Kerbela Faciası Yeni Kerbelalar Doğurmasın!
-KERBELA FACİASINA FARKLI BİR BAKIŞ-
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra tarihe damgasını vuran en önemli olaylardan birisi “Kerbela faciası”dır. Kerbela faciası, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Allahım! Ben, bu ikisini seviyorum. Sen de bunları sev!”[1] buyurduğu iki torunundan Hüseyin’in yanındakilerle birlikte şehit edildiği elîm hadisedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Ehl-i Beyti’ne saygı duymak, onlara karşı muhabbet beslemek bütün Müslümanlar için kutsal bir görevdir. Bu vazifeye işaret eden pek çok ayet-i kelime ve hadis-i şerif mevcuttur. Bu bakımdan Hz. Hüseyin Efendimiz’in şehadeti, her Müslümanın mutlaka derin ıstırap duyduğu hadiselerdendir.
Ne var ki İslam tarihinde meydana gelen ve İslam toplumunda derin yaralar açan üzücü hadiseler sadece Kerbela faciasından ibaret değildir. Küfür ve nifak ehli, İslam’a ve Müslümanlara zarar verecek gayretlerini tarih boyunca sürdüre gelmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bizzat kendisi, Yahudi bir kadının hazırladığı zehirli koyun eti vasıtasıyla öldürülmek istenmiştir. Yine Yahudilerle savaş sonrasında anlaşma yapmak üzere görüşmeye gittiği bir sırada, üzerine damdan yuvak taşı atılmak suretiyle öldürülmeye teşebbüs edilmiştir. Bu ve benzeri bütün tuzaklar, Mevlâ’nın yardımı ile boşa çıkarılmıştır.
Öte yandan, sahabenin en güzidelerinden ikinci halife Hz. Ömer (r.a.), sabah namazı kıldırırken Ebû Lü’lüe adındaki Hristiyan bir köle tarafından hançerlenerek şehit edilmiştir.[2] Hz. Ömer (r.a.), kendisini vuranın Müslüman olmadığını öğrenince, bunun Müslümanlar tarafından gelen bir fitne olmadığı sevinciyle Allah’a hamdetmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in iki kızından damadı olan üçüncü halife Hz. Osman (r.a.), münafıkların tutuşturdukları bir fitnenin sonucunda hilafet görevi devam ederken evi muhasara edilmiş, eşi Naile’nin gözleri önünde Kur’an okurken oruçlu olarak şehit edilmiştir. Hz. Osman Efendimiz(r.a.)’e hucüm sırasında mâni olmak isteyen eşi Nâile’nin de parmakları doğranmıştır. Ne acı ki, şehit eden topluluğun arasında Hz. Ebubekir (r.a.)’ın oğlu Muhammed de fiilen yer almıştır. Hz. Osman (r.a.), başı dönmüş kalabalığın kötü emellerini kesin olarak bildiği halde, Müslüman kanı dökülmesin diye emrindeki İslam ordusunun ve Haşim oğullarının isyancılar üzerine yönelmesine müsaade etmemiştir.
Aynı şekilde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in çok sevdiği amca oğlusu Hz. Ali (k.v.), çocuk yaşta her türlü tehlikeyi hiçe sayarak Müslümanlar arasında yetişkin bir nefer yer almıştır. Hicret gecesinde de öldürülmek üzere evi muhasara edilen Peygamber Efendimiz’in adına ölümü göze alarak onun yatağına girebilmiştir. İşte, Hz. Osman’dan sonraki dördüncü halife, Allah’ın arslanı yiğit sahabi, Kerbela şehidi Hz. Hüseyin (r.a.)’in babası Hz. Ali (k.v.) de sabah namazına giderken “Hârici” bir köle olan İbn Mülcem tarafından başına vurularak ağır yaralanmış ve bundan mütevellit şehit olmuştur. Şehadet şerbetini içmeden önce ağır yaralı iken yakalanan katil hakkında söylediği sözler, tarih boyu ümmetin kulağına küpe olacak cinstendir. Şöyle ki:
“Ben ölürsem bu şahsı kısas olarak öldürünüz. Ey Abdülmuttalib oğulları, müminlerin emiri öldürüldü diye müslümanların kanlarına girmeyiniz. Benim için ancak benim katilim öldürülür.”[3]
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r. anhüm) gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebubekir (r.a.)’den den sonra gelen üç büyük halifenin, kendi hayatları pahasına müsaade etmedikleri fitne, maalesef İslam toplumunun kendi içerisindeki münafıklar tarafından alevlendirilen kargaşa olarak ortaya döküldü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in daima endişe ile uyardığı en büyük fitne, ümmetin birbirine düşmesiydi. Böyle bir fitne, ümmeti hakkında her şeyden kötü olurdu. Fitne uyumuş bir yılandı, uyandırmaya gelmezdi. Uyanırsa ne karşı duranlar kurtulur ne de uyandıranlar selamet bulurdu. Fitnenin önü bir kere açılırsa öylece devam eder ve sel olur önüne geleni götürürdü. Bir rivayette gelen hadiste de öyle buyurulmuştu: “Fitne uykudadır, onu uyandıranlara Allah lanet etsin.”[4]
Hz. Osman (r.a.)’in şehadetinden sonra İslam toplumu Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinden uzaklaştıkça, İslam kardeşliği zayıflamış, genişleyen İslam diyarı içerisinde münafıkların etkisiyle kavmiyetçilik filizlenmiş, dünyevi amaçlara yönelen ve maneviyatı zayıflayan Müslümanların tutumlarıyla da fitne baş göstermeye başlamıştır. Gün geçtikçe güçlenen fitnenin akabinde “Cemel” hadisesinde, Müslüman iki topluluk karşı karşıya gelmiştir. Bu üzücü hadisenin bir tarafı, Hz. Osman’ın kısasını dile getirerek yola düşen Hz. Âişe (r.anhâ) validemizle beraber sahabe; diğer tarafı ise o günün en âlim ve en faziletli sahabisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın damadı dördüncü halife Hz. Ali (k.v.)’dir. Bugün biz, bu taraflardan hangisini suçlu bulup kötüleyebiliriz acaba? Onlardan birini veya her iki tarafı suçlayıp kötülemek bize vazife midir? Bize düşen, geçmişten ibret alıp Kur’an ve Sünnet’in ilhamında, İslam ahlakı esasları çerçevesinde kardeşçe yaşamak ve fitneye meydan vermemektir.
Hâkezâ, Hz. Osman’ın kısas davasını sürdüren Hz. Muaviye ile Hz. Ali orduları arasında meydana gelen “Sıffin” vakasındaki kanlı çarpışmada her iki ordu içerisinde sahabe ve tabiundan neferler yer alıyordu… Önceden müşriklere karşı aynı safta çarpışan sahabe, şimdi kendilerince tevillerle birbirleriyle dövüşüyorlardı. Muaviye safında Amr bin Âs (r.a), Hz. Ali safında 70’lik ihtiyar Ammar bin Yasir (r.a.) vb.. Kendini bilmez bir münafık tarafından şehit edilen Ammar’ın başı kesilip Muaviye’ye götürülüyor… Nice kahraman ve faziletli sahabe yanında, sadece Bedir gazilerinden on sahabi, Hz. Ali safında şehit oluyor. “Muhadramun”dan olan Veysel Karanî’nin de Sıffin’de şehit olduğu rivayet ediliyor.[5] Bu olayın ne büyük bir fitne olduğu ortada… Fitne bir kere Müslümanlar arasına girdi mi, gerisi artık münafıklara ve İslam düşmanlarına kalıyor ve kontrolsüz hale geliyor.
Adım Adım Fâciaya Doğru
Zamanın siyasi çalkantısı içerisinde, Kufelilerin yanlış yönlendirmesi neticesinde Hz. Hüseyin ve beraberindeki bir grup, Kufe’ye gitmek üzere yola çıkar. Yezid’in Kufe valisi Ubeydullah bin Ziyad’a bağlı birlikler Hz. Hüseyin ve beraberindekileri Kerbela’da karşılar. İbn Ziyad komutasındaki bir müfreze, Hz. Hüseyin’den Yezid’e biat etmesini ister. Hz. Hüseyin, Kufelilerin davet ve sözde desteğine güvenerek Yezid’e biat etmeyi de İbn Ziyad’a götürülmeyi de kabul etmez. Ne yazık ki o saatten sonra, Medine’ye dönmesine de artık müsaade edilmez. Hz. Hüseyin (r.a.) yanındaki az sayıda adamıyla, Ubeydullah b. Ziyad’ın gönderdiği birliklerle savaşmak zorunda kalır. Kalabalık ırak ordusu karşısında Hz. Hüseyin (r.a.), yanındaki 72 kişiyle beraber şehit edilir. Hz. Hüseyin’in kesilen başı ile birlikte kızları, kardeşleri ve küçük oğlu Ali, İbn Ziyad’a gönderilir. İbn Ziyad da bunları Yezid’e gönderir. Yezid müessif olayı öğrenince ağlar ve şöyle der: “Ben Hüseyin’i öldürmeden itaatini istemiştim. Allah İbn Sümeyye’ye lanet etsin. Ben olsaydım kendisini bağışlardım…” Bundan sonra şehit Hz. Hüseyin Efendimiz’in emanetlerine son derece iyi muamelede bulunur ve onları sahiplenir.
Görüldüğü gibi Halife Yezid’in Hz. Hüseyin (r.a.)’in şehit edilmesi olayından haberi ve bu şenaate rızası yoktur. Esasen İbn Ziyad, müfreze komutanına, Hz. Hüseyin’in biat etmemesi durumunda susuz bırakılarak muhasara edilmesini emretmişti. Hz. Hüseyin ise çaresiz kalınca savaşa tutuşmak mecburiyetinde kalır. Maalesef İslam tarihinde kara leke olan bu müessif sonuç malum…[6]
Olaya dikkat edilirse, yanlış iletişim ve o günün şartlarında üst mercilerle anlık diyalog kurabilme imkânının olmayışı nedeniyle spontane gelişen bir çarpışma sonucunda katliam meydana gelmiştir. Belirttiğimiz gibi kaynaklara göre, İbn Ziyad’ın bile doğrudan savaş ve katliam emri ve niyetinin olmadığı anlaşılmaktadır.
İslam tarihinde üzücü pek çok büyük hadise olduğu halde, günümüzde bunlardan sadece Kerbela olayının sürekli gündemde tutularak tarafgirliği pompalayan bir tarzda, kendi kendine bir nevi işkenceyi de içeren merasimlerle sürekli bir tarafın kötülenmesi, İslam dünyasında mezhebi bir kışkırtmayı gündeme getirir mahiyettedir. Elim hadisenin canlı tutulması suretiyle, sürekli kötülenen taraf, sahabe ve tabiundan başkası değildir. İntikam duygularını çağrıştıran tavır ve eylemlerle müessif hadisenin canlı tutulması, İslam toplumunu fitne ve kargaşaya sürüklemekten uzak değildir. Küçücük çocuklardan kadınlara varana kadar, zincirle kendilerini döverek kan revan içerisinde kalmaları, başlarını yarmaları, bedenlerini parçalamaları ne anlama gelmektedir acaba? Özellikle bu cinayetin ibadet ruhuyla yapılması daha da vahim bir boyut!
Bu meş’um hareketlerin tek ve tek anlamı, 7’den 70’e nesiller boyu, intikam duygusunu canlı tutmaktır. Kime karşı intikamdır bu? Yezid’e karşı. Yezid kimdir? Güya Hz. Hüseyin’i şehit ettirdiği için, güya “Şia karşıtı bir zalimdir”. Birilerine göre Yezid, güya Şia karşıtı olarak Ehl-i Sünnet’in o günkü temsilcisidir. Ehl-i Sünnet kimdir? Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Sahabenin yolunu izleyenlerdir. Peki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yolunu izleyenler, onun göz bebeği torununa nasıl kem gözle bakabilir ve onu şehadetine rıza gösterebilirler ki? Tarih boyunca Müslümanlar arasında kurgulanan senaryo ne kadar vahim ve tehlikeli… Bir gün bu fitili tutuşturup, herhalde Ortadoğu dünyasını ateşe vereceklerdir… Ne yazık ki son yıllarda Diyanet’in de Yezid’i kötüleyen içerikte hutbe okutması olsun, bazı siyasilerimizin de bu söylemlere katılması olsun, bu türden söylemleri de oldukça bilinçsiz buluyoruz.
Bu şekilde tarih boyunca oluşturulan Sünni-Şii ayırımı, bugün için birileri tarafından kanlı çatışmalara dönüştürülmek istenmektedir. Bu akıntıya bilmeden kürek çekenler bu tehlikenin farkında olmak zorundadırlar. Esasen İslam tarihindeki bu tür üzücü hadiselerden ibret alınıp, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği pekiştirmeye gayret etmek, asıl amaç olmalıdır. Aksi halde, sürekli olarak bir mazlum taraftan söz etmek, bazen açıkça söylenmese bile karşı tarafta bir “Zalim”i ima etmek demektir. Sözde bu zalim kimdir, yukarıda belirttik…
Tan edilen ve düşmanca tavır sergilenen bu gurubun içerisinde sahabe var, tabiun var, İslam’a ve Müslümanlara iyi niyetle hizmet edenler var, muhaddisler, müfessirler, fakihler var. Kısaca, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (a.s.)’ın övgü ile söz ettiği faziletli insanlar var. İslam tarihindeki üzücü hadiselere adı karışanlardan, cennetle müjdelenen sahabiler bile var.
O halde, asırlar önce koca koca insanlar arasında meydana gelen hadiseleri eksik bilgimizle şöyle ya da böyle rivayetlerle bizim yargılama hakkımız olmasa gerek. Aksi halde kaş yaparken göz çıkarmış oluruz. Kuran ı Kerim de ilk nesilleri tezkiye etmektedir.[7] Rasülüllah Efendimiz, “Nesillerin en hayırlısı benim asrım, sonra benim asrımı takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir”[8] buyurarak, sahabe, tabiun ve tebeut tabiin’in faziletine işaret etmiştir. Diğer bir hadisinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, “Ashabıma sövmeyin, sizden biri, Uhud Dağı kadar altın tasadduk etse, yine de ashabımın faziletine erişemez“[9] buyurmuşlardır.
Bu bağlamda, Kerbela olayını ilk kez bayraklaştıranlar bunun devamı için uğraşanların kimler olduklarına dikkat etmek kayda değer bir inceleme olur. Bu kimselerin Müslüman tarih ve toplum hakkında iyi niyetli olmadıkları pekâlâ görülebilecektir.
Elhasıl, asırlardır sürdürülen masum görüntülü Kerbela etkinlikleriyle, intikam duygusunu diri tutmak adı altında, Ehl-i Sünnnet’e karşı düşmanlık duygularını körükleme amacını taşıdığını düşünüyoruz. Bunların arkasında şer güçlerin olduğu konusunda şüphemiz yoktur. Bu açıdan herkes uyanık olmak mecburiyetindedir.
İslam tarihinde üzücü hadise olarak bir tek Kerbela olayı yoktur. Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’den önce ondan daha büyük sahabiler de şehit edilmiştir. Babası Hz. Ali’nin, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın şehit edilmeleri, Kerbela’dan daha küçük daha önemsiz hadiseler olmasa gerek. Gelin görün ki o devrin büyükleri, yukarıda örneklerle anlatıldığı gibi, bizzat saldırıya maruz kalan o büyük insanlar, böyle bir fitneye kapı aralanmaması için yaralı haldeyken son nefeslerinde ciddi ikazlarda bulunmuşlardır. Unutmayalım ki Peygamber Efendimiz’in vefatı bu ümmetin en büyük kaybıdır. Ama bu da takdiri ilahi ve “sünnetullah” gereği cereyan etmiştir. Allah’ın bilgisi yani müsaadesi olmadan “ağaçtan bir yaprak bile düşmeyeceğini” (En’am, 6/59) bize bildiren de yüce kitabımız Kur’an’dır.
Dün ve bugün, İslam tarihindeki bazı olayları kızıştırarak Müslümanlar arasına kıyamete kadar sürecek fitneyi sokmak isteyen, böylece bizi etnik parçalanma ve ictimâî kargaşaya sürüklemek isteyen İslam aleyhtarlarının bulunduğunu göz ardı edemeyiz. Bu tehlike karşısında, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği korumaya, İslam kardeşliğini tesis etmeye özen göstermek kaçınılmazdır.
Ezcümle, tarihteki üzücü Kerbelâ faciası, basiretsizlikler sebebiyle yeni Kerbelâ’lara kapı aralanmamalı! Bu hususta Müslümanlar olarak uyanık olmalıyız ve şer güçlerin tuzağına düşmemeliyiz. Zira, bizim dışımızdaki “Birileri”nin, Müslüman toplumda fitne çıkarmak için bu tür hadiseleri sürekli kaşımak istediklerinden emin olabilirsiniz! Farzedelim ki Yezid hatalıydı! Peki Kerbela faciası dolayısıyla Yezid’e karşı her yıl körüklenen kızgınlık ve nefret, bugün kime ve hangi topluluğa karşı yapılıyor dersiniz? Yukarıda bu hususa temas ettik. Bu facialardan ibret almak ve fitneden uzak durmak varken, önemli bir Müslüman topluluk aleyhine tazelenen zımnî ya da aleni adavet duyguları, kimin değirmenine su taşır acaba, hiç düşündünüz mü?
Cenab-ı Hakk’ın ahirette hükmedeceği ihtilaflı meselelerin bu dünyada iken ayırt edicisi biz olmayalım ve bu konuda son sözü, Yüce Kitabımız’a bırakalım:
“Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz” (Bakara, 2/141).
15.11.2011
Dr. Ahmet GELİŞGEN
www.ahmetgelisgen.com
[1] Tirmîzî, Menâkıb, 30; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, IV/172. [2] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, s.317. [3] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, s. 451. [4] Hadisin değerlendirilmesi için bkz. Keşfü’l-Hafâ, II/108. [5] A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, s. 432. [6] Bkz. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, II/323. [7] Bakara, 2/143; Ali İmran, 3/110; Enfal, 8/64; Tevbe, 9/100; Fetih, 48/18, 29; Tevbe, 9/100; Haşr, 59/8, 9; Beyyine, 98/8. [8] Buhârî, Şehâdât, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 211-216. [9] Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb, 5; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 221, 222.