleri hakkında et-Telvîh’te şöyle der: “Müellifin sözünün zahiri, “zâhir” teriminin, kendisiyle neyin murad edildiğini açıkça anlattığı (…) görüşünün itibara alınacağını iş’ar etmektedir. Şu kadar var ki, müteahhirun arasında meşhur olan görüşe göre, (…) “zâhir” teriminin, zahir (açık/belirgin) ifade olarak yer aldığı mana için sevk edilmemiş olması şarttır…”1

Bu kısa alıntı sadece “zâhir” terimi hakkında et-Teftâzânî’nin, hocanın yaptığından farklı bir izah yaptığını anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda “zâhir” kelimesinin her geçtiği yerde aynı anlamı yüklenmediğini de dikkatimize sunuyor. Burada çeviriyi zor anlaşılacak şekle soktuğunu bile bile, iki farklı anlamda kullanıldığı yerler dikkat çeksin diye “zâhir” kelimesini olduğu gibi bırakmayı tercih ettim. Açıkça görüldüğü gibi, kelimelerinden birisi “sözlük anlamı, sözün ilk akla getirdiği anlam, …” diye ifade edebileceğimiz bir mana taşırken, diğeri bir Usul-i Fıkıh terimi olarak yer almaktadır ve dakik teknik ayrıntılarla incelenmiştir.

Hiç şüphesiz bir terim olarak “zâhir”in ne ifade ettiği konusundaki bu izah sadece et-Teftâzânî’ye mahsus bir tesbiti yansıtmıyor. Konunun Usul kitaplarından tahkiki kolay olduğu için bu noktada yazıyı alıntılara boğarak uzatmayı gereksiz görüyorum.

Hocanın, “Zahirin delaleti her zaman açık olur, ancak tevile ve neshe de açık bulunur. Açık olmayana hafî derler…” şeklindeki tesbitine gelince; Usul kitabı yazmış birisinden beklenen titizliği yansıtmadığını söylememiz gerekiyor. Zira;

A. Benim sözümde geçen “zâhir”in “açıklık” noktasında mukabili “hafâ” değil, “vuzûh”tur.2

B. Terim olarak “zâhir”, delaleti her zaman açık olmadığı için tevile açık olur.

C. “Hafî”nin “zâhir”in karşıtı olmasına gelince, hafâsı (kapalılığı) bizzat lafzın kendisinde mevcutsa bu türlü hafî, zâhirin karşıtı değildir. Hafî’nin, zâhirin karşıtı olduğunu söyleyebilmek için hafânın (kapalılığın) lafzın bizzat kendisinden değil, arızî bir durumdan (dış bir etkenden) kaynaklanması gerekir.3 Çünkü nasıl açıklık bakımından “zâhir”, aynı kategoride yer alan lafızların en zayıfı ise kapalılık bakımından da hafâsı arızî bir etkenden kaynaklanan hafî de aynı kategoride yer alan lafızların hafası en zayıf olanıdır…

Hocanın bir ifadesi/ithamı ile bitireyim: “Dini ve Ehl-i sünneti istismar ederek gönüllerimize hakim olmak isteyen, sevmeye mecbur olmadıklarımızı sevmeye zorlayanların şerrinden Allah bu ümmeti korusun! Allah zalimleri sevmiyor, zalimleri sevenler, Allah’ın sevmediklerini sevmiş oluyorlar” diyor hoca.

İşte bu olmadı hocam! Gerçekten olmadı! Ehl-i Sünnet’i istismar, gerçekten ağır bir itham. Buna mukabele ederek meseleyi farklı alanlara çekmeyi hem gereksiz, hem de yakışıksız buluyorum.

Not: Bazı internet sitelerinde benim “Kola haramdır” dediğim söylenmiş. Ben böyle bir şey söylemedim. Sadece belli bir kola markasının, gelirini Ümmet’in imhası amacı doğrultusunda kullandığı için tüketilmesinin haram olduğunu söyledim. Bu sözüm bütün kola markaları için genelleştirilmemelidir.

1 et-Teftâzânî, et-Telvîh, I, 232. Aynı ifade müteahhar pek çok Usul kitabında aynen yer almaktadır.
2 “Zuhûr” ile “vuzûh” arasındaki fark için bkz. et-Telvîh, I, 233.
3 Molla Hüsrev, el-Mir’ât, 106.

E.Sifil

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu